Kitabı oku: «İslamsız Müslümanlık»
Abdulbaki Erdoğmuş, 1958 Genç doğumlu. Diyarbakır İmam Hatip Lisesi ve Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü (İlahiyat Fakültesi) mezunu. Medrese eğitimi de gören Erdoğmuş, Diyanet İşleri Başkanlığında imam hatip ve müftülük görevlerinde bulundu. 1999 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerinde ANAP’tan Diyarbakır Milletvekili seçildi.
Milletvekilliğinden sonra aktif siyasetten uzaklaşarak sivil siyaset alanında çalışmalar yaptı. Sivil-Siyaset Hareketi Koordinatörü olarak fikrî ve siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.
Bu kitabı, Kur’an, irfan ve hikmet ehlinden büyük dedemiz Hafız Efendi (Hasan), onun misyonunu medrese geleneği üzerinden sürdüren (Molla) Ali Efendi ile Molla Abdulbaki Efendi (dedem) ve Seyda Molla Mehdi Efendi’nin (babam ve hocam) ruhlarına ithaf ediyorum.
ÖN SÖZ
Din, bir değerler sistemidir. Din öğüttür, nasihattir. Doğru, güzel, iyi olanı yapmayı (maruf); yanlış, çirkin, kötü olandan ise uzak durmayı/sakınmayı (munker) öğütler.
“Oysa kendilerine yalnızca Allah’a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleriyle yalnız O’na iman ederek batıl olan her şeyden uzak durmaları; namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları ve karşılıksız infakta bulunmaları emrolunmuştu. İşte dosdoğru din budur.” (Beyyine/98:5)
Asıl sorun; İslam’ın, biz Müslümanların düşünce, iman ve yaşamında nasıl tezahür ettiğidir çünkü İslam yaşam pratiği ile kendini gösterir. Allah ile doğrudan ve dini yalnız Allah’a has kılarak “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.”, “Vekil olarak Allah bana yeter.” inancının yaşamımızda karşılığı var mıdır?
Allah’a imanımızın ve İslam’ın gereği olarak, Müslüman kimliğimizle insanlarla, diğer canlı varlıklarla, çevre ve doğa ile ilişkilerimizde adalet, merhamet, ahlak bakımından örnek ve medeni bir toplum olarak tanımlanabiliyor muyuz?
Gerçekten de, “İnsanlar din hakkında yazar, savaşır, ölürler de din için yaşamasını bilmezler.” İtiraf etmeliyiz ki, Müslümanlar olarak yaşadığımız din, Allah’ın dini İslam değildir.
İslam ile inşa edilen Müslüman toplum, “kendisi için istediğini başkaları için de isteyen, kendisi için istemediğini başkası için de istemeyen” özellikleriyle tanınmıştı. Yine “elinden ve dilinden insanların güvende olduğu” emin bir toplum örneği sergilemişti.
Bugün de medeni toplumlarda buna benzer çok sayıda örnek vardır. Peki, Müslüman âleminde bunun toplumsal örneklerine rastlamak mümkün müdür? Müslümanlık geleneği devam etmesine rağmen İslam’ın adalet, rahmet ve ahlak ilkelerine ne oldu? Bu ilkelerin olmadığı toplumlar Müslüman da olsa, İslam söz konusu olabilir mi?
Biz Müslümanların; öncelikle doğru bir insan olmadan, insanlık bilincini edinmeden, insani değerlere sahip olmadan, insanlığa hürmeti insanlığımızın zorunlu bir gereği olduğunu görmeden doğru ve medeni Müslümanlar olamayacağımızı bilmemiz gerekir.
Müslümanlar olarak, bireyin; siyasi, dini, toplumsal, ailevi ve mahalle baskısı olmadan, kendi özgür iradesi, aklı ve bilgisi ile Allah’a inanmadıkça mümin olamayacağını bilmek zorundayız.
Hakikati ifade etmek gerekirse, egemenlerin, yönetici ve politikacıların, din adamlarının, diyanet, cemaat ve örgütlerin geleneksel, tarihsel yorumlarla şekillendikleri bir dini “İslam” olarak yaşamaya çalışıyoruz!
Peki, çoğunluk nasıl inanıyor ve nasıl yaşıyor?
Şeyhinin; havuzlu villalarda, yalılarda, Mercedes içinde tasavvufu, sahabe hayatını yaşadığına inanan ve iradesini, manevi kurtuluşunu ona bağlayan milyonlarca Müslüman var. Parti Genel Başkanını “ulu’l emir”, siyasi liderini “İslam emiri”, devlet başkanını “peygamber halifesi” bilen milyonlarca Müslüman var. “Ümmetin vahdeti/birliği”, “İslam devleti”, “Hilafet düzeni” gibi iddialara inanıp uğruna cihad eden ve siyasal sorunların çözümünü “İslam kardeşliği”inde gören milyonlarca Müslüman var. Kadının okuma-yazma öğrenmesini, sosyal olmasını, çalışmasını, özgürce davranmasını, tek başına seyahat etmesini, mescitlere dahi gitmesini haram sayan ve bunun gereğini yapan milyonlarca Müslüman var. Geleneksel fıkhı ve saltanat uygulamalarını din/şeriat sayan ve günümüzde de uygulanmasını dini bir zorunluluk gören milyonlarca Müslüman var. Benzer anlayışları ve yaşam tarzlarını “İslam” bilen yüz milyonlarca Müslüman var. Müslüman olmamakla bunları itham etmiyorum. İnanç ve yaşam tarzlarını şirk veya küfür olarak da tanımlamıyorum. Bu anlayışların tamamını bir çeşit Müslümanlık olarak görüyorum ancak bu, asla İslam değildir.
Okumayı, öğrenmeyi, düşünmeyi, akletmeyi, araştırmayı emreden İslam’da nasıl oldu da “şeyhlik” ve “din adamları” diye bir temsil ve ruhban oluştu?
Bilginlerin, bilge insanların, bilim insanlarının yetiştirilmesini ve bilgi toplumunun inşasını öngören İslam’da nasıl oldu da cehalet, dinbazlık, yobazlık hâkim oldu?
Allah’ın evren için seçtiği İslam; nasıl olur da bir devletin, cemaatin, partinin, örgütün, fırkanın, mezhebin, hizbin veya bir milletin temsilinde millileştirilebilir?
Evet, Müslümanız ama dinimiz Allah’ın insanlık için seçtiği din olan İslam değildir.
Elinizdeki bu kitapta yer alan yazılar muhtelif zamanlarda yazılan ve gözden geçirilen yazılarımızdan oluşmakla birlikte sonradan eklediğimiz yazılar da yer almaktadır. Yazıların çoğu kendi düşünce perspektifimizden sağlıklı bir din anlayışının oluşmasına katkı amacıyla kaleme alınmıştır. Bize göre Müslüman dünyanın bugünkü en temel sorunu; kendi yaşantısını ve kültürünü “İslam” diye sunmasıdır. Her kültür ve her çağ kendi dini yaşantısını “İslam” olarak kabul edip sunmuştur. Biz, tam da bu yanlıştan dönülmesi ve Allah’ın dininin kültürel ve yerel hegemonyalardan kurtarılması ümidiyle bu satırları yazmaya niyetlendik. Kitabın hazırlanması aşamasında katkısını ve emeğini esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Mustafa Çevik’e ve Hamit Yavuz Beyefendi’ye teşekkürü borç bilirim.
Allah’a ait olan İslam dini ile dini yaşantıların ve yorumların ayrıştırılması konusunda bir nebze de olsa duyarlılık oluşması ve kitabın doğru okuyucuyla buluşması ümidi ile…
GİRİŞ
İSLAM NEDİR, MÜSLÜMANLIK NEDİR?
İslam ve Müslümanlık Arasındaki Temel Fark
İlk bakışta İslam ve Müslüman aynı şeymiş gibi gelebilir. Bu temel kabul, düşünmeden, sorgulamadan ve duyarsızca geliştirilmiş haksız bir yargıdır çünkü böyle bir yargı, içinde “Müslüman eşittir İslam” gibi bir kabul içermektedir. Böyle bir kabul de, Allah’ın dinine haksızlıktır. Eğer İslam, bir kişinin, grubun veya milletin yaşantısında temsil edilecek bir din olarak kabul edilir ise din yani İslam dondurulmuş ve durdurulmuş olur.
Her alanda olduğu gibi teori ile pratik birbirinden farklıdır. Matematikteki formüllerin doğruluk değeri teorik olarak yüksektir ama onları olaylara ve nesnelere uyguladığımızda teoriden ne kadar sapma olacağını kestirmek zordur. Teori ile pratik, ilke ile uygulama birbirinden ayrı tutulduğunda pratikteki hatalar ve sapma oranları ve hesaplamaları her defasında teoriye veya ilkeye dönüp düzeltme imkânı saklı kalır.
Buradaki temel risk, uygulamanın teorinin yerine geçmesidir. İster dinde, ister matematik ve mühendislik bilimlerinde ve isterse hukuk, sosyoloji ve ekonomi gibi insan bilimlerinde uygulama, ilkenin yerini alınca artık içinden çıkılmaz hâle gelinmiştir; pratik olan, teorinin yerini almış demektir. Böyle bir durumda pratik olan, teorik olanı esir almış demektir.
Hukuksal bir ilkeden veya değerden hareketle yapılan yasa veya o yasanın uygulanışı, eğer ilkenin yerine konulursa bir kültüre veya döneme ait uygulama ilkenin yerini alır. İlke ile uygulamanın yer değiştirmesi durumunda, bölgesel veya tarihsel olan bir uygulamanın, ilkenin yerini alması tehlikesi vardır. Fanatizm dediğimiz şey, esasında insanların kendi düşüncelerini veya uygulamalarını ilke yerine koyup kendisinin dışındakilere dayatmasıdır.
Bu teori-pratik ilişkisi karıştırıldığında, din konusunda çok daha yaygın bir yıkıcı etkiye yol açabilmektedir. Bugün bir Müslüman grubun veya kültürün kendi İslami pratiklerini İslam’ın kendisi sanması tam da bu olayın yansıma biçimidir, denilebilir. Böyle bir yaklaşım bir grubun veya bir din adamının kendini İslam’ın yegâne temsilcisi ve kriteri saymasına veya etrafındaki insanların onu böyle görmesine yol açabilir. Mezhep ve grup fanatizminin doğuşu, işte bu “Müslümanlık uygulamalarının” İslam sayılması ve bunun herkese “asıl İslam” diye dayatılmasından ileri gelmektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse Peygamber’in ölümünden sonraki Müslümanların tarihi buna benzer örneklerle doludur. Tarihsel pratiklerin ve uygulamaların İslam zannedilmesi nedeniyle “Gerçek İslam nedir?” sorusunu arama imkânını ve ihtiyacını bile yok etmiştir.
Pratiklerin İslam sanılmasından dolayı öyle garip “İslam”lar ortaya çıkmış ki İslam dininin özü ve asıl mesajı arada kaybolmuş durumdadır. Artık İslam’a ilkesel ve teorik bakmak yerine Müslümanların yaşantısına bakılarak İslam hakkında yorumlar yapılmaktadır. Ali Şeriati’nin ifadesi ile artık “İslam dudaklarda mırıltı, tespih tanelerinde gürültü, naralar savrulan mevlit, unvanlar dağıtılan toplantı, üst baş soyulup atılan ayin olunca kimsenin kılına dokunmaz. Çünkü bütün bu saydıklarımız kitleyi oyalamak için sömürücü kudurganların yarattıkları afyondur.”
Peki, İslam nedir? Müslümanlıktan farkı nedir? Bu sorunun yanıtını aslında Kur’an-ı Kerim’den başka bir yerde aramaya gerek yoktur. Kur’an’da İslam’ın nasıl tanımlandığıyla ilgili şu ayetlere göz attığımızda bu açık bir şekilde ortaya konulmaktadır:
1. “Söz verdiklerinde sözünde dururlar.” Bakara Sûresi, 17.
2. “Yetimin hakkını kesinlikle yemezler.” Nisa Sûresi, 2.
3. “Her türlü zinaya asla yaklaşmazlar.” Furkan Sûresi, 68.
4. “Namazlarını huşu içinde ve dosdoğru kılarlar.” Mü’minun Sûresi, 2.
5. “Boş şeylerden tümüyle yüz çevirirler.” Mü’minun Sûresi, 3.
6. “Cahillerle asla tartışmazlar.” Furkan Sûresi, 63.
7. “Kınayıcının kınamasından hiçbir zaman korkmazlar.” Maide Sûresi, 54.
8. “Emanetlerine ihanet etmezler.” Mu’minun Sûresi, 8.
9. “Yolda kalmışlara yardım ederler.” Bakara Sûresi, 177.
10. “İnsanların kusurlarını affederler.” Al-i İmran Sûresi, 134.
11. “Yalnızca Allah’a dayanıp güvenirler.” Mücadele Sûresi, 10.
12. “Yeryüzünde alçak gönüllü olarak yürürler.” Furkan Sûresi, 63.
13. “Hakk’ı bile bile gizlemezler.” Bakara Sûresi, 42.
14. “İnananlara ‘Sen Mü’min değilsin’ demezler.” Nisa Sûresi, 94.
15. “Namuslarını ırzlarını korurlar.” Mü’minun Sûresi, 5.
16. “Anne ve babalarına of bile demezler.” İsra Sûresi, 23.
17. “Kötü zandan ve gıybetten kaçınırlar.” Hucurat Sûresi, 12.
18. “Ahidlerine (Sözlerine) sadıktırlar.” Mü’minun Sûresi, 8.
19. “Zekâtlarını hakkıyla verirler.” Bakara Sûresi, 177.
20. “Mü’minlere karşı alçak gönüllüdürler.” Maide Sûresi, 54.
21. “Darlıkta ve bollukta da infak ederler.” Al-i İmran Sûresi, 134.
22. “Allah’ın ayetlerini az bir menfaatle değiştirmezler.” Al-i İmran Sûresi, 199.
23. “Rasullerden hiçbirini birinden ayırt etmezler.” Bakara Sûresi, 136.
24. “Allah’ın adı anıldığı zaman kalpleri ürperir.” Enfal Sûresi, 2.
25. “Allah’a asla şirk koşmazlar.” Furkan Sûresi, 68.
Bu ayetler, Kur’an-ı Kerim’de nasıl Müslüman olunması veya Müslümanım diyen bir kişinin hangi nitelikleri taşıması gerektiğine dair ipuçları vermektedir. Dolayısıyla, bir kişinin veya grubun kendi yaşam tarzını ve davranış modelini gözden geçirip kendi Müslümanlığını değerlendirmesi bu ayetler göz önünde bulundurarak pekâlâ yapılabilir. Bir tür “Müslümanlık endeksi” diyebileceğimiz bu kriterler, bize bir kişinin kendisinin veya başkasının hem bireysel hem de toplumsal olarak Müslümanlık oranını ölçme imkânını vermektedir.
Temel insanî değerler üzerinden geliştirilen “İslamilik İndeksi 2020” araştırmasında ilk 40 ülkede hiçbir Müslüman ülke yer almamaktadır. Birçok Müslüman ülkenin İslamilik indeksi konusunda son sıralarda yer aldığı araştırmada Türkiye 100. sırada yer almaktadır. Avrupa ülkeleri İslami nitelikler taşıması bakımından Müslüman ülkelerden çok daha iyi düzeyde görünmektedir. (bk. http://islamicity-index.org/wp/latest-indices-2020/)
Bu acınacak durumu Muhammed Abduh -benzer ifadeler Muhammed İkbal ve Said Nursi’den de aktarılır- şöyle özetler: “Batı’ya gittim ve İslam’ı gördüm ama Müslüman yok; Doğuya döndüm ve Müslümanları gördüm, ama İslam yok.” Bu durumda, Müslüman toplumlardaki durumun rahatlıkla “İslamsız Müslümanlık” olarak tanımlanabileceğini düşünebiliriz. Bu nedenle, elinizdeki kitaba bu isim uygun görülmüştür.
Bazı Temel Kavramlar
1- Kur’an
Kur’an, bir bütün olarak Allah’ın kitabıdır. “Hidayet”, “zikir/öğüt”, “rahmet”, “şifa (arayışlara çare)”, “hikmet” olarak Allah tarafından tanımlanmıştır. Bu kabul, Müslüman olmanın gereğidir. Buna göre Kur’an; bir “hukuk”, “yönetim”, “siyaset” ve “bilim” kitabı değildir ancak hukuka, yönetime, siyasete ve bilime ilişkin referanslar verir.
Tanımlandığı kavramlarla Kur’an evrenseldir, her çağda insanlık için bir rehber ve hikmet kitabı olarak güncelliğini ve canlılığını korumaktadır. Tarihsel, konjonktürel ve Peygamber’e özel boyutları vardır. Uygulanması ve yaşanır kılınması gereken ise evrensel ilkeleridir. İslam da bu ilkeleri esas alır.
Zira Kur’an indirilmeden önce de İslam vardı. Esas itibarıyla İslam; yaratılış ile başlayan ve kâinatı tamamıyla kuşatan bir tanımdır:
“Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır; O’nun yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur: ne var ki siz onların teşbihlerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz! Yine de hem çok bağışlayıcı hem de halim olan O’dur!” (İsra/17:44)
İlk yaratılışından itibaren insan için de şöyle buyurulmaktadır:
“Bir de Rabb’in, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ dediği vakit, ‘Pekâlâ Rabb’imizsin, şahidiz.” dediler. (Bunu) kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ demeyesiniz diye (yapmıştık).” (Araf/7:172)
Her iki ayette de ve daha birçok ayette de İslam; Allah’a teslimiyeti ifade eder. Buna göre İslam; Müslümanlar tarafından ilkeleri, kuralları belirlenmiş veya Müslümanlarla yaşanmaya başlanmış bir din değil, yaratılışla birlikte Allah’a teslimiyeti ifade eden bir evrensel tanımdır. Bize düşen; İslam’ı bu evrensel boyutuyla anlamak, inanmak ve yaşamaktır. Bunun için Kur’an’ın ilk emri “oku” diye başlamaktadır.
Kur’an iman, akıl, ilim, bilim, irfan ve hikmet yolunu göstermektedir.
“Allah’ın sana lütfu ve rahmeti olmasaydı, o kendilerine zulmedenlerden bazıları seni saptırmaya çalışırdı; ama onlar kendilerinden başka kimseyi saptıramazlar. Sana asla bir zarar da veremezler çünkü Allah sana bu ilahi kelamı indirmiş, hikmeti (vermiş) ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah’ın sana olan lütfu gerçekten büyüktür.” (Nisa/4:113)
Kur’an, daha çok insanlığa yönelik mesajlar vermektedir. Bu mesajlar sadece inanca değil bilgi ve hikmete de kaynaklık etmektedir. Kur’an bir “din kitabı” olmaktan ibaret değildir. Kur’an sadece dine kaynaklık etmiyor, aynı zamanda evreni anlamamıza da kılavuzluk ediyor.
Müslümanlar olarak Kuran’ı okuyoruz, hatta ezberliyoruz ancak Kur’an’ı hayatımızın rehberi, kılavuzu yapmıyoruz. Bu durumda Kur’an, Müslümanlar için ne ifade ediyor? Bu sorunun cevabını Mehmet Akif Ersoy’un şu güzel şiirinde bulmak mümkündür:
İbret alınmaz her gün okuruz ezbere de;
Bir ibret aranmaz mı ayetlerde?
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
Ya açar bakarız nazm-ı celilin yaprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne teze mezara okunmak ne fal bakmak için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne duvarlara asılmak ne el sürülmemek için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne tezhip ne sülüs ne hat yazmak için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne tapınak ne nutuk ne vaaz dini için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne meslek kaygıları ne kariyer hesapları için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne erkeği yüceltmek ne kadını aşağılamak için
Ne Araba paye vermek ne Acemi hor görmek için.
(Safahat)
Bu bağlamda büyük düşünür Dr. Ali Şeriati’nin şu tespiti de önemlidir:
Kur’an kurslarında Kur’an’ın ne dediğini değil de, Arapça harflerinin nasıl okunduğunu öğretmeye devam ettiğimiz sürece kimse gelişmiş, erdemli, ahlaklı bir toplum beklemesin.
Kur’an’da, peygamber kıssaları, tarihî şahsiyetler, çeşitli kavim ve topluluklar, yaşanan olaylar, tevhit ve şirk mücadelesi gibi örnekler, sırf tarih bilgisi olarak değerlendirilmemektedir.
İnsan fıtratı bugün ne ise on binlerce yıl önce de böyleydi ve bizden on binlerce yıl sonra da hep böyle olacaktır. Yaşanan her olay, üzerinde “akletmek, düşünmek, ders ve ibret almak” için her döneme uyarlansın diye anlatılmaktadır. Akletmek, Müslümanlar tarafından terk edildi. Bu yüzden sefil hâle düştüler.
“Düşün özünde apaçık olan ve hakikati bütün açıklığıyla ortaya seren bu Kitap!
Onu, akletmeniz (düşünüp kavrayabilmeniz) için Arapça bir hitabe yaptık.
Ve O, katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağından çıkmıştır; O, gerçekten yücedir, hikmet doludur.” (Zuhruf/43:2-4)
Bu bilinç ile okuduğumuz her kıssanın ve geçmişteki toplulukların serüveninin tarih boyunca yaşandığı gibi günümüzde de yaşandığını görür ve tanık oluruz.
Bin yılı aşkın bir süredir Kur’an-Müslüman ilişkisi ve Müslüman toplumun Kur’an karşısında takındığı tavrın Hz. Nuh ve kavminin durumundan farksız olduğunu açıkça görebiliriz. Hz. Nuh, kavmine Allah’ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah’ın azabına karşı defalarca uyardığı hâlde, onlar Hz. Nuh’u yalanlamış ve şirk koşmaya devam etmişlerdir. Hz. Nuh’un “elli yılı eksik olmak üzere bin sene” yaşadığı dikkate alındığında, biz Müslümanların Kur’an karşısındaki durumumuz çok daha iyi anlaşılmaktadır:
“Nuh şöyle yakardı: ‘Ey Rabb’im! Ben toplumumu gece gündüz davet ettim. Fakat çağrım, onların kaçışlarını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Ben onları, sen kendilerini affedesin diye çağırdıkça, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, inat ve ısrar ettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler.’ ” (Nuh 5-7)
Hz. Nuh’un diliyle devlet-iktidar, saray, siyaset, sermaye, servet, para, din, seçkinler, halk ve köleleştirilmiş gruplar bir arada karakterize edilerek sunulmaktadır.
Üzerinde en çok durulan ve detaylarıyla anlatılan Firavun-Musa kıssası başlıca örneklerden biridir. Bu kıssada adı geçen Firavun, Musa, Karun, Haman-Bel’am ve İsrailoğulları birer karakter olarak değerlendirildiğinde, Kur’an’da ‘misal’ olarak verilen olayları anlamak çok daha kolay olacaktır.
Kur’an’da ders olarak anlatılan buna benzer tarihî kıssalar günümüze uyarlandığında, en başta Müslümanlar için büyük benzerlikler oluşturduğu görülecektir.
2- Sünnet
Karanlık geceler gibi işlerimiz, dini hayatımız, dinle ilgili düşüncelerimiz karışmış, karmaşık yollar içinde kaybolmuşuz. İslam’a giden yolların mezhep, meşrep, cemaat gibi adresleri bulmakla ancak mümkün görülmesi İslam’dan sapmak için yeterli olmuştur.
Bütün bunlar dini hayat için kolaylaştırıcı olabilir. Ancak bu araçların hiçbiri İslam’a doğrudan giden yolu aydınlatacak bir ışık, istikameti gösterecek bir rehber, bir pusula veya harita değildir. Karanlık içinde şaşkın durumda olan biz Müslümanları aydınlığa ulaştıracak bir pusulaya ihtiyacımız vardır.
Kaybedecek vaktimiz yok, zaman aleyhimize işliyor, ya helak olacağız ya da yolumuzu aydınlatacak bir ışık, doğru yolu gösterecek bir rehber, bir pusula, bir harita bulacağız.
Bu pusulayı 1400 yıl önce Peygamber bize şöyle göstermektedir: “Karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Allah’ın kitabına sarılın.”
Resul-ü Ekrem bunu yaşayarak göstermişti. Karanlığı aydınlatan kitabın hem elçisi hem mübelliği hem de yaşayan canlı örneği idi. Bu örnek olma durumu, Resulullah’ın vahyi uygulamasında ve yine Resulullah’ın ahlak ve yaşamında mevcuttur. Peygamber’in bu örnek yaşamı Kur’an-ı Kerim’den aldığını gözden kaçırmamak gerekir. Kur’an karanlığın ve cehaletin kapladığı bir coğrafyada, zulmeti, karanlığı, cehaleti din bilen bir toplumda karanlığı aydınlatacak bir ışık olarak okumayı, öğrenmeyi, bilmeyi, bilgiyi ve ahlakı öğütleyen bir kutsal kitaptır.
Bu durumu Kur’an-ı Kerim şöyle özetlemektedir: “Allah inanç sahiplerine yakındır, onları koyu karanlıktan aydınlığa çıkarır.” (Bakara/2:257)
Müşrik olarak tanımladığımız cahiliye Araplarının karanlık dünyalarını aydınlatan ve oradan yeryüzüne yayılan parlak ışıkların, günümüzde yansımalarını engelleyen gerekçelerin hâlâ geçerli olduğu açıktır. İlahi mesaj olarak Kur’an, karanlığı bilgi, hikmet ve irfanla aydınlatmıştı. Cahiliye toplumundan bir bilgi toplumu oluşturmuştu.
Kur’an’ı bir İslam kitabı değil de bir din kitabı olarak çağımıza taşımak mümkün müdür? Temel soru, bunu nasıl başaracağımızdır. Burada İslam ve din arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. İslam, Âdem Peygamber’den itibaren insana verilen mesajlar ve ilkelerdir. Din ise bu ilkelerin tarih içinde yaşama geçirilmiş biçimleridir. Bu ilkelere ister “hanif dini” ister İbrahim’in dini diyelim, bütün peygamberlere gönderilmiş olan din tektir ve o din de “İslam” dinidir.
Resul-ü Ekrem’i İslam peygamberi değil de Müslümanların peygamberi olarak çağımızda hayatın her alanı için örnek alabilir miyiz?
Kur’an’ı da, Resulullah’ı da çağımıza taşıdığımızı düşünmüyorum. Aksine çağlar öncesinde her ikisinden de uzaklaşmıştır Müslümanlar. Asırlardır Müslümanlar Kur’an’dan, Peygamber’den ve İslam’dan uzak bir yolculuk sürdürmektedirler.
Kur’an, İslam ve kâinat kitabı; Resulullah da İslam ve ahlak peygamberidir. Resulullah’ın sünneti de bundan başkası değildir. Kâinatı anlamayan ve ahlak üzere olmayan bir Müslümanlığı İslam olarak tanımlamak mümkün müdür?
Sünnet; Kur’an’ı bir hidayet rehberi olarak çağın ruhuna uygun anlamak ve yaşamaktır. Bunun örneğini de Peygamberde görüyoruz. Sünnet, Resul-ü Ekrem’in Kur’an ile bir toplumu nasıl değiştirdiğini, bunun için nasıl mücadele verdiğini bilmek ve örnek almaktır. Bu değişimde peygamberin rolü rehberliktir ve kendisine gönderilen ilkeleri hayata geçirmesindeki tutumu, mücadelesi ebedi bir örnek ve sünnet olarak varlığını sürdürecektir.
Sünnet, Asr-ı saadeti olduğu gibi günümüze taşımak da değildir. Sünnet, yüce ahlak üzere olmaktır; Kur’an-ı bir kâinat ve İslam kitabı olarak anlamak, aydınlattığı yolda yürümek ve yaşamaktır.
Sünnet, Hz. Peygamber’in bir beşer olarak yaptıkları değil, Resul sıfatıyla yaptığı ve müminlerden de yapılmasını beklediği şeylerdir. Bu bağlamda sünneti, Kur’an’a uygun bir yaşam tarzı ortaya koymak olarak görmek gerekir çünkü nübüvvet ve Hz. Muhammed, İslam’ın doğru yaşam biçimini gösteren bir örnekliktir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bize bunu emrediyor: “Şüphesiz, sizden Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok ananlar için, Allah’ın Peygamber’inde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab/33:21)
Sünnet demek olan Hz. Peygamber’in İslam’ı yaşama biçimini Kur’an anlayışından ayrı düşünemeyiz. Hz. Ayşe’ye (r.a.) Peygamber’in yaşamı sorulduğunda; “Onun ahlakı Kur’ân’dı” diyerek Hz. Peygamber gibi bizlerin de ahlaki yaşam tarzını Kur’an’a müracaatla öğrenmemiz gerektiğini tavsiye etmiştir.
Bugüne taşımamız gereken, geçmiş dönemlerin yaşam tarzı değil, Kur’an’a uygun yaşayan Resul-ü Ekrem’in ahlakıdır. Sünnet, Hz. Peygamber gibi ana kaynak olan Kur’an’dan beslenmektir. Sünnet; Kur’an’ın toplumla buluşma yöntemidir. Bu durumda sünneti reddetmek; yöntemi, modeli, uygulama biçimini yok saymaktır, bu da gerçekçi olmaz.
İlim ve hikmet ehlinin, din bilginlerinin, ilahiyatçıların, aydınların öncelikli çabası toplumu saf, berrak İslam düşüncesi ile buluşturmaktır. Bunun için Kur’an’ı Peygamber’den ayırmadan ve ayrıştırmadan bir bütün olarak anlamak gerekir.
Yapılması gereken Kur’an’la yüz yüze gelmek, Kur’an rehberliğinde yaşadığımız çağı anlamaya çalışmaktır. Bu yönüyle sünnet, değişimi, yenilenmeyi, gelişmeyi Kur’an rehberliğinde başarmaktır.