Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «BİR KALBİN VAR UNUTMA!»

Yazı tipi:

Bu kitabı iyi günde, kötü günde gönlümde ve gönlündeki çiçeği hiç solmayan fedakâr eşime ithaf ediyorum.


Adnan Şimşek

1 Temmuz 1956 tarihinde Hakkı Bey ve Hilmiye Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak Kosova/Priştine’de dünyaya geldi. Aynı yıl, Türkiye’ye ailece hicret gerçekleşti. Üniversite öncesi tahsil dönemini Sakarya’da tamamladı. Sonradan adı Yıldız Teknik Üniversitesi olan İstanbul Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’nden (İDMMA) Elektrik Mühendisi diploması almaya hak kazandı (1980).

Askerlik görevi öncesi ve sonrasında, iş hayatında çeşitli şirketlerin kurucu ortağı oldu ve bazılarında yönetici olarak görev yaptı. İstanbul Üniversitesi’nde lisans sonrası işletme eğitimi programına katıldı (1983). Mesleki çalışmalarının yanı sıra, gece bölümü ikinci öğretim işletme yüksek lisans eğitimini 1996-97 döneminde, “Vakıflarda Toplam Kalite Yönetimi” konulu tez çalışması ile Sakarya Üniversitesi’nde tamamladı. Halen iş hayatındaki çalışmalarını sürdürmektedir.

Öğrencilik yıllarında ve sonrasında Sinan BENGİSU müstear adıyla hazırladığı yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Yazılarının bir kısmı derlenerek, Cihan İlim-Araştırma Merkezi Yayınları arasında yer aldı (İlimlerden Açılan Pencere, Yeni Bir Ufuk: BİYONİK, Esrarengiz Program).

1986’da Semra Hanım’la birlikte inşa ettikleri gönül bahçelerinde Mehmet Şamil ve Zeynep, dünya hayatına “merhaba” dedi.

Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:

‘Bir’ Kalbin Var Unutma!, Haziran 2020

80 Dakikada Devr-i Âlem, Mayıs 2020

Geçmişe Takılanın Geleceği Olmaz, Şubat 2020

Hayat Farkından Sonra Başlar, Haziran 2019

“Dünya’da kendim kadar az bildiğim başka hiçbir şey yok”

Hermann Hesse

Giriş

Bazen beklenmedik şeyler olur hayatta. Acı veya tatlı sürprizlerle karşılaşılır. 1995’te J.D. Bauby’nin karşısına çıkan acı bir sürprizdi. Çok ciddi bir kaza yaşamıştı. Haftalarca komada kaldı. Komadan çıktığında vücudu “kilitlenme sendromu” etkisindeydi.

Kaza sonrasındaki gelişmeler, dünyada geniş yankılar uyandırdı. Birçok insan merak ediyordu:

İnsan ölümcül bir kaza neticesinde, vücut azalarından hiçbirini kımıldatamaz hale gelirse neler hisseder?

Parmağını bile kımıldatamaz, burnuna konan sinekten rahatsızlık duyar fakat onu kovamayacak durumda kalırsa neler düşünür?

Konuşulanları işitir fakat konuşamazsa derdini nasıl söyler?

Düşünür ve hayaller kurar, tek gözüyle görür ve sadece bir göz kapağının hareketiyle insanlarla iletişim kurarsa, neler anlatır?

* * *

Bauby, kaza öncesi pek çok insanın özendiği imkâna sahipti. Hazlarının peşinden koştuğu bir yaşam tarzını seçmişti, birçoğumuz gibi. Manevi değerleri umursamayan alaycı bir yapısı vardı. Her şey yolunda gibi görünüyordu. Tâ ki, başına bu kaza gelene kadar…

Kazadan sonra hasta yatağında kendini dalgıç elbisesi içinde, hiç hareket edemeyen biri gibi hissetmektedir. Konuşma, yemek yeme, nefes alma fonksiyonlarını kaybetmiştir.

Düşünce ve hayalleriyle ise bir kelebek gibidir. İşitir, sorgular, üzülür ve sevinir. Tek göz kapağı ile hasta bakıcısıyla iletişim sağlar. Göz kapağını bir sefer kapamak “evet”, peş peşe iki sefer kapamak “hayır” demektir. Alfabe harfleri söylendiğinde, göz kapağı işaretiyle onayladığı harflerle kelimeler, cümleler kurar.

Kımıldamadan ve konuşmadan yattığı hasta yatağında insanların merak ettiği soruların cevabını verir. Göz kapağı işaretleriyle, duygu ve düşüncelerini iletir. Bütün zor şartlara rağmen pes etmez.

Hangi durumda olursa olsun insanın yapabileceği bir şeyler vardır. Komadan çıktıktan kısa bir süre sonra kitap yazmaya karar verir. Bazı zamanlar ter döken bir halterci gibi gözkapağı yorgun düşse de, gayret eder. Hissettiklerini, düşünce ve hayallerini, yüreğini, kitabıyla paylaşır.

Cesaret, azim ve sabır bir sene sonra meyvesini verecektir. Kitap yayınlanır. Milyonlarca insana ulaşır. Işık tutan ve ibretle düşünmeye sevk eden mesajı vardır.

İç muhasebeye davet ederken der:

– Simsiyah bir sinek burnuma konuyor. Uçsun diye kafamı sallıyorum. O ise daha sıkı tutunuyor. Olimpiyat oyunlarında seyrettiğim güreş müsabakaları bile bu denli zorlu değil.

* * *

Fransa’nın önde gelen gazetelerinden Le Figaro, Bauby’nin kitabını göklere çıkardı… Her şeye rağmen, hayata göz kırpabilmek, zorluklarla baş edebilmek, olağanüstüydü gerçekten.

Bir ara küçük bir gelişme gördüklerinde doktorlar heyecanla etrafına toplanmışlardı. “Bir mucize bu” diyorlardı.

Jean’ın yaşadıklarını ilgiyle takip eden ve ders çıkaran dünyanın dört bir yanındaki insanların birçoğu düşündükçe ve kendi bedenlerine baktıkça binbir mucizenin varlığını hatırlıyordu. Kimisi de yeni yeni farkına varıyordu. Bir onu, bir de kendilerini düşünüyorlardı. Nefes almak bir mucizeydi. Bir lokmayı yutmak, bir parmağı kımıldatmak, yürümek, koşmak, konuşmak. Her biri gerçekten birer mucizeydi. Esen rüzgâr, yağan yağmur, açan çiçek, düşen yaprak… Işıl ışıl göz kırpan bir yıldıza göz kırpabilmek.

Beyin, kalp gibi hayati organlar bir yana, bir göz kapağı bile mucizeydi.

Bilmek yetmiyordu. Hatırlamak da gerekiyordu. Bauby’nin yaşadıkları, her şeye rağmen yaşanmaya değer bir hayat olduğunu diğer insanlara ibretle hatırlatmıştı.

Hatırlamak ve farkında olmak, körleşmekten sıyrılmaktı… Bazen bir kelime yetiyordu hatırlamak için. Bazen, musibetin keskin ışığı gerekiyordu. Sadece bir tek gözün açılması bile… Yetiyordu bazen…

Hangi şartlar içinde olursak olalım, hayatın yaşanmaya değer olduğunu fark ettikçe hissediliyordu mutluluk.

* * *

Bauby, kitabının yayınlanmasından on gün sonra dünyadan ayrıldı. Geride milyonlarca insanı düşündüren ibretli anılar kaldı…

“Televizyondaki bir reklam şu soruyu soruyor ve cevap vermemizi öneriyor: zengin olmak için mi yaratıldınız?” diyordu kitabında.

Kitabını noktaladığı veda cümlesi düşündürücüydü:

– “Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki özgürlüğümü geri alabileceğim, satın alabileceğim bir para? Sanırım başka yerde aramam gerekiyor bunları. O zaman ben gidiyorum.”

* * *

Hepimiz gideceğiz bir gün, er veya geç. Şimdilik buradayız ve elimizde fırsat var. Görüyor, koşuyor, hayaller kuruyor, öğreniyoruz. Öğrenmek, yaşamaktır. Öğrenmek ve farkında olmak…

Ne kadar farkındayız kalbimizin?

Sadece sahilinde dolaştığımız bir okyanusun, yani beynimizin.

İç organlarımızın orkestra şefi olan küçücük hipofiz bezinin.

Bir tenis kortu yüzeyine sahip akciğerlerimizin.

En küçük görevlerini yapabilmek için bile, dönümlerce fabrika tesisine ihtiyaç olan karaciğerin.

Süper mikroskopla incelendiğinde görülen, hücre metropolünde olanların. Vücudumuz içinde yer alan, problem çıkarmadığı müddetçe farkında bile olmadığımız daha nice organımızın. Farkında olduktan sonra fark etmemiz gerekenlerin…

İçinizdeki mucizelerin farkında olmaya, hatırlamaya ve kendinize “Merhaba” demeye ne dersiniz?

Cevabınız evet ise, buyrun “bir devr-i âleme”.

Muhteşem bir keşif yolculuğu sizi bekliyor…

‘Bir’ Kalbin Var Unutma!

Bebeğin ana rahmindeki gelişim sürecinin her anında iç içe mucizeler gerçekleşiyor.

Beklenen yeni dünya misafiri anne rahmindeki serüveninin 25. gününde. Çok gelişmiş görüntüleme cihazıyla, kalp inşasının başlangıç safhasında görünen sadece hücrelerden ibaret kalp kası… Çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük. Görüntüleme cihazıyla görünen birbirine bitişik iki şerit… Bu şeritler, kusursuz bir origami gibi, birden katlanarak gelişmeye başlıyor. Birkaç gün sonra kulakçıklar ve karıncıklar görünüyor. Birkaç hafta içinde, tamamen gelişmiş bir kalbe ulaşana kadar, her bir valf, kalbin içine doğru çekilmeye devam ediyor.

Embriyo daha 6-8 haftalıkken, 8-12 gram ağırlığa ve yaklaşık 2 santim boya ulaşır. Bir üzüm tanesi küçüklüğündeki bebek namzedinin, üzüm çekirdeği kadar minicik kalbinden gelen, kalp atış sesleri işitilmeye başlanır. Dakikada 110-160 defa… Bu pompanın hacmi sabit değil. Vücudun gelişimiyle uyumlu olarak, kalbin büyümesi devam eder.

* * *

Yale Üniversitesi’nden Alexander Tsiaras Nobel ödülü kazandıran MRI cihazıyla, embriyonun anne rahmindeki gelişimiyle ilgili gözlemlerinde, kalbin inşası sürecinden büyülendiğini belirtir ve devamla şunları söyler:

“Bu matematiksel modellerin karmaşıklığı ve tüm bunların nasıl yapıldığı, insanın anlayabileceğinin ötesindedir. Bir matematikçi olmama rağmen, bizi oluştururken, bu yapıların nasıl kurulduğuna, hiç hata yapmayışlarına, büyülenerek bakıyorum. Bu bir gizem, bu bir büyü, İlahi bir şey bu!”

Görüntüleme cihazıyla gördüklerinin ardında var olan, Yaratan’ın ilim ve kudretinin sonsuzluğuna dair duyduğu coşkun heyecanı konferanslarında dile getiriyordu.

Coşkun bir şelale gibi insanın kalbi. Biri dış dünyada coşar, diğeri içimizde. Hiçbir şelale sessiz kalamaz, kalp de. Şelaleye bir güç verilmiş, kalbe de. Şelalede gökkuşağı tebessüm eder. Kalbin de gökkuşağı, gözüpeklikleri, coşkuları, şarkıları var.

* * *

Kalbimiz, dakikada 70-100 atımlık tempoyla, ömrümüz boyunca ortalama olarak 3 milyar defa atacak şekilde tasarlanmış. Yaklaşık 300 bin ton, yani 10 bin petrol tankerinin alacağı kanı pompalıyor, takribi bir ömür boyunca…

* * *

Yorucu egzersizler sırasında kalp, temposunu 180 defaya kadar yükselterek pompaladığı kan miktarını artırır. Daha fazla enerjiye ihtiyaç duyduğu anda, normal temposunda çalışsaydı, denge bozulacağından vücutta hasarlar meydana gelirdi. Kalbin mükemmel yapısı sayesinde böyle bir şey olmaz. Pompalanacak kan miktarı, bizim bir müdahalemize gerek kalmadan ayarlanır.

Her şeyi kontrol altında tuttuğunu zannedenlerin de kontrolü dışında çalışır. Gerektiği kadar çalışan kalbin, pompalayacağı kan miktarı ve hızı, ister uykuda, ister uyanık olalım, hassas bir incelikle düzenlenir. Kalpteki yapı kusursuz bir tasarım mucizesi.

* * *

Kanın vücudumuzdaki dolaşımını sağlayan kan dolaşım sisteminin de büyüleyici bir yapısı var. Atardamar, toplardamar ve kılcal damarlar dâhil, kan dolaşım ağının; takribi uzunluğu 100 bin kilometre! Bu uzunluk, ekvator çevresini 2,5 sefer dolaşmaya denk geliyor. Vücudumuzdaki trilyonlarca hücreye ulaşan muhteşem bir taşıma ağı…

* * *

Kalbimiz bir gün içinde 100 binden fazla kasılır. Elimizi göğsümüze götürüp hissedelim kalp atışlarımızı… Parmaklarımızı yumruk yapacak şekilde kapayıp açmayı tekrarladığımızda, bunun ne demek olduğunu daha iyi anlarız. Elimiz kısa zamanda yorulur. Yumruğumuz kadar kalbimiz bir ömür boyu çalışır.

Ağırlığı 400 gramdan daha az olan kalp, her gün bir kamyonu 32 kilometre götürecek kadar enerji üretiyor.

İnsan kalbinin sağladığı basınç, kanı 10 metre yükseltmeye yeterli.

Kalbimizin attığını hissetmemiz de bundan. Bütün vücuda kanı dağıtabilmek için de böyle bir basınç ve buna dayanacak kadar da sağlam bir organ gerekli.

* * *

Kan basıncı diğer organlara zarar vermeyecek şekilde ayarlanır. Kalbimiz tek pompa gibi değil, yan yana duran iki pompa gibi çalışır. Her pompanın kendi kulakçığı ve karıncığı var. Bu bölünme dolaşım sistemini de ikiye ayırır. Kalbin sağ tarafı kirli kanı, nispeten düşük bir basınçla akciğerlere yollar. Sol taraf ise temiz kanı yüksek bir basınçla tüm vücuda pompalar. Bu basınç ayarı hayati öneme sahiptir. Şayet akciğere giden kan, vücuda yayılan kanla eşdeğer basınçla pompalanmış olsaydı, akciğerler bu basınca dayanamaz ve parçalanırdı. Kalpteki bu kusursuz yapı ve işletim sayesinde böyle bir problem olmaz.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.