Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kalabalık»

Yazı tipi:

KALABALIK
(Roman)

Babasını getiriyorlardı… Babasının cesedini uzun boylu adamlar getiriyorlardı. Onların arkasından kuyruklarda dizili siyah giysili adamlar geliyordu. Adamların yüzü batan güneşin ren ginden kırmızıydı bu yüzden, hepsi birbirine benziyordu. Biraz da keçiye benziyorlardı. Delikleri gözükmeyen çekik gözleri güneşin zayıf ışınlarıyla küçüldüğünden birbirini iterek yürüyorlardı.

Ara sıra adamların arasından birileri toprağı tekmeleyerek fırlıyorlardı. Sanki, at kişniyordu.

Adamlardan sonra sırayla çelenk getiriyorlardı. Çelenklerin kağıt gülleri rüzgar değdikçe küçük parçalara ayrılıyor, kelebekler gibi kalabalığın kafası üzerinde uçuyordu.

Siyah giysili adamlar yaklaştıkça, kalabalığın uğultusu da duyuluyordu… Rüzgar iyice hızlanıyor, siyah giysileri siyah bayraklar gibi hızla sallıyordu.

Uğultuların içersinden bir yerlerden zayıf zayıf akan tanıdık bir ses duyuluyordu.

Babasıydı. Tabutta gözü kapalı yatarak anlaşılmaz bir tarzda küçük baykuş gibi uluyordu. Bir yeri mi acıyordu, yoksa ağlıyor muydu?! Kim bilir, belki de şarkı söylüyordu?!

Boğazı düğümlendi :

“Anne!”, diye bağırsa da sesini kimse duymadı.

Kalabalık uzadıkça uzuyor, siyah sis gibi kayboluyor, uzak laşıyordu…

Anneannesi arkasında duruyordu, virgüle benzeyen kaşlarını oynatarak:

“Açlığın ve öksüzlüğün ne olduğunu bileceksiniz!…”, böyle söyledikten sonra keyifle gülümsüyordu. Anneannesi güldükçe ağzında bulunan birbirinden belli bir aralıkta olan, sarı madeni dişleri gözüküyordu. Anneannesi uzun süre gülümsedi ve en sonunda madeni dişlerini birbirine kenetleyerek:

“Anneniz kendini bir şey sanıyordu…”, dedi.

“Öyle söyleme. “, dedi ve sinirden ağzının yamulduğunu farketti. “Annem öldü, bilmiyor musun?

“Ölsün!”, anneannesi yılan gibi fışırdadı.

Anneannesinin omzundaki mor serçe de ağzını açarak yılan gibi fışırdadı, ensesine sardığı pembe, kör solcan da kafasını kaldırarak, sağa sola sallayıp fışırdadı.

Elini uzatarak anneannesinin yüzünü tırmaladı… Anneannesinin yüzü eldiven gibi ellerine yapıştı.

Tırnaklarındaki deriyi yere atmak istese de yapamadı. Deri bir türlü kopmuyordu elinden. Yerden taş alarak taşla sürterek deriyi ellerinden temizledi. Sonra nereden geldikleri belli olmayan tavuklar ortaya çıktı, anneanesinin derisini aceleyle gagala dılar.

…Kalabalık gözden kaybolduktan sonra yere oturarak bacaklarını uzattı. Bacakları bir hayli uzamıştı, hem de biraz eğilmişti.

Bacaklarını birbirine sardı. Bacağının teki ötekisine birkaç kez sarıldı ve bacakları tam bir karmaşa haline geldi. Daha sonra çalışsa da bacaklarını bir türlü ayıramadı. Bacakları düğümlenmişti.

…Sonra zil çaldı. Düğümlü bacaklarını peşisıra sürüyüp el lerinin üzerinde emekleyerek kapıya doğru gitti.

Gelen annesiydi. Annesi onu farketmedi, üzerinden geçerek odaları dolaştı, onu odalarda aramaya koyuldu.

Bağırmak istese de sesi bir türlü çıkmadı. El işaretleriyle annesini çağırdı. Annesi gelip onu buldu, eğilip bir süre sevecen gözleriyle onun yüzüne baktı.

“Nasılsın?”, diye sordu.

Babası da buradaydı. Odanın aşağı, karanlık köşesinde duvara karşı oturarak yine bir şeyler yazıyordu. Yazarken, ayaklarını estiriyordu. Sigara içiyordu, sigaranın dumanı burnundan, kulaklarından çıkıyordu.

Sonra nasıl olduğunu anlamadığı bir şey oldu: duman babasının kafasından çıkmaya başladı. Babası kalemi masanın üzerine bırakarak kulaklarını kapayarak:

“Yandım, başım yandı, Allah!”, diye bağırmaya başladı.

Annesi mutfaktan çiçekleri sulamak için kullandıkları küçük emzikli kovayı getirerek babasının kafasını suladı. Babasının kafası sudan çızırdadı, daha fazla duman çıkmaya başladı.

Annesi dumanı kovarak ve gülerek gelip onu kucağına aldı, yatağına yatırdı ve üzerini başörtüsüne benzeyen pembe bir şeyle örterek:

“Uyu artık, çok geç oldu.”, dedi. Kendisiyse gitti.

Başörtüsünün altından gözüken her şey pembeydi.

Babasının kafasından artık dumanlar yükselmiyordu. Babası şuan büyük gözlükle pembe sayfaları öyle bir karıştıyordu ki, sanki aralarında çok tatlı bir yiyecek vardı.

Sonra nereden geldiği belli olmayan kocasına benzer genç bir adam gelip onun başının üzerinde durdu ve pembe bıyıklarıyla gülümsedi. Utanarak pembe tül örtüyü yüzünden kaldırdı, ellerinden tutarak onu ayağa kaldırdı.

Ayağa kalkarken üzerindeki güller yerlere döküldü.

Müzisyenler koridorda duruyorlardı, koridordan mutlu insanların arasından onu seyrederek, gözleri büyüyerek komik bir oyun havası çalıyorlardı. Kocası yere dağılan gülleri götürerek onun kucağına doldurdu. Bir baktı ki, meğerse kucağındaki gül değilmiş, eski ayakkabılarıymış.

Sonra ayakkabılarının nereden gelip kucağına düştüğünü de hatırladı. Demin dışarıda “Vağzalı”nın sesini duyduğunda, kendini kaybettiği için sağa sola koşturduğu zaman çizmelerini giymeyi unutmuştu. Demin çizmelerini giymeye çalışsa da, bir türlü giyemiyordu. Kayıyordu ve elinden yere düşüyordu.

Eğilip bacaklarına baktı. Bacakları soğuktan donarak bembeyaz olmuştu. Bembeyaz dişe benziyorlardı.

Kocası koluna girerek onu müzisyenlerin yanından geçirtti, özenle merdivenleri indirmeye başladı.

Merdivenleri indikçe, beyaz gelinlik elbisesinin belden aşağı kısmı sık sık peşinden merdivenleri inen akrabalarının ayaklarına takılıyordu. Böyle anlarda o, düşecekmiş gibi oluyordu. Sonra elbisesinin aşağı kımsı sanki bir şeye takıldı.

Arkaya baktığı zaman bayılacak gibi oldu. Arka tarafta kimse yoktu. Elbisesinin belden aşağı kısmını merdivenlerin parmaklığına geçirerek bir yerlere kaybolmuşlardı.

Geri dönerek parmaklıktan elbisesini çıkarmaya çalıştı. Uzun süren uğraşlardan sonra hiçbir şey başaramadığını fark etti. Parmaklıktan aşağıya baktığı zaman kocasının merdivenin en son basamağında olduğunu gördü.

Kocası elleri cebinde birileriyle konuşarak merdivenleri iniyordu, sokağa çıktığında kahkahayla güldü. Sonra kocasının sesi bir süre daha duyuldu. Kocası askeri uçak yapımından konuşuyordu. Kocasının sesi bir süre sonra artık duyulmadı.

Elbisesini çekiştirmeye başladı. Kafasında sanki uzunca bir şey vardı, fakat onun ne olduğunu bir türlü anlıyamadı. Zira, eli başına yetişmiyordu. Eli iyice kısalmıştı, ağzına bile zorla ulaşıyordu.

Elbisesini bir daha çekiştirdiğinde kafasından uzun vazoya benzeyen bir eşya yere düşerek kırıldı, küçük parçalara bölündü.

Sese komşular kapılarını açtılar. Bir süre öfkeli çehreyle onun yaptıklarını izlemeye koyuldular.

Elbisesini çekiştirdikçe acayip bir ses tüm katlara yayıldı, bir evde bu acayip sesten bir bebek uyandı ve tüm gücüyle çığlıklar atarak ağlamaya başladı. Sonra bir baktı ki, ses elbise sinden geliyor. Meğerse büyük kızıymış deminden beri ağlayan, kafası parmaklıklara sıkışmışta o yüzden ağlıyormuş.

Çocuğu kafasıyla beraber öyle bir çekti ki, kızının kulakları koptu..

Karşı dairede oturan kalın kaşları olan adam kaşlarını estirerek bir ona, bir de kızının mantı gibi yere yapışmış kulakları na baktı ve bir süre sonra:

“Tüh!”, diyerek öfkeyle kapıyı kapattı.

Utançtan soluğu kesile kesile kızının kulaklarını yerden alarak ceplerine soktu, ağlamaktan mosmor olmuş kızını kucağına alarak aceleyle merdivenleri inmeye başladı.

Merdivenlerse bir türlü bitmiyordu, tam tersi uzayarak biraz da çoğalıyordu. Birkaç kattan sonra kapılar bile bitiyordu, fakat merdivenlerin sonu gözükmüyordu.

Kocasının sesi şimdi de üst katlardan geliyordu, kocası yine askeri uçak sanayisiyle ilgili konuşuyordu.

Komşular bağırarak yüksek sesle:

“Hayırlı olsun! İnşallah, mutlu olursunuz!”, diye en içten dileklerini söylüyorlardı.

Müzisyenler de üst katlarda çalıyorlardı. Sonra kocası da, müzisyenler de bağıra çağıra merdivenleri indiler, konuşarak çekip gittiler. Uzaklarda bir yerlerde araba kapılarının ve kom şularının sesi duyuldu.

Kızı kucağında bir süre ağladı, küçücük elleriyle kulaklarının kanını yüzüne yaydı, daha sonraysa kanlı parmaklarını emerek uyudu.

Kızı kucağında eğilip bir süre aşağıyı, daha sonra kafasını kaldırarak yukarıyı seyretti.

Merdivenlerin ne başlangıcı, ne de sonu belliydi. Merdivenlerden sonra avluya açılan dış kapının ne tarafta olduğunu hatırladı, ama merdivenlerin bitiş noktasını bir türlü hatırlaya madı.

Merdivenin bir köşesinde oturarak kızını kucağında sallayarak:

“A a a!”, diye mırıldandı.

Kızı kafasını onun göğsüne yaslayarak uyudu. Bir süre kucağındaki çocuğu sallayarak basamaklardan birinin üzerinde oturup sessizliği dinledi. Sonra sanki aşağıda bir yerlerde birileri bir kapıyı açtı. Ve az sonra aşağıdan annesinin yorgun sesi duyuldu ve merdiven boyunca yankılandı.

Annesi:

“Acele et! Bunlar beni öldürdü.”, diyordu.

Çocuğu göğsüne yaslayarak koşarak adımlarla, binbir güçlükle aşağıya indi.

Ev çocukla doluydu. Çocuklar odalarda, koridorda durmadan koşturuyorlardı. Beş altısı koridorda biskilet sürüyor, azıcık büyükleriyse perdelere, avizelere tutunarak odanın için de dolaşıyorlardı. Geriye kalanlarıysa odanın zemininde emekliyorlardı. Bir ikisi annesinin kucağındaydı, açgözlükle annesinin göğüslerini emiyorlardı.

Annesinin saçları uzamış, omuzlarına dağılmıştı. Kucağındaki çocuklar bir taraftan göğüsünüi emerken bir taraftan da annesinin saçlarını örüyorlardı.

Çocuğu kucağından indirdikten sonra tüyleri diken diken annesine baktı:

“Bu ne böyle?”, diye sordu.

Annesi çocukarı perdelerden kopararak:

“Bunu asıl sana sormalı”, dedi. Sonraysa çocuklar göğüslerinden asılı halde, elleri sırtında onunla karşı karşıya durdu.

“Şimdi diyeceksin ki, haberin yoktu. Öyle mi? “, dedi.

Vücudu garip bir sızıyla doldu.

Çocuklardan ikisi ayağına kadar ulaşıp topuğuyla yukarıya tırmanıyor, aşağıdan yukarıya onun yüzüne bakarak miyavlıyorlardı.

Annesi evin kıyısından köşesinden, dolapların altından, sandalyelerin altından çocuk topluyordu. Topladıkça hüzünlü sesiyle:

“Bin kez söyledim, iki çocuk yeter sana. Söyledim değil mi?”

“Söyledin.”

Annesi söylenerek çocukları büyük, tozlu keselere topluyordu:

“Peki, o zaman neden dinlemedin?”

.Sonuncu çocuğu yastığın altından çıkarıp tıkabasa çocuklarla dolu kesenin içine bastı, kesenin ağzını kapattı, çıldırmış gözlerle ona bakarak:

“Haydi, acele et”, dedi.

Mutfakta eli, ayağı eserek kibrit aradı, adeta sürünerek getirip kibriti annesine verdi. Annesi kibriti aldıktan sonra:

“Peki, benzin nerede?”, diye sordu.

Benzin annesinin yatak odasında, elbise dolabının için dey-di.

Benzini annesine verdikten sonra duvara yaslanarak gözlerini kapattı. Sonra parmaklarının arasından annesinin çocuk larını nasıl yaktığını izledi. Annesi benzin dolu şişeyi açarak şişedeki benzini içinde çocukların bulunduğu kesenin üzerine boşaltıyor, daha sonraysa geri çekilerek yanan kibrit çöpünü ke seye atıyor.

Kese ateş aldıkça acayip sesler çıkarıyor, çığlık çığlık bağırıyor, büyük adamlar gibi oturup kalkıyor, ateş vücuduna geçtikçe odanın içinde koşmaya, kendini duvarlara vurmaya başlı yor. Sonra ansızın kese simsiyah oldu, çığlık atarak yere yığıldı. Simsiyah duman ortalığı kapladı.

Dumandan boğularak evin içinde dolaşarak:

“Anne!”, diye bağırdıysa da kimse ona yanıt bile vermedi.

Sonra dumanın içinde uzun süre yürüdü. Evin duvarları, koridoru simsiyah dumanın içinde eriyip kaybolmuştu. O yüzden karanlığın içiyle bir süre daha yürüdü.

Bir süre daha yürüdükten sonra birisiyle çarpıştı, çarpıştığı onun kimliğini ekşimsi ter kokusundan, bir de ucuz parfüm kokusundan anladı.

Okulun müdürü Süreyya hocaydı. Kırışıklarla dolu çehresi dumanın içinde kalın, ağır bayrak gibi dalgalanıyordu.

Süreyya hoca ona çarparak durdu, sağ gözünün üzerine inen kırışı yukarıya kaldırarak bir gözüyle onu izledi, erkek sesini andıran kalın bir sesle:

“Ellerini göster bakalım.”, dedi.

Elleri yanmış kesenin dumandan simsiyah olmuştu, ellerini ileriye uzattı. Süreyya hocaya gösterdikten sonra kafasını salladı.

Süreyya hoca öteki gözünü de kırıştan kurtararak onun ellerine dikkatlice baktı, sonra kafasını kaldırarak hala bayrak misali dalgalanan çehresiyle dikkatlice onun yüzüne baktı, kaba bir sesiyle:

“Yarın okula velin gelsin”, söyledi, gözlerinin kırışını tekrar eski haline döndürerek dumanın içinde zorla yürüyerek gitti…

Sonra yine arkadan bir yerlerden Süreyya hocanın kaba sesi duyuldu. Süreyya hoca yine birileriyle çarpıştıktan sonra:

“Ellerini göster bakalım.”, dedi. Ve ekledi: “Yarın velin gelsin okula.”

Süreyya hoca fazla uzağa gitmedi. Arkasına bile bakmadan hissetti ki, Süreyya hoca bir kadar yürüdükten sonra arkada yine birilerini gördü, ama onlara hiçbir şey söylemedi, bir an yerinde durduktan sonra geri döndü, siyah dumanı yararak eğri vücuduyla gerisin geri koşmaya başladı. Geriye göz atmasa bile, Süreyya hocanın yalnız olmadığını farketti.

Az sonra bir de baktı ki, dumanın içiyle, omuzlarına dokunarak çevresinde adımlayan uğultulu siyah giysili adamların arasıyla yürüyor.

Peşinden gelenler yine elbisesine basıyor ve o da düşecekmiş gibi oluyordu, sendeliyordu. Bir ara sanki birileri onun uzun elbisesinin eteğine bindi, keyifle, kısık sesle güldü de.

Arkasına baksa da, tanıyamadı. Yuvarlak yüzlü, zayıf bir kadındı, eteğinin üzerinde oturmuştu, kafasını, kulaklarını estire rek acayip sesler çıkararak gülüyordu.

Kadının yüzü çok tanıdıktı. Fakat nerede gördüğünü hatırla yamadı, bir resimde mi görmüştü o kadını, yoksa kadın onların evine misafirliğe mi gelmişti?! Yine babasını getiriyorlardı. Ve yine babası tabutta gözü kapalı yatarak anlaşılmaz bir tarzda küçük baykuş gibi uluyordu. Babasının ulumasına siyah dumanın bir yerlerinden baykuşlar eşlik ediyorlardı. Tüyleri diken diken oldu, üşüyerek elbisesinin dekolte kısmının önünü kapatmaya çalıştı, fakat olmadı, kapatamadı. Sonra sanki baykuş sesleri çevreden duyulmaya başladı. Sanki kalabalığın içinden birileri ilk önce baykuş gibi uludular, daha sonraysa kısık sesle güldüler.

Etrafını kolaçan ederek, kalabalıktan kurtulmanın yollarını aradı. Fakat bu arada kimse sırtına tahtayla vurarak olanca sesiyle: “Yürü bakalım” , dedi.

Arkasına bakmasa da, sesinden tanıdı. Sugra hocaydı. Her halde şimdi şaşı gözleri öfkeden iyice büyümüştü, tükürüğü her zaman olduğu gibi yine dudaklarının kenarında kurumuştu, elinde kırık ucuyla haritaların eski deliklerini yırtıp büyüten büyüteci vardı.

Sonra birileri hemen yanı başında uludu, baykuş kafasını ona doğru dönerek yuvarlak gözlerini büyüttü, tüylü gerdanını estirerek korkunç bir ses çıkardı.

içini acayip bir sıkıntı kapladı, elleriyle yüzünü kapatarak ağladı.

“Ağla, yavrum, ağla. Ağlayacak zamanın geldi artık senin de.”

Yine de o madeni dişli anneannesiydi. Ön safta eğri bacaklarını arkasınca sürüyerek, kamburunun arkasından bakarak, ara sıra keyiften solumadan fışırdıyordu habire:

“Daha çok ağlayacaksınız. Hepiniz ağlayacaksınız. Ağlayarak öleceksiniz!. Ölerek ağlayacaksınız!.”

Anneannesinin yine boz serçesi omzundaydı, yine küçük gözleriyle onu izliyordu. Pembe solucan da kendi yerindeydi, kıvrılarak küçücük kafasıyla kuyruğunu anneannesinin boynunda düğümlemişti.

Deminden beri Sugra hocaların safında sinek kovalayarak ilerleyen adam elinde bulunan sinekleri öldürmek için kullanılan araçla onu nasıl vurduysa anneannesi asfalta yapıştı. Anneannesinden geriye kalan sadece nokta kadar bir leke oldu.

Birileri kolundan tutup onu çekiştirdi o, eteği peşinden gelenlerin ayakları altında kalarak yırtıldı. Fatma’ydı. Beyaz okul önlüğü de, bir ucu kafasından omzuna sarkan beyaz bantı da mürekkep lekeleriyle kaplıydı.

Gözlerini kısarak kafasıyla bir şeylere işaret ediyordu.

…Fatma’yla beraber koşarak siyah kalabalıktan uzaklaştıkça, arka taraflarında Sugra hocanın ince tahtasının sesini duyuyorlardı. Sugra hocanın sopası arkalarında vınladıkça, vücutları sızıyla dolu bir halde kendilerini okulun arka bahçesine attılar. Spor salonun önündeki köşede bulunan büyük demir fıçının içinde saklandılar ve fıçının kapağını kapattılar. Fıçının içinde demirler vardı ve zemini narın kumla kaplıydı. Fatma karanlık fıçının içinde kendini rahatladıktan sonra:

“Artık merak etme, kimse bizi bulamaz.”, dedi.İkinci zilden sonra çıkarız buradan.

Fıçıda zaman adeta aktı, ikinci hayli zaman çalındı ve çocuklar avluya çıktılar. Fıçının kapağını at ayaklarıyla vurarak bir bu tarafa, bir öbür tarafa koşturdular. Sonra sessizlik. Birisi fıçının kapağını kapı gibi çalmaya başladı.

Soluk almayı bırakarak fıçıda bulunan küçük delikten dışa rıya baktı. Sugra hocanın yeşilimsi kulaklarıydı gözüken. Fıçı da bulunan küçük delik boyunca bir şeyler arayan büyük el gibi yukarıya, aşağıya dolaşıyordu. Sonra fıçının kapağı aralandı ve içeriye Sugra hocanın çekiç gibi sivri burnu girdi. Bir süre fıçının içini kokladı. Sonra fıçının küçük deliğinden içeriye Sugra hocanın çatala benzer eğri parmakları girdi. Parmaklar bir süre kör akrep gibi fıçının içini dört dolandı, galiba onları arıyordu.

Sugra hocanın akrebi bir süre parmaklarının üzerinde dola şarak sonunda Fatmanın bacağını yakaladı.

Fatma bacağı Sugra hocanın elinde sonuncu kez hüzünlü bir çehreyle karanlığın içinden ona son kez baktı, küçük, yuvarlak gözleri bulut bulut doldu.

Sugra hoca bir süre Fatma’yı fıçının içinde tersine bekletti, sonra yukarıya doğru çekerek, üzerindeki elbiselerini yırtarak dışarıya çıkardı.

Sonra bir süre tüm vücudu titriyerek Fatma’nın fıçının dışından duyulan sesini dinledi. Fatma ilk önce kedi gibi miyavladı, tavuk gibi gıdakladı, sonraysa soluğu kesilirmişcesine uzun uzun kişnedi.

Dizleri eserek fıçının deliğinden baktı ki, Sugra hoca Fatmanın sırtında ucu kırık sopasını havada sallayarak, Fatmanın arkasına vurarak bağıra bağıra okula doğru koşturuyor.

…Fatma kişneyerek uzaklaştıkça fıçının içini karanlık kaplı yordu. Belki de her tarafı böyle karanlık bastırıyordu, kim bilir?! Ne olduğunu anlamıyordu, fakat anladığı bir şey varsa o da fıçının hızla ısınmasıydı.

İçi daraldı. Fıçının kapağını kaldırmaya çalışsa da başaramadı. Sanki birileri fıçının kapağının üzerinde oturmuştu.

O yüzden fıçının bir köşesine sindi. Ve bu halde de galiba uyudu .

Uykudayken, tüm vücudunu ter kaplıyor, dizleri boşalıyor, fakat o, tüm bunlara aldırmadan itinayla çalışıyordu. Bir mucize yüzünden uyumuş Sugra hocanın kulağına civa döküyordu.

Civa termometrenin ucundan açık renkli reçel gibi usul usul, damla damla Sugra hocanın büyük kulağına bir türlü uyuşmayan küçük kulak deliğinden içeriye akıyordu, aktıkça Sugra hoca keyifle inliyordu. Termometrenin içinde bulunan civa bitiyordu, fakat Sugra hocanın inlemesini durdurmak imkansızdı.

İçi boşalmış termometreyiyse saklamak için bir yer yoktu, sinsi bir haraketle çevresini kolaçan etse de, bir yer bulamadı. Ve termometreyi Sugra hocanın kulak deliğinden içeriye bıraktı. Termometre bir süre Sugra hocanın kulağında uçtu, uçtu ve sonra sulu bir yere düştü sanki. O an Sugra hoca gözlerini kocaman açarak ona baktı, gümüş gibi parlayan yüzünü eğerek:

“Bunu sen mi yaptın?”, diye bağırdı.

Onu da bacaklarından yakalayarak bir süre tersine beklettiler ve sonra aynen o halde götürerek beyaz giyside, beyaz yatakta yatan annesine gösterdiler. Annesini de ters gördü.

Annesi bu durumda yatağı sırtında taşıyan bir böceğe benziyordu.

Sonra onu iyice sardılar, götürüp başka bebeklerin bulunduğu bir karanlık odaya attılar ve çekip gittiler.

…Odanın yukarı köşesi de bebeklerle doluydu. Doktorlar gittikten sonra bebekler sırayla dizilerek şarkı söylemeye başladılar. Koronun içindeki bir bebeğin sesi çok tiz çıkıyordu. Bir baktı ki, meğerse küçük kızıymış. En küçük beze onu sarmışlardı, elleri kolları sarılıydı, sadece yüzü gözüküyordu.

Kızı bebeklerin arasındaydı, küçük ağzını yukarıya doğru açarak ince sesle şarkı söylüyordu. Şarkı söyledikçe ağzı kuş gagası gibi açılıp kapanıyordu.

Sonra birileri gelip odanın ışıklarını yaktılar. Ve ışıklar yandığı gibi bebekler oda boyunca dağılarak salyangoz gibi sürünmeye başladılar. Beyaz giysili doktorlar onları yakalamaya çalışsalar da, uğraşmaları boşunaydı.. Bebeklerin hepsini yakalamak imkansızdı. Bebekler sürünerek duvar boyu kalktılar, bir ikisi tavandan aşağıya sarktı.

O da karnını soğuk zemine bir süre sürterek süründü, ter ledi. Bebeklerin süründüğü yere doğru sürünüyordu o da. Be bekler duvarın üst kısmına ulaşarak tek tek orada bulunan deliğe giriyor ve ortadan kayboluyorlardı. Doktorlar yakaladıkları bebekleri odun gibi üst üste topluyor, bir yerlere taşıyorlardı.

Ondan önde sürünen bebek zayıftı diye delikten rahatça geçti. Geçtikten sonra delikten ona baktı ve göz kırparak, boğuk bir sesle:

“Gel, gel, “ey dili gafil!”, diyerek ortalardan kayboldu.

Baktı, meğerse bezle sarılmış bebek bıyıklı, kırsaçlı adammış. Adamın soluğu acı tütün kokuyordu.

Kafasını deliğe sokarak sonu gözükmeyen karanlığa baktı.

Delikten tanıdık nem kokusu duyuluyordu. Bir de acayip sesler duyuluyordu. Sanki birilerini yıkıyorlardı. Kafasına kovayla su döküyorlardı.

İlk önce kafasını, daha sonra tüm vücudunu deliğe soktu, sürünüp kalın, sert duvarlara yüz sürerek bebeklerin açtığı havasız yolla uzun süre gitti.

Yol çok uzundu, süründükçe bir türlü bitmek bilmiyordu. Az sonra sert duvar bitiyordu, hafif nem toprak başlıyordu. Toprak azıcık sıcaktı. Sanki birileri burada az önce uyumuştu. Toprağın içi öyle sessizdi ki, süründükçe sürtünme sesinden kulakları batıyordu.

Toprağı koklayarak sesin geldiği yöne doğru yürüdü.

Babasını toprağın en ılık yerine gömmüşlerdi. Sürünerek babasının çehresi hizasında dolaştı, yanağına, oradan da çenesine doğru kaydı.

Babasının gözleri, burnunun delikleri ılık toprakla doluydu. Yüzü azıcık değişmişti. Burnu uzamış, kaşları yukarıya doğru gerilmiş, bıyıkları tel gibi kabarmıştı.

Elini bezden çıkararak serçe parmağıyla babasının bıyığına dokundu.

Tüy tel gibi gerildi, çınlayarak toprağın kumunu ayağa kaldırdı.

Parmağını babasının bıyıkları boyunca dolaştırdı. Toprağın içiyle ne zamansa duyduğu tanıdık, hüzünlü bir şarkının tınıları duyuldu.

Müziğin sesinden sonra çevrede ne kadar börtü böcek vardıysa hepsi sürünerek geldiler, çember oluşturarak oturdular, siyah, donuk gözleriyle onu seyretmeye koyuldular.

Bezden öbür elini de çıkararak babasının bıyıklarını iki eliyle çalmaya başladı. Çaldıkça salyangozların, küçük böceklerin gözleri fal taşı gibi açtı. Dikkatlice baktığı zaman farketti ki, böceklerin en küçüğü meğerse onun öz kızıymış. Yanlara uzamış bıyıklarını oynatarak nokta kadar olan kafasıyla onu izliyordu.

Babasının bıyıkları kuruydu diye, çaldıkça teker teker koparak yere düşüyorlardı. Müzik şölenini yarıda kesmek zorunda kaldı.

Salyangozlar yerlerinden kıpırdamadılar bile, gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde onu izlediler, sonra koşarak gidip etrafa dağılmış babasının bıyıklarını toplayıp getirdiler, ona sun duktan sonra tekrar yerlerini aldılar.

Ne kadar çalışdıysa da bıyıkları tekrar yerlerine geçiremedi. O zaman bıyıkları bir kenara itti, utanarak babasının cebine girdi. Cebin içi küfle kaplıydı, yukarı köşesinde annesi bağdaş kurarak bir şeyler yapıyordu, galiba babasının yırtık cebini dikmekle meşguldu. Onu gördükte:

“Bu kadar yırtık, sökük mü olur? O yüzden evde bolluk denen şey yok”, diye dert yandı: “Kendin de görüyorsun işte!”

Kafasını söküğe sokarak öbür tarafa baktı. Söküğün öbür tarafı parlak ışıklarla ve insanlarla doluydu. İnsanlar öfkeli çehreleriyle geniş balkonlarda dolaşıyor, asansörü bekliyorlardı. Ona da gelmesini söylediler.

…Gelip asansörün önünde durdu. Asansörün kapısı açılıp kapandı ve o, bilmediği, sinirli insanlarla, dört bir tarafı aynalı, havasız asansörün içinde buldu kendini. Yüzünü duvara dönerek, soluk bile alamadan bir süre böyle üst katlara kalktı.

Daracık olduğundan asansörün aynaları buğulu bir hal aldı. Sonra asansörün içindeki havasızlık insanları da terletti ve bir süre daha böyle o insanlarla bulunmak zorunda kaldı.

Sonra asansörün kapıları açıldı ve onlar ayna zeminli büyük salona çıktılar. Salon şık giysili insanlarla doluydu. Kadınların kafalarındaki telekler, erkeklerin üzerinde bulunan parıltılı ceketler salonun gür ışıkları altında ışıldayarak değişik renklere dönüşüyordu.

İnsanların çehresi de elbiseleri gibi ışıldıyordu. Onu görüp alkışladılar, ellerinde bulunan çiçekleri “Aferin, aferin”, diyerek ona doğru attılar.

Gülleri havada yakaladıktan sonra özenle eğilerek selam ladı insanları, sonra önündeki mikrofonu tıkırdatarak bir adım geriye çekidi, uzun, siyah zurnasını ağzına tuttu, avurtlarını şi şirerek çalmaya başladı. Zurnayı üfledikçe avurtlarıyla beraber ilk önce kulakları, daha sonraysa tüm vücudu şişmeğe başladı. Ayaklarını havaya kaldırdı ve o, onu “Aferin, aferin”, diye alkış layanların başının üzerinden uçup gitti.

Bir süre böyle zurna çalarak şehrin üzerinde uçtu. Zurnanın sesi henüz tam uyanamamış şehre yayılarak insanları uyandırdı, onlar balkonlarından yukarıyı seyrederek iç geçirdiler:

“Bu çocuğun donu nerede?”, diye sordular.

Sonra tanımadığı birisi onu sahneden indirdi, siyah zurnayıysa elinden aldı:

“Ayıp yahu, ayıp, hiç olmazsa hüzünlü bir şey çal.”

Bir baktı ki, yine babasını getiriyorlar. Ama bu kez ne garipti ki, babasını demin götürdükleri yönün tam tersine götürü yorlardı.

… Önde bomboş çiçekli çerçeveler, sonra siyah elbiseli adamlar, en sondaysa babasının cesedi geliyordu. Artık cesedi taşımaktan yorulmuşlardı galiba insanlar, artık eğri tekerlekli bir arabanın üzerindeydi babasının cesedi ve adamlar o arabayı peşisıra sürüyorlardı. Süründükçe babasının çehresi esiyordu ve böylece yüz çizgileri durmadan değişiyordu. Burnu ağzına kadar iniyordu, kulaklarıysa ensesine.

Siyah zurnayı ağzına götürüp avurtlarını şişirerek bu kez çok hüzünlü bir türkü çalmaya başladı. Çaldıkça gözlerinden yaşlar boşalıyordu, çaldıkça gözlerinin şaşılaştığını farkediyordu.

Babasının cesedini dedesi taşıyordu. Tabutun iplerini iki taraftan omzuna geçirerek uzun boynunu eğerek, soluk bile almadan yürüyordu. Ara sıra elindeki dürümü ısırarak:

“Zavallı yavrum “, diye inliyordu..

Babası tabutu böylece taşıyor, aynı zamanda neresinden çıkardığı belli olmayan şişeden su içiyordu. Sonra yürümekten yorulmuş bir iki adamı da sırtına aldı, içtiği su midesine bile inmeden acıyla tabut arkasında yürümeyi sürdürdü.

Dedesinin arkasından ne kadar koşsa da bir türlü ulaşamadı. Dedesi siyah kalabalığın arkasından bir süre koştu, sonraysa ortalardan kayboldu.

“Anne!”, diyerek hüngür hüngür ağladı.

“Canım, yavrum!”

Annesi şişmanlamıştı. Karnını sallayarak gelip onun başının üzerinde durdu, eğilip bir süre onu seyretti, daha sonra kucağına götürdü, sallayarak:

“A a a a”, dedi.

Annesinin göğüs uçları çok büyük ve de sertti diye hiçbir şekilde ağzına girmiyordu.

Annesi onu ilk önce yavaş yavaş, sonraysa hızla sallamaya başladı.

Sonra daha hızlı sallamaya başladı ve kendisi de onun yanına oturdu. Beraber sallanmaya başladılar. Salıncağın hızı gittikçe iyice artıyordu. Sallandıkça yanında yatan annesine bakı yordu.

Annesi sallana sallana uyumuştu. Yarı açık ağzından uyuduğu için uyuşan ve küçük küçük titreyen dili gözüküyordu.

Salıncağın hızı arttıkça annesinin horlaması da artıyordu. Annesi horladı, horladı ve en sonunda onun horlaması aslanların haykırtısına dönüştü. Annesinin haykırtısından korkarak üşüdü, kafasını annesinin göğsüne sıktı. Annesinin göğsü yumuşacıktı ve sanki derinliklerinde bir makine çalışıyordu.

Annesi haykırdıkça tüyleri diken diken oluyordu, güneşin çehresi morararak lekelerle kaplanıyordu, salıncağın gözükmeyen tarafları acayip sesler çıkararak kırılacak gibi oluyordu.

Sonra nasıl olduysa annesi ansızın öyle bir haykırdı ki, salıncak koparak geriye uçtu.

Kafası annesinin göğsünde, kulağında annesinin göğsünün derinliklerinde çalışan saatin sesi uzun süre geriye uçtular, daha sonra yere düştüler.

Ayağa kalkarak seke seke evveli ve sonu bilinmeyen duvarın dibiyle gezerek annesini arasa da bir sonuç alamadı.

Annesi şimdi de duvarın öbür tarafında horluyordu.

… Duvarın karşı tarafında sarkaçlı saatin yanı başında, kadife kılıflı koltukta dedesi oturup gözünde gözlükleri öfkeyle gazete okuyordu. Okudukça da bacaklarını estiriyordu. Onu gördükte bacaklarını estirmedi, kaşlarını gözlüğün üzerinden az daha kaldırdıktan sonra:

“Vay be!”, dedi ve başka bir şey söylemedi.

Sekerek dedesinin yanına yaklaştı ve dizini dedesine gösterdikten sonra:

“Bacağım kırıldı galiba”, diye inledi.

Dedesi bir süre hayretle onu seyrederek daha neler söyleyeceğini bekledi.

Sekerek bir adım daha ileri giderek dizini dedesine gösterdikten sonra:

“Bu bacağım işte…”, diye inledi tekrar.

Dedesi bir süre daha onun ezilmiş bacağını inceledikten sonra:

“Komşun kötüyse göç et gitsin, bacağın acıyorsa kes at gitsin.”, dedi.

Yere çökerek dizinin kapağını açtı. Dizinin içinde saat çalışıyordu. Dizinin kapağını kaldırdığında zili öttü saatin. Dedesi zilin sesine kaşlarını iyice yukarıya kaldırdı ve sesi uzayarak öf keli bir biçimde:

“Vay be!”, dedi ve oturduğu koltuğundan aşağı eğilerek terliğinin tekini çıkardı, ona doğru fırlattı.

Terlik kafasının üzerinden hızla geçerek arkasında duran elinde sepet bulunan adamın yüzüne çarptı. Adam dizi üzerine çökerek ağlayacak gibi oldu ve sürünmeğe başladı. Onun yanından geçti, dedesinin koltuğuna ulaştığında durdu, onun anlayamadığı bir dilde dedesiyle bir şeyler konuşmaya başladı.

Adam konuştukça dedesi surat asarak hoşnut olmadğını belli edip sadece:

“Hayır”, diye kestirip attı.

Sonra bu adamlardan birkaçı daha geldi. Onlar da aynen az önceki adam gibi sürünerek dedesinin koltuğunun önüne kadar geldiler ve ona bir şeyler anlattılar. Onlar inledikçe dedesi iç geçirerek:

“Vay be! “, dedi. Dedesinin bu “vay be” leri zaman geçtikçe daha korkunç bir hal alıyordu.

Sonra dedesi ayağa kalktı ve koltuğunun yanı başında bulunan emzikli su kovasını alarak adamları suladı. Bir de baktı ki, adamlardan teki yeşerdi. Sonra dikkatlice baktıktan sonra adamın yeşermediğini, sadece tüm vücudunu kirpi gibi dikenlerin kapladığını farketti.

Arada kirpi adam ona bakarak sırıttı ve burnunun ucundaki siyah, yuvarlak beni sıkarak araba kornasına benzeyen bir ses çıkardı.

Dedesi oturup esneyerek onu izliyordu. Sonra bir yerlerden dedesinin nohut kadar karısı, babaannesi geldi, dedesinin avucuna çıktı, dizlerinin üzerine çökmüş adamlara el kol haraketleriyle bir şeyler söyledi.

Babaannesi konuşmasını bitirdikten sonra dedesinin kolunun üzerinde yürüyerek boğazına, oradan kafasına tırmandı, kulağına girerek ortalardan kayboldu.

Sonra nasıl olduysa adamlar dizlerinin üzerinde ona doğru yürümeye başladılar.

… En önde kirpi adam geliyordu, ara sıra yumağa dönüşerek sırtındaki oklardan ona atıyordu. Oklar kafasının, omzunun üzerinden hızla geçiyordu.

₺29,91

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
121 s. 203 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-44-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap