Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt», sayfa 13

Yazı tipi:

Beni Nadir Yahudileriyle Yapılan Savaş

Beni Nadir, Yahudi milletinden ve Hz. Harun (a.s.) soyundan büyük bir kabiledir. Medine’ye iki mil uzaklığı olan bir nahiyede yerleşmişlerdi. Sağlam kaleleri ve mükemmel silahları vardı.

Müslümanlar aleyhinde bulunmamak üzere Resul-ü Ekrem ile sözleşmişler ve Resul-ü Ekrem’in Bedir’deki zaferinden sonra, “Semavi kitaplarda vadedilmiş olan ahir zaman peygamberi odur.” demeye başlamışlarken, Mekkeli Kureyşliler ve Medineli münafıklar ile haberleşmekten geri kalmıyorlardı.

Uhud Muharebesi’nden sonra fikir ve tavırlarını tamamen değiştirmişler. Bir gün Resul-ü Ekrem, ashabından beş on kişiyle onların bölgesine gittiğinde, bir hile ile onları öldürmeye karar vermişlerdi.

İçlerinden Selam İbni Mişkem onlara, “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Vallahi bu sizin suikastınız ona Allah tarafından haber verilir. Bu niyetiniz, onunla aramızdaki sözleşmeyi bozmak demektir.” diye nasihat etmişse de kulak asmamışlardı.

Hâlbuki Cebrail (a.s.) gelip Beni Nadir’in suikastını Resul-ü Ekrem’e haber verdi. Resul-ü Ekrem de “On gün içinde bu yerden çıkıp gitsinler.” diye Muhammed İbni Mesleme ile Beni Nadir’e haber gönderdi.

Bunun üzerine Beni Nadir de vatanlarını terk edip gitmeye hazırlanmakta iken münafıkların başı olan Abdullah İbni Ubeyy, onlara, “Yerinizden ayrılmayınız. Biz size yardım ederiz. Beni Kureyza Yahudileri ile sözleşip anlaşmalı olduğunuz Gatfan Kabilesi de yardım eder.” diye gizlice haber göndermiş olduğundan, Beni Nadir, evvelki niyetlerinden vazgeçerek, “Biz vatanımızdan çıkmayız. Elinden geleni geri koyma.” diye Resul-ü Ekrem’e haber gönderdiler.

Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Hicret’in bu dördüncü senesinin rebiülevvelinde ashabı topladı. Mescitte imamlık etmek üzere İbni Ümmü Mektûm’u vazifelendirdi. Sancağı Hazreti Ali’ye verip, ordu ile Medine dışına çıktı ve Beni Nadir Yahudilerini kuşattı.

Abdullah İbni Selûl, açıktan yardıma cesaret edemedi, Beni Kureyza Yahudileri ile Gatfan Kabilesi’nden de yardım gelmedi. Bu yüzden Beni Nadir Yahudileri altı gün kuşatma ile ok ve taş atılarak zorlandıktan sonra aman dilediler. Şöyle ki: Silahlardan başka, mallarından develerine yükleyebildikleri kadarını alarak çıkıp gitmek üzere izin istediler. Resul-ü Ekrem de bu şekilde gitmelerine izin verdi. Altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşya alıp kimi Hayber’e kimi Şam tarafına gittiler. Münafıklar da gizlice matem tuttular.

Beni Nadir Yahudilerinin diğer malları Resul-ü Ekrem’e kaldı. Elli kadar zırh ile elli demir tas ve üç yüz kırk kılıç Müslümanların eline geçti. Ensar, muhacirlerin geçimlerini üzerlerine alıp, onları kendi mallarına bayağı ortak ettiklerinden, muhacirlerin idaresi, ensar üzerine epeyce bir yük idi. İşte onların bu yükünü hafifletmek için Resul-ü Ekrem Beni Nadir Yahudilerinden alınan ganimet mallarını yalnız muhacirlere bölüştürmek istedi ve ensara, “Eğer isterseniz evvelce olduğu gibi muhacirleri mallarınıza ortak etmek üzere bu ganimet mallarını hepinize bölüştüreyim. Yok eğer isterseniz kendi mallarınız sırf sizin olmak üzere bu ganimet mallarını muhacirlere vereyim.” dedi.

Ensar ise “Ey Allah’ın elçisi! Bu malları muhacirlere bölüştürünüz. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz.” dedi. Hz. Ebu Bekir kalkıp, ensara açıkça teşekkür etti. O zaman ensarın övülmesi hakkında, “İhtiyaçları olsa bile nefisleri üzerine muhacirleri tercih ederler.” manasına gelen ayet indi. Bundan dolayı bu sefer Beni Nadir Yahudilerinden kalan ganimet malları, yalnız muhacirlere bölüştürüldü.

Fakat Beni Nadir Yahudileri reislerinden İbni Hukayk’ın meşhur kılıcı, Sa’d bin Muaz’a verildi. Yine ensardan Ebu Dücâne ile Sehl İbni Huneyf’in ihtiyaçları olduğundan, onlara da bir miktar ganimet verildi.

Sonradan, Necid Bölgesi’nden Gatfan Kabilesi’nin Medine’ye saldırmak üzere asker topladığı işitilince Resul-ü Ekrem, damadı Hazreti Osman’ı Medine’de vekil bırakıp ordusu ile Necid Bölgesi’ne sefere çıktı. Gatafânlıların arazilerinden, Medine’ye iki konak uzaklığı olan Şehd denen yere kadar gitti fakat halkı karşı durmayıp dağlara dağılmış ve bu sebeple muharebe olmadan dönülmüştür.

Dördüncü Hicret senesinin şaban ayında kadınların ulusu olan-Fatımatü’z-Zehra’dan Hazreti Hüseyin doğdu.

Mahzûmoğullarından Ümeyye İbni Mugire’nin kızı olan Ümmü Seleme kırk dört yaşında dul bir kadındı. Resul-ü Ekrem bu sırada onunla evlenmiştir.

Bedir’de her sene zilkade ayında bir panayır kurulurdu ve her taraftan oraya ticaret için birçok insan gelirdi. Yukarıda anlattığımız üzere Ebu Süfyan, Uhud’dan dönüp giderken, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım.” demişti. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’in emriyle “İnşallah.” demişti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Abdullah İbni Revâhe’yi Medine kaymakamı tayin etti. Sancağı Hazreti Ali’ye verdi ve bin beş yüz askerle Medine’den çıkıp, zilkade başlarında Bedir’e geldi. İçlerinde on atlı vardı.

Ebu Süfyan da Kureyş ordusuyla Mekke’den çıkmışken Resul-ü Ekrem’in öyle kalabalık bir orduyla Medine’den çıkmış olduğunu işitince korkup geri döndü. Bu yüzden kabilelerin gözünde Mekkeli Kureyşlilerin itibarı kırıldı. Müslümanlar ise pek çok şan ve şeref buldu. Panayırda güzel alışveriş olup, bundan Müslümanlar çok kâr ettiler ve büyük bir ferahlık ve hoşnutlukla dönüp Medine’ye geldiler.

Hicret’in Beşinci Yılındaki Olaylar

Hicret’in beşinci senesinin rebiülevvel ayında Resul-ü Ekrem Dûmetü’l-Cendel şehrine sefer etti. Bu şehrin Medine ile arası on beş ve Şam ile beş günlük mesafedir. Orada birtakım eşkıyalar olup, yolculara saldırdıkları için onlara gereken dersi vermek, hem de Müslümanların Şam ile ticaretini emniyet altına almak üzere Resul-ü Ekrem, rebiülevvel ayında bin kişilik İslam ordusu ile Medine’den çıktı. Dûmetü’l-Cendel’e yaklaştığı sırada, o şehir halkının hayvan sürülerine rastladı. Çobanlar kaçtığından, hayvanlar meydanda kaldı. Sonra Dûmetü’l-Cendel şehrine varıldı. Halkı hep dağılıp kaçmış olduklarından, yalnız içlerinden bir adam ele geçirilebildi. Resul-ü Ekrem, ona İslam dinini teklif etti ve o kişi İslam ile şereflendi.

Resul-ü Ekrem orada birkaç gün kalarak çevreye birlik birlik asker çıkardı. Hiç kimseye rastlanamadığından, muharebe edilmeksizin Medine’ye dönüldü.

Müreysi Gazvesi

Müreysi, Huzaa ülkesinde, Kudeyd Bölgesi’nde bir suyun adıdır. Fur’a’ya bir günlük uzaklığı vardır. Fur’a da Medine’ye otuz iki saat uzaklıkta bir yerdedir.

Huzaa Kabilesi’nden Beni Mustalik Oymağı’nın başı olan Hars İbni Ebu Dırar’ın Müslümanlar ile harp etmek üzere, gerek kendi aşiretinden ve gerek civarındaki başka aşiretlerden asker toplamakta olduğu haber alındı.

Hemen Resul-ü Ekrem, bin kişilik bir İslam ordusu ile şaban ayında, acele olarak Medine’den çıktı. İçlerinde on nefer atlı vardı. Hz. Aişe ve Hz. Ümmü Seleme de beraber idi. Bu orduda münafık çoktu. Hiçbir zaman İslam ordusunda bu kadar münafığın çıktığı yoktu.

Resul-ü Ekrem’in Medine’den çıktığı haberi, Huzaa içinde işitildi. Hars İbni Ebu Dırar’ın başında bulunduğu topluluğa büyük korku düştü ve yanında toplanan Araplar dağıldı. Onlar dağınık olarak Müreysi denen yerde suda hayvan sularken, ansızın İslam ordusu gelip çattı. Resul-ü Ekrem, onlara, “Lâ ilahe illallah, deyiniz ki can ve malınızdan emin olasınız.” diyerek İslam dinini teklif etti. Onlar dinlemeyip başıbozuk bir şekilde karşı koymaya yeltendiler ve ok atmaya başladılar.

Resul-ü Ekrem ise İslam askerlerini safa soktu ve onların hepsini birden düşman üzerine yürüttü. Beni Mustalik bu hücuma dayanamayıp, hemen dağıldı. On neferi öldü, ötekiler de esir oldu. Beş bin koyun ile on bin deve ele geçirildi.

Esirlerin sayısı yedi yüzden çok olup, onlardan birisi de Hars İbni Ebu Dırar’ın kızı Cüveyriye idi ki Sabit İbni Kays’ın payına düşmüş ve o da onu bedele kesmişti. Fahr-i Âlem (s.a.v.), onun bedelini verdi ve kendisine nikâhladı. Ashap bunu görünce, “Allah’ın elçisinin akrabası nasıl esir olur?” diyerek, ellerindeki bütün esirleri serbest bıraktılar. Cüveyriye, ne bahtiyar kız imiş ki aynı günde esir iken hem peygamber hanımı oldu hem de kavminin esirlikten kurtulmasına sebep oldu.

Oradan dönüp Medine’ye gelirken, yolda muhacirlerden biri, ensardan biriyle kavga edince, münafıkların başı olan Abdullah İbni Übeyy yanındaki adamlarına, “Hele şu muhacirlere bakınız ki bizim yardımlarımızla geçinirlerken bizleri hor görmek istiyorlar. Onlara bir şey vermeyiniz, dağılıp gitsinler. Hele Medine’ye varalım… Daha çok izzet ve üstünlüğü olan, elbette daha düşük olanı oradan çıkarır.” demiş ve Medine’ye varıldığında oradan Müslümanları çıkarırım, demeye getirmişti.

Hâlbuki onun bu sözünü Zeyd İbni Erkam (r.a.) işitir işitmez gelip Resul-ü Ekrem’e söylediğinde Hazreti Ömer (r.a.), mecliste bulunduğundan, “Ey Allah’ın elçisi! İzin ver varıp o münafığın boynunu vurayım!” demişse de Resul-ü Ekrem izin vermemiştir. Bu sefer yirmi sekiz gün sürdü ve ramazan ayının başında ordu Medine’ye girdi.

Selman-ı Farsi (r.a.), Resul-ü Ekrem’in hizmetinde bulunanlardan ve ashabın büyüklerindendir. Aslında İran halkından ve Mecusi iken bir aralık Hristiyan olup Şam’a gitmiş, orada din ilimleri okuduktan sonra Ninova ve Amuriye taraflarına varıp, Resul-ü Ekrem’in ortaya çıkışını işitmiş ve Kelboğullarından bir Hristiyan topluluğu ile yoldaş olarak Medine’ye doğru yola çıkmış…

Yoldaşları olan Hristiyanlar ise haksızlık ederek onu bir Yahudi’ye sattı. Ondan da başka bir Yahudi satın alarak Medine’ye getirdi. Selman, bir aralık Hazreti Peygamber’in yanına gelip hâlini anlattı ve kendisini bedele bağlattı. Bu sırada Resul-ü Ekrem (s.a.v.) onun bedelini ödedi. İşte böylece Selman-ı Farsi de (r.a.) bu sene Resul-ü Ekrem’in azatlıları arasına girmiştir.

Hendek Savaşı

Yukarıda anlattığımız üzere Yahudilerden Beni Kaynuka ile Beni Nadir, Medine dolaylarından kovulup sürülmüşlerdi.

Huyeyy İbni Ahtab, Kinâne İbni Ebi’r-Râbi ve Selam İbni Ebi’l-Hukayk ve bunlar gibi Yahudi reisleri Mekke’ye gidip Resul-ü Ekrem ile harp etmek üzere Kureyşlilerle anlaştıktan sonra Necid ülkesine gittiler. Gatfan ve Süleymoğulları kabileleriyle diğer bazı kabileleri de bu anlaşmaya soktular.

Bunun üzerine Kureyş reisleri, Dârü’n-Nedve’de toplanıp, Resul-ü Ekrem ile harbe karar verdiler. Aralarında dört bin asker topladılar ki üç yüzü atlı olup, bin beş yüz develeri de vardı. Başları Ebu Süfyan ve sancak taşıyanı ise Osman İbnu Ebu Talha idi.

Ebu Süfyan bu ordu ile Mekke’den çıkıp, Merru’z-Zahrân denen yere gelince, Necid tarafından Gatfan askerleri gelip katıldı. Başkumandanları Fezâre Kabilesi şeyhi olan meşhur Uyeyne İbni Hısn idi. Beni Mürre Kabilesi şeyhi olan Haris İbni Avf da onların hatırı sayılır reislerinden idi. Yine orada Necid kabilelerinden Süleymoğulları, Esedoğulları ve Eşcâ kabileleri de gelip Kureyş ordusuna katıldı. Kısacası Ebu Süfyan’ın ordusu, gittikçe büyüdü ve on bin kişiden fazla olan kuvvetli bir ordu ile Medine’ye doğru yürüdü.

Resul-ü Ekrem ise Kureyş’in böyle büyük bir ordu ile harekete geçtiğini duyunca, ashabını çağırarak onlarla bu meseleyi görüştü.

Selman-ı Farsi (r.a.), “Ey Allah’ın elçisi! Bizim ülkemizde bir şehir üzerine düşman saldıracak olsa, etrafına hendek kazma âdeti vardı.” dedi. Araplarda hendek kazmak âdet olmamışsa da Selman’ın bu hatırlatması üzerine Medine’nin etrafına hendek kazılarak korunmak uygun görüldü. Hemen Medine’de ne kadar kazma kürek ve bunlara benzer kazı aletleri varsa toplandı. Resul-ü Ekrem ile Beni Kurayza Yahudileri arasında barış ve anlaşma olduğu için, onlardan bile yardım olarak bir hayli kazma ve diğer kazı aletleri alındı.

Resul-ü Ekrem ile Müslümanlar, hep beraber şehir dışına çıkıp hendek kazmaya başladılar. Resul-ü Ekrem, Müslümanları teşvik için kendisi de toprak taşıyor ve mübarek elleriyle hendek kazmaya çalışıyordu. Bu bakımdan bütün Müslümanlar büyük bir gayretle hendek işinde çalışıp çabalıyorlardı. Selman-ı Farsi (r.a.) ise hem bedence kuvvetli hem de bu gibi işlere alışık olduğundan, on kişinin işini görüyordu. Münafıklar da bu işte çalışıyorlardı fakat istemeyerek iş görüp pek ağır davranıyorlardı.

Bu şekilde hendek kazılırken Fahr-i Âlem’den (s.a.v.), az yemek ile çok adamı doyurmak gibi garip mucizeler görünmüştür. Mesela ensardan Beşir İbni Sa’d’ın kızı ki Numan İbni Beşir’in kız kardeşidir. Annesi onunla, babası Beşir’e ve dayısı Abdullah İbni Revâha’ya biraz hurma göndermişti. O kızcağız geçerken, Resul-ü Ekrem, onu çağırdı ve “Şu hurmaları getir.” diye buyurdu. O da hurmaları Resul-ü Ekrem’in iki avucuna koydu. Avuçları dolmadı. Fahr-i Âlem (s.a.v.), bir bez getirdi ve hurmaları o bezin üzerine koydu. Ashaptan birine emretti. Hendekte çalışanları çağırttı. Takım takım geldiler, hepsi doyuncaya kadar yediler. Onlar yedikçe hurma çoğalıyor, o yaygının etrafından taşıyordu.

Yine ensardan Câbir’in (r.a.) zayıf bir koyunu vardı. Bir gün hendek kazmaya giderken o koyunu pişirmesini ve biraz da arpa ekmeği yapmasını, karısından istedi. Akşamüzeri evine dönerken Resul-ü Ekrem’i akşam yemeğine davet etti.

Resul-ü Ekrem de “Bu akşam Resulullah ile birlikte yemek yemek üzere Câbir’in evine buyurunuz.” diye tellal çağırttı. Câbir ise yalnız Resul-ü Ekrem’i davet etmişti. Bu kadar insanı doyurmak için hiç hazırlığı olmadığından ne yapacağını şaşırdı. Artık ne yapsın? Çare yok… Hemen evine geldi ve bir miktar arpa ekmeği ile o koyunu Hazreti Peygamber’in önüne koydu. Fahr-i Âlem onun bereketi için dua etti ve “Bismillah.” deyip yedi. Sonra hendekte çalışan bütün halk geldi… Takım takım oturup doyuncaya kadar yediler ve bir koyunu bitiremediler.

Yine o sırada meydana gelen Hazreti Peygamber’in mucizelerinden biri de şuydu: Hendeğin bir yerinde büyük bir kaya çıktı. Kazmalar işlemez oldu. Ashaptan bazıları gelip Resul-ü Ekrem’e haber verdiler. Resulullah, oraya gitti. Mübarek eline kazmayı aldı ve “Bismillah.” deyip vurdu. O kayanın üçte birini yerinden kopardı.

Arkasından, “Allahu ekber. Bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallahi ben şu saatte Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum.” diye buyurdu. Sonra yine “Bismillah.” deyip kazma ile vurdu ve o kayanın üçte birini daha kopardı.

Peşinden, “Allahu ekber. İran ülkesinin anahtarları verildi. Vallahi ben şu anda, Kisra’nın şehri Medâin’in beyaz köşklerini görüyorum.” diye buyurdu. Ondan sonra üçüncü defa olarak yine “Bismillah.” deyip kazmayla vurdu ve o kayanın son kalıntısını da yerinden kopardı.

Yine, “Allahu ekber. Yemen’in anahtarları verildi. Vallahi ben şimdi San’a’nın kapılarını görüyorum.” diye buyurdu.

İki hafta içinde hendek tamamlandı. Sonra müşriklerin yukarıda anlatılan büyük ordusu geldi. Ebu Süfyan ile Kureyş ve Kinâne askerleri Medine’nin günbatısı tarafından gelip göründüler. Uyeyne İbni Hısn, Haris İbni Avf ile Necid kabileleri de gündoğusu tarafından gelip Uhud Dağı tarafına kondular. Resulullah da İslam askerleri ile şehir dışına çıkıp Sel denen dağa arka verdi ve Müslümanlar düşmana karşı saf olup durdular.

Müslüman askerleri üç bin kişiydi. Otuz altı atları vardı. Muhacirlerin sancağı Zeyd İbni Harise’nin elinde ve ensarın sancağı Sa’d İbni Ubade’nin elinde idi.

Müşrikler sürüsü, bir hamlede Müslümanları bitirmek üzere Medine’ye yürüdüler. Halkı korku ve dehşet sardı. Hâlbuki müşrikler, öyle dehşetle saldırıp gelirlerken önlerine hendek çıktığı gibi durakaldılar. Hatırlarına gelmedik böyle acayip bir manzara karşısında şaşırdılar.

Öteye beriye dolaştılar, geçecek yer aradılar, bulamadılar ve her ne tarafa koştularsa beri taraftan ok ve taş ile savunulduğundan, çaresiz onlar da ok ve taş atışında karar kıldılar.

Bu sırada Beni Kurayza Yahudilerinin antlaşmayı bozdukları ve Müslümanlar hendeğin korunmasıyla meşgulken onların, geceleyin gelip Medine şehrini basacakları haberi yayıldı.

Beni Kurayza, Yahudi milletinden büyük bir kabile olup Medine dışındaki bir bölgeye yerleşmişlerdi. Orada sağlam kaleleri vardı. Başları olan Ka’b İbni Esed ile Resul-ü Ekrem arasında evvelce antlaşma yapılmış olduğundan Müslümanlar, o taraftan emin iken antlaşmayı bozdukları haberi endişelenmelerine sebep oldu.

Beni Kurayza’nın bulunduğu bölgeye bir adam gönderilip, işin içyüzü araştırıldığında, hakikaten Beni Nadir Yahudilerinin başı olan Huyeyy İbni Ahtab’ın gelip Ka’b İbni Esed’i kandırdığı ve Beni Kurayza’ya antlaşmayı bozdurmuş olduğu anlaşıldı.

Beni Kurayza ise Evs Kabilesi’nin amanı altında bulunduğundan, Sa’d İbni Muaz, Sa’d İbni Ubade, Abdulah İbni Revâha ve Havvat İbni Cübeyr (r.a.), Beni Kurayza kalelerine gittiler. Antlaşmayı bozmanın uğursuzluğunu anlatıp nasihat ettilerse de onlar kulak asmadılar. Üstelik antlaşmayı bozduklarını ilan ettiler ve Resul-ü Ekrem hakkında kötü sözler söylediler.

Bu davranıştan dolayı Sa’d İbni Muaz’ın çok canı sıkıldı. Hatta “Beni Kurayza ile harp etmedikçe Allah canımı almasın.” diye dua etti.

Kısacası Sa’d İbni Muaz (r.a.), Yahudilerin nasihat kabul etmemelerinden dolayı fena hâlde üzülerek, arkadaşlarıyla beraber dönüp Hazreti Peygamber’in yanına geldi ve olup biteni olduğu gibi nakletti.

Resul-ü Ekrem, “Hasbünallahü ve nime’l-vekil.” dedi ve “Müjde size ey Müslümanlar!.. Bu işin sonu hayırdır.” buyurdu. Bununla beraber bütün kadın ve çocuklar şehrin içinde olduklarından, Beni Kurayza’nın antlaşmayı bozmuş olması Müslümanları telaşa düşürdü.

Resul-ü Ekrem, geceleri Medine şehrini korumak için üç yüz askerle Zeyd İbni Harise’yi ve iki yüz kişiyle Seleme İbni Esleme’yi gönderdi. Kendisi de geri kalan askerlerle sabaha kadar hendek boyunu korudu. Hendeğin bir yeri, istenen şekilde kazılmamış olduğundan, geceleyin düşmanın oradan geçmesi umulduğu için Resul-ü Ekrem orasını kendisi beklerdi.

Münafıklar sürüsü ise “Eş ve çocuklarımızı yalnız bırakıp da burada sefalet ile beklemek akıl işi değildir.” diyerek birtakım düşüncesiz ve inancı zayıf olanlara yersiz korku ve kuruntu veriyorlardı.

Bundan dolayı şehir dışında evi olanlardan bazıları, Hazreti Peygamber’in yanına gelip, “Bizim evlerimiz sağlam değildir.” diyerek evlerini sağlamlaştırma, eş ve çocuklarını koruma bahanesiyle savuşup gitmek üzere izin istediler.

Bu şekilde kuşatma on beş gün kadar sürdü. İslam askerlerine bezginlik geldi. Kıtlık ve sıkıntıları günden güne arttı. Bu yüzden çok canları sıkıldı.

Münafıklar, bu durumları fırsat bildiler ve “Muhammed bize Kayser ve Kisra’nın hazinelerini vadediyor. Bizler ise bugün hendek içinde hapsolup, bir adım gidemiyoruz.” demeye başladılar.

Hâlbuki Arap kabileleri, böyle kuşatma işlerine alışık değillerdi. Onların muharebeleri çarpışıp vuruşmak, yenmek ve yenilmek, her ne olursa olsun harbe bir son verip savuşmak idi… Arabistan’da âdet olmayan böyle bir hendeğin etrafında haftalarca dolaşmaktan dışarıdaki düşman da usanıp sıkılmıştı. Üstelik kış mevsimi olduğundan, kendileri üşüyüp titremekte ve hayvanları yiyecek yem bulamayıp ölmeye başlayınca şaşıp kalmışlardı. Kısacası arada hendek bulunduğundan iki ordu birbiriyle çarpışamayıp, sadece karşılıklı ok atmaktaydılar.

Fakat Amir İbni Lueyy soyundan Amr İbni Abdivedd adlı yaman süvari, Beni Mahzum’dan İkrime İbni Ebu Cehil, Hübeyre İbni Ebu Vehb, Nevfel İbni Abdullah İbni Mugire, Hazreti Ömer’in biraderi olan Dırar İbni’l-Hattab ve Mirdas İbni Muharib adlı süvariler, atlarını zorlayıp hendeğin dar bir mahallinden beri tarafa atladılar.

Ebu Süfyan ile Halid İbni Velid de onlara arka olmak üzere bir bölük müşrik ile hendek kenarına kadar geldiler fakat hendeği geçemeyip öte tarafta seyirci gibi durdular.

Amr İbni Abdived arkadaşlarından ayrılarak atını ileri sürüp er diledi. Amr, pek çok hadise görüp geçirmiş, düşmanlarına üstün gelmiş ve yalnız başına nice toplulukları vurup dağıtmış, dengi yok bir yiğit ve silahşorlukta usta bir süvari idi. Bütün Arap kabileleri, onu bir bölük süvariye bedel sayarlardı. Onunla dövüşmek, aslan ile pençeleşmek gibi olup, buna da çok üstün bir cesaret ve cüret gerek idi. Bunun için kimse ona karşı çıkmaya yeltenmedi.

Resulullah’ın Aslanı Hazreti Ali, “Ona karşı ben çıkarım ey Allah’ın resulü.” deyince, Resul-ü Ekrem, “Sen otur ey Ali! Gelen Amr’dır!” diye buyurdu. Amr tekrar Müslümanlara meydan okudu ve “İçinizde dövüş meydanına çıkacak er yok mudur? Hani sizin ölülerinize vadettiğiniz cennet nerede?” dedi. Hazreti Ali tekrar çıkmak istedi. Resul-ü Ekrem yine izin vermedi. Amr ise büsbütün şımardı ve “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diyerek üst perdeden bağırdı. Bunun üzerine Hazreti Ali, “Amr da olsa çıkarım ey Allah’ın resulü!” diyerek yerinden kalkınca, Resul-ü Ekrem kendi zırhını ona giydirdi ve Zülfikâr denen kılıcını onun beline kuşattı ve “Ya Rabbi, amcam Ubeyde Bedir’de ve amcam Hamza Uhud’da şehit oldular. Yanımda bir amcamın oğlu Ali kaldı. Sen onu koru. Beni yalnız bırakma.” diye dua etti.

Hazreti Ali yaya olarak meydana çıkıp, Amr’a doğru yürüdü, iki ordu seyre başladı. Ali (r.a.), önce Amr’ı Hak dine çağırdı. Amr, kahkaha ile gülerek, “Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıkacağı hatırıma gelmezdi. Sen kimsin? Hele söyle bakayım?” diye sordu. O da “Ebu Taliboğlu Ali’yim.” cevabını verdi. Amr, “Senin amcaların içinde meydana çıkacak yaşlı başlı biri yok mu? Ya kardeşimin oğlu! Senin ağzın hâlâ süt kokuyor. Ben senin babanla pek çok zaman kardeş gibi görüşürdüm. Şimdi senin kanını dökmek bana güç geliyor.” dedi.

Hazreti Ali, “Evet ama ben senin kanını dökmekten zevk duyarım fakat sen de atından inip de benim gibi yaya olmalısın.” dedi. Bu söz, Amr’ın damarına dokundu. Pek öfkelendi ve hemen atından indi. Yıldırım gibi Hazreti Ali’nin üzerine saldırdı. O da kalkanını karşı tuttu. Amr, öyle hiddet ve şiddetle bir kılıç vurdu ki Hazreti Ali’nin kalkanını iki parça etti ve başını biraz yaraladı. Sıra Hazreti Ali’ye gelince, Zülfikâr ile bir vuruşta Amr’ı öldürdü.

Sonra Nevfel Mahzumi dövüş meydanına at sürdü. Zübeyr İbni Avvam (r.a.) da ona karşı çıktı ve kılıç ile öyle vurdu ki Nevfel’i yukarıdan aşağı iki parça ederek altındaki eyeri bile kesti.

Bunun için Hz. Zübeyr’e, “Senin kılıcın gibi kılıç görmedik.” dediklerinde, “Onu yapan kılıç değil, bilektir.” demiş olduğu bildirilmiştir. Daha sonra Hz. Ömer, kardeşi Dırar üzerine hücum edince ve Hz. Ali ve Zübeyr de (r.a.) İkrime, Hübeyre ve Mirdas üzerlerine saldırınca dördü birden geri döndüler, geldikleri yoldan çıkıp gittiler.

İkrime can korkusuyla kaçıp giderken mızrağını düşürmüş olduğundan Hz. Hassan (r.a.), onu takip ederek, hicvedici şiirler söylemiştir. Amr İbni Abdived’in o şekilde dövüş meydanında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirdi ve müşrikleri ise kedere boğdu. Ebu Süfyan, “Bugün bizim için hayırlı bir iş yok.” diyerek hendek başından çekilip, ordusunun kurulduğu yere gitti.

Ertesi gün bütün müşrikler, Beni Kurayza Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları sardılar. Akşama kadar Müslümanlara göz açtırmayıp durmadan ok attılar. Kıtlık yüzünden Müslümanlar çok zayıf ve takatsiz düştükleri hâlde düşman sürüleri böyle kara bulutlar gibi her taraftan kendilerini sarıp sıkıştırınca durumları pek yaman oldu. Bereket versin akşam oldu da düşman çekildi. Müslümanlar da biraz nefes aldı.

Fakat “Düşman yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücum edip zorlarsa hâlimiz ne olur?” diyerek herkes telaş ve endişe içindeydi. Yüce Allah ise onların kurtuluşu için lazım olan sebepleri hazırlamıştı.

Şöyle ki: Nuaym İbni Mesud Gatfanî o sırada imana gelmiş ancak daha Müslümanlığını açıklamamıştı. Hendek kenarına gelip karakolların izniyle öte tarafa geçti. Hemen Hazreti Peygamber’in yanına girdi ve kelimeişehadet getirdi. “Arap kabileleri daha benim Müslüman olduğumu bilmiyorlar. Emrederseniz şu durumda İslam dinine bir hizmet edebilirim.” dedi.

Resul-ü Ekrem, “Muharebe bir çeşit aldatma ve hiledir. Sen de bizim için bir hile ediver.” diye buyurdu. Nuaym ise Eşcâ Kabilesi ileri gelenlerinden, her işe yarar, cin fikirli ve tedbirli bir adamdı. Hemen kalkıp Beni Kurayza bölgesine gitti ve Ka’b İbni Esed ile görüştü. Ka’b’ın yanında Yahudilerin ileri gelenlerinden birkaç kişi olduğu hâlde Nuaym, onlara, “Ey Beni Kurayza ileri gelenleri! Sizleri ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Sırf sizlere olan sevgim yüzünden kaç gündür hâlinizi düşünüp duruyorum.” deyince, Yahudiler, “Bizim sana her bakımdan güvenimiz tamdır. Söyle bakalım…” dediler.

Bunun üzerine Nuaym, “Ben şurasını düşünüyorum ki Kureyş ve Gatafân kabileleri buraya geldiler. Müslümanları bitirmek üzere gayret ediyorlar fakat onlar da karşı koyup savunmaktan hiç geri durmuyorlar. Bu kabileler, artık usanmaya başladılar… Pek sıkılırlarsa sizi yalnız bırakıp giderler. Sizler, Müslümanların pençesine düşersiniz. Antlaşmayı bozmakla suçlandığınızdan, artık yakanızı onların elinden kurtaramazsınız. Bana kalırsa sizler Kureyş ve Gatafân’ın ileri gelenlerinden birtakım adamları rehin almalısınız ki onlar da işi bitirmedikçe savuşup gidemesinler.” deyince, Yahudiler onun görüşlerini yerinde bulmuşlardı.

Nuaym, oradan kalkıp Ebu Süfyan’ın meclisine gider ve “Haberiniz var mı? Yahudiler, Müslümanlarla aralarındaki antlaşmayı bozduklarına pişman olmuşlar ve onlarla gizlice yeniden anlaşmışlar. Suçlarını affettirmek üzere Kureyş ve Gatafân’ın ileri gelenlerinden rehin olarak bazı kişileri alıp da onlara vermeyi vadetmişler. Eğer sizlerden rehin isterlerse sakın vermeyiniz çünkü bazı büyüklerinize yazık olur.” diyerek Kureyş reislerini şüpheye düşürmüştü.

Ebu Süfyan da Beni Kurayza’nın fikirlerini yoklamak üzere, “Bizler buraya sizin reislerinizin kışkırtmasıyla geldik. Siz şimdi ağır davranıyorsunuz. Burası ise bize göre uzun uzadıya oturulacak yer değildir. Açlıktan askerimiz şikâyet ediyor. Hayvanlarımız ölüp gidiyor. Hiç olmazsa yarın hep birlikte şiddetli bir hücumda bulunalım ve hemen işe bir son verelim.” diye onlara haber saldı.

Beni Kurayza, “Yarın cumartesidir. Biz hiç bir iş yapamayız. Öbür gün harp edebiliriz fakat şu şartla: Bize ileri gelenlerinizden yetmiş kişiyi rehin vermelisiniz ki onları kalemizde tutalım ve sizden emin olalım.” diye cevap verdiler. Gatfan ve Kureyş reisleri bunu işitir işitmez, “Nuaym’ın dediği doğruymuş.” demişler ve “Biz, size ne rehin veririz ne de sizden yardım isteriz. Canınız isterse çıkıp bizimle beraber harp edersiniz, etmezseniz günahı boynunuza. Biz memleketimize gideriz. Siz Müslümanların pençesine düşersiniz ve belanızı bulursunuz!” diye Beni Kurayza Yahudilerine haber göndermişler.

Beni Kurayza da “Nuaym’ın dediği doğruymuş.” diyerek Resul-ü Ekrem ile olan antlaşmalarını bozduklarına gerçekten pişman oldular. Kalelerine kapanıp, muharebeden geri durdular. Bu sebepten dolayı Arap kabileleri ile Yahudiler arasına anlaşmazlık girdi ve işin rengi değişti. Gerçi ondan sonra birkaç gün daha kuşatma uzadıysa da muharebede evvelki sertlik kalmadı. Sonunda bir gün, Resul-ü Ekrem öğle ile ikindi arasında yüce Allah’a yalvarırken yüzünde sevinç izleri görüldü.

Çünkü Cebrail (a.s.) gelip, yüce Allah tarafından rüzgâr ve melekler ile yardım edileceğini haber vermiş olduğundan, Resul-ü Ekrem de ashabına müjdeledi. İkindi ile akşam arasında büyük bir fırtına çıktı. Rüzgâr, hem soğuk hem de benzeri görülmemiş şekilde sert esmeye başladı. Rüzgârın yerden kaldırdığı toz toprak, müşriklerin yüzlerine ve gözlerine vurdu, göz gözü görmez oldu. Akşam yemeği pişirmek için ateş üzerine koymuş oldukları çömlekleri baş aşağı devrildi. Çadırları, çocukların uçurdukları uçurtma gibi havada uçmaya başladı. Akşamleyin karanlık basınca, ortalığı biraz daha korku ve dehşet kapladı.

Bu fırtına yalnız düşman ordusu için esiyordu. Dışarıda bir şey yoktu fakat İslam askerlerinin de kimi soğuktan kimi açlıktan dağılmış, Resul-ü Ekrem’in yanında üç yüz kadar adam kalmıştı. Düşmanın hâlinden haber alıp da getirmek üzere Resul-ü Ekrem, ashabından Huzeyfe İbni Yeman’ı gönderdi. O da gidip Kureyş ordusunun içine girdi. Gördü ki düşman şaşırmış ve ne yapacağını bilmiyor. Ebu Süfyan ümidini yitirip bezgin bir hâlde, “Ey askerler! Burası oturup eğlenecek yer değildir. Hâlbuki Beni Kurayza ile de aramıza anlaşmazlık düştü. İşte ben gidiyorum, siz de göç ediniz.” diyordu.

Rivayet edilmiştir ki o zaman düşmana dehşet vermek üzere gökten bin melek inmiş idi. Hatta düşman ordusunun etrafında “Allahu Ekber!” sesleri ve kılıç şakırtıları işitiliyordu. Huzeyfe (r.a.), dönüp gelirken yolda gözüne yirmi kadar süvari görünüp ona demişler ki: “Dostuna haber ver. Yüce Allah, onun düşmanlarını dağıttı.” Hz. Huzeyfe gelip, Hazreti Peygamber’in yanına girdi. Gördüklerini olduğu gibi haber verdi. Resul-ü Ekrem, tatlı tatlı gülümsedi.

Kısacası Ebu Süfyan devesine binip gitti. Diğer Kureyş kabileleri de onun arkasından hareket etti fakat Amr İbni As ile Halid İbni Velid iki yüz kişilik süvari ile artçı tayin edildiklerinden, Kureyş ordusunun arkasını alıncaya kadar onlar geride kalıp beklediler. Gatafân kabileleri, Kureyş ordusunun göçtüğünü gördüklerinde kalkıp Necid ülkesine gittiler.

Müşrikler, öyle geceleyin kalkıp giderlerken epeyce zahire ve diğer eşyalarını ordu yerinde bıraktıklarından, ertesi gün Müslümanlar onları toplayıp İslam ordusuna getirdiler. Bundan başka, yirmi yüklü deve de ele geçirdiler ki Ebu Süfyan, onları Yahudi reislerinden Huyey adlı kişiye göndermiş, o da hurma ve başka zahirelerden yükletip geri çevirmişti. İslam askerleri, o develerin çoğunu kesip pişirdiler. Hurmayı da bol bol yiyip karınlarını doyurdular. Böylece İslam askerleri kıtlık belasından kurtuldu ve orduda bir anda bolluk görüldü.

Resul-ü Ekrem ashabına dönerek, “Artık nöbet size geldi. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelecek değildir.” dedi. Bu muharebede müşriklerin ölüleri dört kişiden ibaretti. Müslümanlardan da beş kişi şehit oldu. İkisi Evs Kabilesi’nden ve üçü Hazreç Kabilesi’nden idi. Bir de ensarın en büyüğü olan Sa’d İbni Muaz (r.a.), muharebenin son anında ok ile kolundan ağırca yaralanmıştı. Kısaca sert rüzgâr ve göze görünmez asker ile düşman ordusu bozuldu ve Müslümanlar zafer kazandı.

Zilhicce ayına bir hafta kala Resul-ü Ekrem, Hendek Harbi’nden dönerek kutlu evine gelip silahlarını çıkardı. Hemen Cebrail (a.s.) gelip, Beni Kurayza üzerine gitmek için Allah katından emir getirdi. Resul-ü Ekrem tekrar silahlandı. Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) emredip, “Allah’ın emrine uyanlar, ikindi namazını Beni Kurayza yurdunda kılsın.” diye ilan etti.

Sancağı Hazreti Ali’ye verip, onu ileri gönderdi. Kendisi de binip arkadan hareket etti. Önce Hazreti Ali, sancak ile Beni Kurayza kalelerinin önüne geldi. Yahudiler onu görünce kızıp kötü sözler sarf etmeye ve hatta Resul-ü Ekrem’e sövmeye başladılar. Hemen savunmaya geçtiler. Sonra Resul-ü Ekrem oraya varıp bir su başına indi. İslam askerleri de akın akın gelip, akşama kadar hepsi toplandı. Sayıları üç bin kadar olup, otuz altısı atlı idi.