Kitabı oku: «Gurebâhâne-i Laklakan»
GUREBÂHÂNE-İ LAKLAKAN
On on beş sene evvel, bir tatil haftasını geçirmek için Bursa’ya gitmiştim. Üç dört saatlik hazin, kirli, eğlencesiz bir vapur seyahatinden sonra, ovalar içinde iri bir tırtıl ağırlığıyla sürüklenen ufak bir tren beni aynı günün akşamında, karanlık bir duvar gibi semalara kadar yükselen Keşiş’in eteğindeki yeşil şehre bırakmıştı.
O sırada İstanbul’un okuryazar gençleri arasında “mimari” bir milliyetçilik hüküm sürüyordu. Herkes evvelce işitilmemiş eski bir mimar ismini bulmakla iftihar ediyor; makaleler ihtiyar mermerlerin mana ve asaletinden bahsediyor; şiirler kemer ve sütunların güzelliğini söylüyordu. Edebiyat lisanı duvarcılık ve marangozluk tabirleriyle dolmuştu. Türk medeniyetinin ölçüsü münhasıran “mimari” olmuştu. Mimari münakaşalarıyla yer yer dostluklar kuruluyor, düşmanlıklar vücut buluyordu. Millî şuurun uyandırdığı deruni kuvvetler henüz büyük felaketlerin çekiciyle dövülmemiş, bugünkü olgunluğuna erişmemişti. Bu kuvvetler havai fişenkler şeklinde, hayatın gecesinde, renkli ateşlerden akıcı nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu.
O sırada Bursa’da benim de ne yapacağım tabii belli idi: Abideleri görmek, nakışlar ve çinilere dair tetkiklerde bulunmak, düşünmek, not almak ve nihayet mimarinin “tarih” ve “estetik”ine dair az çok uydurma yeni bir keşifle zengin, gelecek münakaşalar için yerinde toplanmış kuvvetli vesikalarla silahlı olarak İstanbul’a dönmekti, öyle yaptım.
Çekirge’de Hüdavendigâr1 Türbesi’ni ziyaret ettim. Türbedarın bana üç yüz senelik diye gösterdiği bir Kur’an’ın yazı ve tezhibine takdir ve hayretle baktım. Türbenin kutsi ölüsü sultanın ceylan derisinden bir seccade, bir zırhlı gömlek ve bir miğferden ibaret savaş mirasına korkuyla ellerimi dokundurdum. Muradiye’ye gittim, türbenin rengârenk çini bahçesinde, erimiş yakuttan lale ve karanfillerin havasında uzun müddet oturarak düşündüm. Diğer bir gün Yeşil Cami’ye gittim. Duvarları kaplayan yeşil çiniler bu mabedin içine esrarengiz bir denizaltı aydınlığı veriyordu. O aydınlıkta kayyumla karşı karşıya oturarak nakışlar ve oymalar hakkında uzun uzun konuştuk. Kayyum, “Garip şey…” diyordu. “Bir zamandan beri İstanbul’dan gelenler hep bana sorduğunuz sualleri soruyor?” Yabancıların ziyaret ettiği camilerdeki sarıklı hademelerin çoğu gibi bu hoca da zeki, geveze ve safvetsizdi. Bana, caminin Vefik Paşa2 zamanında De Parville isminde bir Fransız mimarın nezareti altında gömülü olduğu topraklardan çıkarılıp tamir ettiği zaman çalınmış olan çinilerinden bahsetti. Ve bu iş hakkında daha fazla tafsilat almak istiyorsam Bursa’da elli altmış seneden beri yerleşen Türk dostu ve Türklere has sanat meraklısı Greguvar Bay ismindeki zatla görüşmemi tavsiye etti. Bu ismi ilk defa işitmiyordum, birçok Fransız yazar ve edibinin Doğu’ya dair yazılarında bu isim, güller ve çiniler arasında yaşamak ve ölmek için Bursa’da inzivayı seçmiş garip bir sanat delisinin adı olarak geçiyordu. Ziyaret için müsaade istemek üzere kendisine yazdığım mektuba aynı gün cevap aldım. Ertesi günü öğleden sonra Sedbaşı’ndaki evinde beni bekleyecekti.
Bay, beni bahçesinde, çınar ve dut ağaçlarının gölgesinde kabul etti. Sigaralar yaktık, kahveler içtik. Biraz sonra gümüş bir tepsi içinde “ahududu” şerbeti getirdiler. Işıkta parıl parıl yanan billur kadehlerdeki buzlu, güzel kokulu al içki ile boğazlarımızı serinlettik ve sırma işlemeli ipek peşkirlerle dudaklarımızı kuruttuk. Biz konuşurken ikide bir, bahçenin bülbül sesleri ve serçe cıvıltılarıyla dolu yeşil derinliklerinden, elinde taze dut dolu bir tabakla başı örtülü bir genç hanım veya kırmızı şalvarlı bir kız çocuğu çıkıyordu. Madam Bay her birine halis Türkçeyle “Güle güle… Ne zaman isterseniz yine gelin… Kendi bahçeniz gibi…” diyordu.
Mösyö Greguvar Bay’a, birçok yazar ve şairlerin kitaplarında tarifini okumuş olduğum, tarih ve edebiyata geçen köşkünü görmek ve kendisini tanımak için geldiğimi söyledim. Zavallı adam memnun oldu. Greguvar Bay’ın “deha”dan mahrum bir nevi Pierre Loti3 olduğunu iki üç söz teatisinden sonra anlamıştım. Yegâne eseri evi idi. Zevkinin merakı tahrik edecek bir çekiciliği olduğunu öğrenmekten derin bir haz alıyordu.
Evvela köşkü gezdirdi. Bu köşkte Muradiye’nin çinilerini taklit suretiyle Kütahya’da yaptırılmış renkli bir duvar parçasından başka dikkate değer bir şey görmedim. Zaten Greguvar Bay köşküne fazla kıymet vermiyordu. Hayatının şaheseri, bahçenin terk edilmiş bir köşesindeki “Gurebâhâne-i Laklakan” (Leylekler Bakımevi) idi. Bu gülünç adın sebebini Greguvar Bay bana sonra anlattı. Köşkten çıktık ve bahçenin her noktasında uzun uzun durup konuşarak dolaştık. Her bir adımda ev sahibi bahçesinin ayrı bir hususiyeti hakkında tafsilat veriyordu:
“Bahçeyi bakımsız buldunuz değil mi; bahçenin bu terk edilmiş ve perişan hâlini kendim istedim. Sarmaşıkların, örümcek ağları şeklinde, biri birine geçip bütün ağaçları kaplaması için senelerce bekledim. Bu ağaçlara insan başları manzarasını vermek, dallara bu azgın gelişmeyi aldırmak, hasılı bahçeye serbest bir orman manzarası verdirmek için bilseniz ne kadar çalıştım. Türk sanatının muhabbeti bana ‘tabiat’ muhabbetini öğretmiştir. Tabiatı kayda tabi görmek bana şimdi eza veriyor. Bir bahçe için bir ormana benzemekten daha fazla bir güzellik tasavvuru kabil midir? Şimdi Le Notre4 usulü Fransız bahçeciliği bana bir çirkinlik ve bir manasızlık gibi görünmektedir.”
Sonra, bana bahçesindeki ağaçların ayrı ayrı seçilmesinin hikmetini anlattı:
“Belki dikkat ettiniz. Etrafınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve ahiret kokusu dağıtabilmesi için bu cins ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada, sanki taşları daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında, kendini beğenmişçe bir hırsla saklanmış rahatsız edici ziyaretçiye saldırmaya hazırlanmış bekliyor. Hristiyan mezarlığının ağır sükûtunda hissedilen âdeta düşmanlıktır. Hâlbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddi endişelerin gerginliğinden kurtulmuş bir gülümseme dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, her ölü o kadar munis ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaşayanların tatması lazım gelen his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezarlık kokusunu neşredecek ağaçlar dikmekle baharını hazanla yumuşatmak ve ona her mevsim için ‘fikir’in acı lezzetini vermek istedim.”
Bahçenin ötesine berisine dağılan, tepesi sivri, altı geniş, kısa çamlardan birinin önünde durup anlattı:
“Bu çamları sebepsiz bahçeme dikmedim. Türkçe ismini maalesef bilmediğim bu ağacı dönen Mevlevi’ye benzettiğim için severim. Bakınız bu çam, dönüş havasında açılmış bir Mevlevi tennuresini andırmıyor mu? Bu çamlara baktıkça sanıyorum ki bahçem büyük bir semahanedir ve içinde nebati Mevleviler yer yer, kendinden geçmiş, bülbüllerin ahengiyle dönüyor.”
O sırada yan yana birkaç odadan ibaret, harap ufak bir binanın önüne gelmiştik. Mösyö Greguvar Bay, “İşte Gurebâhâne-i Laklakan!” dedi. “Biliniz ki bahçemin bu köşesi hakikat hâlini almış kendi hayalimdir. Bu harap üç oda ile onları çeviren bu bahçe köşesinde ömrümün bu son günleri sükûn ve tahayyül içinde geçiyor. Fırsat buldukça buraya sığınırım. Zevcem bile bana burada refakat etmez. Bu inziva yerinde arkadaşlarım yalnız sakat ve ihtiyar bir iki leylektir. Bilmem Bursa’yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar çarşısının ortasında bir meydan var. Bu meydan sakat bazı hayvanların darülacezesidir. Kanadı veya bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör veya sağır baykuşlar burada halkın sadakasıyla geçindirilir. Haffaf esnafın aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar âciz bir ihtiyar, sadaka parasıyla her gün işkembe alır, temizler, parçalar ve insan merhametine sığınan bu zavallı kuşlara dağıtır. Haffaflar çarşısındaki leyleklerin bir iki tanesini buraya aldım, ben de bu ihtiyar kuşlardan farklı mıyım? Bu köşe onlar ve benim için bir gurebâhânedir. Son günlerimizi burada birlikte yaşayıp bitireceğiz. Onun için pavyona ‘Gurebâhâne-i Laklakan’ ismini verdim.”
Gerçekten kanatları kırık bir leylek, beyaz elbiseler giyinmiş bir hasta gibi uzakta, ağaçların arasında melül melül dolaşıyor ve ikide bir, dallar ve yapraklar arasında görünen mavi ve serbest sema parçalarına kırmızı yuvarlak gözleriyle durup bakıyordu.
Pavyonun üç basamaklı tahta merdiveninden çıkarak birinci odaya girdik. Girdiğimiz oda “Sadi”5 odası idi. İçindekiler itibarıyla Türklere has eşya satan antikacı mağazalarından hiç farklı olmayan bu küçük odanın dört duvarı, yerden tavana kadar çinilerle kaplı idi. Sadi’nin bir İngiliz tarafından Hindistan’da elde edilen meçhul bir şiiri, çini üzerine, gayet güzel bir talik ile yazılmış, kapıya karşı gelen duvarı boydan boya kaplıyordu. Çininin diğer nakışları girift güller, yapraklar ve bülbüller idi. Bu oda âdeta cansız ufak bir gülistandı. Ona kokularını, seslerini, gölgelerini dışarıdaki bahçe gönderiyordu.
Greguvar Bay hararetle anlatıyordu:
“Bu çinileri en meşhur çinilerden kopye ettirdim. Sadi’nin bu şiirini hattat Hafız …’a6 yazdırdım. Bu adam Türk hat ve tezhibinin Bursa’da son üstadıdır. Çarşıda küçük bir dükkânda, son şaheserlerini, artık güzelliği anlamayan bir neslin kayıtsızlığı içinde meydana getiriyor. Bu adam ihtiyardır ve açtır. Nerede ise ölecek, gidiniz, tanıyınız ve teselli ediniz.”
Geçtiğimiz ikinci oda “Gül ve Bülbül” odası idi Bu odanın duvarları da birincisi gibi çini kaplıydı Greguvar Bay odaya neden “Gül ve Bülbül” ismini verdiğini anlattı:
“On on beş sene evvel beni ziyarete gelen bir Avrupalı ile Doğu dillerinin zenginliği hakkında bir münakaşamız olmuştu. Bu adama demiştim ki yalnız ‘gül’ kelimesinin iştikak ve birleşmesinden yüzlerce sıfat, yüzlerce isim vardır. İddiamı ispat için bu odanın duvarlarına ‘gül’ kelimesiyle terkip edilen bütün kadın isimlerini yazdırdım: Gülizar, Gülbu, Gülruh ilh…”
Bu isimler nefis bir sülüsle, ufak renkli daireler içine yazılmış ve çininin çeşitli nakışları içine dağıtılmış idi. “Gül ve Bülbül” odası da “Sadi” odası gibi eski Türk sanatkârlarının el işleriyle, mercan ve fil dişi saplı bağa kaşıklar, oklar, leğen ve ibrikler, gümüş aynalar, mangallar, nargileler, halı parçaları, çevreler, kitap ciltleri ve buna benzer eşya ile dolu idi.
Greguvar Bay her parçayı itina ile eline alıyor, aydınlığa tutuyor ve her noktası hakkında estetik ve tarihî birçok tafsilat veriyordu. Her odanın ziyareti bir saat sürmüştü. Üçüncü ve sonuncu odaya geçtik. Bu oda “Vefik Paşa” odası idi.
“Merhum Vefik Paşa dostumdu. Bursa’yı hatıralarıyla doldurmuştur. Onun için Türk sanatını ve Bursa’yı sevenler için bu vezirin hatırası azizdir. Güneşe kavuşturduğu Yeşil Cami onun bu şehre bir hediyesidir. Tamirden evvel Yeşil Cami bir harabe, bir süprüntülük idi. İçerisi toprakla, molozla dolu ve kubbesi birçok yerlerinden çatlamış, yıkılmak üzere idi. Tamiri bir müşkül mesele idi. Vefik Paşa bu iş için Fransa’dan meşhur mimar De Parville’i Bursa’ya çağırdı. De Parville, caminin içini temizletmekle işe başladı. Caminin yeşil çini hazinesi işte bu ameliyeden sonra hayran gözlerimize kendisini gösterdi. Sonra kubbesi demir çemberlerle tutturulup çatlaklara çimento dökülerek kubbe sağlamlaştırıldı. Pek eski bir abide olan Yeşil Cami’nin bu yenilik hâli işte bu tamirden ileri geliyor. De Parville, Yeşil Cami’nin tamiri dolayısıyla tetkik ettiği Türk mimarisi hakkında kıymetli bir eser yazmıştır. Bu eserin nüshaları pek nadirdir. Bana hediye ettiği nüshayı köşkte, eski bir Türk cildi içinde saklıyorum. Zannederim ki İstanbul’da Arkeoloji Müzesi kütüphanesinde bu kitabın bir nüshası daha var. Bu odanın tavanını eski bir Türk konağının harabesinden satın aldım ve dağıtmadan olduğu gibi yerinden söküp buraya taşımak, buradaki yerine yerleştirmek için bilseniz ne zahmetlere katlandım ne fedakârlıklara razı oldum, bakınız… Aradan geçen bunca asırlara rağmen hâlâ renkleri, altınları ve oymaları bozulmayan bu tavan tek başına bir medeniyet ispatı değil mi?”
Bütün bu eşya ve mimari etrafındaki gezintiden ve duruşlardan Vefik Paşa odasına gelince ziyaretçinin nasıl yorulacağını tahmin etmiş gibi, Greguvar Bay, bahçeye ve uzakta Nilüfer Ovası’na bakan Türk işi demir parmaklıklı pencerelerin önüne yumuşak ve derin sedirler koydurmuştu. Kendimi bu sedirlerden birine atarak bir müddet dışarıdan gelen yaprak hışırtılarını ve dereden akan su şarıltısını gözümü kapayarak dinledim. Greguvar Bay’ın Türk sanatını sevişi ve anlayışı birçok yabancılarınki gibi hoşuma gitmemişti. Fikrimi açıkça söyledim:
“Mösyö Bay, bilmiyorum niçin, siz yabancıların Türk ve umumiyetle Doğu sanatını takdir edişinizde izzetinefsi yaralayan bir şey var. Görmekten geldiğimiz ‘Gül ve Bülbül’ odasında iken bana eski bir leğen kapağını göstermiştiniz ve bakır levha üzerinde ufak deliklerden yapılmış nakışlara karşı, ifratı bile aşan bir hayretle, şaşmış görünmüştünüz; fazla beğenmiş olmaktan ziyade fazla şaşmış… Eserlerimize karşı hayretiniz -bize öyle geliyor ki- zekâlarımızı hakir görmenizden ileri geliyor. Biz hayret verici değil fakat hayrete değer derecede güzel şeyler yaptık. Üç dört bin sene evvel ehram yapılmış, Lüksor Tapınağı’nın sütunları dikilmiş ve bütün bunlar, bizim gibi iki kollu, iki bacaklı fakat tecrübe ve ilimce bizden sonsuz derecede aşağı olması lazım gelen insanlar tarafından yapılmış iken bugün veyahut üç yüz sene evvel, bakır bir levhayı süslü bir dantela hâline koymuş olmakla bir insan için acaba hayrete değer ne olabilir? Mucizeler vasıtaların iptidai olduğu devirlerde olurdu. Bugün ise insan için uçmak bile mucize değil! Şu kadar bin kiloluk bir ağırlığı, eskiden kervanların on günde katedemediği mesafelere, bir saniyede fırlatmakta bile artık bir fevkaladelik yok! Belki kunduzun dişleriyle ağaç rendelemesi hayret vericidir fakat insanların bir bakır levhayı oyması hiç öyle değil!”
Muhatabım biraz düşündükten sonra, samimiyetinden şüphelendiğim tatlı bir eda ile itirazlarıma cevap verdi:
“Hayret etmemek için sebep olarak saydıklarınız bizi aksine hayret etmeye sevk ediyor. Zamanımızda her işini makineye bırakan insan eli, artık kendi ustalığıyla güzelliği yaratmakta aciz gösteriyor, insan eseri olan makine, insan elini adileştirmiştir. Eski ellerin güzel eserlerini gördükçe bugünkü soysuzlaşmış insan elinin vaktiyle nelere kadir olmuş olduğunu düşünüp şaşmamak mümkün değildir. Eski Mısır, Babil, Keldan, Yunan ve Fenike eserleri, eski Arap ve İran eserleri bizi bugün hep bu düşünceyle hayret ettiriyor. Hayretimiz bugünkü insan elinin aczinden ileri gelir. Bunun içindir ki dev gibi makinelerle kolayca açıldığını bildiğimiz Panama Kanalı’na karşı hiçbir alaka duymayan hayalimiz iki yüz sene evvel, Bursa’da, Konya’da, İzmir’de bir genç kız elinin işlediği ipek çevrenin iptidai sırma nakışları önünde zevkle heyecan ve hayrete düşüyor.”
Bu bahis üzerinde bir iki fikir daha teati ettikten sonra Vefik Paşa odasından çıktık. Artık akşam olmuştu. Dışarıda, bahçeye bakan, üstü örtülü bir taraçada küçük bir iskemle üzerinde, eski zaman işi büyük bir sini duruyordu. Sininin üstünde, çepçevre tahta kaşıklar ve yerde sini etrafında birer küçük minder dizilmişti. Yapraklar içinde kaybolan mermer bir levha üzerinde, Pierre Loti’nin bu sofrada Yeşil Cami imamlarıyla iftar ettiği akşamın tarihi kazılmıştı. Madam Bay bize çayı “Gurebâhâne-i Laklakan” civarında, her tarafı gül yaprakları içinde kalan bir kameriye altında hazırlatmıştı. Eski saz sandalyelere uzandık, nefis bir Çin çayından yudumlar içerek etrafta koyulaşan akşam lacivertliğine ve bir köşesinde ince bir hilalin belirdiği yeşil semaya daldık ve sustuk. Uzaktan su ve ezan sesleri geliyor, hava akşam dumanlarının ailevi kokularıyla doluyordu. Yarasalar bize dokunacak kadar yakın geçiyordu. Uhrevi ve sert kokularını daha kuvvetle yaymaya başlayan bahçenin her tarafında şimdi yeşil Mevleviler daha vecdle, daha rahatla dönüyordu…
Bursa’dan ayrıldıktan sonra Greguvar Bay’dan bir daha bahsedildiğini işitmedim. Bursa’da öldüğünü pek çok sonra öğrendim.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.