Kitabı oku: «Cellat»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Ön Söz Olarak Uyarı
“Cellat” başlığıyla okurlarımıza sunmakta olduğumuz şu roman, Avrupa eserlerinden çevrilmiş değildir. Âciz yazarın kendi hayal ürününden ibaret olup fakat tarihe, Avrupa ahlak ve âdetlerine dayandırılan yerleri olabildiğince, tamamen doğru ve aslına uygundur. Bundan sekiz on sene önce Alexander Duma’nın “Monte Cristo” başlıklı eserine karşılık olmak üzere “Hasan Mellah” (Denizci Hasan) başlıklı romanı yazmaya bu âcizi götüren, anlamca ve şekilce benzerini meydana getirme şevk ve yarışı; medeniyet ve bilimde ilerleyiş arayışının rekabet gayretidir ki şu romanı da kaleme almaya teşvik etmiştir. Başarımın derecesini hikâyemin okunmasının tamamlanmasında okuyucularım belirler ve karar verirler.
İki Genç
I
1815 miladi senesini oluşturan üç yüz altmış günün üçte biri kadarı, ünlü Büyük Napolyon’un dünyayı sarsan tarihine son söz yollu bir bölüm oluşturmuştur.
Bu sürece son söz dememiş olsak daha doğru olur. Çünkü Napolyon Bonapart tarihinin asıl son sözünün, 1814 yılında Fonten Belv yazlık beldesinin süslü salonlarında büyük bir cesaretle kaleme almış olduğu istifa mektubu olduğu söylenebilir.
Kendi kararıyla Elbe Adası’na çekilerek birkaç ay süresince dinlendikten sonra, akıllara hayret verecek ustalıkta bir organizasyonla tekrar Fransa’ya girip krallık idare yapısını yıkıp, kendi imparatorluk idare yapısını yeniden canlandırması ve bu durumda ise yalnız yüz gün kadar Avrupa’yı sarsıp titrettikten sonra, büyük okyanusun dalgaları arasında boğulacak ve mahvolacak sanılan Saint Elen adlı bir küçük adacıkta altı sene boyunca esirliğinin ve kahramanca hapisliğinin ardından dünya işlerinden el çekmek için, meşhur Vaterlo Savaşı’nda, o memleketleri fetheden kılıcını İngilizlere teslim edişi Napolyon tarihinin son sözü olarak değil de, belki de o tarihin son eki olarak görülse daha doğru olur.
Napolyon dediğimiz adam orta boylu, tıknazca, eli ayağı küçük, gayet sevimli bir yüz ile herkesin kalbini çelebilecek bir kişiydi ki, şu hâl ve niteliklerine bakılacak olursa kendisini bir savaş ustası olarak görmekten çok, bir salon kahramanı, bir kadınlar afeti olarak adlandırmak daha uygun olurdu. Ancak ünlü şair Victor Hugo’nun dediği gibi, koca Şarlman’ın ölümü zamanında kınına konularak duvara asılmış bulunan ve sahibini her zaman zaferlere ulaştıran kılıcı bin sene kadar asılı kaldığı hâlde, onu tekrar ve hakkıyla çekmeye yetenek ve kapasitesi olabilecek kol gücü hiçbir kralda görülememişken, Napolyon’un minimini elinde var olan askerî becerisinin gücü, o kahramanlık kılıcını çekmeye yetmiştir.
Zaten Büyük Şarlman’ın kurduğu Batı İmparatorluğu tacını da, bu kişiden Napolyon’a gelinceye kadar hakkıyla taşımış hiçbir imparator da gelmedi ya! Avrupa ana karasının en gelişmiş ve kalabalık batı yarısına Şarlman’dan sonra sadece Napolyon, şiddet ve zor kullanarak kılıcına boyun eğdirmiştir. Roma’da batının imparatoru olan San Perdazi’nin kıdem tacını başına geçirdiği zaman, tacın sanki o baş için yapılmışçasına yakışması da garip rastlantılardan biri olarak adlandırılmıştır.
Napolyon, örneğin Atilla gibi, sadece dünyayı altüst etmeye gücü yeten bir savaşçı olmasından ibaret değildi. Gerçekten Şarlman’ın ardılı olmaya yaraşır nitelikte kişilerden olarak, Şarlman gibi hem savaşçı, hem kanun yapıcı hem de ilerici bir adamdı.
Şarlman ile Napolyon arasında bir fark varsa o da Şarlman’ın, kurduğu saltanat yapısını zaten elde var olanlardan oluşturmasına karşın; Napolyon’un, bunca yıllık birkaç kraliyet yapısını yıkarak yerine kurduğu imparatorluk idare yapısı için, elde var olan yıkıntılardan hemen hiçbirisini kullanmamış olmasından ibarettir.
Napolyon yapılandırmakta olduğu yeni hükûmetini bu şekilde kurmak için o zamana kadar Avrupa’nın ve özellikle de Fransa’nın en büyük hanedanlarını en aşağı seviyelere indirdiği gibi, o zamana değin yüksek seviyedeki mertebelerden hiçbirine ulaşamamış bulunan aşağı tabakadan kişileri de en yüksek mertebelere kadar çıkarmıştı.
Dük, kont, baron ve diğer rütbelerden ne kadar çok kibar; çiftçilik, ticaret ve sanayi ile geçinmeye mecbur oldular! Esnaftan, adi sanatkârlardan hatta işsizlerden ne kadar adamlar prens, dük, kont, baron gibi yüksek rütbelere sahip oldular.
“Her er, çantasında bir mareşal bastonu taşıyor.” derdi ki, bu sözle erat için mareşalliğe kadar yolun açık olduğunu anlatırdı. Napolyon, bu düzen değiştirme hizmetini, kralları yerlerinden edip yeni krallar atamaya kadar vardırmıştır.
Anlatacaklarımızın daha girişinde sözü buralara getirmiş olmamıza bakarak, bir Napolyon Bonapart tarihi yazacağımız sanılmasın. Zaten hikâyemizin başlığı olan Cellat kelimesiyle bu tarihî bilgiler arasında hiçbir ilişki de yoktur. Sadece anlatacaklarımızın önemli bir kısmının Napolyon’un dünya tarihinde kapladığı sürece son ek olan yüz günlük imparatorluk dönemine rastlıyor olması sebebiyle, bu dönemin önemli olaylarını okurlarımızın gözlerinde güzelce şekillendirmeye çalışıyoruz.
Bir kere göz önüne getirilmeli ki Fransa’daki büyük ayaklanma, binlerce seneden beri var olan bir idare şeklini paldır küldür yıkarak, yerine cumhuriyetin birkaç türlüsünü koymak için dereler gibi kanlar dökmüş, nice hanedanlık ve hanlıklar yıkmış olduktan sonra, Napolyon, cumhuriyet idaresini imparatorluk yönetimine çevirmek için yükseliş ve atılımcılığını daha ileriye götürmüştü. 1814 – 1815 senelerine rast gelen birkaç aydaysa, Napolyon’u Fonten Belv’de istifasını yazmak zorunda bırakan askerî ve siyasi şartlar imparatorluk idaresini nasıl altüst etmişse, ondan da birkaç ay sonra Elbe Adası’ndan ayaklanan Napolyon da bu sefer yeni kraliyet hükûmetini öyle altüst etmişti. Ortalık öyle bir duruma gelmişti ki, Paris halkı ve Fransa’nın büyük şehirlerinde yaşayanlar, acaba Napolyon, hakkı olan hükümdarlığı ele geçirerek krallık yönetimini kaldıracak mıdır; yoksa Napolyon’un bir el hareketiyle tuz gibi dağılan kraliyet, yine Avrupa’nın sahip çıkmasıyla canlanacak mıdır ve Napolyon’un son nefesini vermiş olduğu zannedilmesine rağmen, sonradan birkaç nefes alıp vermekten ibaret bir hayat belirtisi daha gösterebilmiş olan imparatorluğu bütün bütün tarihe mi karışacaktır, işin buralarını asla kestiremiyordu. Herkesi bir hayret kaplamıştı.
Tarihin hoş olaylarından olmak üzere anlatırlar ki, o zamanlar bir meyhanede bazı sarhoşlar kafaları kurarak politika hevesleri de coşuverince, içlerinden birisi İmparator Napolyon’un şan ve şevketi adına kadeh tokuşturmayı önerir. Diğerleri derler ki:
“Güzel ama kraliyet hazretleri ne oldu? Daha imparatorluk hükûmetinin idaresine girdik mi ya?!”
Sarhoşlar önlem olsun diye, kimisi imparatoru, kimisi de kralı anarak “Yaşasın!” diye nara atmaya başlar. Çünkü onların asıl zevki “Yaşasın!” naralarından başka bir şey olmayıp, yaşasın da kim yaşarsa yaşasın türündendi.
Derken polis gelip kanun adına bunlara susmalarını emreder. Sarhoşlar, her durumda bir tarafı yaşatmanın zorunlu olduğundan bahsederek bu konuda polisin fikrini sorunca polis de bugünkü kraliyet hükûmetine mi, yoksa imparatorluğa mı bağlı olduklarına karar veremez.
Bunun üzerine sarhoşun biri der ki:
“Bunun en doğrusu, ‘Yaşasın cumhuriyet!’ diye bağırmaktır.”
Böylece öyle bağırırlar. Ancak, günün şartlarının, bu sarhoşlardan ve yanlarındaki polis memurlarından biraz daha fazlaca farkında olan orada bulunanlar, şu bağırışın en tehlikeli bir bağırış olduğunu bilerek, kuruların yanı sıra yaşların da yanmaması için, hepsi birden meyhaneyi bırakarak kaçmaya mecbur olurlar.
Gerçekte bu kargaşa sadece şu meyhaneye özel olmayıp Paris’in en büyük toplanma yerlerinde de bu kararsızlık, bu dereceye kadar hüküm sürmekteydi. Kral taraftarları kendilerinin hüküm sürdüğü zamanların geçmiş olduğunu görüyorlarsa da, uzak bir ihtimal de olsa ümitle hemen saatten saate yeni bir şeyin ortaya çıkarak Napolyon’u kaçırmasını beklemekteydiler. İmparator taraftarları artık talihin, yüzünü kendilerine çevirmiş olduğuna şüphe etmiyorlardı. Ancak diğer taraftan da, mucize gibi bir gücün ortaya çıkmasıyla canlarını sığınaklarına atmak tehlikesini de hiç uzak görmüyorlardı. Halktan olan ve iki yönetim arasında kalan kimi fırsatçılar ise “Şu aralık Paris’i bir daha yağma etmek neden mümkün olmasın?!” diye düşünerek bu tür uğraşlarda bulunmakta hiçbir ciddi engel görmüyorlardı.
Gerek kraliyet hükûmeti taraftarlarının ve gerek Napolyon destekçilerinin böyle ümitsizlikle ümit arasında ve her durumda şiddetli bir titreme ve müthiş bir heyecan içinde bulunmaları yersiz de değildi. Çünkü Napolyon’un akıllara durgunluk verecek kadar gizli bir organizasyon ve çabuklukla Paris’e gelip kralı kaçırdığı büyük devletlerin kulağına ulaştığında, var olan tüm medeniyetler için bir bela, bir yıkım olarak görülen bu afacanı mutlaka ortadan kaldırmak için İngiltere ve ona bağlı olan diğer devletler savaş hazırlıklarına kalkışmışlardı.
Ya Napolyon bunların hazırlıklarına suskunluk ve hiçbir şey yapmayarak mı karşılık verecek!? Napolyon’daki yürekliliği ve olağanüstü cesareti anlayabilmek için şu tarihî olaya dikkat buyurmalıdır:
Devlet adamlarından ve askerlerden oluşturduğu bir mecliste Avrupa devletlerinden hangilerinin Fransa’ya savaş açabileceğinin ve hangilerinin Fransa ile dayanışma içinde bulunacağının ve hangi devletlerin tarafsız kalacaklarının mümkün olduğuna dair görüşmeler yapılmaktaydı. Herkesin kendi tahminini ortaya koyması; fakat bu tahminlerden düşman dost ve tarafsız devletlerin hangileri olacağı anlaşılamayınca, Napolyon orta yerdeki masa üzerinde bulunan Avrupa haritasını alıp kurşun kalemle Fransa sınırlarını çizdikten sonra demiş ki:
“İşte şu sınırların dışında kalanların hepsini Fransa’ya düşman sayarak, öyle düşünelim. Onlar bize savaş ilan etmekten çekiniyorlarsa, bizim bütün Avrupa’ya savaş ilan etmemiz için ne engel vardır!”
Bundan dolayı Napolyon’un Paris’e girişini henüz büyük devletler haber almadan, Akdeniz sahilinden Paris’e kadar geçtiği yolların iki tarafında bulunan kasabalar ve onlardan yayılarak beylikler ve daha da yayılmasıyla şehirler haber aldılar. Paris’e girişinin dördüncü günü de Fransa’nın bütün köylerinde trompetler çalınarak imparatorun geri döndüğü bildirilerek bütün Avrupa’ya karşı savaşa hazır olmak için askerlik yaşında olanların ve daha önceden terhis olmuş askerlerin yoklama yaptırmaları hakkındaki emirler çığırtkanlarca ilan edilmiş ve halk bölük bölük belediye daire merkezlerinde toplanmaya başlamıştı.
O zamanın gazetelerinde askerî hikâyelerden olmak üzere yazılmıştır ki:
“Eski askerlerden bir ayağı kesik olan bir çavuş tek ayakla piyade askeri olamazsa da tek bacakla ata binmenin kendisi için mümkün olduğunu söyleyerek atlı asker takımına kaydolunması hakkında Napolyon’a dilekçe vermiş, demiş ki: ‘Öteki bacağımı da düşman güllesine hedef etmek arzusundayım.’ ”
Yüz gün boyunca hüküm süren hükûmet sırasında Fransa’nın nasıl bir karmaşa içinde kaldığını buraya kadar vermiş olduğumuz bilgi, okurlarımızın gözünde canlandırmaları için yeterli görülsün. Hatta yüz gün sonra Vaterlo çarpışmasında o savaş ustasını, ülkeleri, altında dize getirmiş olduğu kılıcını teslim etmek zorunda bırakan gücü sağlamak konusunda büyük devletlerin ve özellikle de İngiltere’nin nasıl acil bir hazırlığa mecbur olduğunu düşünürsek, Avrupa genelinin de Napolyon’un geri dönüşünden dolayı ne derecede bir karmaşaya, bir telaşa düşmüş olduğunu anlayabiliriz.
Ancak bu arada işin şu yönünü de kaydetmeliyiz ki, Paris’e geri döndüğünde Napolyon da asker toplamaktan, taraftarlarını artırmaktan ve kendi hakkında halkın dostluk ve desteğini perçinlemekten başka hiçbir amaç bulunmuyordu. Öyleyken, bu amacın gerçekleştirilmesinde yapılan gizli kapaklı ve hoş olmayan davranışlar sayesinde kimi ahlaksızlıklar o kadar almış yürümüştü ki namus ve ahlak sahibi bir adamın şu karmaşa ve alçaklıkları asla beğenmeyeceği ortadaydı.
Bu durum, Napolyon’un önüne getirildiğinde demiş ki:
“Kuru şamatalara kulak vermeyiniz. Sarhoşluk ve ahlaksızlık sebebiyle polisin eline geçenleri hemen askere tıkınız, memleketi bu türden ahlaksızların vücudundan temizlemenin en kestirme yolu budur.”
1792 yılından beri gerek iç gerek dış savaşların barut dumanı hemen hiçbir gün göklerinin ufkundan sıyrılıp kalkamamış olan bir memlekette, bir senelik süre içinde bir imparatorluğun krallığa ve krallığın yine imparatorluğa ve o imparatorluğun Vaterlo Savaşı’nın ardından yine krallığa dönüşmüş ve başkalaşmış olmasını göz önünde bütünüyle canlandırmalıdır ki, 1814 senesinin ikinci yarısıyla 1815 senesinin ilk yarısından ibaret olan zamanın, Fransa’da ve onun merkezi bulunan Paris ’te nasıl dehşetli bir kargaşa ile geçmiş olduğu gözlerde güzelce canlandırılabilsin.
Üst ve alt tabakadan hiçbirisinin ne içinde bulundukları hâllerinden ne de geleceklerinden asla emin olamadıkları bu durumda, hiçbir kimsede de korku ve çekince kalmamıştı. Siyasi gruplardan her biri, “Bugün yensek de, yarın yenilen olma ihtimali uzak değildir.” endişesinde bulunmakla beraber bu gruplardan her biri “Yarın yenilen olursak, öbür gün yine yenen oluruz.” cesaretine de sahiptiler.
Böyle karışık bir zamanda Paris gibi zaten garip olayların ve acayip durumların merkezi olan bir memlekette her biri bir roman denilebilecek ne kadar olayın olacağı da akla gelir ya!
İşte bizim “Cellat” başlığıyla başladığımız roman da bu önemli zamanın olup biten karışık ve garip olaylarından biridir. Başlangıcı 1814 yılından önce olduğu gibi, bitişi de 1815 yılından sonraysa da en önemli olayların yaşandığı zaman, yine bu iki tarih arasındaki zamana denk gelir.
II
1814 miladi yılının sonlarında, yani yukarıdaki bölümde tarif ettiğimiz zamanlarda Napolyon’un Fonten Belv sarayında istifasını yazarak Elbe Adası’na çekilmiş olduğu sıralarda, Paris’te Eyena Köprüsü üzerinden iki kadın geçmekteydiler.
Bu kadınlardan birisi uzun boylu, ince yapılı bir şey olup, yüzünü sıkıca ve siyah bir peçeyle örtmüş olmasına rağmen kaşlarının, gözlerinin, ağzının, burnunun, çenesinin oluşturduğu bütünlüklerinden görüntü olarak güzellik sahibi olduğu fakat saçlarındaki beyaz tellerin siyahlara üstün gelişinden ve göz, kaş uçlarının kırışıklıklarından da yaşının elliye yaklaşmış olduğu anlaşılırdı. Hele yerden iki parmak kadar yüksek bulunan elbisesinden attığı her adımda dışarıya çıkan ayakları ve siyah eldiven içinde sımsıkı olan elleri o kadar küçük ve zariftiler ki, el ve ayak güzelliklerince hemcinslerine örnek olma derecesinde olan kadınların tümü bunlara imrenerek baksalar, bu davranışlarından dolayı hoşgörülürlerdi.
İki kadından birisi hakkında verdiğimiz şu tarif ve genellemeyi aynıyla ve tamamıyla diğer kadın için de söyleyebilmek için saçlardaki beyazlar ve gözlerdeki kırışıklıklar engel sayılabilir. Eğer aralarındaki yirmi beş otuz seneden oluşan fark olmasaydı, bu kadınlar ikiz doğmuş diye düşünecek kadar aralarında bir benzerlik bulabilirdik.
İkincisi, birincisinden rahat rahat yirmi beş yaş kadar daha genç olmasına rağmen bu kadınların ikisi de aynı tipte elbise giymişlerdi. Ama öyle genç ve taze kadınlarla aynı tipte elbise giydiğinden dolayı ak saçlı kadını yermekte acele etmeyiniz. Belki elli yaşındaki kadınlar gibi giyindiği için genç kadın hakkında şaşkınlığa düşmeniz daha yerinde olur.
İki kadının ikisi de tepeden tırnağa kadar siyahlar giyinmişlerdi. Ama gerçekten tepeden tırnağa kadar! Şapkalar siyah, bunların üzerindeki dantelalar, boncuklar, çiçekler siyah; peçeler siyah, elbiseler siyah, eldivenler, yelpazeler, şemsiye, potinler siyah, hepsi siyah!
Demek ki yas ve matem kıyafetindeydiler.
Pek iyi bilemezsek de hemen, onun gibi bir şeydir diyebiliriz.
Bunlar Sen Nehri’nin sağ kıyısından sol kıyısına doğru geçerlerken karşı taraftan gayet şık giyinmiş bir delikanlı, bu iki kadına bakarak kim olduklarını tanıdıktan sonra kendinden emin bir tavır ve memnuniyetle yanlarına sokuldu.
Bu delikanlı uzun boylu, oldukça zayıf, kırmızı saçlı, kırmızı bıyıklı ve kırmızıya çalan sarı gözlü, sivri çene ve sivri burunlu, büyük ağızlı, epeyce çirkin bir adamdı. Fakat o kadar güzel giyinmiş ve süslenmişti ki bütün dünya yüzündeki kadınların bu şıklığa vurulmayacaklarını bilse, düpedüz üzüleceği kibirli tavrından anlaşılabilirdi.
Delikanlı, iki kadına dört adım kadar yaklaştığında şapkasını çıkararak son derece saygı ve nezaketle ikisini de selamladı. Yaşlıca kadın hafifçe bir baş eğişiyle selamı aldıysa da, genç kadın asla karşılık verme eseri göstermeyerek dimdik duruşunu bozmadı.
Kadının bu tavrından elbette alınarak kırılmış bulunan delikanlı, kır saçlı kadından bakışlarını çevirerek genç kadının yanına sokulup ve bir kez daha selamlayarak dedi ki:
“Stefani! Nazınız, inadınız daha ne zamana kadar devam edecek?”
Genç kadın hiçbir cevap vermeyip, onun yerine yaşlı kadın kim bilir hangi sebepten dolayı, korkusundan titreyerek dedi ki:
“Leon! Rica ederim gelenlere geçenlere karşı bizi rahatsız etmeyiniz! Bizi herkesin meraklı bakışlarına hedef yapmayınız!”
“Sizinle hiçbir alıp veremediğim yoktur Madam Tonak. Fakat kızınızla görülecek ve halledilecek hesabım vardır. Ben de saygın bir ailenin çocuğuyum. Hakkımda gösterilen bunca hakareti neden hak etmiş olayım?”
“Kızım sizi hiçbir zaman aşağılamamıştır. Özellikle de şu günler bizim uğursuz günlerimizden olduğundan…”
“Kocanız Pol Tonak için günlerden hiçbirisi uğursuz günlerden değildir. Biz çok iflaslar görmüşüzdür ki, halkın hakkı olan milyonlara sahip olmak için özellikle ayarlanmışlardır.”
“Aa! Mösyö Löpen! Sizden bu sözü de mi işitecektik?”
Bu kez genç kız da söz söylemeye cesaret buldu. Dedi ki:
“Anacığım! Sen bu türden sözleri daha ilk defa işitiyorsun da şaşakalıyorsun.”
Leon dedikleri delikanlı hâl ve tavrıyla kızın sözünü engellemeye çalışarak dedi ki:
“Annenize masal okuyacak bir yerde değiliz, Matmazel! Demin sorduğum soruya cevap verecek misiniz!? Aşağılamalarınızın sonu ne zaman gelecek?”
Leon bu sözleri söylerken isminin Stefani olduğunu yine kendisinden işittiğimiz kızın ta burnuna kadar sokulmuştu. Aynı şekilde isminin Madam Tonak olduğunu kendisinden öğrendiğimiz yaşlı kadın, böyle bir aksi tesadüften fazlasıyla sıkılarak büyük bir heyecanla etrafına bakmaya ve kurtuluş yeri arıyormuş gibi tavırlar göstermeye başladı.
Eyvah ki bulundukları yer bir köprü üstüydü. Yolun ilerisini de Leon kesmiş olduğundan geriye dönmekten başka çıkar yol yoktu.
Stefani, Leon’un ikinci sorusuna da cevap vermedi. Madam Tonak, kızının kolundan tutup geriye çektiğinden ikisi de geldikleri yere doğru beraberce hareket ettiler. Fakat Leon birkaç iri ve hızlı adımla bu taraftan da yollarını kesti ve kadınları tekrar sıkıştırmaya başladı.
Bu dakikadaydı ki orta boylu, tıknazca vücutlu, esmer yüzlü, oldukça kara kaşlı, kara gözlü ve ince, kara bıyıklı diğer bir delikanlı daha ortaya çıkıverdi. Bu delikanlı yirmi beş yirmi altı yaşlarında olduğu tahmin olunabilir ve hele ilk bakışta yüzünün pek sevimli bir yüz olduğu gözlerin dikkatinden gizli kalamazdı. Elbisesi oldukça sade; fakat pek yakışıklı olup, başında ise sadece bir siyah kurdele ile süslenmiş sıradan bir hasır şapka vardı.
Esmer delikanlı kendine özgü bir yiğitlikle gelip elini Leon’un omzuna koyarak korkusuz ve hiçbir şeyden çekincesi olmayan bir adam tavrıyla sordu:
“Efendi! Affedersiniz ama bu kadınları rahatsız etmek hakkına hangi sebeple sahipsiniz?”
Delikanlının bu atılışından Leon hem şaşkınlığa düştü hem de sinirlendi. Sordu:
“Efendi, siz kim oluyorsunuz?”
“İsmim Andre Gocafo’dur. Kalemimle yaşar; fakat korunmaya muhtaç olan mazlumları gördüğüm zaman kalemden iyi kılıç kullanır bir adamım.”
Leon, büyük bir şaşkınlıkla Madam Tonak’ın yüzüne baktı. Madam Tonak olanca korkulu tedirginliğiyle dedi ki:
“Bu isim bizce hiçbir şekilde bilinmemektedir.”
Leon, kadınları bırakıp isminin Andre Gocafo olduğunu kendi ifadesinden anladığımız esmer delikanlının yanına sokulup dedi ki:
“Saldırıda beni haksız görüyorsanız, savunmakta size hak veren nedir?”
“İnsafım!”
“Vay! Herkes insafına, arzusuna, keyfine göre mi hareket edecek?”
“İşte öyle hareket edemeyeceği için sizi bu davranışınızdan alıkoymak istiyorum ya! Ben gevezeliği sevmem Mösyö! Lafın azlığından, yapılacakların çokluğundan ve özellikle de çabukluğundan hoşlanırım. Âciz ve zayıf kadınları bırakınız da sohbetimizi ikimiz beraber edelim.” diyerek zaten bir dakikadan beri çıkartmakta olduğu eldivenini Leon’un suratına fırlattı.
Leon’un gerçi rengi sapsarı kesildiyse de, kızıl gözlerini kan bürüyerek, gözleri bir kat daha kızardı. Elindeki kalınca bastonun kabzasına sağ elini koyarak içindeki şişi çekerken dedi ki:
“Dört şahit önünde yapılacak düellolar öyle her edepsiz parazite layık görülecek bir şeref değildir. Seni şurada, dünyanın gözü önünde gebertmeliyim ki, başka kendini bilmezler de senden ibret alsınlar.”
Mösyö Andre Gocafo rakibi davranıncaya kadar kadınlara hem eliyle bir işaret verdi hem de “Siz işinize gidiniz.” sözünü yavaşça söyledi. İki kadın korkularından bayılmak derecesinde etkilenmiş bir hâlde, bir adım ileriye attıkça beş kere de arkalarına bakarak yürümeye başladılar.
Aslında Andre’nin de elinde kuvvetlice bir baston vardıysa da içinde şiş yoktu. Bununla beraber, kılıç ve şiş egzersizlerindeymişçesine bir duruşla sol elini kıçı üzerine koyup, sağ ayağını da ileriye atarak, elindeki bastonuyla savunma vaziyeti aldı.
Leon saldırılara başladı. Ancak her hamlesinde şişi Andre’nin bastonuyla karşılanarak hamlesini kaybetti. Andre dedi ki:
“Görüyorsunuz ya Efendi! Benim de elimde bir demir olsaydı şimdiye kadar beş kere derinizi delerdim.”
“Karşımda bir şiş çalıştırıcısı ve öğretmeni olduğunu görüyorum!” diyerek tekrar hücumlara başladı. Fakat Andre’nin her saldırıya karşı aldığı gard kendisini savunmaya yeterdi.
Şu kapışma on beş dakika kadar devam etti. Andre’nin eline birkaç defa şişin ucu dokunduğundan, elini epeyce yaralamıştı. Köprünün iki tarafından gelen halk ilerleyemeyerek yığılıp kaldığından kalabalık büyüdü. Bu zamana kadar durumdan polis de haberdar olduğundan bir komiserle iki memur yetişip, kanun namına teslim olmasını Leon’a teklif ettiler. Leon teslim olarak silahını verdiği gibi, polisler Andre’nin de silahını istediler.
Andre elindeki bastonu uzattı.
Komiser bastonun sap tarafından tutup çekerek sapın çıkmadığını ve dolayısıyla bunun şiş olmadığını görünce sahibine geri verdi ve dedi ki:
“Bunu alınız, merkeze gidinceye kadar dayanırsınız. Bana silahınızı veriniz; silahınız mı, bıçağınız mı vardı, tabancanız mı vardı, artık her neniz varsa…”
“Bundan başka silahım yoktur.”
“Acayip! Yarım metre şişe karşı bastonla mı korundunuz?”
Komiserin bu sorusuna orada birikmiş olan halkın şahitliği cevap yerine geçti. Zaten Andre’nin ölümcül bir şişe karşı sıradan bir bastonla karşı koyuşu birikmiş kalabalığa hayret verdiği gibi polis komiseri de şaşırmıştı.
Andre’yi de, Leon’u da komiser efendi önüne katıp merkeze götürdü. Orada ilk ifadelerini kayda alarak raporlarını düzenledikten sonra ikisini bir arabaya bindirip yanlarına bir de polis vererek başkomiserliğe gönderdi. İş, adam öldürmeye girişim olduğundan Mösyö Leon gözaltına alındı.
Sözü uzatmayalım; Andre her ne kadar davasından tamamıyla vazgeçerek Leon aleyhine sürdüreceği hiçbir davası olmadığını sorgu hâkimine bildirdiyse de savcı bu konuda genel hukuk uyarınca bir iddianame hazırladı. Yapılan yargılanma sonucunda Leon üç sene boyunca prangaya mahkûm edildi.
Köprü üzerinde Andre ile Leon’un vuruştukları süre boyunca Madam Tonak ile kızı Stefani’nin şöyle bir kenara gizlenerek çatışmayı seyrettiklerini mi tahmin edersiniz?
Böyle bir tahmin boştur. Kadınlar kendilerine sarkıntılık eden delikanlının elinden kurtulur kurtulmaz bir arabaya binerek soluğu evlerinde almışlardı.
Hatta ikisi de korkunun çok büyük bir etkisine kapılmış olduklarından derhâl doktor çağırmak zorunda kaldılar. Ailenin öteden beri yardımına koşan doktor, ana ile kızın ikisine de tanıyı koyup gereken ilaçları ve müdahaleleri yaptıktan sonra yanlarından ayrılmayarak epeyce bir zaman da babacan öğütlerle iyileşmeleri için uğraş verdi.
Akşam vaktinin yaklaşmasıyla biraz sonra Madam Tonak’ın eşi ve Stefani’nin babası Pol Tonak da eve gelince ve o gün başlarından geçenler kendisine anlatılınca Leon aleyhine dava açmaya kadar ileri gideceğini söyleyerek hiddet ve gazaplandıysa da hanımı, henüz köprü üstündeki kavganın sonucunun ne olduğunu öğrenmeksizin bu hiddete gerek olmadığını, gerçekten melekçe bir yumuşaklık ve hoşgörüyle kocasına anlatarak çaresiz Pol Tonak’ın sinirini yatıştırmakta başarılı olabildi.
Gerek Madam Tonak’ın ve gerek Matmazel Stefani’nin o akşamı nasıl heyecanlı bir hâlde geçirmiş olduklarını okuyucularımız tahmin edebilirler. Çünkü iki delikanlının birbirine düşmesine sebep olmak, namus ve onurunu bilen kadınlardan hiçbirisinin hoşuna gidecek bir şey olmayıp, özellikle de, imdatlarına yetişen delikanlının silahı da bulunmadığından, iki tarafın silah bakımından var olan şu birbirlerine denklikleri çok fazla yürekler acısı olacak bir facia sonucunu doğurabilirdi.
Sabah olup da gazetelerde Eyena Köprüsü üzerinde birisi şişli ve diğeri bastonlu iki adamın çatışmasında, bastonlunun o şiş hamlelerine karşı kendisini çok güzel savunduğu, polisin de olay yerine yetişmesiyle köprü üzerine bir damla kan damlamaksızın ikisini de alıp götürdüğü yazısını okudukları zaman, aslında Andre’nin elinden bir değil birkaç damla kan damlamışsa da işin burasını kadınlar bilmeyerek, en fazla korkulması lazım gelen korkunç sonuç ihtimalinin ortadan kalkmış olmasına memnun olmuşlardı. Fakat resmî soruşturma uzun uzadıya devam edecek olursa herkesin ağzında destan olmanın endişesiyle kalmışlardı.
Hâlbuki sorgulanma sırasında Mösyö Andre Gocafo, savunulmaları için canını tehlikeye koyduğu kadınların ne kendi isimlerini ne de ailelerinin isimlerini bilmediğini, onları yalnız başlarına korunmasız yakalayarak zor duruma düşüren saldırıdan kurtarmak için hasmını durdurmaya kalkıştığını söylemişti. Leon da ömründe hemen hemen ilk defa olmak üzere terbiyelice bir hareket etmek isteyerek, şu yargılanışında o kadınların ismini açıklamaya kanunen gerek olmadığını ve eğer kadınlar kendisini dava etmek isteyecek olurlarsa mahkemeye başvurmakta kararın kendilerine ait olduğunu söylediğinden, Madam ve Matmazel Tonak’ın isimleri mahkeme kayıtlarına geçmediği gibi, gazetelerin sayfalarında da yayınlanmamıştır.
Bu durumu Madam Tonak, kocasını dava açmaktan alıkoymak için güzel bir fırsat olarak gördü ve dedi ki:
“Efendi! Ticari işlerimiz dolayısı ile milletin ağzına dedikodu sermayesi olmamız yetmiyor mu ki bir de bu mahkeme ile kendimizi gözler önüne serelim?
Hazır iki delikanlının ikisi de ismimizi meydana koymadılar. Böylece, Leon tarafından gördüğümüz şu sarkıntılığı kendi şanssızlıklarımızdan biri olarak görüp hiç sesimizi çıkarmasak daha iyi etmiş oluruz.”
Pol Tonak, eşinin bu öğüdünü kabul ile Leon aleyhine dava açmak sevdasından vazgeçse de Paris’in merakta uzman mösyöleri ve özellikle de madamlarının, ağızdan kulağa geçen haberler cinsinden olarak bu sırrın aslına ulaşmış oldukları şüphesizdir.
Eyena Köprüsü olayından dört gün sonra o korkunç olayın etkisi Madam Tonak ile Matmazel Stefani’nin üzerinden tamamen kalkmıştı. Ana ile kız salonda oturup bir taraftan el işleri ile meşgul olurken, diğer taraftan şöyle bir söz de açtılar:
Madam Tonak:
“Hakkımızda koruyuculuğunun imkânlarını esirgememiş olan şu delikanlının kim olduğunu anlamadık da, onu merak ediyorum. Köprü üzerinde kendi isminin Andre Gocafo olduğunu söylediği gibi mahkemede de adını öyle kaydettirmiş.”
Stefani:
“Evet! Öyle kaydettirmiş. Delikanlının yüzünü başka kereler de görmüşüm gibi geliyorsa da nerede gördüğümü bir türlü hatırıma getiremiyorum.”
“Fakat her hâlde sevimli bir yüz, değil mi kızım?”
Stefani’nin yüzü kızardı. Annesi bu duruma dikkat ederek dedi ki:
“Bunda yüz kızaracak ne var? Galiba çocuğun fedakârlığı seni etkiledi, öyle mi?”
“Pek de etkisiz kalmadı anneciğim.”
“Tuhafsın Stefani! Sana bu kadar delikanlı düşkünlük göstersin, hiçbirisini beğenmeyesin de bu esmer çocuğu beğenesin!”
“Beğenip beğenmememin ne önemi olabilir? Şu kadar ki, bizim kim olduğumuzu tanımaksızın ve hatta yüzümüzü bile görmeksizin bizi korumak için canını tehlikeye atması, elbette karakterinin yüceliğine şahitlik eder.”