Kitabı oku: «Çengi»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
BİRİNCİ KİTAP
İSTANBUL’DA DON KİŞOT
BİRİNCİ BÖLÜM
“İstanbul’da Don Kişot” denildiği zaman, İstanbul şehrinde Don Kişot denilen bir şeyin vücudu anlaşılır ise de, bu Don Kişot yenilir mi? Yenilmez mi? Canlı mı? Cansız mı? Bunlara dair bazı derecelerde açıklamalar yapılmayınca Don Kişot’un mahiyeti nazarlarda pek anlaşılamaz.
Ama okuyanlar içinde Don Kişot’un ne olduğunu bilenler de bulunacakmış. Malumdur ki, bir hikâye yalnız okuma yazması yüksek olan ve yüksek zümre sayılan seçkin sınıf için yazılmaz. Okuma yazması düşük olan avam için yazılır. Seçkin nazarında pek meşhur ve maruf olan Don Kişot’un avam nezdinde pek meçhul kalması da âdetin haricinde bir şey değildir. Her hâlde Don Kişot’un mahiyetini avama tanıttırmak lazımdır. Ta ki hikâyemizin işbu birinci kısmına başlık olarak koyduğumuz kelimelerin hükmü, herkesin nazarında açıklığa kavuşabilsin.
Efendim! İspanya’nın meşhur kalem erbabından olan Cervantes, “Don Kişot’un Sergüzeşti”1 adıyla bir hikâye yazmış. “Don” sözü, İspanya’nın yüksek zümreye mensup insanlarının bir işaretidir ki, kont ve dük gibi unvanların karşılığıdır. Şu hâlde “Kişot” da hayatı anlatılan kişinin ismi olduğu hemen anlaşılır.
Milliyetimiz dairesinde bu kişinin örneği aranır ise Hoca Nasrettin bulunur. Şu fark ile ki, Hoca Nasrettin merhuma dayandırılan tuhaflıklar, alelade bir zatın tuhaflıklarından ve zarafetinden ibarettir. Don Kişot ise okuyanları gülmekten kıvrandıracak olan tuhaflıkları, silahşor olmadığı hâlde kendini bir silahşor olarak göstermeye çalışmasıdır.
Aralarında bir de şu fark vardır ki, Hoca Nasrettin merhuma dayandırılan tuhaflıkların çoğu, sonradan birtakım zarif insanın tasvir ettikleri tuhaflıklar olarak nakledilmiştir. Yine Hoca Nasrettin, kendisi bizzat yaşamış ve ani cevaplarıyla insanları düşündürüp güldürmüş bir şahsiyet olduğu hâlde; Don Kişot, yalnız şair Cervantes’in hayal dünyasında vücut bulmuş hayali bir kişidir.
Cervantes’in betimlemesine ve yazdığına göre, güya bu Don Kişot, oldukça söz anlar takımından iken şövalye hikâyelerini okuya okuya bunların sıhhatine inanmaya başlamış ve nihayet aklını zıvanasından çıkarıp kendisi de bir şövalye olabilmek hülyasıyla ortaya atılmışmış.
Tarihçilere malumdur ki şövalye demek, Hristiyanlardan ömrünü, gününü din yolunda savaşa ve özellikle Müslümanlar aleyhinde savaşa vermiş ve hasretmiş süvariler demektir. Bazı kalem erbabı, bunlardan bazı hayali adamlara istinaden öyle birtakım hikâyeler tasvir etmişlerdir ki bunlara kıyasla bizim Hamzanamelerde2 anlatılan kahraman tipler gerçek şahıslar sayılırlar. Bir tek şövalyenin yüz binlerce Arap’ın içine girerek bir nara ile cümlesini perişan ettiği ve bununla birlikte bir tek şövalyenin, birçok devi, ifriti ve şeytanı bir hamlede berbat ettiği gibi fıkralar bu hikâyelerde çok görülür. Malum hikâyelerin çoğunda, şövalye olan zatın ya Araplar ya da cinler zaptında bulunan yerlerden bir büyük parçayı zapt ve fethederek, onun hükümdarlığını da kendi emrine alması şeklinde sonuçlanır. Hele bunlar, kibarzadelerden bir kadına hakiki bir alaka ile öyle âşık olurlar ki, Allah’tan sonra o sevgilisinin ismini takdis ederler. Ve savaşlarda dahi Allah’tan sonra sevgilisi olan kadının isminden yardım dilerler.
İşte Cervantes’in Don Kişot’u bu tarz hikâyeleri okuya okuya kendisinin de böyle bir ünlü şövalye olabileceğine hükmederek, kibarzadeden bir kıza âşık olmak yerine köylüsü olan bir kıza hakiki bir aşk ile âşık olursa da, bu aşkından kızın haberi olmaz. Şövalyelerin “At şeklinde ejder ya da ejder sîretinde3 at.” diye vasıflandırdıkları atlarına bedel; Don Kişot yengeç gibi dört kemikten ibaret bir ata biner. Şövalyelerin başlarına giydikleri çelikten yapılmış kask, yani miğferlere bedel bir berber leğenini başına giyer. Bu leğen, miğferlerin önü, ön tarafa doğru şimdiki göz siperi biçiminde ilerlediği ve berber leğeninin önü de özellikle içeri tarafa doğru kıvrıldığı hâldeki görüntüsüyle âdeta göz siperinin iç tarafa bükülmüş hâliyle ilginç bir görüntü oluşturur. Kısacası silahşorluğun her malzemesini bu garip şekilde tedarik ettikten ve kendisi gibi diğer bir mecnunu da senyör şövalyenin yaveri olmak üzere beraberinde bulundurmaya razı ettikten sonra, hayatını sürdürür ve fethedilecek bir yer bir kıta arar.
Don Kişot’un tuhaflıklarından şu örneği aktaralım ki:
Bir gün yolu, bir meyhaneye uğrar. Fakat Don Kişot, bunu meyhane olarak mı değerlendirir? Heyhat! Onun gözünde bu mekân kim bilir hangi prensin şatosudur. Prensler bu tarz şövalyelere riayetle mükellef olduklarını bildiğinden öyle bir tavır ile meyhaneye misafir olur. Meyhaneci, buna bir oda gösterir ki bir tarafında şarap tulumları dizilmiştir. Don Kişot işbu tulumlara dokunduğunda kımıldandıklarını görünce ve şövalyelerin hepsinden fazla düşmanlık göstermeleri alışılan düşmanlardan cin takımının bir tulum kandan ibaret bulunması gibi bazı olayları hatırlayınca “Şatosunda misafir olduğum bir prensin ikametgâhını cinler zapt etmiş de haberi yok. Bari kendisine bir hizmetim dokunsun. Bir zaman buraya Don Kişot’un geldiğini ve bu cinleri perişan ettiğini hatırlayarak azamet ve büyüklüğüm için hayır dua etsin.” diye kılıcını çektiği gibi tulumlarla savaşmaya başlar. Verir kılıcı! Verir kılıcı! Düşmanı tek fert kalana kadar hepsini yerlere serer. İtikadına göre her tarafı kana boyar. Bir de meyhaneci gürültülerden rahatsız olarak Don Kişot’un başında kıyametleri koparınca, “Bu ne kadar nankör bir prens, hem şatoyu cinlerden, şeytanlardan kurtardım hem de hizmetimi beğendiremeyerek azarına düçar oldum.” diye hayret eder.
Başlığımızda, “İstanbul’da Don Kişot” kaydını görerek bu garip şahsiyeti İstanbul’a gerçekten getireceğimiz düşünülmesin. Eğer okuyucularımızın Don Kişot hikâyesinden Avrupa halkının aldığı kadar lezzet alabileceğine inansaydık Don Kişot’u İstanbul’a getirmek değil, belki Cervantes’in hikâyesini baştanbaşa tercüme ederdik. Fakat bu hikâyenin hakkıyla ve layıkıyla zevkini çıkarmak belki Orta Çağ Avrupa’sı insanının âdet ve yaşantılarını ve özellikle şövalyeler tarihiyle, bir de bunlara dayandırılan garip hikâyeleri bilmeye bağlı olduğundan ve bunlar bilinmedikçe de Don Kişot hikâyesinin bir zevk veremeyeceğini düşündüğümüzden tercüme külfetine girişmedik.
Özellikle ki hikâyemiz, sırf Don Kişot hikâyesi olmayacağından ve Osmanlılık ahlak ve tavırları dâhilinde teşkil edeceğimiz bir Don Kişot olacağından, diğer Don Kişot ile ilgili bu romanımızın başında da az çok bilgi verdiğimizden Cervantes’in eserini tercümeye ihtiyaç duymayız.
İKİNCİ BÖLÜM
İstanbul’da tasavvur ve teşkil ettiğimiz Don Kişot’un ismi, Don Kişot değil, Daniş Çelebi’dir.
Bu kişi, Saliha Molla isminde bir kadının oğludur. Kendisini size güzelce tanıtabilmek için öncelikle annesi Saliha Molla hakkında biraz bilgi vermeliyiz. Saliha Molla’nın asıl Anadolu halkından olduğu, lisanında hâlâ baki kalan Anadolu şivesinden anlaşılır. Kendisi pek çok zamandan beri İstanbul’a gelmiştir. İsminin Saliha olduğuna bakıp da kadını dindar ve ahlak sahibinden olmak üzere kabulde acele etmeyiniz. Pek çok bilgili bir kadındı. Bilgisi sayesinde gerçi birtakım aileler arasında ibadet ve din konusunu anlatmaya çalışmış idiyse de birçok ailenin de ocağına incir ağacı dikmişti.
Hikâyemiz, bu zamana mahsus bir hikâye olmayıp bundan on beş yirmi sene önceye dayanan bir vaka olmasıyla bugünkü günde bile memleketimizde efsuna, tılsıma filana edilen rağbetin derecesi ile bundan yirmi sene kadar önceki rağbetin derecesi de anlaşılabilir.
Hâlbuki Saliha Molla, İstanbul’a yirmi sene öncesinden daha yirmi, yirmi beş sene kadar öncesinde gelmiş ve bilgisi sayesinde pek büyük, ama gerçekten pek büyük ailelere öncülük etmişti.
Bu yolda kazandığı serveti pek abartılı haber verirler. Hatta servetinin fazlalığından kadının Ayastefanos taraflarında bir define bulduğunu da kuvvetli bir zanla rivayet ederler. Bu zannın gerçek olup olmadığını bilemeyiz. Şu kadar var ki, o konuda verilen izahlara vaktiyle inanılmış olduğundan dolayı bunu tekrara lüzum görürüz.
Derler ki: Kibardan bir şahsın kızını cinler etkisi altına almış. Okutup tedavi etmek üzere Saliha Molla’ya getirmişler. Kadın, hangi efsunu okuduysa okuyarak kızı büyülemiş olan cini, zincire vurulmuş olduğu hâlde huzuruna getirmiş. Cin, kızı her ne kadar kurtaracağını vaat ile kendi kurtuluşunu da rica etmiş ise de Saliha Molla, buna razı olmamış. Bu cini de bir sürahi içine koyduktan ve ağzını lehimledikten sonra denizin dibine atmaya kalkışmış. Cin o kadar yalvarıp yakararak: “Aman! Gel bana kıyma sana bir define yeri haber vereyim.” demesiyle, Saliha Molla da buna razı olarak Ayastefanos’ta olan bir yerde cinden bir define yeri haber almış. Gerçi, cin bu definenin daimi bekçisinin kim olduğunu haber verememiş ise de Saliha Molla bunu büyü gücüyle keşfedebileceğini söyleyerek ve yakaladığı cini de serbest bırakarak malum hazine yerini de satın almış. Sonra bir Hıdırellez4 gecesi malum yere un eleğiyle kül eleyip o gece bu küllük üzerinde gezen hayvanın izine dikkat etmiş. Köpek izi olduğunu görünce orada bir köpek keserek define de bu şekilde keşfedilmiş.
Ne dediniz? Böyle bir fıkraya o zamanlar inanılmış olduğuna hayret mi ettiniz? Biz ise sizin hayretinize hayret ederiz. Bugünkü günde bile bu gibi efsunlara, tılsımlara inananlarımız yüzde seksen nispetinden fazladır. Yalnız bizde değil Avrupa’da da öyledir. Yalnız normal vatandaşlarda değil; bu inanç yüksek zümrede de vardır. Rivayet ederler ki, Büyük Napolyon bir falcı çingene karısına fal açtırmış ve kendi ecelinin kurşundan, kılıçtan ve toptan olmayıp rahat döşeğinde vefat edeceğine dair kadından aldığı cevaba cidden inanmış. İnsanlar bu gibi batıl şeylere pek kolay inandıkları hâlde, inandıkları kadar kolay kolay bu inançlarını da bozamazlar.
Daniş Çelebi, işbu Saliha Hanım’ın Anadolu’dan kundakta olarak getirdiği şu bu dünya memleketinde bir tek oğludur. Şu hâlde biz haber vermeksizin siz anlayabilirsiniz ki bu çocuk tılsım, efsun, sihir, cin ve şeytan sözlerini daha beşikte ve ninni arasında annesinden işitmeye başlamıştır.
Ya biraz büyüyüp de hitap ve cevaba iktidar kazandığı zaman işittiği cin ve peri hikâyeleri? Özellikle ki Saliha Hanım’ın hanesi başka hanelere de kıyas kabul etmez. Orası âdeta sihir ve efsun pazarı, cin ve peri karargâhıdır. Evinde misafir bulunduğu zaman çocuk dışarı çıkmak istedikçe, misafirlere bir gösteriş olmak için annesi, “Aman oğlum! Destur diye çık. Zira her taraf cinlerle, perilerle dolmuştur. Sofanın hangi tarafına iğne atsan yere düşmez. Şayet birisini incitirsen sonra fenalığını çekersin.” derdi ki, çocuk bu sözleri hep sonuna kadar dinlerdi.
İşte ilk terbiyeyi bu şekilde alan Daniş Bey, on iki, on üç yaşına vardığı hâlde gündüzleri sokak kapısından ve geceleri de oda kapısından dışarıya çıkamazdı. Daima annesinin kendi boğazına taktığı kopyaları ve okuduğu efsunları esenliğin tam kendisi bilirdi. Bir gün, nasılsa sokak kapısının önünde oynamakta olduğu hâlde bir at sürücüsü geçerken çocuğa şaka yollu “Gel beyim! Seni ata bindireyim.” demesinden Da-niş pek fena hâlde korkarak evine ve annesi yanına can atmış ve “Aman anacığım! Kim bilir cinlerden hangi cindir? Ya da perilerden hangi peridir? Kısacası, mutlaka insan olmayan birisi beni ata bindirmek istedi. O saatte anladım ki ben, o ata bindiğim gibi at havalanacak ve beni Kaf Dağı’nın arkasına atacaktır. Hani ya sen hikâyede böyle söylemedin miydi? O hikâye benim kulağımda küpe olup kalmıştı. İşte o hikâye üzerine herifin sözüne kulak vermeyip kaçtım.” demiş ve şu saf inanç ile validesinden bir de büyük aferin almıştır.
Saliha Molla, oğlu Daniş Bey’i kendi evinde kendi kendisine okutup, bayağı okuryazar ve okuduğunu anlayıp yazdığını anlatır bir dereceye vardırmıştır. Fakat ne fayda ki çocuğun eline geçen kitaplar Hamzaname, Elfü’l-Leyl, Muhayyelât-ı Aziz Efendi ve Ebu Ali Sina gibi hep sihir ve simya ilmi ile cin ve perilerin garip hikâyelerinden olmalarıyla bunlar da Daniş Çelebi’nin vehim ve inancına kuvvet vermekten geri kalmamışlardır. Özetle yirmi yaşından sonra Daniş Çelebi, öyle bir hâle geldi ki yanında birisi dişlerini gıcırdatarak acayip bir ses ile homurdanarak, “Ben filan cinim!” diye haber verecek olsa, derhâl inanır, korkusundan beti benzi kireç kesilirdi.
Bundan daha garip olmak üzere, şunu da haber verelim ki:
Böyle yirmi yaşında olan delikanlıların bazı hayalî ve garip inançlara sahip olmaları genel bir şeydir. Fakat her delikanlının kendi hayallerini, içinde bulunduğu terbiye, almış olduğu fikir ve inanç dâhilinde yürütmesi tabiidir. Dolayısıyla Daniş Çelebi, büyük bir zevk olmak üzere cin ve peri kızları hikâyelerinden başka bir şeyi bilmemesi ve bunların zevk âlemi içinde büyümesi belli bir müddet sonra bunların içinde âdeta boğulur hâle gelmişti. Bazı kere ve hatta çok zamanlar bu şüphe ve hayallerine gerçek vücut vererek kendisini o anda cin ve peri kızları içinde bulur sanırdı.
Derecesi âdeta cinnete yaklaşan şu hâl içinde zaman geçtikçe cinnet hastalığının şiddeti de arttığından, annesi Saliha Hanım fikren ve vesvese ile bir ilaç yerine geçecek bir tedbir aramaya mecbur oldu ve o tedbiri şu şekilde buldu ki:
Bir gün Yeni Cami avlusuna gidip, otuz paralık bir bakır mühür üzerine bir “Süleyman mührü” resmettirdi ve bunu oğluna getirip “Oğlum Daniş! Hani ya sana Muhayyelât-ı Aziz Efendi’den Şehzade Asil’in hikâyesini okutmadım mıydı? Hani ya o hikâyede şehzade bir hazine içinde “Süleyman mührünü” bulmuştu da o mührün sayesinde korunmakla bütün cinlere, perilere galip gelmişti. Aklına geliyor ya? İşte oğlum, o Süleyman mührü budur. Bunu al, daima üzerinden ayırma ve bu senin üzerinde bulundukça cinden, periden asla korkma. Hepsi sana hizmetkâr olurlar.” diye Daniş Çelebi’ye vermişti.
Gerçi bu hile Daniş Çelebi’nin cesaretini arttırmaya yardımcı olabildi ise de, ne fayda ki cinnetinin son haddini bulmuş olan bu budala için mührün arttırdığı cesaret yine mecnunca bir cesaret oldu.
Bakınız bu mühür ne gibi bir mecnunluğa sebebiyet gösterdi. Size haber verelim de anlayınız.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bir yaz günü Beykoz’da bir zatın yine kendisi gibi kibarzade bulunan eşi cin ve peri alametlerinden bir hastalıkla yatağa düşmüş olduğundan efsunlamak için Saliha Molla’yı davet edip, çağırtmışlardı. Saliha Molla birkaç gün Beykoz’da kalmaya mecbur olacağını anladığından ve oğlu Daniş Çelebi’yi ise elinden gelse bir dakika yanından ayırmamak sevdasında bulunduğundan bu defa da Çelebi’yi birlikte alıp Beykoz’a götürdü.
Süleyman mührü yanında değil mi ya? Artık neden korkusu olacak? Çelebi cenapları birkaç vakitten beri peyda ettiği cüretle bir sabah Beykoz’dan kalkıp, yaya olduğu hâlde çayıra doğru gezinerek gitmeye kalkıştı.
Ancak zihninden geçen vehimleri ve hayalleri önemli bakışlardan uzak tutmamalıdır. Herhangi tarafa baksa, mutlaka cin ve peri hikâyelerinden birisini kendisine ihtar edecek bir hâl görebilirdi.
Kısacası, çayıra kadar vardığında, bir de sol tarafına bakınca Hünkâr Köşkü’nü görmesin mi?
“Görmesin mi?” deyişimizden önemli bir şey anladınız, öyle değil mi? Evet! İşin içinde bu önem vardı. Zira Daniş Çelebi o kırmızı köşkü görür görmez bunun, kırmızı zebercetten yapılmış olduğuna şüphe etmedi.
Ya kırmızı zebercetten yapılmış olan büyük bir köşk, insanoğluna mahsus binalardan olabilir mi? Ne mümkün! Daniş Çelebi’nin zihni buna imkân mı verebilir? Mutlaka cinler, periler inşası olduğu açıkça ortadadır.
Şu şüphe başladığı gibi Daniş Çelebi, vesvese denizinin ta merkezine kadar dalarak, öyle bir hâle geldi ki cin ve peri inşaatından bulunan bu büyük köşkü başka bir zamanda, başka bir mahalde de görmüş olduğunu hatırlamaya çalıştı. Nerede ve ne zaman gördüğünü bir hayli düşündü. Nihayet hatırına getirdi. Bildi ki bunu Aziz Efendi’nin hayal âleminde görmüştür. Kendi kendisine dedi ki:
“İşte bu köşk, Şehzade Asil’in vahşet çölü içinde gördüğü büyük köşktür ki, onu, cin padişahlarından Şemhail bina etmiştir. Sırf altından, gümüşten, zebercetten, yakuttan, zümrütten yapılmıştır. Onun çelikten yapılmış bir kapısı vardır ki insanoğlundan hiçbir fertte, o kapıyı açmak kuvveti yoktur. Bu kuvvet, yalnız bende vardır. Zira bugünkü günde Süleyman mührüne sahibim ve dolayısıyla cinlerin padişahı işte benim. Ben, gidip de elimi kapıya sürdüğüm anda, kapı açılır ve mühür kimde ise Süleyman odur demezler mi? Bugün mühür bendedir. Süleyman da, Şehzade Asil de benim. Gidip de kapıya elimi sürerek, açıp içeriye girdikten sonra, karşıma bir avlu gelecek. Onu geçeceğim. Bir dahası gelecek, onu da geçeceğim. Birkaç avluyu geçip bitirdikten sonra asıl köşkün kapısından gireceğim ki her taraf altın ve gümüşe boğulmuştur. Kitapta böyle yazılı değil mi ya? Merdivenden yukarıya çıkacağım. Birkaç odalara girip çıktıktan sonra, bir de odanın birisine gireceğim ki ne bakayım? Elmastan yapılmış büyük bir taht üzerinde dünya güzeli bir kız! Sihir ile tılsım ile uyutulmuştur. Bu kız, Çin-i Maçin5 padişahının kızı olup cin padişahı Şemhail, onu pederi sarayından kaparak buraya getirmiştir. Zira kendisine âşık olmuştur. Ancak kız ona muhabbet etmediğinden ona uymaz. Ben üzerimde bulunan Süleyman mührünün etkisiyle kıza elimi sürdüğüm gibi, kız gaflet uykusundan uyanır. Başlarız söze, muhabbete! Bir de bu aralık Şemhail gök gibi gürleyerek gelir. Kız korkusundan şaşırıp ne edeceğini bilemez. Çünkü Şemhail’in beni parça parça edeceğine şüphesi yoktur. Fakat Şemhail gelip de beni gördüğü gibi ayaklarıma kapanarak, ‘Aman ey cin ve perilerin padişahı! Merhamet et! Eğer merhamet etmez isen, üzerinde bulunan Süleyman mührünün kuvvetiyle beni helak edebilirsin. Ben, bu kızı buraya getirdim ise aşkımdan getirdim! Kusurumu affet de her emir ve fermanına uyan da ben olayım!’ der. Ben de kusurlarını afla kendisini cinler üzerine yeniden padişah yaparım. Artık bundan sonra ne şenlikler! Ne zevkler! Ne sefalar!”
Daniş Çelebi’nin, Aziz Efendi Muhayyelâtı’ndaki malum hikâyeyi sırf kendi nefsine istinaden hatırlamasına dikkat edilir ise, evhamına dışarıdan ne kadar vücut verdiği, yani cinnet hastalığının ne derecelere vardığı layıkıyla anlaşılabilir.
İşte bir yandan bu hayali kurarak büyük köşkün semtine yöneldi. Kapıya kadar gitti. Demirden yapılmış o büyük kapı az buçuk aralık olmak üzere kapalı idiyse de duvara dayalı olduğu için Daniş Çelebi eliyle dokunduğu anda açılıp sırtına dayandı. Şu ilk başarı, Daniş Çelebi’nin tüm hayal ve kuruntularına bir kat daha yardım etmiş olmasına şüphe etmezsiniz. Kendisi ise bu hayallerinin ve müşahedelerinin hakikatten başka bir şey olmadığına asla şüphe etmeyerek paldır küldür köşkün kapısından içeriye girdi. Gördüğü setlerin her birini Aziz Efendi Muhayyelâtı’ndaki hikâyede zikrolunan avlulardan birisi olmak üzere değerlendirdiğinden, bunları birer birer geçtikçe fikrine birer kat daha kuvvet veriyordu.
Kısacası asıl köşk kapısından içeriye girdi. Yaldızlar ve çeşit çeşit nakışlar ile süslenen merdivenden çıkıp birkaç odaya girerek, çıkarak her birini hayal ve düşüncesine uygun bulduysa da, odaların hiçbirisinde elmas taht üzerinde uyumuş olan kıza rast gelememesi bir dereceye kadar canını sıkmıştı.
Bir de bu aralık, aşağıdan ana avrat bir paraya alıp satan bir zatın, şamata ve gürültüsü işitilmesin mi? Bu gelen köşk bekçisi olduğunu Daniş Çelebi’den başka anlamayacak kimse yoktur. Çaresiz adamcağız, bir iş için köşkten dışarıya çıkmış ve fakat nazarıdikkat ve ihtimamını yine köşkten ayıramamakta bulunmuş olduğu hâlde, tanımadığı bir şahsın Hünkâr Köşkü’ne girdiğini uzaktan görünce, bir şey çalmaya fırsat vermeksizin, herifi icabına göre döverek kovmak için var gücüyle ve şiddetle koşmuş gelmişti.
Bu gelen zatın köşk bekçisi olduğunu Daniş Çelebi’den başka anlamayacak kimse olmayacağını haber vermiştik. Daniş Çelebi’nin bu zatı, kim olmak üzere düşündüğü de malumdur ya! Onun da hiç şüphesi kalmamıştı ki, bu kadar şamata ve gürültü ile gelen zat, cinler padişahı Şemhail’dir. Kendi kendisine “Tamam! Şimdi korku ve gazapla gelir ama beni gördüğü gibi ayaklarıma kapanıp, af ve ihsan bekler. Ben de Çin-i Maçin padişahının kızını hangi odaya sakladığını sorarım.” diye herifin varışını büyük bir metanetle bekledi.
Gerçi herif büyük bir korku ile geldi ise de Daniş Çelebi de bekçiyi büyük bir metanetle karşıladı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı. Ama görseydiniz, buna konuşma demezdiniz. Âdeta savaş derdiniz.
Bekçi: “Bre hayırsız, burada işin ne? Ne arıyorsun?”
Daniş: “Karşındaki adama iyice bak da ona göre davran! Çin-i Maçin padişahının kızını hangi odaya hapsedip, sihir ile uyuttun? Söyle bakayım?”
Bekçi: “Nasıl Çin-i Maçin padişahının kızı be? Sen, divane mi oldun?”
Daniş: “Divane sensin köpek! Sen cinler padişahı Şemhail değil misin? Üzerimde Süleyman mührünün olduğunu anlayamadın mı yoksa?”
Bekçi: “O nasıl laf be? Yoksa işi divaneliğe vurarak, elimden kurtulmak mı istiyorsun?” diye sopaya davranır.
Daniş: “Sakın ha elini kaldırma! Sonra billahi fena ederim. Demek oluyor ki sen cinler padişahı Şemhail değilsin de onun için üzerimdeki Süleyman mührünü tanımıyorsun. Sen bu sarayın korunmasına memur adi bir cinsin, öyle değil mi?”
Bekçi: “Ben bekçiyim. Ama cin değilim! Dışarı bakayım!”
Daniş: “Haydi haydi! Git padişahına söyle! Padişahın Şemhail buraya gelsin! Üzerimde bulunan Süleyman mührünün verdiği güçle böyle emr-ü ferman ediyorum!”
Bekçi: “Seni! Alçak seni! Benim padişahım Osmanlı padişahı Abdülmecid Han’dır! Ben o ağızlara gelir miyim zannediyorsun?” diye sopayı işletmeye başlar.
Daniş: “Aman! Vay başım! Vurma be! Çabuk söyle, Çin-i Maçin padişahının kızı hangi odadadır.”
Bekçi vurarak: “Al sana Çin-i Maçin padişahının kızını!”
Daniş: “Aman başım! Ne insafsız herifsin be! Defol şuradan! Şemhail gelsin!”
Bekçi vurarak: “Al Şemhail’i!”
İnsafsız bekçi, insafa gelinceye kadar, çaresiz Daniş Çelebi de son nefesine gelmişti. Nihayet güçlükle kendisini köşkten dışarıya atıp kurtuldu. Kurtuldu ama evvelki inanç ve hayallerinden bir eksilme oldu mu sanırsınız? Ne mümkün! O inancında sabittir. Kıyamete kadar da sabit kalacaktır. “Bu sarayı korumaya memur şu alçak cin, Süleyman mührüne sahip olduğumu tanıyamadığı için şu kötü muameleyi etti. Eğer cinler padişahı Şemhail olsaydı, mutlaka bu ret muamelesini görmezdim.” diye Beykoz’a gelinceye kadar hep önceki fikrine kuvvet vererek geldi. Hatta bir defa daha gider de Şemhail’i rast getirir ise Çin-i Maçin padişahının kızına kavuşacağına kesinlikle inanmış ve gitmeye karar vermiş idiyse de, bereket versin annesinin Beykoz’da işi biterek İstanbul’a kendi evlerine dönmüştü de, Daniş Çelebi de ikinci bir dayaktan kurtulmuştu.