Kitabı oku: «Çengi», sayfa 2
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Daniş Çelebi’nin mecnunca olan vukuatı, yalnız bundan ibaret kalmadı. Daha bunun gibi pek çok vukuatları vardır. Kısaca birisini daha hikâye edelim:
Bir gün, nasılsa Çelebi’nin yolu Tahtakale semtine uğramış ve tam hamamın önünden geçerken hamamdan bir aşüftenin çıktığını görmüştü. Altmış paralık mahluklar malum ya? Anadolu’dan yeni gelmiş olan müşterilerine kırmızı elma gibi görünerek ağızlarının suyunu akıtmak için ne kadar sürünürler? İşte, Daniş Çelebi’nin gördüğü de bunlardan olup, iki dirhem bir çekirdek denilecek mertebedeki düzeninden başka hamamdan henüz yeni çıkmış olmasından dolayı daha dumanı üzerindeydi.
Çelebi hakkında buraya kadar verdiğimiz bilgiye dikkat etmiş ve zikredilen bilgi ile kendisini güzelce tanımış iseniz, anlamışsınızdır ki herhangi fevkalade bir şey, Çelebi cenaplarının nazarıdikkatlerini çeker ise onu uygulamak için, zihninden bir fıkra, bir hikâye bulmaya çalışır. Hem de mutlaka bulur. Bulduğu anda gördüğü şeyi zihnindeki hikâyeye uydurarak, kuruntusunu büyütmeye başladığı anda da meseleye maddeten vücut verir ve derhâl kendisini o hikâyenin içinde bulur.
İşte Çelebi bu hâli gereğince Tahtakale hamamından çıkan aşüfteyi de zihninde uyduracak bir hikâye aramaya başladı. Aradığını yine Muhayyelât-ı Aziz Efendi’de buldu. Kendi kendisine dedi ki:
“Bu kadın olsa olsa Şehzade Nesil’in gurbete çıkarak hiç bilmediği bir memlekette, hamamdan çıkar iken gördüğü, yine hiç bilmediği karı olacaktır. Hem de ta kendisi! Şimdi ben bu kadına ilgi duyacağım! İlgi alaka gösterdiğim anda kadın da bana meyil ve rağbet edecektir. Ben ona, beni hanesine kabul etmesini söyleyeceğim. O da bana, ‘Efendim, nerede âdet olmuş ki kadın âşığını kendi hanesine götürsün? Layık olan, sizin beni kendi hanenize götürmenizdir.’ diyecek. Fakat ben bu diyarın acemisi olduğumdan kadını götürecek yerim yoktur. Bunun için ne yapacağım? Artık ister istemez kadına uyarak önüne düşeceğim! Gideceğim, gideceğim! O da arkam sıra gelecek. Nihayet yolumuz bir çıkmaz sokağa uğrayacak. Ta dipteki kapıya gelince ister istemez kapının önünde duracağım! Burası benim hanem değildir ya! Fakat kadın bana sorunca, ‘Evet hanem burasıdır ama kölemi çarşıya göndermiştim, henüz gelmemiş.’ diyeceğim. Kadın, bunun üzerine kapıyı kurcalarken kapı açılacak. İçeriye gireceğiz ki bir boş hanedir. Biz, orada zevküsefaya başlayacağız. Bir de gece vakti hanenin sahibi gelecek. Meğer burası, bu memleket padişahının bir gizli sefahanesiymiş. Ben dışarıda ayak patırtısını duyunca, dışarıya çıkıp işi anladığım zaman özürler dileyerek hâlimi ve hayatımı hikâye edeceğim. Padişah bunu da kendisine bir eğlence edinmek üzere, güya benim çarşıya göndermiş olduğum kölem yerine geçerek, bize hizmet edecek. Hatta yanındaki kadın bizim uydurma köleye hiddetlenip aşağılamada bile bulunacak. Nihayet sabah olup da kadını def ettikten sonra padişahla dost olacağız.”
Malum ya! Bizim büyük mecnun, bir hikâyeyi böyle kendi nefsine isnat ederek söyledi mi mutlaka icabını yerine getirmeye de hemen başlar. Bu defa ise Daniş Çelebi şu hayali âdeta bir anda edip bitirerek son kararı olmak üzere, kendi kendisine dediği “Yaparım, yaparım!” sözü üzerine, aşüfteye bir iltifat ile ilgisini ilan etti. Aşüfte, Daniş Çelebi’yi kerli ferli bir çelebi görünce, müşterinin yağlısına çattığına memnun olarak derhâl rağbetine uygun cevap verdi. Kısacası Daniş Çelebi tarafından “Arkama düşün! Nereye gider isem beraber gel!” emri verilmesiyle Çelebi önde, kadın arkada Kantarcılar’a doğru yürüdüler.
Gide gide Süleymaniye tarafına yönelerek, birçok sokaklara girdikten sonra, nihayet önlerine bir çıkmaz sokak çıktı. Malum ya! İstanbul’da çıkmaz sokak nadir değildir. Hatta çıkar sokaklar bile çıkar, ama o kadar da kolaylıkla çıkar ki, çıkardıkları adamın canını da çıkarmak derecesine getirir.
Tahtakale’de hamamdan çıkarken kadına tesadüf ve rağbet edilir edilmez de uygun cevap alır. Nihayet çıkmaz sokağa girdiği gibi çıkar. Birbirini takip eden hâllerin başarısı, Daniş Çelebi’nin fikrine, vehmine o kadar kuvvet vermişti ki hikâyenin devamı da arzusuna uygun çıkacağından ve bu olayın Beykoz’un büyük köşküne asla benzemeyeceğinden Çelebi’nin hiç şüphesi yoktu. Dolayısıyla kadın: “Sizin eviniz burası mıdır efendim?” sorusunu yöneltince ve bu soru da önceki düşüncelerine uygun çıkınca, Daniş Çelebi, “Hay hay! Fakat kölemi çarşıya göndermiştim. Besbelli henüz gelmemiş ki kapısı kapalıdır!” cevabını göğsünü gere gere vermekten asla çekinmemiştir.
Ne tesadüf! Ne uygunluk! Bu söz üzerine kadın kapıyı kurcalamaya başlamasın mı? Kapıyı kurcalarken kapı da açılıvermesin mi? Aziz Efendi hikâyesinin ikincisi, bir anda vuku bulması vesselam!
Bunlar, selamsız sepetsiz içeriye girdiler. Daniş Çelebi önde, aşüfte arkada olarak merdivenden yukarıya çıkmaya başladılar. Fakat ne yazık ki hikâyenin uymayan kısmı burada baş göstermeye başladı. Zira hanenin bomboş olması lazım gelirken yukarıda birkaç kadın görüldü. Bunlar arasında: “A! Bir erkek geliyor! Aman ya Rab! Arkasında bir de orospu var. Kapıyı bilmeyerek açıvermiştik! Aman Mustafa Efendi gel, yetiş! Şunlara bir meram anlat!” Seslerinin varması çaresiz Daniş Çelebi’nin kulaklarına bir ferahlık vermemişti. Mustafa Efendi geldiği zaman, gerçi Daniş Çelebi, “Sen bu diyarın padişahısın. Öyle değil mi birader? Burası senin gizli olan sefahanendir. Fakat bizim gelişimiz fena vakte tesadüf etti. Zira siz bizden evvel kadınları buraya aşırıp zevkinize başlamışsınız. Eğer ben hanenin boş olduğu zaman gelmiş olsaydım da sen de beni burada bulsaydın hiç ses çıkarmayıp, hatta bana köle olurdun. Bizim bu kadın seni dövseydi bile ses çıkarmaz idin.” diye hayalindeki hikâyenin kalan kısmını anlatmıştı. Ancak anlatmasına rağmen Mustafa Efendi’den umduğu cevabı alamayıp: “Bu ne halt ediyor! Sen beni kerhaneci mi sandın be! Bir de tutmuş da bana bu memleketin padişahı diyor! Aklını mı kaçırdın yoksa!” cevabıyla beraber herifin süpürge sopasına da sarıldığını görünce ve meselenin sonlarının Beykoz Köşkü meselesine benzemeye başladığını da görünce bir anda önceki dayağın acısı, biçarenin aklını başına getirmiş ve dolayısıyla bu belalı ev içinde bir dakika daha durmayıp kararı derhâl kaçmaya dönüşmüştü.
Kendisi kaçtıktan sonra Tahtakale hamamından çıkan aşüftenin orada kalması ve kendi ismi bulunan “orospu” sözüyle kendisine hitap olunmasının güya namusuna dokunması üzerine, Sulukule kavgalarına dahi kıyas kabul edemeyecek şekilde baş gösteren kavganın mahalle içinde ne büyük bir rezalet çıkarmış olduğu başkaca düşünceye muhtaç bir keyfiyettir. Daniş Çelebi ise bu rezaleti seyretmek için bile başını çevirip arkasına bakmayarak ta kendi semtine kadar geldi.
Zannederiz ki bu vaka da Daniş Çelebi’nin aklını başına getirmediğine inanmazsınız. Hiç nasıl inanılabilir ki! Daniş Çelebi’nin bir kere inanmış olduğu şeyden vazgeçmesi mümkün olmadığını artık anlamamış kimse kalmamıştır. Koca mecnun! Bu olumsuz vakaları da zihninde hemen ve pek kolay hallediyordu. “Hikâye pek doğru ve bizim sergüzeşt de pek uygundu ama ne fayda ki bu diyarın padişahının gizli sefahanesine vakitsiz gittik. Eğer kendi aşıntıları orada olmadığı hâlde gitmiş olsaydık, hiç bu belaya uğramaksızın sabahlara kadar vur patlasın zevk ederdik.” şeklinde yorumlayarak işlerin yolunda gitmemesini sadece bu vakitsiz gitmeye bağlayıp üzülmüştü.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Daniş Çelebi hakkında buraya kadar verdiğimiz bilgi ve özellikle garip hayatına dair örnek olarak hikâye ettiğimiz şu iki vaka kendisini size layıkıyla tanıtmıştır düşüncesindeyiz. Eğer hakikaten kendisini güzelce tanımış iseniz itiraf edersiniz ki, bu gibi mecnunlar şehrimizde pek fazla hoş karşılanırlar. Zira şehrimizde pek çok adamlar vardır ki soytarı ve dalkavuk olan adamlar ile ettikleri sohbetlerden aldıkları lezzeti, akıllı ve diğer normal insanlarla ettikleri sohbetlerde bulamazlar. İşte bu gibi adamların Daniş Çelebi gibi mecnunlara da rağbet ve itibarları pek çok olur.
Daniş Çelebi’nin semtinde Engürusizade Nafiz Efendi denilir emeklilerinden bir zengin adam vardı ki böyle yüze gülen, dalkavuk, soytarı ve mecnun güruhunun sohbetlerinden pek lezzet alırdı. Nafiz Efendi, Daniş Çelebi’nin bu şöhreti etrafta yayılınca Çelebi cenaplarını kendi konağına alıştırmış ve birçok acayip ve garip hâllerini söyleterek eğlenmeyi alışkanlık hâline getirmişti.
Gerçi Daniş Çelebi’nin validesi Saliha Molla, Karun’un malına yakın bir servete sahip bir kadın olduğundan, oğlunun böyle âleme eğlence olmasına razı olamayacağı aşikâr ise de Engürusizade, Da-niş Çelebi ile olan muamelesini pek büyük bir saygı içinde yürütüyordu. Hatta kendisini celp ettireceği geceler uşak, fener ve özel hayvan gönderiyordu. Ona büyük ikramlar da ederek konağına çağırdığından annesi bu davetlerin diğer maksatlarından habersizdi. Hatta belki oğlu böyle kibarların meclisinde yapılan sohbetlerle açılır, adam olur hayaliyle oraya devamından bazen memnun dahi oluyordu. Hem artık kırk yaşına gelmiş ve daima büyücülük ile meşgul olarak, bu yolda hayli büyücülerle dostluk da peyda etmiş olan Saliha Molla’nın artık yirmi beş yaşına yaklaşmış bulunan oğlu Daniş Çelebi’nin aralıkta bir kere komşulara giderek gece yarısına kadar vakit geçirmesine ihtiyacı da artmıştı. Zira şeyh namını alan bazı efsuncular ile birlikte kaynatacakları simya küplerini başkalarının nazarından gizlemek lüzumu, kadına bu ihtiyacı da telkin etmişti.
Hazır sözü bu vadiye getirmiş ve hikâye de Engürusizade’nin, Da-niş Çelebi ile sohbeti noktasında bulunmuşken şu fıkrayı belirtelim ki bizim için iki tarafla da açıklanacağından bir taş ile iki kuş vurmuş olacağız:
Gecelerden bir geceydi ki Engürusizade Nafiz Efendi’nin konağında hep dalkavuk güruhundan üç beş zat mevcut oldukları hâlde Daniş Çelebi de davet edildi. Dereden tepeden manalı manasız bir hayli söz söylendikten sonra Nafiz Efendi, şu aralık garip bir hâle tesadüf edip etmediğini Daniş Çelebi’den sormakla o da, “Efendim! Geçen gece başıma bir hâl geldi. Hikâye edecek olsam hayrette kalırsınız.” diye şu olayı hikâye etti:
“Geçen gece Buharalı Şeyh Gergevani bizdeydi. Bilirsiniz ya! Sanatta ortak olmalarından dolayı annem cariyenizin pek eski ahbabı ve kafadarıdır. Yine simya ilminden bir sanat icra edeceklermiş. Çoğunlukla bu gibi ameliyatı yalnız ikisi icra ederler. Zira bunu ikisinden başka adamın gözü görecek olursa tılsımı bozulur.
O akşam da benim biraz moralim yerinde olmadığından evimden dışarı çıkmaya gücüm yoktu. Şeyh Gergevani tebessümle yanıma gelerek, dedi ki: ‘Daniş Çelebi! Bizim simya çömleği yoluyla, erkânıyla kaynatmak için sizin burada bulunmamanız gerekir. Fakat bu gece siz bizi yalnız bırakacak bir hâlde değilsiniz. Dolayısıyla, size garip bir seyahat verdirmeyi kurdum ki hem yorulmaksızın bu âlemden başka birtakım ulvi âlemlere seyahat edeceksiniz, hem de biz yalnız kalıp işimizi göreceğiz. Benim sanattaki maharetime valideniz hanımın da güveni vardır. Yani asla tehlikede bulunmayacağınıza siz de emin olacaksınız. Sizi öyle bir âleme göndereceğim ki zevkine, sefasına doymak mümkün olamaz. Ben bu iyiliği, her zaman herkese yapmam.’
Zaten şeyhin iktidarının derecesi gözümde yüksek olduğundan ve bazı kitaplarda okuduğum fıkra ve gerçek hikâyeler üzerine böyle bayağı bir âlemin üzerinde birtakım ulvi âlemlere seyahatini pek çok zamandan beri arzu etmekte bulunduğumdan şeyhin teklifini büyük bir minnetle kabul ettim.
Şeyh kalktı. Bir bardak şerbet getirdi. Kim bilir içine hangi duaları okudu! Ben onu içtikten sonra, kendimde bir değişim hissetmeye başladım. Öyle bir değişim ki âdeta kendimden geçmekte olduğumu görmekteydim. Yalnız kendi hâlim değil; âlemin hâli de değişmeye başladı. Şöyle ki: Oturduğum odanın tavanı yükseldikçe yükselip ta semaya çıktı ve gökyüzünde bir nokta gibi görünür oldu. Dört duvar da yöneldikleri istikamete doğru uzaklaşmaya başladılar. O kadar ki her biri dört taraftan binlerce saat mesafelerde birer beyaz nokta gibi kaldı. Nihayet ben, kendimi koca bir çölün orta yerinde buldum.
Ne yeşillik! Ne ağaçlık! Ne, ne sahra! Her taraftan dereler çağlar. Her taraftan kuşların bir başka latif şekilde güzel sesleri gelir.
Aklımı başıma almak için oturdum. Etrafı bir hayli seyrettim. Sonra rastgele bir tarafı tutup yürümeye başladım. Gittim gittim. Karşıma bir bahçe ve ortasında bir saray çıktı ki, dillerle vasfı mümkün değildir. Bir hayli daha yürüdükten sonra dış kapıdan bahçeye ve sonra iç kapıdan saraya girdim. İrem Bağları dünyaya tekrar çıkmış zannettim.
Ben saray kapısından girer girmez, seksen yüz kadar peri yüzlü kızlar el çırparak, alkışlayarak beni karşılamaya koştular. Koltuklarıma girerek ve ‘Efendimiz! Nice zamanlardan beri sultanımız hazretleri gelip burayı şereflendirmenizi bekliyorlar.’ diye taltifler ederek yukarıya çıkardılar. Bir büyük oda, bir geniş sofa, onun üzerinde bir sultan ki doğan ayın on dördü!
Beni görünce lütfen eğildi ve nice iltifatlı diller dökerek gelişimi kutlayıp büyük bir saygı gösterdi. Artık hangi birini söyleyeyim? Bir tarafta karma eğlence, bir tarafta çalgılar, çengiler. Bir tarafta güzel sofralar kurulu. Yedik içtik. Zevkler, sefalar ettik. Dünyada ömrümün en mesut dakikaları aranır ise orada geçirdiğim dakikalar bulunur. Ah! Keşke ben o gece vefat ederek ahirete ağız tadıyla gitmiş olsaydım. Fakat insanın her istediği gerçek oluyor mu? Bir de sabah olunca gözlerimi açayım ki bizim fakirhanedeyim.
İşte efendim! Simya ilminin şöyle bir görülmemişine tesadüf ettim. Ama Şeyh Gergevani hazretlerinde ne maharet! Herif İbn-i Sina kesilmiş gitmiş. Aralarında şu fark var ki İbn-i Sina birçok şeyi bir anda ve kısım kısım gösterir. Şeyh Gergevani ise bir geceyi yine gecenin müddeti içinde gösteriyor.”
Daniş Çelebi, şu anları hikâye ederken gerek Engürusizade ve gerek dalkavuklar birbirinin yüzüne bakışıp, bıyık altından gülüşüyorlardı. Ama bunu kinayeye yormayınız. Hikâye edilen hayat, yalan değildi. Zira Daniş Çelebi tek kelime yalan söylemezdi. Çok görülmüştür ki, pek çok ahmak olanlarla, mecnunlar yalan söylemezler. Yalan söyleyenler ise, daha çok cin fikirli ve sözü çok süsleyip uzatan adamlardır. Onlar sadece, valide hanım efendinin Şeyh Gergevani ile simya çömleğini kaynatmak için Daniş Çelebi’ye bu âlemin dışında ulvi âlemlere kadar seyahat verdirmeye lüzum görmüş olmalarına gülüyorlardı.
Yoksa hakikatte Daniş Çelebi’ye böyle bir seyahat ettirecek kadar simya ilmini öğrenmek pek kolaydır. Beş on paralık esrar macunundan yapılmış bir şerbet Daniş Çelebi gibi zaten evham ve hayallerine kendi kendisince de vücut veren bir mecnun üzerinde uygulayıp bu etkiyi göstermek pek zor değildir.
ALTINCI BÖLÜM
İşte Daniş Çelebi’nin Engürusizade Nafiz Beyefendi konağında sebep olduğu bu tür eğlenceler, efendi hazretlerini gerçi bir dereceye kadar eğlendirmekte idiyse de işin sonunda bu mecnunca olan sohbetlerin de artık günahı görüldü.
Şöyle ki:
Nafiz Efendi, bir akşam ahbap ve dostlarıyla Daniş Çelebi’nin tuhaflıkları hakkında söz söylerken bu mecnun ile bir güzel ve fevkalade şekilde eğlenmek lüzumuna dair söz ileri sürülmüş ve birçok görüşmeden sonra yapılacak işe, yine Nafiz Efendi kendi kendisine bir şekil verip dalkavuklara da bu komedyada oynayacakları rolleri öğretmişti.
Verilen şu karar üzerine bir akşam Daniş Çelebi’yi davet ettiler. Çubuklar çekilip kahveler içildikten sonra tam sohbet esnasındaydı ki oturdukları odanın kapısı açılıp, içeriye bir kız girdi. Ama kız, gerçekten peri yüzlü! Gariplik şunda ki bu kızı yalnız Daniş Çelebi’nin gözleri görüyordu. Gerek Engürusizade ve gerek diğer hazır bulunanlar kızı görmek değil odaya bir kimsenin girişini dahi hissedememişlerdi.
Daniş Çelebi kızı görünce “Aman ne parlak kız!” diye yerinden davranıp bir karşılama hareketi gösterdiği zaman, Nafiz Efendi vesaire ahbaplar “Nasıl? Rüya mı görüyorsunuz Çelebi?” diye hayretlerini beyan ettiler. Bu zamana kadar kız da, Çelebi’nin yanına sokulup, “Sus! Sesini çıkarma. Ben peri kızıyım. Beni bu odada senden başka kimse görmez. Hatta söylediğim sözleri de senden başka kimse işitmez. Eğer istersen ben kendimi onlara da gösterebilirim. Ona göre davran.”
Daniş Çelebi, kızdan şu talimatı alınca pek fazla ağzı açık olarak hazır bulunanlara dönüp hitap ile: “Efendiler! Sizin gözünüz vardır, ama görmez. Kulağınız vardır, ama işitmez. Siz âlemin yalnız dışını görürsünüz. Sırlarını göremezsiniz. Çünkü gözünüz ve kulağınız simya ilmiyle uğraşmamıştır. Ben size kıyas edilemem. Ben şimdi şu oda içinde sizin görmediklerinizi görür, işitmediklerinizi işitirim.” deyince hepsi bir hayret gösterdiler.
Hazır olanların şu hayreti ve peri kızının, “İşte gördün mü bak! Beni göremiyorlar. Ve sana söylediğim sözleri işitemiyorlar. Eğer validen Saliha Molla’nın sana verdiği Süleyman mührünün sayesinde cinlerin ve perilerin sana ne kadar itaatkâr ve bağlı olduklarını bunlara göstermek istersen, emret kendimi onlara da göstereyim.” demesi üzerine mecnunun büsbütün kulakları kabardı. “Evet, hiç hayret etmeyiniz. Eğer isterseniz, gördüğüm şeyi size de göstereyim. Bir kız ki insanlar içinde emsalini hiç görmemişsinizdir. Peri kızıdır.” dedi ve hazır olanlar tarafından, “Aman Daniş Çelebi, Allah aşkına olsun bize de gösterirsen, lütfetmiş olursun.” yollu ricalar edilmesi üzerine hepsine görünmesi için kıza emir verdi.
Bunun üzerine peri kızı acayip bir hareket gösterdi. Böylece hazır olanlar da kendisini görmeleriyle cümleten hayrette kaldılar. Her biri kızın güzelliğine övgüler sunarak ve Daniş Çelebi’yi de methederek tebrik ettiler. Peri kızı ise bunların hepsine nazikâne iltifatlar ile “Beyler! Bu gece, Daniş Çelebi hazretlerinin sayesinde bir güzel eğlence ile vakit geçirmek isterseniz Çelebi hazretlerinden rica ediniz o da bana emir versin. Size derhâl perilerden bir kol çalgı getireyim. Bu gece yiyip içip eğlenelim. Bizzat kendim dans ederek sizi eğlendireyim.” dedi. Ne nimet!
Pericesine bir eğlenceyi kim cana minnet bilmez? Müsaade için hepsi Daniş Çelebi’nin ayaklarına kapandılar.
Aklı zaten zıvanasından çıkmış olan Daniş Çelebi değil ya! Böyle bir komedyayı benim diyen akıllılara bile oynamış olsalar çıldırmamak mümkün değildir. Zira oyundan herkes kendisine düşen vazifeyi o kadar maharetle icra ediyordu ki, Daniş Çelebi şöyle dursun, âdeta kendileri bile maceranın sıhhatine inandırmak derecesini buluyorlardı.
Dolayısıyla Daniş Çelebi de olayın hakikatinden asla şüphe etmeyerek vakar ve azametle peri kızının ahenkli icrasına müsaade gösterir göstermez ve kız da elini çırpar çırpmaz oda kapısı açılıp, birkaç tane cariye içki ehlini getirdi ve derhâl oda dışında kemanların, lavtaların, santurların tıngırtısı işitilmeye başladı. Öyle acele ile işe başladılar ki, perilerden başka kimseye mahsus değildir.
Bir yandan kadehler devreder, bir yandan mızraplar ahenkle çalınır. Orta yerde de peri kızı, gerçekten insan evladında emsali görülmemiş bir çeviklik ile öyle oynadı ki, hazır bulunanlar da şevk ve neşelerinden naralar atmak derecelerine getirildi. Hele şu mecliste Daniş Çelebi’nin mevkisi büsbütün düşünülmeye muhtaç kalır. Şarap ve içki ile alışkanlığı olmadığından birkaç kadeh parlatır parlatmaz neşesi de birdenbire parlamış ve bu ahenk, bu gösteri kendi fermanıyla periler tarafından meydana getirildiğini düşündükçe kendisini gerçekten zamanın Süleyman’ı zannetmişti.
Ya peri kızının işvebazlığı? Dans arasında süzdüğü gözleri, hep Daniş Çelebi’ye doğru süzerdi ve dudağı üzerinde kondurduğu latif bir tebessüm ukdesini de yalnız Daniş Çelebi’ye gösterirdi. Dolayısıyla gamzelerin delalet ettiği bin mana ve iddiayı da yalnız Çelebi hazretleri anlar. Çünkü perice olan bu davranışta ondan başka kimsenin ihtisası yoktur.
Kafalar ısındıkça kız, bir aralık gelip Daniş Çelebi’nin kucağına oturmasın mı? Daniş Çelebi taşkınlığın bu derecesinden sakınmak istediyse de kız, “Sen telaş etme onlar benim bu davranışımı görmezler. Ben kendimi yine onların gözlerinden gizledim.” demesiyle ve o aralık, “Hazır olanlar da canım peri kızı nereye gitti. Acayip şey! Yine görünmez oldu.” diye aranmaya başlamasıyla Daniş Çelebi’ye de bir kalbî rahatlık geldi.
Artık bundan sonra Çelebi’nin peri kızıyla olan aşkı görenleri gülmekten kıracak bir derecede idiyse de, herkes önceden tembihli bulunduğu için gülmek ve hatta aşkın icrasına fazlaca dikkat etmek derecesinde de Çelebi’ye şüphe verecek en küçük bir harekette de bulunmuyorlardı.
Her şeyden önce kızın verdiği cesaretten sıkılarak çekinmek isteyen Çelebi hazretlerinin sonradan gelen cesareti onu âdeta her şeyin dışına çıkarıp işin daha ilerisine varmak istemesine ne dersiniz? Sizin diyeceğinize hacet yok. Denilecek şeyi, yine peri kızı demişti. Yani zemin ve zaman bu dereceye kadar müsait olmadığını söyleyerek kaçınmıştı.
Sözün kısası saat beşe, altıya kadar bu fevkalade şekilde eğlenildiyse de, işte işin ondan sonrası yaman çıktı. Zira mecnun hanesine dönerken peri kızını mutlaka beraber alıp götürmek davasına başlamış ve bu davada delil olmak üzere bu kızın peri kızı olması ve kendisinin Süleyman mührüne sahip olması durumu iddiasına kuvvet vermişti. Gerek Engürusizade ve gerek dalkavuklar ve hatta uşaklar yalvarmaya kalkıştılar ise de fayda vermedi. “Canım Daniş Çelebi! Sen çocuk musun? Yoksa çıldırdın mı? Muradımız seninle bir şakaydı.” diye dursunlar, fakat Daniş Çelebi’yi inancından çevirmek mümkün mü?
İş mücadele ve yalvarmanın son derecesine vardı. Hatta kavga ve dövme demleri de yaklaştı. Kızı divanenin elinden kurtarmak mümkün olamadı. Rezalet ayyuka çıkmak derecesini bulunca Engürusizade yaptığı şakaya pişmanlıkla beraber: “Bırakınız alsın götürsün. Kendisi mecnun ise, annesi mecnun değildir ya? Başkasının malı olan cariyeyi elbette bu mecnunun şehvet şerrinden korur. Sabah ola hayrola. Yarın işe bir şekil veririz.” demesiyle uşaklar engel olmaktan geri çekildiler. Daniş Çelebi de peri kızını koluna takıp hanesine kadar getirdi.
İşte böyle mecnunca şakaların pişmanlık veren neticeleri görülmesi de nadir hadiselerden değildir.