Kitabı oku: «Gönüllü», sayfa 4
Çelebi Molla, düşünmeye başladı. Hem düşünüyor hem de:
“Evet! Doğru ya. Emsali çok!” diye lisanen oğluna hak veriyor idiyse de zihnen bir türlü bu işin ihtimaline yaklaşamıyordu. Sonkur Yankos Çorbacı denilen adam vefat eden kocasının çiftlik ortağı, zengin, Rumlar arasında gayet muteber bir adam olduğu gibi birkaç defa meclis-i idare azalığına da seçilmiş, hatta bir aralık emrine kapıcıbaşılık verildiği gibi bir aralık da dördüncü rütbe mecidiye nişana nail olmuştu. Gerçi Rumeli’de Rum’dan, Bulgar’dan birçok kızlar Müslüman olarak birer Müslüman kocaya varıyorlar ise de bunlar köyler veyahut kasabaların fakir ahalisinden olmakla beraber kimi kimsesi olmayan ve kendi kavmi arasında da zaten koca bulabileceğini ümit etmeyen kızlardı. Onları da bekçi, zaptiye veya esnaftan bazı kimseler alırlar. Fakat böyle Köse Osman Efendizade Recep Efendi gibi muteber bir zatın, bir dönme kız alması nadirattan olduğu gibi Sonkur Yankos Çorbacı’nın kızı Filomene gibi muteber bir kızın, din değiştirip bir Müslüman’a varması da nadirattan olmasıyla işte Çelebi Molla, buraları düşünerek karar veremiyor ve ne kadar düşünse de bu izdivaca zihninde bir imkân çaresi bulamıyordu. Recep validesinin zihninden geçen şeyleri tahminen:
“Anacığım! Biz bu işi zaten tertip ettik. Senin için hiçbir yorgunluk yoktur. Senden rica ettiğimiz şey Filomene gelip benim zevcem ve senin gelinin sıfatıyla elini öptüğü zaman onu güzel karşılayıp kabulden ibarettir.”
Demesiyle Çelebi Molla:
“İş bundan ibaret kalır ise her şey olmuş, bitmiş deyiniz. Bir validenin oğlunun beğenip aldığı kadın bir tavşan dahi olsa ‘kızım’ diye ona kollarını açması insani bir borçtur. Sen, beni başka valideler gibi mi zannediyorsun? Oğluna onun beğendiği, onun istediği kızı almayıp kendi beğendiğini almak niyetinde bulunan ve kendi dediği olmaz ise oğlunun alacağı kadına tam kaynanalık ederek ikisinin de başına dünyayı zindan eden validelerden mi zannediyorsun?” diye Recep’in de zaten beklediği müsaadeyi asla esirgemedi ise de tavırlarını istila eden dalgınlıktan Recep pekâlâ anlıyordu ki validesi kendisinin bu suretle izdivacına kalben henüz razı olamıyor. Zahiren muhalefet etmemesi Recep için kâfi değildi. Recep istiyordu ki o zamana kadar rızasına göre hareket etmekten kıl kadar ayrılmamış olduğu validesinin bu izdivaç meselesinde de tam rızasını temin etsin.
Şu ilk muhaverede ana ile oğul arasında tam bir fikir birliği olamadı ve Çelebi Hanım:
“Bana biraz müsaade ver oğlum. Güzelce düşüneyim. Seni istediğin yemin ile temin ederim ki Yankos Çorbacı’nın kızı hani ya bir Hristiyan kızı diye istemezlik etmiyorum. O da pek muteber adamdır. Meclis azası, rütbeli, nişanlı ve zengin soydan bir adam. Fakat ben bu işin içinde Filomene ile senin için büyük büyük zorluk görüyorum da onun için biraz derince düşünmeye muhtacım!” diye oğlundan müsaade istemesiyle ve Recep de ona itaat göstermesiyle bu günlük muhavere ve müzakere bundan daha ileriye gidemedi.
Recep ile Filomene arasındaki aşk münasebetini, ana ile oğul arasındaki muhaverenin şu derecesi de okuyucularımıza bazı şeyleri anlatıvermiştir. Bu konuda tarafımızdan verilecek izahlar pek az kalmıştır. Zira şu roman, koca Bernardin de Saint Pierre’in Paul et Virginie’si gibi iki çocukta sevda denilen şeyin ilk masum sureti nasıl oluştuğunu göstermek için kaleme alınmamıştır. Daha çocukluklarından beri Recep ile Filomene iki aile arasındaki bazı iş ve ortaklıktan dolayı sık sık buluşup birlikte oynamışlardır zamandan beri masumca oynayıp seviştikleri gibi Recep, Filomene’den üç dört yaş daha büyük olduğundan buluğ çağına ondan evvel girmiştir. Bu dönemlerde Filomene hakkında daha ne gibi hisler beslediğini bilmiyoruz. Recep, köylerde gezip delikanlılık dönemlerini yaşarken Filomene ile de görüşmelerini sürdürmüştür. Kız da artık evlenme çağına gelmişti. Bu dönemlerde Recep kendi kalbindeki tatlı hisleri kıza da nasıl yansıttığını ve Filomene’in de kalbinde zaten böyle birtakım hevesler uyumakta bulunmasıyla Recep’in daha ilk hisleri üzerine o heveslerin nasıl uyandığını ve sonra Köstem deresi kenarlarında, o latif bahçelerde ağaçlar aralarında birbirine sohbet yeri tayin ederek her ikisi de aynı saatte aynı noktada nasıl buluşup ne tatlı hasbihâllere giriştiklerini ve bu sırrı ikisi de herkesten saklamaya ve hatta analarını, babalarını bile kendilerine yabancı saymaya ve her hâlde birbirinden başka kimse ile evlenmemeye nasıl karar verip ne yolda yeminler ettiklerini uzun uzadıya tarif ve hikâyeye lüzum görmemekteyiz. Yalnız işin şu kısmını izah etmek isteriz ki Recep’in Filomene hakkındaki münasebet ve muamelesi başkalarını öyle tanışıp görüştüğü diğer kadınlar ve kızlar hakkındaki münasebet ve muamelesine kesinlikle benzemezdi. Filomene, o kadınlar ve kızlar gibi Recep’in bir eğlence aracı da değildi. İleride kendisine zevce edeceği kızın güzel hislerini rencide etmek istemiyordu ve dolayısıyla ne maddeten ne de manen ona bir zarar da vermemiştir.
“Yenişehirli bir Recep Köso olduğu hâlde bile!” Bize bu kinayeli sözü yazdıran şey çok elemli olan bir histir. Zira maatteessüf işittiğimize, gördüğümüze göre delikanlılarımızdan bazıları “alacağımız kızları tanıyıp da öyle almalıyız” gayretini epeyce ileriye götürmüşlerdir. Aralarında öyle ileri derecede münasebetler yaşanmıştır ki dönüşü mümkün olmayan şeylerle karşılaşmışlardır. Her şey olup bittikten sonra, birbirlerine karşı olan sevgi ve aşkları artacağı yerde aksine tamamen ayrılığa düşmüşlerdir. Bu durumları yaşayıp da verem olan ve verem döşeklerinde vefat eden bir hayli kızlarımıza rastlıyoruz.
Evet, Avrupa’da bir delikanlının alacağı kıza “kur” yani serbestçe görüşmelerine müsaade olunur ama bunun ne gibi kayıt ve şartları vardır. Evet! Evet! İngiltere’de ve Amerika’da bu kurlar ve serbestçe görüşmeler için hemen hemen hiçbir şart ve kayıt yoktur. Fakat orada yalnız kızların terbiyeleri kendilerini korumaya kâfi olmakla kalmayıp delikanlıların terbiyeleri de kızları hevaperest tehlikelerden muhafazaya kâfidir. Hele biraz itibarlı olan familyalar nezdinde bu konuda zerre kadar suistimalin müthiş muhakemelere, büyük zarar ve ziyanlara, mahkûmiyetlere kadar yol açacağından kimsenin şüphesi yoktur. Bunun dışında neticesi, düello sonucu ölüme kadar da gidebilir. Dolayısıyla bu hevese karşı koymak için kalbî iradesi kâfi olmayanlara bu neticeleri düşünmek de büyük bir mâni hükmünü alır.
Bununla beraber Avrupa’nın her tarafında ve hatta İngiltere’de Amerika’da da hiç suistimal görülmüyor mu? Bunu kim iddia edebilir? Fakat bizim İslamiyetimize mahsus olan bu hasletlerimize binaen gönül isterdi ki bizde bu yolda hiç suistimal olmasın. Avrupa’nın inançları bu konularda daha tavizkâr olduğu hâlde bu konuda yazılan elem verici eserler nasıl ki insanın içini kanatıyorsa Müslüman ve Osmanlı’nın kalem ehlinin içini nasıl kanatacakları da düşünülmelidir.
Şimdiye kadar bin romanımızda beyan edilmiş olduğu gibi bir delikanlı evlenme hususunda yalnız validesinin veyahut kendisini yönlendiren kadınların keyfine tabi olmamak ve alacağı kızı kendisi de tanımak, öğrenmek ister ise biz kendisiyle beraberiz. Hatta bu konuda şeriat kanunlarında da büyük büyük müsaadeler vardır ki zikredilen izinlerden güzel istifade etmek için iki tarafın da hukukunu, dürüstlüğünü ve şanını muhafaza ile beraber maksatlarına varmalarını da temin edebilir.
Bir delikanlının alacağı kız ve aldığı kadın ile ne yolda bir münasebet oluşturacağı “sosyoloji” denilen hikmetli ilmin en büyük, en mühim konusunu teşkil etmektedir. Kızlar için “bakir” denilen şeyi yalnız cismen ve maddeten düşünmemek gerekir. Fikren ve ruhen de bunlarda bir bakirlik düşünmelidir. Yani fikren de buna kanaat getirmelidir. Bu tür kızlar maddeten açılmamış bir zarfa benzedikleri gibi manen de öyle olmalıdırlar. Öyledirler de. O sonradan beklenilmeyen hâllerin dersini kadınlar erkeklerden alacakları gibi bunun mesulü yine erkeklerdir. Çünkü kızları o hâllere düşürenler yine erkeklerdir. Asıl insanı üzen en büyük şeylerden birisi de şudur ki kocalar bu dersleri kadınlara kendilerinin vermiş olduklarını da hemen unuturlar. Zevceleri hâl ve hareketlerini değiştirmişler diye hemen şikâyete başlarlar. Bir kısımları da artık böyle bir kadın ile geçinmenin mümkün olamayacağını söyleyerek ayrılmaya kadar varırlar. İşte böyle bir bilmezlik ve tedbirsizlik, karıyı da kocayı da bedbaht etti, gitti. Koca kendi bedbahtlığını tamir için ayrılık hakkından istifade edebilir. Ya kadın? İşte o biçare ilanihaye bedbaht olur kalır.
Ahbaplarımızdan akıllı bir adam vardır. İki kızını kocaya vermiştir. İkisinde de paça günü damatları el öpmeye geldikleri zaman bir aralık sohbet ederek damat ile yalnız kalıp demiştir ki:
“Evladım! Sana verdiğim kıza, güzelce geçinmeniz için lazım gelen dersleri mümkün mertebe verdim. Yalnız bir kadın ile kocası arasındaki hususi münasebete dair tabii olarak tek kelime dahi konuşamadım. Hane halkınca da benim bu kaideme katiyen riayet olunmuş bulunduğundan eminim. Zevcene bu dersi sen vereceksin. Daha ilk derste programını iyi tertip et de derse öyle başla. Zevceni kendin şımartıp yüzsüz ettikten sonra bizi sorgulamaya hakkın olamayacağını sana şimdiden haber veriyorum. Hepimiz delikanlılık ettik. Hepimiz delikanlılık hâlini biliriz. O eski tecrübe üzerine hiçbir vakitte kulağından çıkmamak üzere sana ihtar ederim ki zevce başka, metres başkadır. Bunların arasındaki fark “kadın” ve “karı” arasındaki farka da benzemez. Birisi “iffet timsali” ve diğeri de âdeta bir “fuhuş putu”dur. Birisi en yüzsüz bir erkeğin bile yüz karası ve diğeri ise yüzsuyudur. Şu kadarcık bir tarifim ile meramımı anlarsın. Bir kâmil insan, akıllı olan karısını ne tamamıyla boş bırakıp ihmal etmeli; ne de şımartıp yüze çıkartmalı. Bu konuda tam mertçe ve dengelice hareket eder ise evlilik hayatı onun cenneti olur. Eğer yanındaki kadın zevcesi midir, metresi midir, fark edemez ise evlilik hayatı onun cehennemi olur. Sana verdiğim kız dün akşama kadar benim kızım idi. Bundan sonra senin karındır. İyilik ve kötülüğünden dün akşama kadar ben mesul idim. Bundan sonra sen mesulsün.
İşte bizim romanımızın kahramanı da öyle muntazamca talim ve terbiye görmüş bir adam değildi. Hatta Osmanlı basınını ve bir dereceye kadar da Yunan basınını okumayarak bazı şeyleri öğrendiğini daha önce de anlatmıştık. Bütün bunlarla birlikte kızla olan görüşmelerinde kendisini mahcup edecek bir harekette de bulunmamıştı. Bu evliliğine yabancıların dışında pek fazla karşı çıkan da yoktu.
Recep ile Filomene arasındaki evlilik meselesinin konuşulmasından sonra birçok insan bunun resmî olarak gerçekleşemeyeceğini de açıkça görüyorlardı. Zira Filomene’in babası Sonkur Yankos, her ne kadar Recep’in baba dostu ise de kızın Hristiyan olmasını buna engel olacağını düşünüyorlardı. Bu konudaki İslami hükümleri de bilmiyorlardı. Ayrıca kızın babasının katı bir Hristiyan olduğunu da düşünüyorlardı. Bu yoldaki bir izdivaç İstanbul’da bile nadir bulunuyordu. Durum böyleyken Teselya gibi bir yerde buna imkân verilebilir mi? Gerçi bu şeri hükmü Recep pekâlâ biliyordu. Hatta bunu Filomene’e de öğretmişti. Filomene, Recep’in yalan söyleyeceğine ve hilesine asla ihtimal veremediği gibi bu konuda verdiği malumata tamamıyla inanmış ve kabul etmişti. Hatta Filomene de dinine pek bağlı bir Hristiyan olduğu hâlde İslam’ı kabul ederek Recep’le evlenmeye rıza göstermesi Recep’in:
“Filomene! Göreceksin ki İslamiyet ile Hristiyanlık arasındaki fark hakikaten soğan zarı kadar bir şeydir. Hazreti İsa’ya, Hazreti Meryem’e, İncil’e bizim de imanımız vardır. Hazreti İsa ve Meryem’i belki biz Hristiyanlardan ziyade severiz. O soğan zarı kadar dediğimiz fark ise Hazreti İsa’ya isnat olunan uluhiyetten ibarettir. Şimdiye kadar sana bin defa tarif etmiş olduğum gibi bu uluhiyet-i İsa meselesi de Hristiyanlığın esasında yoktur. Hazreti İsa’dan üç dört yüz sene sonra insanların kendisine isnat etmiş oldukları bir şeydir. Önümüzdeki mânileri defetmek için sen din değiştir de ondan sonra ister isen İslam’ın hakikatlerini kesin öğreninceye kadar yine kendi âdetlerini icra et. Ben senin ne Panaigayana6 mâni olurum ne de Hristos’una!7” demişti de gönlünün zaten meftunu olduğu Recep’e bu konuda büyük bir istekle kabul cevabı vermişti.
Validesiyle ikinci üçüncü mülakatlarına doğru Recep, bu ayrıntıların tümünü validesine vermişti. Çelebi Molla ise bunların tümünü tasdik edip benimsemişti. Fakat şu neticeye varmak için nikâh yapmadan önce Filomene’i emin bir yere kaçırıp evvel be evvel din değiştirip Müslüman olması için resmî işin yapılması gerekeceğinden kadın biraz endişeliydi. Işte bu işin içindeki bu zorluk o akıllı ve cesur olan hanımın gözlerini yıldırmaktaydı.
Dolayısıyla Çelebi Hanım düşünmek taşınmak için oğlundan zaten almış bulunduğu mühletin biraz daha uzatılmasını rica etti. Recep, buna da muhalefet edemeyerek validesinin ricasını bir emir olmak üzere kabulüne kendisini mecbur gördü.
5
MÜŞKÜLAT VE MEVÂNİ
Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan sonra Çelebi Molla, Filomene’in Müslüman olması için birçok şart koydu ise bu şartlar ile rıza gösterdi ki bu işte muvaffak olmasını ümit edebilmek için o şartlar zaten lazım idi. Bazı vesileler ile birkaç defa Filomene ile görüştü. Kız ile de konuştuktan sonra onun bu konudaki ciddiyetini de anladı. Din değiştirmeye ait şeylere dair gerekli talimatları kıza verdikten sonra meclis azasından bazı zatları da bu sırra ortak etmek ve delikanlı takımından beş altı kişinin Recep hakkında yardımları için sözlerini, vaatlerini almak gibi şeylere de başvurdu ki bunlar zaten Recep’in de hatırından geçmekteydi. Validesi zikredilen şartları ifade ettiği zaman Recep kendisince zaten bilinen şeyler olduğunu ifade etti.
Gecenin birisinde Filomene, babasının evinden kayboldu. Silahlı yedi delikanlı ve yanlarında bir ihtiyar Müslüman kadını olduğu hâlde köşe başında beklemekte iken saatte Filomene eşya olarak pederinin evinden hiçbir şey almaksızın sokak kapısından çıkmış ve kendini bu muhafızlara teslim etmişti. Pederi Sonkur Yankos’nun bundan haberi yok ya? Ertesi sabah Filomene evde görülmeyince ve gitmiş olma ihtimali olan yerler arandığı hâlde de bulunamayınca pederi, validesi, hısım ve akrabası pek büyük telaşlara düşmüşlerdi. Bereket versin ki bu telaş pek uzun sürmedi. Hemen o akşam güneş batmadan bir buçuk, iki saat sonra Filomene tarafından yazılmış olan bir mektubu fakir bir Rum kendisine teslim etmekle kızının hayatından emin olduğundan dolayı kalbi rahatladı. Fakat Filomene bu mektubunda sadece din değiştirme maksadıyla firar ettiğini haber veriyordu. Hatta bu din değiştirme meselesinin kendi maksadının gerçekleşmesi için mâni ve zorlukların en büyüklerinden birisi olacağını bilmediğini de yazmıştı. Ayrıca bu din değiştirmesi meselesi, o zamana kadar tabi olmuş bulunduğu Hristiyanlığı beğenmediğinden değil; gönlünün sevdiği bir adam, bir Müslüman ile evlenmek için olduğunu da bildirmişti. Bereket versin ki o gönlünün sevdiği adamın Köseoğlu Recep Efendi olduğunu izah etmemişti. Eğer bu cahilane tedbirsizliği de etmiş olsaydı, henüz başlamaksızın işi bozabilecek olan mâniler ve zorlukları kendisi daha da zora sokacaktı.
Sonkur Yankos, kanunları diğer Osmanlı nizamını pekâlâ biliyordu. Kızının böyle cahilce ve çocukça bir hareketinden dolayı pek ziyade canı sıkılmış ise de:
“Böyle bir Müslüman kocaya varmak için edilecek din değiştirmeyi hâkim efendiye kabul ve tasdik ettirememek hiç de zor işlerden değildir. Şimdiye kadar tabi olduğu Hristiyanlığı beğenmediğinden değilmiş. Bunun sadece bir Müslüman kocaya varmak için demek olacağını hâkim efendiye anlatmak da benim işim olsun!” diye kendisi asla ümitsizliğe düşmediği gibi cehaleti sebebiyle bu belanın dehşetini zihninde lüzumundan ziyade büyülterek hüngür hüngür ağlamakta bulunan zevcesiyle etrafında bulunan diğer taallukatını da teselli etti.
Ertesi gün, Filomene’in din değiştirmek için Osmanlıca olarak yazılıp Rumca imza etmiş olduğu resmî arzuhâl hükûmete verilmişti. Bu olayı müteakip, Sonkur Yankos’nun bir gece evvel kızının bir Müslüman tarafından kaçırıldığından ve kendisine malum olmayan bir yerde saklandığından bahisle kızının saklandığı yer buldurularak kendisine teslim edilmesini arzuladığına dair dilekçesini o da hükûmete takdim etmişti. Filomene’in Osmanlıca dilekçesi bir dost kalemi ile yazılmış olduğundan, “öyle o zamana kadar tabi olduğu Hristiyanlığı beğenmediğinden değil ise de bir Müslüman ile evlenebilmek için din değiştirdiği hakkında çocukça ve cahilce sözlerden arındırılmış” şekliyle düzenlendiğinden ve İslamiyeti kendi isteği ve vicdaniyle kabul ettiği tarzında düzenlenen dilekçe “Faziletli Hâkim Efendi hazretlerine” diye mahkemeye havale olunduğu zaman hâkim efendi tarafından tabii olarak kabul olunmuştu. Sonkur Yankos Çorbacı’nın dilekçesi de bu işe dairdi. Sonkur’un dilekçesi de oraya havale olunmuştu. Ancak bu dilekçe Filomene’in dilekçesini yok hükmüne sokmadı. Gerekli hâlin kabulüne karar verildiğine ve gerekli işlemlerin yapılmasına ve işin icrasına resmen başlanmasına karar verildiyse de Sonkur Yankos Çorbacı:
“Aman efendim! İş sizin zannettiğiniz gibi değildir. Bir kere kızım Filomene din değiştirmek için kanunen belli olan yaşa varmamıştır. İkincisi, kendi arzu ve vicdanıyla din değiştirmemiştir. Sadece birisi kendisiyle evleneceği vaadiyle gönlünü aldatmış olduğu için bu cahilce harekete girişmiştir. Onu kandıranın kim olduğunu ve kızımın şu anda nerede ikamet ettiğini bilmiyor isem de bu konuda polis dairesine havale olunmuş bir de dilekçem vardır. İşi etrafıyla araştırıp değerlendiriniz!” diye kanunen ne yapılması gerekiyor ise yapılmasını arzu edince hâkim efendi de ona göre ihtiyatla harekete mecbur olmuştur.
Bir işe iyi başlamak muvaffakiyeti yarı yarıya temin edermiş. Bu durum biliniyor ise de bunun tersi de bazen olabiliyormuş. Bir işe fena başlamak dahi muvaffakiyeti bazen öyle yarı nispetinde tehlikeye sokar. Bizim Recep ile Filomene işi de işte böyle fena başlanmış bir iş oldu. Ama kusur Recep’te değil! Recep gerekli işleri doğru olarak planladı. Çünkü bu işle ilgili kanunları iyi bilen arkadaşlarıyla müzakere ederek öyle hareket ediyordu. İşi bozan asıl Filomene’in babasına yazdığı mektuptaki çocukça ve cahilce olan itirafı oldu. Bundan başka bir Rum papazı ve meclis idaresinin Rum azalarından birisi de hazır olduğu hâlde Filomene hâkim efendinin huzuruna götürülerek papaz tarafından kendisine:
“Kızım! Sen hiç de fena bir hareket etmemişsin. Hiç kabahatin de yoktur. Evlenmek ayıp değildir ya? Velev ki bir Müslüman’la olsun. Maksadın fuhuş değil evlenmektir. Öyle değil mi? Yalnız seni Hristiyan olduğun hâlde bir Müslüman’a vermezler diye korktuğun için Hristiyanlığı terk ederek Müslüman olmaya lüzum gördün. Öyle değil mi? Yoksa Müslüman dininde bir Hristiyan kızını nikâh ile almak caiz olduğunu bilseydin din değiştirmeye lüzum görmezdin. Değil mi kızım? Hani ya sen Müslümanlığı değil; Hristiyanlığın bile hakikatlerini tamamıyla bilmiyorsun ki iki din arasındaki farkı bilip de ona göre Müslüman olmak isteyesin. İşte hâkim efendi hazretlerinin de huzurunda olarak sana diyorum ki! Seni sevdiğin Müslüman’a Hristiyan olduğun hâlde dahi verecek olsak şu ata ve ecdadının dinini terk etmezsin ya? Panagia’nın dinini inkâra lüzum görmezsin ya? Hem evvelki gibi Hristiyan kalırsın hem de sevdiğin efendi ile evlenirsin.
Sözleri telkin edilince saf olan kızcağızı zaten bir Müslüman’ın bir Hristiyan kızını, dinini değiştirmeksizin alabileceğine dair Recep’ten bin türlü şeyler işitmiş bulunduğundan papaz efendinin sözleri ciddidir zannıyla:
“Evet, ben dinimden bir fenalık görmüş değilim. Fakat Hristiyan olduğum hâlde beni sevdiğim Müslüman’a vermezler diye din değiştirmeye lüzum görmüştüm. Eğer beni ona verecek olurlarsa hiç de dinimi terk etmem.”
İkrar ve itirafında bulunmuştu. Din değiştirme işini bozmak için de ikrar ve itirafın bu derecesi kâfi değil midir? Recep Köso ile yardımcıları Filomene’in çocukluğu, cehaleti yüzünden işlerinin nasıl bozulduğunu görünce o anda kıza mükemmel bir ders, etraflı bir talimat vermemiş olduklarından dolayı pişman oldular ise de ne çare ki iş işten geçmişti. Sonkur Yankos Çorbacı’nın yaşa dair olan iddiası çürüktü. Zira on altı yaşını geçen bir kızın kendi başına karar verebileceğini ispat için delil toplamaya çalışan Recep Köso ve arkadaşları, Filomene’in sadece evlilik için Müslüman olacağını itiraf edeceğini asla beklemiyorlardı ki ona karşı lazım gelen tedbirleri de hazırlamaya lüzum görsünler.
Kısacası din değiştirme meselesi yandı. Gerçi hâkim efendi Recep ve taraftarlarını tamamen ümitsizliğe düşürmemek için:
“Kararımız din değiştirme meselesini menetmek değildir. Bunu erteleme kararıdır. Birkaç sene sonra kızın yaşı artık itiraz edilmeyecek duruma geldiği zaman tekrar bir din değiştirme teşebbüsüne başvurabilir. O zaman iş resmî hüviyet kazanırsa bu konuda bir problem de çıkmaz.”
Yollu teselliler vermiş ise de bu tesellilerin sadra şifa veremeyecekleri aşikârdır.
Filomene’in Hristiyan kaldığı hâlde sevdiği adamla evlendirilebileceği hakkında kızcağıza verilmiş olan vaatten de bir istifade edilemedi mi?
Bu söz zaten uyulmak üzere verilmiş bir söz değildi ki! Yenişehir Rumları ne şeytan şeylerdir? Hepsi avukat! Sonkur Yankos öyle bir surette davrandı ki Filomene nazarında vaadine vefasızlıkla da itham edilememesi için işin kolayını da pek çabuk buldu. Kızını saklandığı yerden alıp evine getirdiği zaman zerre kadar bir tekdir tavrı göstermedi. Tekdir etsin de kızı ürkütüp tekrar mı kaçırsın? Aksine papaz efendinin vermiş olduğu vaadin icrasına kızı inandıracak yolda taltif ve teşvik tarzında sözler söylüyordu. Bu teminatı o kadar ciddiyet tavrıyla veriyordu ki Filomene’in validesi bile inanıp:
“Canım böyle şey mi olur? Sonra biz Hristiyan ahalinin yüzlerine ne yüzle bakarız!” dediği hâlde Sonkur Yankos, karısını da tekdir ederek:
“Sus sen! Sen bir şey bilmezsin. Benim maksadım kızımı bahtiyar etmektir. Kocası olacak adam uyumlu bir adam olsun da varsın Müslüman olsun. Ne ziyanı var?” diye kızını Müslüman’a vereceğine yalnız Filomene’de değil validesinde de şüphe bırakmıyordu. Karısı ileri görüşlü bir şey olsaydı “uyumlu bir adam olsun da” kaydı üzerine düşünebilirdi. Zira Sonkur Yankos, işte birkaç gün sonra bütün vaatlerinden vazgeçtiği zaman bu vazgeçişini yalnız bu kayıt üzerine bina etti. Yine farklı taltiflerle kıza sevdiğinin kim olduğunu söylettiği zaman Filomene’in:
“Köseoğlu Recep Efendi!”
Cevabını vermesinin ardından Yankos yüzünü ekşitti. Yüzünü çattı. Ama kızının istediği mutlaka Recep olduğu için değil. Filomene hangi Müslüman’ın ismini verecek olsa Yankos bu olumsuz tavrı takınacaktı. Kendisine damat olacak olan zat Müslüman olduktan sonra kim olur ise olsun “uyumlu bir adam” sayılmayacaktı. Bu sevdadan, bu hevesten kızını güzellikle vazgeçirmeye medar olmak üzere:
“A kızım! Bula bula bir Köseoğlu’nu buldun ha? Onun için mi ananı, babanı, dinini, milletini terk etmeyi göze aldırdın? Vah vah vah! Teessüfler ettim. Ben de zannetmiştim ki mülkiyeden, askeriyeden büyük bir adamı seçtin de böyle her şeyi terk ve feda ettiğin hâlde hiç olmaz ise bir büyük hanımefendi olacaksın. İşitiyoruz ki İstanbul’da birtakım büyük adamlar gerek yerli Hristiyanlardan, gerek ecnebi takımından kız alıyorlarmış. Yani Hristiyanlar bunlara kız veriyorlarmış. Bazıları dinini değiştirerek ve bazıları da değiştirmeyerek veriyorlarmış. Fakat bu alışverişte bari pek büyük bir de kâr vardır. Kızları hanımefendi oluyor. Sen ise Köseoğlu’na varmakla şimdiki dereceden ziyade bir şeye nail olmak şöyle dursun alt mertebeye ineceksin. Senin baban onlardan az zengin midir? Ben ortağım olan ve vefat eden Osman Efendi’den daha zenginim. Hem onun serveti ikisi kız, birisi erkek olarak üç evladı arasında bölünecek bir servet! Benim ise senden başka evladım yok. Benim dâr-ı dünyada biricik varisim, biricik kızımsın. Ben sana vereceğim dırahoma8 ile istersem Yunan ordusundan bir miralayı, hatta bir generali sana koca ve kendime damat ederim.” diye saf kalpli bir kızcağızı değil; olur olmaz şeytan fikirli bir kızı bile aldatabilecek sözler ile kızını yola getirmeye çalışmıştı. Sonkur Yankos’nun fikri bu şekilde anlaşıldıktan sonra artık kızını hangi Müslüman’ı seviyor ise ona vereceği hakkındaki vaadinde bir hüküm kalır mı?
Beklenilen saadetten tamamen ümidini kesme derecesindeki üzüntü en evvel Filomene’i istila etti. Artık evvelki gibi Recep ile görüşememekte olduğunu ihbara bile ihtiyaç yok ya? Köstem Nehri kenarındaki mesirelerde görüşme saatlerini evvelden kararlaştırarak oralarda uzun uzadıya görüşüp halleştikleri, dertleştikleri zamanlar artık bir daha dönmeyecek birer mazi hükmüne girdiler. Bu zamana kadar Recep Efendi’ye ikinci bir peder hanesi hükmünde bulunan Sonkur Yankos’nun evinin kapıları ebediyen kapanmış olduğu gibi Filomene için de ikinci bir anne evi hükmünde bulunan Çelebi Molla’nın hanesi de bundan sonra olsa olsa rüyada görülebilecek bir ev hükmünü aldı. Bundan sonra âşık ve âşıka haberleşebilmek için Sonkur Yankos’nun dikkatli nazarlarından emin olabilecek vasıtalara muhtaç kaldılar. Bereket versin ki bu tedbirlerinde muvaffak olabildiler.
Bazı satıcılar vasıtasıyla gizlice mektuplaşmak yolunu bulduklarından Filomene pederinden gördüğü muameleyi Recep’e bildirdi. O zaman ümitsizlik Recep’e de geçti. Arkadaşlarıyla bu durumu müzakere eden Recep bunlar tarafından:
“Öyle ise Filomene’i bir daha kaçırırız! Hem de bu defa öyle evvelki gibi kaçırmayız. Daha başka bir surette kaçırırız.”
Yolunda edilen bir teklife rıza gösterdi ise de sözün doğrusu bu karar kendisini ümitvar edemediği gibi o rızayı da gönlü istemeyerek göstermişti. Zira Recep katiyen biliyordu ki validesi bu kararı, bu teşebbüsü asla benimsemeyecektir. Bu suretle Filomene, kendi hanesine gelin getirilir ise bile kabul etmeyecektir. Recep’in validesi hakkındaki bu tahmini pek de doğruydu. Çelebi Hanım gibi akıllı ve endişeli bir kadının böyle memleket içinde doğrudan doğruya ve açıktan açığa bir fesat demek olan ve Müslüman ahali ile Hristiyan ahaliyi birbirine katacağı aşikâr bulunan bir şeyi kabul etmesi tasavvura sığar mı? Fakat Recep, arkadaşlarının teklifini kabul etmeyecek olsa bunlar nezdinde cüretsiz bir korkak olmak üzere telakki edileceği gibi Filomene nezdinde de vefasızlık ile telakki olunacaktı. Zira arkadaşları şu ikinci karar için Filomene’e haber gönderdikleri zaman kızdan:
“Sevgili Recep için olduktan sonra terk etmeyecek ana, baba, gitmeyecek yer yoktur. Dünyanın öteki ucuna kadar dahi giderim.” cevabını almışlardı. Arkadaşların kararı ise Filomene’i kaçırdıktan sonra Recep ile beraber ya Selanik’e yahut da İstanbul’a kadar gönderip orada bunların düğününü yapmaktı. Bu kadar etraflı düşünülerek bu derecelerde fedakârlıklar göze aldırılması üzerine zaten Filomene için kendisi de her fedakârlığa katlanan Recep’in onların görüşlerine uymaması mümkün olur mu?
Fakat düşmanların her türlü tedbire müracaat edecekleri ihtimaline karşılık Sonkur Yankos Çorbacı da tedbirsiz değildi. Recep’in birçok müşavirleri, muavinleri olduğu gibi Sonkur’un da vardı. Hatta Sonkur, kızının bazı satıcılar vasıtasıyla Recep’e mektuplar gönderdiğini dahi nihayet haber alarak gözcüler, bekçiler koyup bunlara vasıta olan satıcıların birkaçını derdest etmişler ve bu hizmeti zaten para için yapmakta bulunduklarından dolayı Yankos tarafından daha ziyade para gösterilerek vazifeli oldukları mektupları da almışlardı. Yankos, eski bir kurt olup bu yoldaki tedbirlerde bin tecrübe sahibi olduğundan ele geçirdiği mektupları taraflara göndermekten meneder de bu muvaffakiyetinden onları haberdar eder mi? Asla? Mektupları okuduktan sonra yine onunla görevli olan vasıtaya veriyor ve ait olduğu tarafa gönderiyordu. İşte biçare Recep ve Filo-mene el altından muhabere ediyoruz zannıyla bulundukları hâlde birbirine gönderdikleri haberler bu şekilde iki tarafa varmazdan evvel Sonkur Yankos’a varıyordu. Hatta haberleşmelerine vasıta olan satıcılar Recep veyahut Filomene’den aldıkları paralardan başka bir de ondan fazlasını bile Yankos’tan aldıklarına ve alacaklarına tam’an bundan sonra Yankos’un bunlar üzerine gözcü koymasına bile hacet kalmayıp onlar kendi kendilerine mektupları Yankos’a götürüp göstermekte ve mektuplar Yankos tarafından görüldükten sonra gideceği yere gitmekteydiler. İşte bu haberleşmenin son kararlarını da öğrenen Yankos epeyce düşündü. Filomene bu Recep’ten vazgeçmediği hâlde ne kadar dikkat edilse bir faydası olamayacağını ve bu kızın elbette kendi başına bir bela getireceğini de bildiğinden bu işe kesin bir çare bulmayı düşündü. Buldu da! Kızını bir kocaya verir ise onu muhafazaya hepsinden ziyade kocası muktedir olabileceği çaresini buldu. Hususan Filomene, henüz çocuk sayılacak kadar genç olduğundan evleneceği kocayı biraz da seviverir ise artık Recep’i falanı da tümüyle unutacağını ve bu hâlde korkacak hiçbir şey kalmayacağını hesap etti. Elinin altında da Andrea Kostopolo gibi bir damat bulunuyordu ki Filomene’i ona vermek şu günlere mahsus olan emel ve maksadının gerçekleşmesini temin etmiş olacağından fazla geleceğe doğru uzanıp giden daha birtakım emellerini, arzularını da temin etmiş olacağından Sonkur Yankos bu düşüncesini dostlarına açtığı zaman onların dahi hepsi bu planı benimseyip övdüler.
Bu Andrea Kostopolo, güya İzmirli olup orada hastalandığı ve Yenişehir’in meşhur tabipleri tarafından tedavi edildiği bahanesiyle yedi sekiz ay evvel Yenişehir’e gelmiş ve mevcut servetiyle yaşamaya başlamış bir adam diye biliniyor ise de hakikatte böyle değildir. Bu adam Yunan askerî zabıtasından bir yüzbaşıdır. Berlin Antlaşması’nın Teselya hakkında verdiği hükme Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin karşı koymasıyla uğraştığı aylar, hatta seneler zarfında gizli bir görev ile Yenişehir’e gelmişti. Bu görevi de belki bu mesele iki devlet arasında bir savaşa dönüşecek olursa, Yunan’ın “Etniki Eterya” adındaki fesat cemiyetine mensup olan birtakım genç Rumları eşkıya tarzında örgütleyip mümkün mertebe askerî bir intizama sokacaktı. Böyle bir adamın gelecekte binbaşılığa, miralaylığa, generalliğe kadar yolu açık olacağından ve hatta Teselya kıtası Yunanistan’a iltihak edecek olursa kendisini parlamentoya seçtirebileceği gibi damadını da harbiye nezaretine kadar bile getirmek mümkün olacaktı. Bu yol ile yalnız resmî ehemmiyet, haysiyet ve şahsi şöhret değil; bu şekilde büyük paralar kazanmak da mümkün olabilecekti. Sonkur Yankos’un damatlığına Andrea’dan daha münasip bir koca bulunamayacağı açıkça ortada olduğu gibi Andrea’nın da şimdilik yüzbaşılık maaşına Yankos gibi bir zengin kayınpederin mühim servetine konmak ve ileride adamın serveti sayesinde en yüksek mertebelere ulaşmak hevesi de pek galip gelmişti. Kayınpederinin Filomene’den başka varisi olmadığı için birkaç babadan beri toplanan servete bir anda nail oluvermek Andrea hâlinde bulunan bir Yunan zabitinin rüyada görse bile kaçırmamak için uyanmak istemeyeceği saadetlerden olmakla, Yankos tarafından ilk teklif geldiğinde hemen kabule can atmıştı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.