Kitabı oku: «Henüz 17 Yaşında», sayfa 3
3
Ahmet Efendi henüz yarı uyanık, yarı uyur bir hâlle sabahleyin yatağı içinde yuvarlanırken dışarıdan kilise çanlarının, yüzlerce satıcının ve birçok arabanın gürültüsü, patırtısı Beyoğlu’nun geceki sessizliğini büyük bir yaşama gürültüsüne, geçim sebeplerini elde etmenin hırgürüne çevirmiş olduğunu düşünerek bu koşuşmanın, bu şamatanın hepsi erbabını avunduracak derecelerde yolunda olduğuna hükmediyor ve yaptığı iş hiç de yolunda olmadığı için utanması gereken bir adam varsa o da kendi olduğuna inanıyor; fakat uyku hâliyle bu duydukları kendine rüya gibi gelerek, pişmanlık hükümlerinin de rüyada verilmiş olması zannıyla avunuyordu.
Yarım saatten fazla bir zamanı böylelikle geçirdi; nihayet uykuya galebe çalarak gözlerini açınca gördü ki güneş gereği gibi yükselmiştir. Sabahleyin cigarası ağzına verilmeyince gözlerini açmamak ve kahvesini dahi yatağı içinde içmek şanından olan biçare Ahmet, bir kere etrafına bakınca yanında ne insan ne cigara falan gördüğü gibi, seslenecek olsa ev içinde başkalarını rahatsız etmekle beraber kendisini de kendi ilan etmiş olacağı düşüncesi buna engel oldu. Akşam birlikte yatmasını istemediği kadın yanında bulunmuş olsaydı da insanın ahlak ve tabiatını bilmeyen ve bilmek de boynuna borç olmayan bir kadınla sabah âdetlerini kendi tabiatınca yerine getirmek kabil olur mu?
Artık kendi kendisine söylenerek yerinden kalktı. Öteye beriye aranarak bir cigara bulmaya çalıştı. Boş çıktı. Cigara çekmedikten sonra da başını toplamak mümkün değil! Ne yapsın? Bir aralık oda kapısını açıp dışarıya göz gezdirdi. Öyle yerde bulunuyor ki oda kapısının eşiğinden öte yanı, kendisi için yabancı bir yerdir, iç tarafı da kendisine alışkın bir yer değil ya! Olabilmek de güç!
Her ne kadar alt katlarda insan bulunduğunu anlatan bazı sesler ve ayak patırtıları varsa da nasıl seslensin? Hatta kapısı açık, öyle dışarısını seyredip durmayı da zararlı, tehlikeli bulmaya başladı. Öyle ya, bu sofa üzerinde bulunan kapılardan birisi açılıp da dışarıya başka bir misafir çıksa? Çıkacak olan misafir kendisini yemez, yutmazsa da ya bir bildik olup da tanırsa? Ama öyle bir yere gelen bildikler de kendisini ayıplamakta haklı olamazmış. Ne olursa olsun, kendisi ayıplanacak bir hâlde bulunuyor ya!
Kapıyı gene kapayarak odasına girdi. Bir cigara içip sersemliğini gideremedi, “Bari yüzümü, gözümü yıkayayım!” diye oracıkta duran bir yüz takımının yanına yaklaşarak üzerinde kokulu sabunlar ve birkaç şişe lavanta görüp ilk bakışta süsünü beğendi ise de su kabındaki suyun üzeri toz, toprakla kaplanmış olduğunu görünce, “Kim bilir bu su ne zaman konulmuş?” diyerek irkildi.
Şu ürküntüden evhamı daha çok genişledi. Kendi kendisine dedi ki: “Bir bakıma pek süslü yüz takımı… Pek güzel sabunlar… Lakin acaba bunlarla kimler yıkanmış? Nerelerini, ne gibi mundarlıktan temizlemek için bunları kullanmış?”
Ahmet Efendi, şu sözleri kendi kendisine söylerken yüzüne bakacak olsaydınız sanki pek iğrenilecek bir şey görmüş gibi yüzünde büyük bir tiksinti kırışığı görürdünüz. Şu ilk tiksinti üzerine gene kendi kendisine dedi ki:
“Etrafa bakılacak olursa her şey temiz, her şey süslü görünür. Beyoğlu’nun en mükemmel yeri burası olduğuna şüphe kalmaz; ama bu temizlik, bu süs işte tıpkı şu yüz takımının temizliğine, süsüne benzer. Kadınları da böyle… Düşkünlük kirinin ruhu bulaştırması üzerine ruhu temizleyecek bir sabun da icat edilmiş olsaydı belki insan rahat edebilirdi.”
***
Hepsi yolunda; ama cigara yok! Cigara isteyecek adam yok! Adamları çağırmaya imkân yok!
Fakat bu sersemlikle durmaya da imkân bulunmadığından Ahmet Efendi, oda kapısını yeniden açtı. Sofaya doğru çekine çekine birkaç adım atmaya da cesaret aldı.
Yeni yapıların merdivenleri bazı defa ne güzel işe yararlar. Elbette tecrübe olunmuştur ki yeni yapılarda birbirinin üstüne konularak yükseltilmiş olan merdivenler ta üst kattaki bir adam baktığı zaman en alt katı görebilmeye elverişli olur. Ahmet Efendi de merdivenin yukarısından yavaşça aşağıya bakınca aşağıki katın merdiveni başında iki kadının gizlice söyleştiklerini gördü.
Bunların birisi Rum, öteki Ermeni, birbirinin dillerini bilmedikleri için Türkçe konuşuyorlardı. Sözlerin başının, Ermeni karısının o gece iki müşteriyi idare etmiş olduğu üzerinde geçtiğini, Ahmet Efendi, sözlerin gerisinden anladı. Rum karısı demişti ki:
“Kız, nasıl korkmadın? Ya gece yarısı ilk müşteri uyanıp da seni arasaydı ne yapardın?”
“Onda uyanacak hâl mi kaldı? Zati sarhoş geldiği hâlde iki şişe de burada içti.”
“Ya şimdi ikisinden biri uyanır da seni ararsa?”
“Adam sen de! Acemiye öğretecek vaktim yok. Elbette ilk akşamdan gelen herifin yanına gireceğim; o bazı bazı buraya gelir. Hem de geceliği akşamdan vermez, sabahleyin verir. İkinci gelenin buraya daha ilk gelişi… Geceliği de peşin vermiştir. Vasili’ye tembih ettim. Uyandığı ve beni aradığı zaman hamama gitmiş olduğumu söyleyecek. Anladın mı, ahmak! Acemilik lazım değil, iki gecelik birden kazanmak öyle kolay kolay da olmaz ya! Biraz zahmeti göze almalı.”
Ahmet Efendi bu yerlerin murdarlığını bir kat daha artırmak üzere şöyle iki adamı birden aldatmak ihtimalini daha hayal bile etmemiş olduğundan karının bu sözlerine şaşmıştır. Hâlbuki Rum karısı da Ermeni karısının bu sözlerine şaştığını göstererek:
“Kız, Agavni; eğer üç müşteri olsa, üçünü de aldatabilir miydin?” demiş olduğundan, karı bu işlerin eski ustası olduğunu anlatacak becerikli bir edayla demişti ki:
“Hay hay! Ama üçüncü müşteri gece sabaha kadar kalmamalı; yalnız bir saat kadar görüşüp gidecek olan müşterilerden olmalı. Hoş, üç müşterinin ikisi geceliği peşin vermiş olurlarsa sabahleyin Maryanko Dudu’ya biraz kavga dinletmek şartıyla üçünü dahi savmak mümkün olur ya! Her hâlde sabahleyin her zamanki müşterinin yanında bulunursun; çünkü böyle işlerin en güç zamanı sabahleyindir; ama müşterilerden birisi şayet âlemden utanır takımdan olup da gündüz buradan çıkamayarak sabah erkenden çıkarsa artık iş pek kolaylaşır.
Bunları hep öğrenmeli, kuzum! Daha neler var, neler var ki onları öğrenmeyen kız bir kerhanede para kazanamaz; eğer iş yalnız geceliğe kalırsa hâli yamandır!”
Dikkat buyuruluyor ya! Ahmet Efendi için düşünce meydanı gittikçe genişliyor. Müşterileri aldatmak için daha neler varmış neler! İş yalnız geceliğe kalırsa hâli yamanmış!
***
Ama cigarasızlık belası her hâlden daha yaman olan bir hâl! Ahmet Efendi ne yapsın? Bari kendisini şu karılara gösterip onlar vasıtasıyla hizmetkârı çağırtsa ve onun vasıtasıyla da cigara buldursa… Artık bu murdar karılardan da utanacak çekinecek değil a!
Bu niyetle merdiven başında bazı hareketler eyledi ki aşağıda bulunan kadınlar yukarıda adam olduğunu anlayarak baktılar. Ermeni karısı Rum’a:
“Kız, Kalyopi. Kocan uyanmış!” dedi.
Ahmet Efendi de kulak kabartmış, kendi kendisine: “Bunun birisi bizim karı imiş! İsmi Kalyopi imiş! Burada müşterilerin adı da koca imiş!” diye kafa oyalamaya sermaye yapacağı şeylerin gittikçe çoğalmasına kendisi de şaşıyordu.
“Kalyopi” denilen kız hemen yukarıya koşup:
“Kocacığım, uyandınız mı?” deyince, Ahmet Efendi, sanki yüreği ve ciğerleri üzerine bir güğüm kaynar su dökmüşler gibi bir şeyler duydu. “Koca!” tabirine şaşıp dururken şimdi dostça bir de küçültme edası ile kendisine “Kocacığım!” deniliyor!
Erkeğe bu hitabı olur olmaz nikâhlı karısı bile edemez. Kimisi “ağa”, kimisi “efendi”, kimisi “beyefendi” hitaplarını edip bunlara bir de küçültme edatı ekleyerek “Ağacığım!” ve “Efendiciğim!” demek derecelerine, zaman ile ve karı koca arasında tam teklifsizlik başlaması üzerine varılır. “Kocacığım!” ise karı koca arasında gerçekten âdet aşırı bir ince tabir olup bu tabirin kullanılmasına elveren zamanların dahi hususi bir ehemmiyeti vardır. Burada ise birkaç saatlik buluşmaya mahsus olan bir karı, henüz koynuna girmemiş olduğu bir adama şu hitabı etsin!
Ahmet Efendi’ye bu hâl gerçekten dokundu; ama cigarasızlığın tesiri ona da üstün geldiğinden karı daha merdivenin yarısına kadar çıkmış iken:
“Aman, bana bir cigara bulunuz; bir de büyük fincanla bir kahve!” dedi.
Artık karıdan hangi fabrikanın hangi nevi cigarasından istediği yolunda sualler!
Ahmet Efendi, sözün uzayıp gitmemesi için istediği cigarayı lüzumlu olan vasıflarıyla söyledi; lakin bu izahlar da sözü az uzatmamıştı.
Gerçek; reji çıkalıdan beri cigara almak için bir yere başvuranlar epeyce uzunca bir sorguya çekilirler. Misal: Dükkânın birisine gittiniz de bir cigara istediniz değil mi?
“Kaçlıktan?”
“Hangi fabrikanın?”
“Zivanalı mı olsun, zivanasız mı?”
“O fabrikanın bir cinsi kalın, bir cinsi daha incedir; hangisinden olsun?”
Ahmet Efendi bu suallere meydan kalmamak için: “Beyoğlu Fabrikası’nın yüzlük zivanasız cigarası.” diye bir defada istediğini söyleyerek gene odasına girdi.
Bir hayli zaman sonra nasılsa cigara ile kahve gelmiş olduğundan biçare adamcağız bunlara atılarak sarıldı, sabah keyfini yerine getirdi. Kahvenin her zaman alışkın olduğu üzere kavrulmuş olmayıp, yüzde altmışı nohut karışık çarşı kahvesi olması, keyfinin gereği gibi yerine gelmesine engel idiyse de artık bu kadar ince eleyip sık dokunacak yerde bulunmadığını düşünerek belanın böylesine katlanmak zorunda kaldı.
Efendi cigarasını içerken kız birtakım abuk sabuk sualler ortaya sürüyordu; bunların bazılarına yalnız “evet” yahut “hayır” yerinde bir baş sallayışla cevap vererek zihni, içinde bulunduğu hâli düşünüyor, gözleri de kızı süzüyordu.
***
Bu kız eğer o kadar zayıf olmasa, değirmi çehreli denebilir; saçları, kaşları kumral; gözleri koyu ela; kirpikleri bayağı uzun ve gözlerinin güzelliğini artıracak derecelerde kaşlarla uygun; burnu pek güzel ölçüde; hele ağzı, çenesi pek minimini; orta boylu; eli ayağı da küçük ve güzel bir şey olup, umumi heyetine “bir güzel kız” denilebilir ve hele gülümsediği zaman güzelliğinin arttığı teslim olunursa da içinde bulunduğu hâl kendisini o kadar soldurmuş, yıpratmış idi ki bu güzelliği bulabilmek için insanın pek çok ince görüşlü olması lazım gelirdi.
Kadınlar, kızlar çok zaman güle benzetilirler.
Eğer bu kız da bir gül ise öyle bir güldür ki gonca hâline gelir gelmez güzel kokusunu koklamaya saldıran birçok adamın ellerine düşmüş; bunlar koklaya koklaya vakitsiz soldurmuş ve yıpratmış olmaktan başka, onu koklayan burunların en zayıf ve tehlikesizinin nezleden ibaret birçok hastalıkla kirlenmiş olduğu da gülün üstüne bıraktıkları türlü kirlilik izlerinden anlaşılmakta idi.
Haydi bakalım; midede kuvvet varsa şu hâliyle beraber bir süprüntülüğe düşmüş olan bu gülü elinize alınız da koklayınız!
Kalyopi’nin vücudunda emmekten, ısırmaktan, sıkmaktan, çimdiklemekten olmuş çürükleri uzun uzadıya anlatmaya imkân yoktur; fakat cigarasını, kahvesini içtiği müddet içinde Ahmet Efendi bu hâllere o kadar dikkat etmişti ki kendisi ressam olsa da kızı resmetmesi lazım gelse, bir daha görmediği hâlde, ezber resmedebilirdi.
Nihayet, aralarında şu konuşma baş gösterdi. Ahmet Efendi dedi ki:
“Bizim arkadaş uyandı mı?”
“Hayır efendim; daha uykudadır.”
“Nerden biliyorsun?”
“Şimdi karısı ile birlikteydim.”
“Karısı kendi yanında değil mi idi? O da bu gece benim gibi yalnız mı yattı?”
“Hayır efendim; birlikte yattılar; fakat karısı hamama gidecek de…”
“Hamama mı gidecek? Acayip! Sabahleyin, bu kadar erkenden hamama gitmek!”
“Erken değil, efendim; saat üç oluyor.”
Ahmet Efendi önce merdiven başından işittikleriyle, bu hamam bahanesinin iç yüzünü anlamışsa da gene sormaya devam etti:
“Her müşteri geldiğinde siz hamama gider misiniz?”
“Her zaman değil; ama hamama sık sık gideriz. Hekimler öyle emrederler.”
“Hekimler ha? Sizin hekimleriniz de var demek?”
“Elbette. Kendimizi sık sık hekimlere göstermeyecek olursak nasıl olur? Burası kibar bir yerdir. Buraya hep beyler, efendiler gelirler.”
“İyi ama şimdi arkadaşım kalkar da karısını isterse ne cevap vereceksiniz?”
“Hamama gitti diyecekler.”
“Ya inanmazsa?”
“İnanmazsa hamama haber gönderip çağırırlar. Hem inanmayacak ne var? Artık gündüz oldu.”
Bir iki dakika sustuktan sonra, Ahmet Efendi sordu:
“Senin adın nedir?”
“Bana Kalyopi derler, efendim; küçük Kalyopi!”
“Demek oluyor ki burada bir de büyük Kalyopi vardır.”
“Hayır, buradaki kızların en küçüğü ben olduğum için…”
“En küçüğü mü? Kaç yaşındasın?”
“Henüz 17 yaşında!”
Ahmet Efendi şaşkınlık denizine bir daha daldı! Hâli değişti. Kız ise efendideki bu hâle kim bilir ne mana verdiğinden, dedi ki:
“Başka yerlerde benden daha küçükleri bile vardır ama burada en küçük ben olduğumdan…”
“Senden daha küçükleri mi?”
“Evet efendim, 13 yaşında, 12 yaşında bile vardır.”
“12 yaşında mı? Acayip! Burası mektep mi?”
“Evet, burası da bir mekteptir, efendim!”
“Kız, 13 yaşındaki kızlar âdeta mektep çocuğudurlar. Böyle yerlere onlar nasıl olup da düşüyorlar? Yoksa bu yerlerin ne demek olduğunu bilmiyorlar mı?”
“Babaları yahut anaları satıyorlar, efendim.”
“Satıyorlar mı? Nasıl satıyorlar? Onlar halayık mı?”
“Âdeta satıyorlar! Kızın gençliğine, güzelliğine göre 10 lira, 15 lira, 20 lira, bazı defa 30 liraya kadar satarlar.”
***
Ahmet Efendi hemen çıldırıyorum sanmaya başladı. Bir cigara daha yakıp: “Mümkün ise bir kahve daha içebilir miyiz?” diye kızdan bir kahve daha istedi.
Kız merdiven başından “Vasili!” diye bağırarak, Rumca, bir kahve daha ısmarladı. Ahmet Efendi’nin yanına geldiği zaman ise efendi sordu:
“Şimdi seni de buraya satmışlar mıdır?”
“Hayır, ben kendi kendimi sattım.”
“Kendi kendini mi? Nasıl? Anlayamadığım şeyler!..”
“Evet, efendim; kendi kendimi sattım; ama buraları sizin nenize lazım? Siz akşam yalnız yattınız…”
“Pek isabet ettim. Hem de sarhoş bulunduğum için korkmuştum ki… Neyse… Fakat şu satışı, alışı anlamak isterim.”
“Ne lazım, efendim, kocacığım! Haydi, yatağa yatalım. Hava soğuk!”
“Bana yatak falan lazım değil! Şimdi giyineceğim; lakin şu 12 yaşındaki kızları nasıl satıyorlarmış? Bunu anlamazsam patlayıveririm!”
“Yalan söyledim, kocacığım; yalan söyledim, satmazlar!”
“Hem bana öyle ‘Kocacığım!’ falan deme! Neden ben senin kocacığın oluyormuşum? Zavallı kız, ben şimdi gideceğim. İhtimal ki bir daha senin adın bile hatırıma gelmeyecek.”
Kız gözlerini önüne eğip Ahmet’in sözünden bayağı kızardı. Fakat Ahmet, şu satış alış meselesi üzerinde izah almadan kahveyi getiren Vasili:
“Efendi, arkadaşınız uyanmış; sizi istiyor. O buraya mı, siz oraya mı gidersiniz?” demesi üzerine Ahmet Efendi Hulûsi’nin oraya gelmesini söyledi. Hulûsi geldikten sonra da söz başka yana geçtiği için kızdan istediği malumat tabiatıyla gecikmişti.
“Başka yana geçti” dediğimiz söz Fransızca söylenmişti; mahiyeti ise Ahmet’in arkadaşına geceyi nasıl geçirmiş olduğu suali üzerine, Hulûsi’nin verdiği cevaptan ibaretti.
Meğer Hulûsi de o kadar hoş bir vakit geçirmemiş. Hele sabahleyin bir yatak safası etmeyi isterken bir gecelik karısı olan hanımın hamama gitmiş bulunması (!) buna engel olduğu için canı da sıkılmış!
Ahmet Efendi hamama gitmenin iç yüzünün ne olduğunu bildiği hâlde arkadaşına burasını anlatmaya şimdilik hacet görmedi. Aksine, arkadaşının şaşkınlığa uğrayacak derecede garipseyeceğini bile bile dedi ki:
“Bugün ve bu akşam burada kalacağımızı haber verirsem şaşar mısın?”
“Biz mi? Sen mi?”
“Ben! Biz!”
“Galiba sen bu geceyi pek rahat geçirmiş olmalısın ki bir dahasını arzu ediyorsun?”
“Öyle olmalı! Daha başka türlü hikmetini de sormadan bu teklifime pek iyi demeli.”
“Acayip! Size bu istibdat fikri ne zamandan beri geldi?”
“Bu sabahtan beri! Sana yalnız şu kadarcığını söyleyeyim ki Ahmet Mithat Efendi’nin Mihnetkeşân hikâyesi gerçekten pek eksik, pek kısa imiş!”
“Canım, sana ne oldu, Allah’ını seversen! Meraktan çatlayacağım.”
“Ben de merakımdan çatlayacağım için çatlamayayım diye bu geceyi de burada geçirmek lazımdır, diyorum.”
“İyi ya! Bana da işten haber ver ki beraber kalalım, eğlenelim.”
“Sen hikâye, roman falan merakında mısın?”
“Pek o kadar düşkünü değilsem de gene severim.”
“Bir hikâyenin en çok meraka dokunacak yerine geldiğin zaman alt bölümü kesilirse?”
“Doğrusu insan merak eder.”
“Öyleyse, bu muvakkat zifafhaneler hikâyesinde her gün gelin olan şu kızların âdeta cariyeler gibi satın alınıp satıldığını işitirsen merak etmez misin?”
“Satın alınıp satılmak mı? Amma yaptın ha! O nasıl şey?”
“Nasıl şey olduğunu ben anladım mı ya? İşte buraları gerçek bir roman olup tam şu meraklı yerinde de hikâyenin alt bölümü kesildi.”
“Kızlardan soralım.”
“Önce bu alışverişi kendisi haber verdiği hâlde, bilemem neden korktu, sonradan büsbütün inkâra başladı. Kızları anaları, babaları satmakta imiş. Elbette bu lanet işi ortaya getiren birçok hâl var ki onları anlamalıyız. Dünyaya geldiğimize, dünyada yaşadığımıza göre dünyanın bu gibi hâllerini öğrenmeyecek olursak neye yarar? Fakat bunları her hâlde dört başlı bir yöntemini bulup öğrenmeli; zira adam aldatmaya mahsus olan bu yerlerde insan biraz tedbirsiz davranacak olursa alacağı haberler yalandan ibaret olur. Bu arada sizin karının hamama gitmiş olması gibi…”
“Vay, bizim karı hamama gitmedi mi? Yoksa bir başka müşteri ile…”
“Kaldır ayağını, üstüne bastın!”
“Ne? Bu ne halt etmek? Kabul etmem!”
“Eee, bakalım şimdi bir rezalet çıkarabilirsen sayarım seni!.. Şimdi müşterisi gidince hamamdan gelir. Hiç renk vermemeli de bu acayip yerlerin kendilerine mahsus hâlleri üzerinde öğreneceklerimizi öğrenmeliyiz.”
“Pek iyi. Reyinden hiç ayrılmayacağım.”
“Şimdi sen buradan kalkarsın. Doğruca bizim sarraf Ohannes’e gidersin. Benim orada hazır param vardır. Sana bir pusula veririm, beş altın alıp gelirsin, ötesini ben düzene korum.”
İki arkadaş böyle Fransızca konuşurlarken, Kalyopi, acaba ne söyleşiyorlar diye merak ile şaşkın şaşkın yüzlerine bakıyordu. Lakırdı bittikten sonra efendiler cigaralarını tazeleyerek gene sohbete başladılar. Bir aralık Ahmet’in üçüncü, Hulûsi’nin ikinci kahvesi olmak üzere birer kahve daha ısmarlandı. Nihayet saatin beşe yaklaşmasıyla ve bu zamana kadar Hulûsi’nin karısı Agavni dahi hamamdan(!) gelmiş bulunmasıyla iki kadın ve iki erkekten ibaret olan cemiyette, Ahmet Efendi dedi ki:
“Kızlar, biz ne düşünüyoruz, biliyor musunuz?”
Agavni:
“Ne düşünüyorsunuz, beyim? Bu gece pek rahatsız oldunuz da onu mu düşünüyorsunuz?”
Ahmet:
“Tersine… Bu gece burada kalmayı düşünüyoruz; ama sizin bir engeliniz yoksa kalacağız.”
Kalyopi:
“Bizim ne engelimiz olur?”
Agavni:
“Anlamazsın bre… Sanki dostlarımız, falanlarımız var da geleceklerse, demek istiyor.” (Ahmet’e) “Yok, beyim, yok! Şimdi bu züğürtlükte öyle dost tutuşacak adamlar da yok!”
Ahmet:
“Öyleyse, arkadaşım gidecek, para getirecek. Ben burada kalacağım. Bugün akşam ve gece de sabaha kadar beraberiz.”
Kalyopi:
“Oh, pek iyi olur.”
Agavni:
“Vallahi, pek iyi olur; bir eğleniriz, bir eğleniriz ki…”
Verilen karar üzerine Hulûsi Efendi, Ahmet’in sarrafa yazdığı pusulayı aldı, çıktı, gitti.
4
Ahmet Efendi Kalyopi ile yalnız kalınca, kızcağız sanki müşterisinin geceyi yalnız geçirmiş olmasındaki eksikliği gidermek için bazı istek alametleri ve keyif başlangıçları göstermeye başlamışsa da bu soğuk cilveler Ahmet Efendi’nin buz gibi donmuş kalmış olan yüreğini ısıtamadı.
Kız dedi ki:
“Akşam yalnız yattığınız gibi bu akşam da yalnız yatmak için mi burada kalmayı tertip ettiniz?”
“Senin için bu hâl fena mıdır?”
“Yoksa akşam beni beğenmediniz de bu akşam başka bir karı mı çıkaracaksınız, kocacığım?”
“Hayır, bu akşam da seni çıkaracağım; fakat rica ederim ki bana ‘Kocacığım!’ deme! Zavallı kız, ‘kocacığım’ demenin ne demek olduğunu bilerek mi söylüyorsun?”
“Bizim gibi günahkârlar için ‘kocacığım’ denecek müşterilerimizden başka kim olabilir? Fakat mademki bu akşam da beni çıkaracaksınız niçin…”
“Dedim ya, işte… Senin için en iyi müşteri benim gibi müşterilerdir. Rahat edersin. Baksana vücuduna! Kim bilir, buraya gelen herifler sizi ne kadar hırpalarlar!”
“Ah, öyle ya! ‘Parasını verdim!’ diyorlar.”
“O hâlde bir müşteri ile yatmaya neden heves ediyorsun?”
“Müşteriyi tutmak için, başka türlü olur mu?”
“Anlayamadım.”
“Kendimi müşteriye beğendirirsem başka vakit de bana gelir.”
“Ha… Anlamaya başladım. Demek oluyor ki bu evde hangi kadının müşterileri çoksa…”
“Öyle ya… Hem hiçbir geceyi boş geçirmez hem Dudu’nun yanında itibarı ona göre olur.”
“Müşteri ile yatmayı arzu etmek onu sevdiğinden dolayı olmayıp bunun için imiş ha! Hesabın doğrudur da… Sevmek lazım gelse bu kadar müşterinin hangi birini sevmeli? Ama bunları sen bana söylememelisin; söylediğin hâlde beni nasıl aldatabilirsin?”
“Siz zati aldatılacak müşterilerden değilsiniz ki… Dün gece paraları verdiğiniz hâlde benimle yatmadığınız gibi bu gece de kalacaksınız da gene yatmayacağınızı söylüyorsunuz.”
“Ne bilirsin, belki yatarım.”
“Hayır, siz bizim gibi kızlarla yatmazsınız; öyle sizin gibi bazı müşterilerimiz vardır ki buraya sadece eğlenmek için gelirler. Yerler, içerler, çalarlar, çağırırlar; hatta koyunlarına kız alsalar bile dokunmazlar.”
“O nasıl olur? Bir adam koynuna kız alır da dokunmaz olur mu?”
“Onlar bizden iğrenirler. Hakları da vardır ya! Bir kere sizin gibi bir müşteri demişti ki: ‘Siz bir kaşığa benzersiniz ki herkesin ağzına girersiniz; bunun için midesi olan bir adam o kaşığı ağzına almaktan iğrenir.’ ”
“Acayip! Sen böyle sözler de işitmişsin, ha? Eee, bunların ne demek olduklarını da güzelce anlamış mısın?”
***
Ahmet Efendi’nin bu son suali sormasına şaşmamalıdır. Biz burada kızın söylediği sözleri düzgün Türkçe olarak yazıyorsak da Kalyopi Türkçeyi o kadar tuhaf söyleyen Rumlardan idi ki söylediği şeyleri anlayabilmek için insan epeyce düşünmeli idi. Bu hâlde bulunan bir Rum insana: “Ben sizi bağırsaklarımdan severim!” dediği zaman can ve gönülden sevdiğini anlatmaya çalıştığını anlayabilmek için haylice düşünmelidir; bunun için Ahmet Efendi kızın söylediği şeyleri kendisi dahi anlayıp anlamamış olduğunu öğrenmeye lüzum görmüştür. Kız dedi ki:
“Ben Türkçeyi iyi söyleyemezsem de söylemek istediğim şeyi pek iyi anlarım; tabiat sahibi olan erkeklerin bizden iğrenmelerine hak da veririm.”
“Hak mı verirsin?”
“Evet, hiç haremlerde kocasından başka erkek tanımayan, kocasını candan, gönülden seven hanımlar bize benzerler mi? Biz neyiz? Dünyada hiçbir kimseyi sevmez, hayvan gibi bir mahlukuz. Bir müşteri bizi aldığı zaman bizden sevgi bekler, lezzet bekler. Hâlbuki biz ona ne kadar sevgi, şevk, lezzet göstersek, hepsi yalandır. Öyle değil mi? Biz gönlümüz isteyerek ona gitmiyoruz ki!.. Geceliğimizi almak için gidiyoruz. Bir kere düşününüz: Bir adam kendi işini kendisi gördüğü zaman ne kadar kendisini verir, şevkle, lezzetle görür; gündelikçi bir başkasına iş gördüğü zaman öyle gayret, şevk, lezzet ile işler mi?”
“Bu lakırdıların hepsi doğru; ama senden işitmeyi beklemiyordum.”
“Ben de bu lakırdıları her müşteriye söyler miyim ya? Fakat sizin öyle başka müşterilere benzemediğinizi anladım da onun için söylüyorum. Buraya birtakım adamlar gelirler ki gecelik üzerinde âdeta pazarlık ederler. Bir buçuk lira istenildiği hâlde üç mecidiyeden kapıyı açarlar. Artık bunlar verdikleri paranın acısını çıkarmak için o geceyi sabaha kadar nasıl geçireceklerini düşünmelisiniz! Sizse iki gecede üç lira veriyorsunuz da gene beni rahat bırakacağınızı söylüyorsunuz. Artık bu sözleri sizden saklamaya ne ihtiyaç kalır? Ben size: ‘Aman, sizi şöyle sevdim, böyle sevdim; mutlaka sizinle yatmak isterim.’ diye yalandan arsızlanacak olsam bana inanır mısınız? Yok. Öyleyse, size her şeyin doğrusunu söylerim de bari hiç olmazsa bizim nasıl biçareler olduğumuzu anlarsınız.”
***
Daha konuşmanın başından beri Ahmet Efendi Kalyopi’nin yüzünde bir masumluk hâli görmekteydi ki bunda yüreğinin de temizliğini görüyor, hele şu söylediği sözleri, içinden böyle duyduğu, böyle inandığı için söylediğinden hiç şüphe etmek istemiyordu.
Evet, bir adam düşüncelerini ortaya koyarken onda kendine mahsus bir ağız olur ki insan biraz dikkat erbabından olup da iyi bakacak olursa söylediği söz konuşanın vicdanına uygun mu, değil mi bayağı anlayabilir. Ahmet Efendi ise öyle her işittiği ilk söze inanır takımdan olmayıp bin söz içinde doğruya benzer ancak iki söz bulabilir adamlardan olduğu hâlde Kalyopi’nin söylediği sözler içinde binde ikisinin, üçünün bile hakikate aykırı olmadığı için kendisini doğrudur demeye mecbur ediyordu. Bununla beraber her ne olursa olsun elden bırakmadığı ihtiyatını gene ele alarak dedi ki:
“Güzel ama sizin nasıl biçareler olduğunuzu anlarsam, bundan sana ne fayda gelir?”
“Hiç! Şu kadar ki bizim iğrenilecek kızlar olduğumuzdan ziyade acınacak kızlar olduğumuzu anlamış olursunuz.”
“Bir de bizimle beraber geçireceğiniz geceyi biraz daha rahat geçirmiş olursunuz, öyle değil mi? Ama bir başka fayda daha var. Onu niçin söylemiyorsunuz?”
“O hangisi?”
“Bizden geceyi bizimle birlikte geçirmek için paraları aldıktan sonra o geceyi başka bir müşteri daha alarak iki kat para kazanmış olmak!..”
“Evet, bu da olabilir. Eğer müşteri çıkarsa olabilir.”
Kız bu cevabı hiç düşünmeden ve hiçbir ihtiyat göstermeden serbestçe vermiş olduğu için Ahmet Efendi daha fazla garip bulmaya başladı. Dedi ki:
“Acayip! Bunu da inkâr etmiyorsun ha?”
“Neden inkâr edeyim?”
“Demek oluyor ki bazı kere böyle yapan kızlar da vardır.”
“Böylesini değil, daha başka türlüsünü dahi yaparlar. İkisinin de koynuna girmek üzere başka başka iki müşteri alanlar da bulunur; hatta sizin arkadaşın aldığı kız yok mu? Agavni… İşte dün gece iki müşteri savdı!”
“Ya!.. Mesela bu gece sana bir müşteri daha çıksa alır mı idin?”
“Siz yattıktan sonra çıkarsa alırdım; yahut siz yatıncaya kadar bekler ise…”
“Bunu da söylüyorsun ha?”
“Niçin yalan söyleyeyim? Sizin benden istediğiniz eğlenceyi yaptıktan sonra, beni yanınızda alıkoymayacağınıza göre geceyi boş geçireceğime bir müşteriden beş on para daha alsam fena mı olur?”
“Ya o geceyi de rahat geçirdiğine sevinsen fena mı olur?”
“Bizim için rahat ne kadar uzak!”
***
Kızın sözleri Ahmet Efendi’nin merakını kurcalayarak zihnine o kadar şeyler yığıyordu ki bu düşünce salgını altında ezilip kalmak derecelerini buldu; bununla beraber açlık da kendisini hissettirmekte olduğundan kuşluk yemeği için ne yapmak lazım olduğunu kıza sordu.
Kalyopi dedi ki:
“Dışarıdan yemek getirtmek lazım; ama bir tanıdığınız varsa oraya haber gönderip getirtiniz. Parasını da oradan gelen adama verirsiniz.”
“Bu neden?”
“Neden olacak! Bizim Vasili’ye para verip getirtecek olursanız verdiğiniz paranın yarısı kadar bile yemek gelmez.”
“Çok şey! Vasili senin arkadaşın olduğu hâlde onun menfaati zıddına olarak bu sözü niçin söylüyorsun?”
“Sizi zarardan korumak için!”
“Ben bir yabancı adam olduğum hâlde?”
“Size gerçek söylüyorum ki sizi başka müşteriler gibi saymıyorum; çünkü siz de beni başka müşterilerin bizim gibi kızlara baktıkları gözle görmüyorsunuz.”
“Kalyopi şu doğru sözleri söylemekten maksadının ne olduğunu şimdi anlamaya başladım; beni bir karı gibi aldatamayacağını anladın da böyle temiz yüreklilik göstererek aldatmak istiyorsun.”
“Aldatmak değil. Size kendimi öyle beğendirmek istiyorum. Aldatmaktan elime ne fayda girecek? Ben geceliğimi bilirim; ama size kendimi beğendirecek olursam, bir daha geldiğiniz zaman gene beni çıkarırsınız. Mademki buralara karı aramak için gelmiyorsunuz; yalnız bir eğlence içinde beni elverir görürsünüz. Benden daha güzel olanları aramazsınız.”
“Ama sen de pek güzelsin.”
“Ben mi?”
“Gerçekten pek güzelsin ama gece gündüz yorgunluktan solmuş, berbat olmuşsun.”
Bu söz kızın can evinden bir ah koparıp ağzından, burnundan alevler çıkarırcasına göğüs geçirmesine sebep oldu.
Ahmet Efendi sordu:
“Neden ah ettin?”
“Siz beni bir sene evvel görseydiniz…”
“Sen bu sanata başlayalı ne kadar zaman oldu?”
“Dokuz ay.”
Dokuz ay içinde bir kızın böyle yaşının iki katı yaşlanmış görünecek kadar yıpranamayacağını hatırlayarak Ahmet birdenbire kızın sözüne inanmamak istedi ise de bir de hatırına “Henüz 17 yaşında” sözü gelerek: “Vah biçare, henüz 17 yaşında! Ne zaman kadın oldu, ne zaman meleklere yaraşan o ilk kızlığı mahvoldu; ne zaman buralara düştü? Evet, bu da doğrudur; bu kız daha bir yıllık günahkâr değildir.” dedi.
***
Bununla beraber hepsinden önce hallolunacak mesele yemek meselesiydi.
Dün akşam yemek yedikleri lokanta, vaktiyle her zaman devamlı müşterisi oldukları bir yerdi; Ahmet Efendi oraya bir pusula yazarak yemek istedi. Hâlbuki tanımadığı bir yer olsa da yemek getirilebilirmiş; zira Kalyopi’den öğrendi ki gelen müşteriler haber gönderdikçe lokantalar yemek gönderirler ve yine kendi belli fiyatları üzerinden akçesini alırlarmış. Bunu bilmeyen müşterilerse uşağa para vererek yiyecek satın aldıracak oldukları hâlde büyük büyük hırsızlıklara uğrarlarmış.
Gönderdiği uşak yemeği getirinceye kadar büyük şair Victor Hugo’nun aşkına değil, belki şu pis yerlerde iğrenmeden çok merhamete layık oldukları gene Kalyopi’nin hükmettiği biçarelere şefkat adına, birkaç kadeh içmeye lüzum gördü. Hakiki miktarı elli dirhem1 olmadığı hâlde yüz dirhem sayılarak parası da ev sahibinin ayrı bir kazancı olmak üzere on kuruş olan şişelerden bir tanesi iki kadehle birlikte getirildi.
Ahmet Efendi Kalyopi’ye dedi ki:
“Müşterileriniz size çok rakı içirmeyi isterler, öyle değil mi?”
“Evet.”
“Sizi keyiflendirip eğlenmek için olmalı; ama siz vücudunuza niçin acımazsınız da o kadar çok içersiniz?”
“Biz vücudumuza acıyacak olsaydık zati buralara düşmezdik. Biz de müşterilerimize çok içirmek isteriz de onun için kendimiz de çok içeriz.”
“Müşteri çok içerse ondan ne menfaat çıkar? Geceliği artırmaz ya?”
“Öyle değil… Beş altı şişe rakı harcanırsa elli altmış kuruş eder. Bizim Dudu müşterilerine çok rakı içiren kızlardan hoşlanır!”
“Öyle ise, demek oluyor ki sen de bugün hem kendin çok içeceksin hem de bana çok içireceksin. Öyle mi?”
“Hayır, siz o adamlardan değilsiniz, istediğiniz kadar içersiniz.”
“Sen de eğer istersen hiç içme! Ben Dudu’yu, başka türlü memnun ederim.”
“Siz bilirsiniz; içmem, efendim.”
“Yok, seni içmeye de içmemeye de zorlamak istemiyorum. Canın nasıl isterse öyle yap.”
“Canım nasıl isterse mi? Hiç benim canımın istediği gibi olur mu? Müşteri ben miyim? Siz nasıl isterseniz öyle..”
“Hayır, hayır; bugün ben istiyorum ki müşteri sen olasın. Canın nasıl isterse öyle hareket edesin.”
“Ne kadar iyi adamsınız!”
Kalyopi bu “Ne kadar iyi adamsınız!” sözünü öyle şaşırmış bir eda ile söylemişti ki sanki dünyada bu kadar iyi adam bulunabileceğine ihtimal dahi verememekte olduğu hâlinden anlaşılmıştı. Bunun için Ahmet Efendi artık kendisi için bir gün bile istediği gibi hareket etmek güç olduğuna inanmış olan bu kızcağızı bari bir gün olsun insanlık hürriyetinden faydalanarak yaşatmak kendisince de; pek büyük bir zevk olacağını hükmetti, dedi ki:
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.