Kitabı oku: «Mesail-i Muğlaka», sayfa 2
***
Mevsim bir bahar öncesiydi. Vakit de nisanın ilk haftası akşamlarından birinin saat yedisi idi ki o mevsimde bu saat bizim alaturka saatler hesabıyla güneşin batışından yarım saat sonraya doğru tesadüf eder. Hatta bu buluşmaların sonlarında tuvalet odasının içi gereği gibi karanlık olduğu için Madam de Rose Bouton aydınlatılması hakkında bir emir vererek gayet güzel ve iyi giyinmiş bir oda uşağı, müzeyyen lambalardan birkaçını hemen de yakmıştı. Hiç şüphe yok ki genç ve güzel madam, gideceği ve gireceği mahalle tam akşam yemeği vaktinde varmak gayretindeydi.
Derken o aralık salonun kapısı yine o güzel ve iyi giyinmiş uşak tarafından açıldı. Genç, çıtı pıtı ve güpgüzel bir modistra9 kızın girmesine yol verdi. Ama ne güzel kız! Paris’in asıl sahih ahalisinden bir minyon! Paris’i tanıyanlar, yalnız şu kadarcık bir tarifimiz üzerine bile Mademoiselle Rosette’i hayallerinin önünde buluvermişlerdir. Ortadan aşağı boyu, nahif vücut, esmer ten, beyaz yüz, üzüm gibi kara gözler, ufacık burun, ufacık çene bir Parisien! Şöylece bir bakılsa ressamlık noktasından “güzel” denilebilecek bir hâl görülemez. Fakat o kadar şirin, o kadar sevimli ki insan buna “güzel” den başka da sıfat bulamaz. Koyu fındıki lahurakiden10 bir fistan giymiş. Bütün tuvaleti bundan ibaret! Üstünde başında ne bir karış dantel ne bir yapma çiçek ve ne de iki parmak kurdele! Başında yalnız bir hasır şapka… İşte o kadar! Bu biçareler olanca sanatlarını, kudretlerini, himmetlerini büyük madamları süslemeye sarf ederler. Bununla mükelleftirler. Kendilerinin tezyinatına hiç emek sarf etmezler. Bir de hiçbir şeyi ziyan etmezler. Onlar Josefleri, Jeanları, Pierreleri, Heinleri bu sadelik hâllerinde de güzel bulurlar. Hem de pek güzel bulurlar.
Rosette odaya girerken Madam de Rose Bouton’un, “Geç kaldın bedbaht kız! Beni çok beklettin!” demesiyle latif işçi:
“Bitiremediler madam!” diye itizara başladı ise de madam:
“Bitiremeyecek idiyseler yarına erteleseydiniz. Ne acelesi vardı ki?” diye özür kabul etmez bir tavır ile mukabele etti. Gerçi Rosette’in getirdiği şeyleri muayene işine katlanacağını bir teslimiyet tavrıyla anlattı. Bereket versin ki yapılacak iş yalnız bir muayeneden ibaretti. Eğer prova edilecek olsa idi genç madam mümkün değil katlanamazdı. Prova evvelce işaret edilmiş olduğundan madam, tarif etmiş olduğu süslerin icra edilip edilmediklerini görmek için bu muayeneye ihtiyaç olduğunu düşünmüştü.
Bir lambanın yansıyan pembe ziyalarına karşı elbisenin tezyinatını muayene eden madamın, birçok suallerine bir konsol yanına dikilmiş durmuş olan Rosette cevapları veriyorsa da bir zaman oldu ki Rosette’in verdiği cevaplar madamın sorduğu suallere münasip düşmemeye başlamıştı. Madam mesela elbisenin arka tarafına konulan farbelanın kurdelası ensiz olduğundan bahsettiği hâlde, Rosette düğmelerin bundan daha büyükleri şimdiki modaya uymayacağı tarzında cevaplar veriyordu. Şu kadar var ki madamın zihni dahi meşgul olduğundan bu sual ve cevaptaki münasebetsizliği, mantıksızlığı anlayamıyordu.
Hele bir aralık Rosette madamın elbise hakkındaki mülahazasına hiç de cevap veremez oldu. Bazı sualleri madam tekrar da ettiği hâlde Rosette’ten cevap alamayınca:
“Orada değil misin yoksa?” diye başını çevirip baktı. Hayır! Rosette orada! Orada ama… Ayakları üzerinde dimdik duruyor ama bir söz dahi etmiyordu. Beti benzi kül kesilmiş, buz gibi donmuş kalmıştı. Madamın:
“Rosette!” demesi üzerine kızcağız:
“Madam!” cevabını verdi ama sanki bir derin uykudan uyanmış, sanki müthiş bir kâbustan kendisini zorlukla kurtarmış gibi bir hâlde bu cevabı veriyordu. Madam:
“Ne oldu sana?”
Sualini de irat edince, dikişçi kızcağız:
“Hiç madam hiç! Dalgınlık! Yorgunluk!” cevabını verdi ve bununla madamı kendisine acındırarak:
“Vah zavallı kızcağız! Al şunu! Senindir.” diye yirmi franklık bir bank kaimesi uzattı ise de Rosette bu sözleri doğru olarak algılamıyordu. Yalan söylüyordu. Şu anda o minimini dilber Rosette, şirin Rosette hem yalancı hem de hırsız idi. Yalancı idi: Zira o hâli ne dalgınlıktan idi ne de yorgunluktan! Hırsız idi: Zira Madam de Rose Bouton’un para cüzdanından çıkarıp kendisine uzattığı bank kaimesini almazdan evvel, konsol üzerinde çalmış olduğu bir şeyi koyu fındıki fistanın sağ tarafından arka tarafına doğru açık olan cebi içine indirmişti de banknotu ondan sonra almıştı. Şu anda minimini Rosette yalnız nankör ve terbiyesiz olmadı. Madam de Rose Bouton’un bahşişini aldığı zaman:
“Mersi Madam, mille mersi!11 Bu inayetiniz yorgunluğumu çıkarmaya ziyadesiyle kifayet eder!” diye candan bir teşekkür etti.
Vay yumurcak vay! Hırsızlık ha! Yahu şu…
Durunuz! Acele etmeyiniz. Eğer hırsızlık fiilinin derecesi çalınan malın ehemmiyetine göre tayin edilmek lazım gelirse Rosette’in hırsızlığı önemini bütünüyle kaybeder. Hatta buna “hırsız” dediğimiz için biz sorguya bile çekilebiliriz. Zavallının çaldığı nedir sanki? Bir kartvizit! Hem bir tarafı bükülmüş olduğundan anlaşılacağı üzere kullanılmış ve artık bir daha kullanılmaya salahiyeti kalmamış bir kartvizit. Üzerinde de Fransız harfi ile “Abdullah Nahifi” (?) yazılı.
Bu kadarcık bir hırsızlıktan ne olacak sanki? Rosette bu kartı Madam de Rose Bouton’dan istemiş olsa idi vermez miydi? Hem bu kâğıt ne işe yarar ki?
Bu kadarcık bir hırsızlıktan neler olacağını sonra anlarsınız. Bu kâğıdın Rosette’in hangi işine ne kadar yarayacağını da sonra anlarsınız. Fakat bu kâğıdı madamdan istemiş olsa idi madamın bu kâğıdı kendisine vermeyeceğinden Rosette emin idi. Emin olduğu için isteyemedi ama çaldı. Fakat burada asıl zihin gıcıklayacak şey, şu kâğıdın üzerinde çiçekli harf ile yazılı olan “Abdullah Nahifi” ismidir. Öyle olmak lazım gelmez mi? Bu bir Müslüman ismidir. İhtimal ki bir Osmanlı ismidir. Evet! Romanın muharriri sıfatıyla vakanın öncesi ve sonrası tabiatıyla zihnimizde mevcut olacağından daha şimdiden itiraf ve ikrar edelim ki bu bir Müslüman Osmanlı ismidir. Hatta üzerinde ince yazı ile matbu olan diğer bir satırı daha okumuş olsaydınız onu da, Hukuk Fakültesi öğrencisi, Boulevard des Saint Germain Numara diye okurdunuz.
Gözümüzün önünde cereyan eden şu ufacık vakada bize iki noktada değerlendirme yolu açılıyor. Birisi şu Abdullah Nahifi’nin Madam de Rose Bouton nezdinde malum bir adam olması. İkincisi yine bu Abdullah Nahifi’nin dikişçi Mademoiselle Rosette’e de malum bir adam bulunması. Zira Nahifi, Madam de Rose Bouton’un meçhulü olsa idi, tuvalet salonunun konsolu üzerinde onun elinden çıkmış bir kartvizit ne geziyordu? Rosette’in de meçhulü olsa idi, onun “carte de visite”ini elde etmek için -velev ki önemsiz olsun-onu çalmaya neden mecbur oluyordu?
Şu romanda bu Abdullah Nahifi hakikaten merak edilecek bir adam!
Evet! Hakikaten merak edilecek bir adam! Şu hikâyemizin önemli şahıslarından birisi. Fakat onun hakkındaki meraklar yakında bertaraf olacaktır. Zira şu hikâyemizin vukuu anında bu adam Paris’te bir şöhret kazanmıştı. Matbuatta kendisinden epeyce bahsedilmişti. İsmi her salonda konuşulmuştu. Biz şimdiki hâlde gördüğü hazırlıklardan dolayı bir an evvel dışarıya çıkmak gayretinde bulunan Madam de Rose Bouton’u takip edelim.
***
Rose Bouton familyasını yeni yetişme kibardan olduğunu öğrendik ya! Anası babasının kim olduğunu bile bilmeyen bir velet. Tabii farz ediniz ki Paris’te piçlere mahsus bir mekân “Rose Bouton” acayip ismiyle teslim olunmuş ve orada büyüyüp ve sonradan yine bu gibi kişilere mahsus mekteplerde tahsilini tamamladıktan sonra talihini denemek için her işe saldırmaya başlamıştır. Fransa’dan imparatorluk kalktıktan ve yerine mevcut rejim geldikten sonra ne kadar asılsızlar, nesilsizler var ise hepsi hasep nesep sahibi olarak yeniden ortaya çıkmışlardır! Rose Bouton işte bunların en parlaklarından birisidir. Hikâyemizin cereyanı zamanlarında Rivoli Sokağı’nda kendi inşa ettirmiş olduğu bir konakta ikamet eder. Borsada havacılık ile… Hayır! Yalnız havacılıkla değil; oradan alışverişi istediği gibi yönlendirmek için içeriden ve dışarıdan bin entrikaya, hilekârlığa, yalana, hıyanete başvurarak borsayı kâh yükseltmek kâh da alçaltmakla kazandığı milyonların bir cüzünü bu konağın inşa, tefriş ve tezyinine sarf etmiştir. Ki yalnız bu küçük diye vasıflandırdığımız kâr payı bile sair birkaç fakiri gereği gibi zenginleştirecek meblağdaydı. Bu kadar mal mülk üzerine hazinenin evrak memurlarından birisi çıkıp da bilmem kaçıncı Louis’in bilmem hangi miladi senesinde bilmem nereden geçerken bir kadın kucağında henüz açılmadık bir gonca kadar güzel bir oğlan görüp onu yanına alınca ve “Rose Bouton” namıyla ona asalet rütbesi verdiği ve bu çocuk büyüdüğü zaman o krala “page” yani evlatlık olduğu hakkında bir kayıt ibraz eder ve bunun üzerine Rose Bouton da isminin başına bir “de” edatı ilave ediverirse buna hayret mi edersiniz? “Baron” unvanını almak ise para ile görülür bir iştir. Zira hâlâ bazı hükûmetler vardır ki bu unvanın usulünü kaldırmamışlardır.
Akşam karanlığı gereği gibi her tarafı istila etmiş olacağı bir zamanda güzel Rose Bouton, Rivoli Sokağı’ndaki hanesinden çıkmıştı. Bu karanlık ancak bizim buralarca tahayyül edebileceğimiz şeylerdendir. Rivoli Sokağı gibi Paris’in ta ortasındaki en meşhur bir caddeyi yalnız gaz direkleri alelade aydınlatmaya kâfi iken, o her elli altmış adımda bir telgraf direklerine büyük sütunlarla bağlanan elektrik ışıkları havayı güzelce aydınlattığından ortalık hemen hemen gündüz gibi aydınlıktı. Mağazaların her birini dolduran ve sokağın yarısına kadar taşıp aydınlatan farklı ışıklar da yine başka türlü parlıyordu. Binaenaleyh kapısından çıkar çıkmaz durdurmuş olduğu bir kira kupasına seslice:
“Boulevard des Italiens!”12
Kumandasını veren Madam de Rose Bouton tam kupaya gireceği sırada arabacıya eğilmesi işaretini verdi. Herif eğilince de:
“Numara 20!”
Emrini de tembihledi ki, bu ikinci emri alınca arabacı gülümsemiş olduğu gibi Boulevard des Italiens’de 20 numarayı henüz unutmamış olan okuyucularımızın dahi gülümseyecekleri malumdur.
Paris’te “bulvarlar” denilen yerler bizim Dolmabahçe’den Beşiktaş’a giden iki tarafı ağaçlarla müzeyyen caddemizden daha geniş, daha uzun ve en güzel caddelerdir ki Paris’in en mamur en müzeyyen mahalleri buraları olduğu gibi en büyük sefahat yerleri de bu taraflarıdır. Tiyatroların en büyükleri, en çokları, kahvehanelerin, lokantaların vesairenin en parlakları hep bu caddelerdedir. Her türlü zevk ve sefa arayanlar aradıkları şeyleri buralarda bulurlar. Bizim İstanbul’da sefih bir hayat geçirmek için yiyecek parası olanlar para yemek için Beyoğlu’na gittikleri gibi Paris’te de bu yolda para yemek isteyenler bu gibi bulvarlara giderler.
Bunlardan İtalyanlar namına kayıtlı olan bulvarda 20 numaralı mahal ise “Maison Doree”13 yani “Beyt-i Müzehhebe”14 denilen lokantadır. En meşhurlarından birisi işbu Maison Doree olmak üzere, bulvarlarda bulunan bu mühim lokantaların umum için bir büyük salonu ve havas için de birkaç küçük salonu bulunur ki bunların girişleri yine halkın gözleri önündedir. Fakat bir de havasın havası için küçük daireleri vardır ki onların girişlerinde merdivenleri de gizlidir. Kilerleri ve hizmetkârları da başkadır. Buralara girecek olan zenginlerin eşleri, gerçekten nikâhları altında mıdır değil midir insan sormadan edemez. Herhangi bir çift buraya müracaat edecek olursa gireceği daire kendi hususi hanesi addolunur. Oraya istediklerini kabul ederler, istemediklerini de kabul etmezler.
Bu yerlerde yiyecek ve içeceklerin listeleri üzerinde fiyat dahi yazılı değildir. Yalnız nevileri/çeşitleri yazılıdır. Müşteriler hesap görecekleri zaman daire müdürü fiyatları o müşterinin tahmin olunan hâl ve şanına göre belirler. Meşhur Rehnumâ-yı Seyyâhîn’i yazan Bede-ker der ki: “Bu yerlerde, Fransız altınları tava içindeki tereyağı gibi erirler.” Bu lokantaların birisinde edilen üç kişilik bir gece yemeği için 176 frank verilmiş olduğunu bile yine Bedeker yazar ise de bunu yazarken gösterdiği hayret ifadesi malum seyyahın saflığına verilmelidir. Üç kişilik bir soupe15 içenden 176 frank alınması yine pek az esnafça bir alışveriş addolunmalıdır. Yalnız bir çift için 500 frank alındığını da biz duymuştuk.
Paris’te bir arabacıya “Beni falan yere götür.” denildiği zaman arabacı en kısa yolları tercihen götürmekte serbesttir. Çünkü böyle bir emir bir “course”16 yani bir hareket kabul edilerek fiyatı ona göre tayin olunur. Eğer güzergâh tayin olunarak emir verilirse o zaman saat pazarlığı ediliyor demek olacağından arabacı saatine bakar. Geneli gibi biraz da zevzek olursa saati yolcuya da gösterir. Hesap zamanında kavga çıkmaması için Madam de Rose Bouton’un verdiği emir üzerine arabacı tabiatıyla kestirme yolları tercih etti. Louvre Sokağı’ndan sağa sapıp Victor Meydanı’na vardıktan sonra diğer caddelere, sokaklara nispetle pek dar ve aydınlanması az olduğu için de gereği gibi karanlık sokaklardan geçerek birden bire bir nur deryasına giriverdi ki işte orası Boulevard des İtaliens idi. 20 numaraya gelmeden önce durdu. Arabanın içine doğru eğilerek o zaman madam tarafından, “Hususi yere!” emri de verilince bulvarın kuzey sırasında avlu gibi bir yere girdi ve arabasını durdurup aşağıya atlayarak madama kapıyı açtı. Madam de Rose Bouton’u arabaya bindirirken mendilini istimal ettiği fıkrasını yazmayı unuttuk ise de burada o noksanı da ikmal ile beraber arz edelim ki araba kirasını “pourboire” yani şarap bahşişi ile beraber verirken burnunu da silen madam, arabacıya yüzünü asla göstermedi. Arabacının da umurunda mı sanki? Onlar daha ne kadar acayip vakalar görmüş adamlardır! Böyle şeyleri artık kanıksamışlardır. Arabalarına kimler binerlerse binsinler cümlesi onların nazarında “yük”ten başka bir şey değildir. Ehemmiyetin en büyüğü “pourboire”dadır.17 Arabacıya “pourboire” vermemek onun hakkında âdeta hakarettir. Hâlbuki Paris’te pourboire yalnız arabacılara da mahsus değildir. Umumidir. Hani ya o rüşvet kabul etmeyen gümrük memurları? Hani ya o ehemmiyetin de üstünde olan memurlar hatta daha büyükleri? Pourboire miktarı muayyen değildir ki! Beş santimden alınız da on franga, yüz franga kadar! Daha ziyade bile pourboireler vardır. Hizmetine göre efendim, hizmetine göre! Şu günlerde ismi matbuatı doldurmakta olan Dreyfus’u Şeytan Adası’ndan kaçırmaya girişecek olan polis memurlarına kim bilir kaçar bin frank pourboireler verirlerdi.
Arabacı ile hesabını bitirdikten sonra Madam de Rose Bouton keklik gibi sekerek daire kapısından içeri girdi. Öyle bir cüret ve maharet ile giriyordu ki görmüş olsaydınız karının buraların hiç de acemisi olmadığına derhâl hükmederdiniz. Zira böyle bir yere ilk giren ve kadınlığı henüz tamamıyla karılığa tahvil edememiş olan acemilerin acemilikleri itirazlarından, cüretsizliklerinden ilk nazarda besbelli olur. Buralarda uşaklık edenlerden bir emektarın rivayeti olmak üzere bize kadar nakledilen bir rivayete göre, iki üç arkadaş birlikte böyle bir lokantaya girerlerken daha ilk girişte bir kokuyu muhafaza etmekte bulunan birisi utancından, korkusundan, sakınmasından sendeleyerek düşmek derecesine gelmiş de diğer arkadaşları bu cüretsize kahkahalar ile gülerek onun bu mahcubiyetini küçümsemişler. Koca Paris, Avrupa’nın manevi yükselişini yazmak için filozoflar sana müracaat etmelidirler! Bunun için senden yüce bir zemin bulamazlar. Madam de Rose Bouton kapıdan girer girmez iki süslenmiş uşak onu karşıladılar. Kendisi için ayrılmış olan salonun numarasını söylemesi ile madamı derhâl o numaraya yönlendirdiler. Fakat salon henüz boş idi. Burada birleşmeleri gereken zat henüz gelmemişti.
Ama şimdi bu gecikmeye madamın canı sıkılır mı ki?
Elbet! Bahusus ki on dakika kadar beklemeden sonra oraya bir erkek geldi ama… Bir kadın ismi söyleyip:
“.....geldi mi?”
Sualine uşak tarafından verilen cevabı Madam de Rose Bouton anlayamadı ama… Pekâlâ, işitti ki sesten hiçbir yoruma mahal kalmamak suretiyle anladığına göre bu gelen erkek kendi kocası Monsieur de Rosa Bouton idi…
2
Abdullah Nahifi
Bir ocak ayını zihninizde tutunuz. Kış mevsiminin en şiddetli zamanı! Hem de Paris kışının en şiddetli zamanı ki bazı seneler Paris’in kışı şiddetçe Sibirya kışlarına taş çıkartır. Böyle bir kış mevsiminde bir pazar akşamı idi ki gazlar henüz yanmamış oldukları gibi; yanmış bulunsalar bile insanın yirmi adım önünü göremeyeceği kadar acayip bir karanlık hükümferma idi. Çünkü bizim “kuşbaşı” tabir ettiğimiz surette buram buram yağmakta olan karlar gece karanlığına teşbih edilmekle beraber etrafı temaşaya mâni olduğu için “acayip” diye nitelendirmeye mecbur olduğumuz bir tipi karanlığı teşkil ediyordu.
Böyle bir zamanda Paris’in bile sokaklarının tenha olması zaruridir. Paris’in sefaletlerini kalemlerine dolamak isteyen yazarların arayıp da bulamayacakları bir mevsimdi! Ve öyle bir zaman ki, böyle şiddetli bir mevsimde Paris’in vefatları her zamanki miktarın iki misline varır. Çünkü haftada bunların ortalama sayısı bine yaklaştığı belediyeler tarafından tanzim olunmuştur. Dia gazetesinin neşrettiği istatistik cetvellerinden öğrendiğimize göre vefatların sair mevsimlerde pek azı açlıktan vukua geldiği hâlde, bu şiddetli kışlarda, açlıktan helak olanların miktarı daha da arttığı gibi soğuktan helak olanların miktarı da buna yakın olmuştur. Ama “açlıktan” dediğimize bakıp da bunların tamamının ekmeksiz kalarak birkaç gün hiçbir şey yemedikleri için ölenler olduğunu zannetmeyiniz. Öylesi de az değil ya? Fakat bu “açlıktan helak” sözünü Paris tıbbının hususi bir tabiri şeklinde kabul ediniz. Manası ise, fakirlikten dolayı fena beslenerek vücutlarının zayıflaması ve buna bağlı olarak küçük bir hastalığa dayanamayarak öteki dünyaya gitmek demektir. Havanın tahrip edici şiddetinin bu derecelere vardığını tabii ki Paris’te öğrenmedik. Kimse kalmadığı cihetle zenginlikten dolayı azgınlığı son dereceye vardıranlar kürklere büründükleri hâlde kızaklara binip bulvarlarda dolaşmayı “â la rose” bir eğlenceye dönüştürürken, diğer sınıflar ise yerlerinden kımıldayamayacak durumlara mecbur olurlar.
İşte bu sebepten dolayı haber verdiğimiz pazar akşamı sokaklar tenha idi. Hatta Saint Germain Bulvarı’nın Orsay rıhtımına bakan kısmı Parlamento Dairesi, Hariciye Nezareti ve Harbiye Nezareti gibi büyük daireler dahi orada bulunuyordu. Orası Concorde Köprüsü’nün başı addolunmak hasebiyle ekser zamanlarda pek kalabalık olurken bugün havanın muhalefetine pazar tatili de eklenince böyle bir tenhalık olmuştu. Bir de resmî memurlar olmadığından buradan gelip geçenler âdeta “nadir” diye nitelendirilecek bir azınlıkta idiler. Yine bu mahalde bulunan Almanya Sefarethanesi önünden muşamba bir yağmurluğa bürünmüş bir yayanın geçtiği görülüyor ise de, kafası yağmurluğun başlığı içine gömülmüş ve çenesi de ta burun hizalarına kadar yağmurluğun yakası ile kapatılmış olduğundan bu adam tanıdıklarınızdan bile olsaydı, o akşam oradan bu suretle yürüdüğünü görse idiniz, kendisini yine tanıyamazdınız.
Bu adam Concorde Köprüsü’ne doğru ilerleye ilerleye tam Orsay rıhtımına ve parlamento dairesi önüne geldiği zaman yirmi adım kadar ön tarafında iki adam gördü. Ama bunları hayal meyal görüyordu. Bunların birisinin kadın ve diğerinin de erkek olduğu fark edilebildiği gibi yine fark edilebilecek kadar belli olan hareketlerine nazaran, aralarındaki muamelenin hiç de uygun olmadığı anlaşılıyordu. Erkek kadına hücumlar etmeye davranıyor; kadın ise erkeğin hücumundan kaçmak ve kurtulmak için farklı hareketler yapıp ondan kurtulmak istiyordu. Herif bazen el uzatmaya yol buldukça kadın herifin koluna bir yumruk indiriyordu. Bunun üzerine herif öncekinden daha şiddetli bir hareketle kadına tekrar saldırıyor idiyse de elinin ona isabet edeceği sırada kadın ani bir hareket gösterince erkeğin vuruşu boşa gidiyordu. Mesafe yirmi adımdan ibaret olmakla beraber, kar tipisinden dolayı sesleri yeterince anlaşılmıyordu. Bu çarpışmaları, boğuşmaları âdeta bir pandomima oyununu anımsatıyordu. Öyle ya! Pandomima nedir? Bir taklit! Bu ise bir gerçek! İşte apaçık görülüyor ki bu bir muharebedir. Erkek tarafından taarruzu kadın tarafından ise müdafaayı gösteren bir muharebe, bir savaş!
Bir bakıma göre eğlenceli bir manzara. Bir bakıma göre de can sıkacak bir hâl! İnsandaki kahramanlık doğuştan verilen bir kabiliyettir. Velev ki vücudun zaafından o kahramanlığı göstermemiş olsun. Her zaman bilfiil gösteremese de kuvveti nispetinde zaman zaman gösterir. Mutlaka gönlünün himmeti haklı tarafa meyleder. Haksızlık aleyhine gönlünde bir nefret ve bir gazap bulur. Gerçi şu tarif ettiğimiz manzarada haklı haksız kim olduğu anlaşılamıyordu ama hangisinin zayıf hangisinin kuvvetli olduğu görülüyor ve anlaşılıyordu ya. İnsanın meylettiği kahramanlık ise mutlaka zayıf ve aciz tarafa sevk eder. İki kişinin tavla oynadığını temaşa ettiğiniz zaman gönlünüzden ne gibi hisler geçtiğini tecrübe etmişsinizdir. Hangi tarafın oyunu fena gider de mağlubiyet yüz göstermeye başlar ise gönlünüzün himmeti o tarafa akar. Attığı zarların muvafık gelmesi için gönlünüzde birçok temenniler hasıl olur. Elindeki vuruk pulu galip düşmanın açık pulu üzerine konabilmesi için “Aman bir çihar!” diye temenninizi açığa vurursunuz. Attığı zar üzerine oynanacak en muvafık oyunu bulamayarak hayrete düçar olduğu zaman biçareye oyunlar ihtar edip onu uyarırsınız. Çünkü mağluptur. Bir de biraz sonra o mağlubun oyunu düzelerek evvelki galip taraf mağlup olmaya başlar başlamaz sizin himmetinizde dahi bir değişme vukua gelir. Galip tarafın mağlubiyeti arttıkça gönlünüzdeki değişiklik de artarak nihayet evvelce hasmına ettiğiniz himmet ve gayreti, şimdi de buna etmeye başlarsınız. Bu hâl sizin için tabiidir. Çünkü yaradılışınızda size verilen kahramanlığın gereğidir.
Kadın ile erkeğin savaşını uzaktan, ama unutmayalım, topu topu yirmi adım uzaktan gören muşambalı yolcu dahi kadın tarafına, aciz ve zayıf ve mağlubiyete namzet olan kadın tarafına deruni bir meyil hissetti. Bir aralık, “Acaba belediye çavuşu, polis, jandarma gibi bir şey yok mu ki imdada yetişsin?” diye etrafına baktı ise de böyle berbat bir havada kurdun, kuşun bir sığınak yeri aradığı bir zamanda ortada polis molis bulunur mu? Kimden korkacaklar ki vazifeleri başından ayrılmaya mecburiyet hissetsinler? Bu havada müfettişler gezebilirler mi ki asayişe memur olanların işleri başında bulunup bulunmadıklarını teftiş eylesinler? Küçük memurlar gibi onların da her biri bir kahvehaneye, bir meyhaneye sığınmışlar! Bundan dolayı onları sorguya çekmek de beyhudedir. Çünkü cevapları hazırdır. “Biz sokakların değil o sokaklardan gelip geçecek olan ahalinin emniyet ve asayişini muhafazaya memuruz. Bu havada ise bütün ahali şu muhafazalı yerlere sığınmışlar. Biz de muhafaza, emniyet ve asayişten ibaret olan vazifemizi işte buralarda ifa ediyoruz.” diyorlar. Bu haklı ve makbul söze karşı burhanınız var mı? Öyle bir hava ki hırlısı da hırsızı da kahvehane ve meyhanelerde!
***
Bizim muşambalı yolcu bir zabıta memuru görebilmek için etrafına bakındığı zaman, yukarıdaki fıkranın son satırlarında yazdığımız mülahazayı bütünüyle zihninden geçirdi. Hem bu mülahazaları zihninden geçiriyor hem de adımlarını evvelki usul ve ahenk üzerine atmaya devam ediyordu. Yirmi kadar adım kaç saniye zarfında atılabilirse o kadar saniyeden sonra da bizim yolcu kavga eden kadın ve erkeğin yanına vardı. Kadının evsafı “Madam de Rose Bouton” bölümündeki dikişçi Rosette için yazdığımız satırlara tam tamına muvafık idi. Çünkü o kadın Rosette idi. Erkek de yine çapsızlıkta, çelimsizlikte Rosette’in benzeri bir şeydi. Paris fakiri malum ya! Etsiz, kansız bir çocuk iken büyümüş, bıyıklanmış cılız bir şey ama ateş! Saf sinir! Gözleri zaten afacan iken bir de kavganın artırdığı şiddet üzerine ateş gibi parlamakta!
Rosette muşambalı yolcunun varışını manevi bir imdat yetişmiş gibi telakki etti. Bütün tavrıyla sıkışmış bir vaziyet alarak:
“Kurtarınız efendi! Beni bu ham vahşiye karşı müdafaa ediniz!” dedi ve şimdi iş başka bir hâl aldı. Bir dakika evvel bu aciz kadın lehinde yardım etmek insanlığın gereği iken şimdi onu müdafaa bir kahramanlık vazifesi hâline geldi. Çünkü yardım istedi. Bir kadının yardım arzusu bu! Reddedilebilir mi? Herhâlde muşambalı yolcu birdenbire durarak bir askere emir veren bir zabit tavrıyla herife:
“Çekil oradan mösyö!” emrini verdi. Zaten hiddetli bulunan adamı bir de kendi aleyhinde hiddetlendirmek için müdahalenin bundan ziyadesine ihtiyaç var mı? Çirkin ve alaycı bir tavırla yolcuya doğru yaklaştı. Yolcu zannetti ki kendisine bir meram anlatacaktır. O ise sokuldu, sokuldu da Paris çapkınlarının davranışlarından olmak üzere sağ bacağını ani bir hareketle yolcunun ta sol omzuna kadar kaldırarak bir tekme tokadı attı. Ama o kadar seri bir hareketle yaptı ki, sakınmak için yolcuya hiç zaman bırakmadı. Yolcu yere yuvarlandı. Bu anda Rosette yolcunun kulağını yaralamış oldu. O da olanca çevikliğini, çabukluğunu toplayarak yerinden kalkmasıyla beraber Fransız’a öyle bir şamar attı ki görseydiniz bu şamarı ne Fransız şamarına ne İngiliz boksuna ve hiçbir şeye benzetemezdiniz. Bu olsa olsa Türk tokadına teşbih olunabilirdi. Zira kamçı çatlaması kabilinden bir çatlayışı müteakip onu yiyen herif bir ökçesi üzerinde soldan sağa doğru bir devir kadar döndü de, güya ruhsuz bir kalıpmış gibi yere serildi.
Bu mücadele bizim muşambalı yolcunun evvelki hâlini değiştirmişti. Yağmurluğun bir kısmı başından çıktıktan hariç kendisini toplayıp da, düştüğü yerden kalktığı zaman bir ayağı ile eteğine basmış olduğundan bir kolu hizasından aşağı doğru muşamba da yırtılmıştı. O zaman görüldü ki bu zat orta boylu, yirmi beş, yirmi altı yaşlarında, değirmi yüzlü, iri kaşlı, gür bıyıklı, aslan tavırlı bir delikanlıdır. Şu vaka kendisini “gazaba” sürükleyecek bir surette hiddetlendirmemişti de… Nispeten iyi bir tavır ile Rosette’e:
“Haydi matmazel işinize gidiniz! O artık sizi takip edemez. Ben buradayım.” demişti. Rosette oradan ayrılmamak için bir şeyler söyleyerek delikanlıyı iknaya çalışıyor idiyse de, delikanlı kızın sözlerine ehemmiyet bile vermiyordu. O mağlup hasmına dönerek onu izlemekle meşguldü. Gerçi yere yuvarlanmış bulunmasından istifade aramıyor ve kuzgun leşe konar gibi üzerine çullanarak bir güzel tepelemiyor ise de, gözleri hasmının gözleri içine öyle etkileyici bir nazarla odaklanmış ki, eğer bu manzarayı görseydiniz en iyi cinsten bir zağar av köpeğinin bir kekliği ağına düşürmüş olmasına benzetirdiniz. Keklik kımıldanır kımıldanmaz saldırmaya zağar köpek nasıl hazır ve müheyya ise delikanlı da hasmı kımıldanır kımıldanmaz üstüne atılmak için tamamıyla hazır bir vaziyette bulunuyordu.
Delikanlının bu vaziyetini biraz zaman sonra gözlerini açan mağlup hasmı dahi görünce mübarezede devama cesaret bulamadı. Yattığı yerden:
“Tanıdım Abdullah! Seni tanıdım. Sen de beni sonra tanırsın. Hesabımızı dostlar vasıtasıyla hallederiz!” deyip kalktı ve acaba Abdullah tekrar saldıracak mı, diye biraz durup bekledi ise de Abdullah saldırmayınca Concorde Köprüsü’ne doğru yürümeye başladı. Bir gidiyor, beş ardına bakıyordu. Anlaşılıyordu ki Abdullah’ın takibinden korkuyordu. Fakat Abdullah’ın takip hevesinde olmadığını görünce diş gıcırdatmak nevinden bir tavırla:
“Sen de beni sonra tanırsın. Hesabımızı dostlar vasıtasıyla görürüz.”
Tehdidini tekrarladı. Lakin tipi, bu sözlerin Abdullah’a kadar ulaşmasını men eyliyordu.
Fransız, Abdullah’ı tanımıştı ama Abdullah Fransız’ı tanıyamamıştı. Hatta kim olabileceğini merak ederek bir hayli de düşündü, ama yine çıkaramadı. Yalnız başındaki kadife bereden tıbbiye öğrencisi olduğunu anladı. İlk verdiği emir üzerine Abdullah kurtardığı kızın oradan gitmiş zannında iken bir de kızın tarafına döndüğünde Rosette’i orada görünce şu mağlup hasmın kim olduğunu ondan öğrenebileceği tahminiyle bayağı memnun olmuştu. Fakat bu memnuniyeti neticesiz kalmıştı. Zira:
“Bu terbiyesiz herif kimdi matmazel?” diye sorduğu suale, “Bilmem efendi! Sizi ne kadar tanıyorsam onu da o kadar tanıyorum!” cevabından başka izahat alamadı. Vakıa Rosette:
“Pazar olmakla beraber mağazada şimdiye kadar çalıştık. Pazar olduğu için erkence çıkmaya izin verdiler. Quartier Latin (Öğrenci Mahallesi) tarafındaki ikametgâhıma gidiyordum. O da o taraftan geliyordu. Burada yolumu kesti. İlk kelimesi bana ilanıaşk etmek oldu. Derhâl beni o akşam yemek için Dîner’e davet etti. “Senin anladığın kızlardan değilim mösyö!” dedim ise de “Tamam işte benim anladığım kızlardan olmadığın için seni davet ediyorum ya! Benim anladığım kızlardan olsaydın hiç de davet etmezdim. Benim anladığım kızlardan bende çok, ne kadar istersen!” diye saldırmaya başladı. Mutlaka bir buse almak hem de hesaplı olarak almak istiyordu. “Ne kadar yalvardım ise de faydası olmadı. Hücumlarında gittikçe şiddetini artırıyordu. Allah sizi imdada yetiştirdi…” diye hâlini hikâye ediyor idiyse de Abdullah’ın istediği izahat bunlar değildi. Kıza:
“Pekâlâ matmazel! Artık emniyetle ikametgâhınıza gidebilirsiniz. İşte o nehrin öte tarafına geçiyor. Beri tarafa doğru yolunuzda bir mâni yoktur.” demesiyle Rosette:
“Teşekkür ederim efendim! Bu iyiliğinizi ömrümün sonuna kadar unutmayacağım!” diye hem lisanıyla, hem gözleriyle, hem hâliyle, tavrıyla teşekkürler ederek Quartier Latin’e doğru yürüdü gitti. Birkaç saniye sonra gözden kayboldu. Zira kız her adımı attıkça lapa lapa yağan kar, kızın arkasından bir beyaz perde indiriyor hükmünü göstermekteydi.
Büyük bir minnetle teşekkür etmekle birlikte Rosette’in gönlünde Abdullah için mühim bir yer açılmış olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Kadın nevi zaten pek ziyade kudret-i takdire malik olur. Hele böyle bütünüyle hasbi bir yolda kendi kadınlık şanını müdafaa ve muhafaza için epeyce bir fedakârlığı göze aldıran kahraman hakkında tamamıyla duygusuz kalmak hiçbir kadının şanı değildir. Fakat Abdullah’ın gönlünde kız için hiçbir yer peyda olmadığını hususen ihtara lüzum görürüz. Diyebiliriz ki Abdullah, Rosette’in gençliğine bile dikkat etmedi. Zaten hava böyle şeylere dikkat için müsait bir hava olmadığı gibi hâl ve mahal de buna müsait değildir. Delikanlı, müdafaasız bir aciz kadını kuvvetli bir saldırgana karşı mertçe bir müdafaa gayretinde bulunmuştur. Gerçi erkekler, bahusus genç adamlar tarafından, bu yolda yardım ve hürmet görmeye genç ve güzel kadınların çirkin veya ihtiyarlardan ziyade haklı görülmeleri hemen umumi bir şey ise de bugünkü hâl böyle değildi. Şu anda Abdullah’ın gönlünde başına tıbbiye öğrencisinin beresini giymiş olan mağlup düşmanı ve ondan aldığı intikamdan başka bir şeyi yoktu. Paris’te etudiant, yani öğrencinin hâllerini pek iyi biliyordu da onun için! Öğrenci âleminde bu gibi manzaraların kolay kolay olamayacağını ve işin pek müthiş neticelere kadar varabileceğini bildiği için şu herifi daha da çok merak ediyordu. Lakin bugün için işin bundan başka bir neticesi görülmedi. Abdullah da Concorde Köprüsü’nü geçerek gideceği yere gitti. Bu vakadan ne polis ne basın haberdar oldu. Bilahare basına büyük bir meşguliyet alanı açacak olan şu hadiseden ertesi günkü gazetelerde bir harf bile görülmedi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.