Kitabı oku: «Paris’te Bir Türk», sayfa 3
Altıncı Bölüm
Ertesi sabah yataklarından kalkanların, ellerini yüzlerini yıkar yıkamaz bir baş güverteye çıkıp nerede bulunduklarını tahkike girişecekleri, bunun gibi deniz yolculuğunda bulunmuş olanların malumlarıdır. Bu seferde ise yukarıya çıkmak pek de o kadar kolay bir şey değildi. Zira o gece rüzgâr istikametini kuzeydoğuya çevirerek geminin oldukça pupasından geldiği ve binaenaleyh gemi yelken açmış bulunduğu hâlde baş vurmaktan hasıl olan sallantı, denize alışık olmayanları ayakta duramayarak düşürecek mertebedeydi.
Bununla beraber herkes düşe kalka birer kere güverteye başvurduktan ve köpürmüş olan denizin müthiş güzelliğini bir ancık temaşa ettikten sonra yine aşağıya indiklerinden yolcular tamamıyla salonda mevcut idiler. Sabah kahvaltısı geçmemiş ise de yemek yerken geminin sallantısı yolculara bir hayli güçlük göstermiştir. Böyle bir havada Mister James resim yapamamakta idiyse de Autrans yazı yazmakta inat ve ısrar ediyor ve bir Şark seyahatnamesi kaleme almakta bulunduğunu söylüyordu.
Dün geceki tetkiklerimiz üzerine, bizim dikkat edeceğimiz kişiler Madame de Trouville, Cartrisse, Nasuh, Gardiyanski ve Zekâ Bey gibi ilk hâlleri bir derececiğe kadar nazarıdikkatimizi celbetmiş olan adamlar ise de evvela şunu haber verelim ki Madame de Trouville dün akşam Nasuh Efendi’den işitmiş olduğu söz üzerine bugün neşesini ve şuhluğunu kaybetmiş olduğundan sabahtan beri ağzından hemen bir kelime dahi çıkmamıştı ve nihayet geminin sallantısının başına vurduğunu bahane edinerek kabinesine çekilmişti.
Hatta Cartrisse, Nasuh’un De Trouville’e söylediği sözün suret-i vech ve tesirini şöyle kibar bir şekilde Nasuh’tan istizah dahi etmek istemişti:
Cartrisse: “Monsieur Nasuh! Dün akşam sizin Madame de Trouville’e okuduğunuz efsunda ne kuvvet vardı ki bizim o neşeli Madame de Trouville’mizi sihirlenmiş gibi hâle getirdi. Şimdi sizi nerede görse oradan kaçmak ister.”
Nasuh: (Cartrisse’in bu laftan meramının bu Madame de Trouville’in kim olduğunu ve o sözden niçin bu kadar etkilendiğini sormak olduğunu anlamış ise de sözü kısa kesmek istediğinden) “Evet madame! Benim bazı laflarım böyle sihir kadar tesirlidir. Ama onun sırrını size arz edersem sonra bir daha tesiri görülmez.”
Angeline: (ta öte baştan) “Bu sırrı söylememenizi size pek rica ederim mösyö! Zira bu sihriniz sayesinde rahat edebileceğimi ümit etmekteyim.”
Zekâ Bey ise genç Sena ile bir yeni arkadaşlık akdi ve bu sayede Mademoiselle Gabrielle’e dahi çatmak gayretinde olup bu işte Remzi Efendi kendisine yardaklık eder, fakat Gabrielle’i Yorgidis meşgul etmekte bulunduğu cihetle henüz bahsi geçenin gıyabında ve fakat bilvücuh medhüsenasında olmak üzere Sena ile söz söyleşirdi.
Derdini dökecek adam arayan biçare Madame Syrienne dahi Dizier ailesi halkıyla ve bunlardan bilhassa kocakarı bağdaşıp vefat etmiş kocasının mehamidini10 hikâye ettiği görüldükten sonra öte tarafta Kaliksberg ile Cartrisse ve Gardiyanski ve Nasuh kalır ki biz ancak bunların açtıkları sözden mütelezziz olacağımız cihetle onlar tarafına kulak vermeliyiz. Söz İstanbul’un bazı yeni gelişmeleri hakkında olup Cartrisse şu suretle fikrini beyan ederdi:
Cartrisse: “İstanbul’da gördüğüm yeni gelişmeler, şaşkınlık ve hayret nazarlarıma sebep oldu. Ben zannederdim ki İstanbul’da hâlâ değirmen taşı kadar sarıklı ve belleri yatağanlı ve piştovlu adamlar göreceğim. Hâlbuki bilakis İstanbul’da âdeta Avrupa gibi giyinmiş adamlar ve özellikle de gençler gördüm.”
Kaliksberg: “Size İstanbul hakkında ilk fikrinizi kim verdi?”
Cartrisse: (bu sualin biraz aykırıdan gelmesine canı sıkılarak) “Acayip! İnsana kim ilk fikri verir? Şundan bundan aldığı malumat üzerine fikir dahi kendiliğiyle hasıl olur.”
Nasuh: (sözü Kaliksberg’in ağzından kaparak) “Madame, Herr Kaliksberg size sual etmek istedi ki İstanbul hakkında almış olduğunuz ilk malumatı bir kitaptan ve seyahatnameden mi aldınız? Yoksa birisi o malumatı size şifahen mi verdi?”
Cartrisse: “Bu sualin hikmetini de anlayamadım.”
Nasuh: “İstanbul’u ilk hayal ettiğiniz surette bulamamış olduğunuzu beyan ettiğinizden bizim için bunun hikmetini anlamak üzere o ilk hayalinizin kaynağını ve vasıl yerini anlamak lazım geldi de onun için bu sual varit oldu.”
Kaliksberg: “Evet madame! Emelimiz böyleydi.”
Cartrisse: “Evet! Aldığım malumat-ı musavver, bir İstanbul seyahatnamesinden alınmıştır. Hatta ‘Parmakkapı’ diye bir yerin resmini yapıp orada ağaçlara ve dükkân saçaklarına yirmi kadar da adam asmıştı.”
Gardiyanski: (hafif bir tebessümle) “Siz de buna hemen inandınız öyle mi?”
Cartrisse: “Umumun nazarlarına arz olunan bir esere nasıl inanılmaz?”
Nasuh: “O seyahatname hangi tarihte yazılmıştı. Hatırınızda mıdır?”
Cartrisse: “Başka bir şey olsaydı pek de hatırımda kalmazdı ama Kırım Muharebesi esnasında yazılmış olduğu için hatırımda kalmıştır.”
Nasuh: “Öyle ise size bu kadarcık ters ve yanlış malumat vermiş olmasına hayret etmeyiniz efendim. Zira bugün yazılan şeylerde bile bu kadar gariplikler vardır.”
Cartrisse: (bu söze inanmadığını ima eder bir tavırla) “Amma yaptınız ha! Monsieur Nasuh! Bunda biraz mübalağa ediyorsunuz.”
Nasuh: (gayet ciddi bir tavırla) “Mübalağa denilen şey yalana çok yakın olur madame! Ben ise yalana asla yanaşmam. Ben size ‘bugün yazılan’ demedim mi? İşte size bugün yazılan bir eser takdim edeceğim.” diye yerinden kalktı. Doğruca Mister James’in yanına gidip yapmış olduğu resimleri Madame Cartrisse’in beğenisine sunacağını arz edeceğinden bahisle aldı, getirdi ve “Siz şimdi şunları temaşa ededurunuz.” diye onları Madame Cartrisse’e terk ederek Monsieur Autrans’ın yanına varıp o sıralarda yazmakta olduğu seyahatnameyi dahi alarak geldi.
Nasuh: “Resimleri temaşa ettiniz ya? Şimdi de şu yazıyı okumama müsaade buyurunuz.”
Cartrisse ve Kaliksberg: “Bunları temaşa ettikten sonra bahiste hak kazandığınızı teslim ettik Monsieur Nasuh!”
Nasuh: “Hayır efendim! Israrla rica ederim ki şu yazıyı okumama müsaade buyurunuz.”
Cartrisse: “Zaten bize eğlence lazım değil mi? Okuyunuz da dinleyelim.”
Nasuh: (Birçok girişi hem de pek güzel zevzekçe yazılmış olan girişleri geçtikten sonra şu suretle okumaya başladı.) “İstanbul Şark milletlerinin bir ekspozisyonu olup orada Şark milletlerinden her nevi adam bulunur ve her lisan konuşulur.”
Cartrisse: “Bu yalan değildir zannederim.”
Nasuh: “Sabrediniz. (okur) Vakıa bu keyfiyeti şöyle haber vermek okuyanlara hoş görünür ise de İstanbul’da bulunanlar için hoş değildir. Çünkü bir dükkâna girip de mesela ekmek alacak olsanız ekmeğin on on beş lisanda adını söylemeye mecbursunuz. Zira ekmekçi hangi milletten ise kendisine o milletin lisanını söylemenizi ister.”
Cartrisse: “İşte bu mübalağa zira…”
Kaliksberg: “Yalan bile!”
Nasuh: “Sabrediniz efendim! Gözüme bir şey daha ilişti. (okur) İstanbul’da Türkler hiç hatır gönül bilmezler. Yolda insanın üzerine o kadar bağırırlar ki başka memlekette olsa düelloya davet edilirlerdi. Lakin onlara hiç ses çıkaramazsınız. Zira henüz barbar olduklarından sizi derhâl vurup öldürebilmeleri ihtimal dâhilindedir.”
Gardiyanski: “O! Bu herifin kalemi şiddet ve süratini gittikçe arttırıyor.”
Nasuh: “Hele şurasını dinleyiniz. (okur) Türkler o kadar barbardırlar ki hâlâ Ayasofya Camii’nin eski kapılarının üzerinde Hristiyanlık işaretleri olduğu hâlde dokunmayarak her zaman ibadethaneye girdikçe bahsi geçen işaretlere hakaret nazarlarıyla bakarlar.”
Cartrisse: “Elverir Monsieur Nasuh! Demek oluyor ki muharrir efendinin fikrine göre eğer Türkler Ayasofya mabedini yerle yeksan etmiş olsaydılar o zaman medeni addolunacaklardı. Gerek resimlerini ve gerekse tasvir ve işar11 şeklini pek beğendik! Ressam ve muharrire tarafımızdan teşekkürler ediniz!”
Nasuh kâğıtları sahiplerine iade etmeye gittiği zaman Cartrisse ile Gardiyanski ve Kaliksberg arasında şu sözler teati olundu:
Cartrisse: “İşte bizim Avrupalıların Türkiye’yi layıkıyla tanıyamamaları bu zevzek muharrirlerin bu gibi hezeyannamelerinin suçudur. Monsieur Nasuh doğrusu ya hak kazandı.”
Gardiyanski: “Ya herifler ne yapsınlar efendim? Bu gibi uydurma şeyler ile okuyuculardan beş on para dolandırmazlar ise ne ile yaşasınlar?”
Kaliksberg: “Bir milletin gerçek hâlinin, ecnebiler nazarında meçhul kalması bazı ince politikalar münasebetiyle kârlı bir şeydir!”
Nasuh: (dönüşünde) “Elhamdülillah daha beni ilk tanımaya başladığınız esnada mübalağacı bir adam olmak üzere tanımadınız madame!”
Cartrisse: “Bundan sonrası için de ihtiyatlı bulunmak lüzumunu hissettim.”
Nasuh: “Bu bana ait bir şey değildir. Şimdi söyleyecek şu sözüm kaldı: Siz İstanbul’un yeni gelişmelerinden olmak üzere Avrupakari giyinmiş birçok adam bulunduğunu beyan ettiniz. İstanbul’un gelişmişliğine dair gördüğünüz misal yalnız bundan ibaret midir madame?”
Cartrisse: “Bu gelişme az gelişme midir? Bir millete eski kıyafetini terk ettirmekten güç bir şey mi olur?”
Nasuh: “Bendenize kalır ise ondan daha kolay hiçbir şey olamaz. Büyük Petro gibi bir adam olur da bir günde kıyafet değişikliğini emreder ve emrini icra ettirebilir. Yahut bu yolda cahilce heves eden birinin koca bir halka yol göstermesi dahi mümkündür. Fakat size şunu sorarım ki şimdi Paris halkına bir aba, potur, cepken filan giydirsek, başlarına dahi kocaman birer fes veyahut sarık koysak Parisliler barbar olurlar mı?”
Cartrisse: “Yok!”
Nasuh: “Öyle ise teslim ediniz ki gelişmelerde, gerilemelerde, medeniyette, bedeviyette elbise ve kıyafetin hiçbir dahli yoktur. İstanbul’un gelişmesine dair başka deliliniz var ise onu görelim.”
Cartrisse: “Ey, sanki siz İstanbul’da hiç gelişme yoktur davasında mı bulunacaksınız?”
Nasuh: “Ben istediğim ciheti tutabilirim.”
Kaliksberg: “Yani avukatlıkta, bahis ve sözle mücadelede olan maharetinize itimadınız vardır demek.”
Nasuh: “Hayır efendim! Öyle bir benlik davasında da değilim. Bu mesele iki cihete münkasim olur. Bir ciheti Türklerin eski medeniyetlerinden pek çok şeyi kaybetmiş olmalarıdır. Diğer ciheti ise yeniden bazı şeyler kazanmış bulunmalarıdır. İşte ben dahi edeceğim bahsi bu iki cihete bina ederek idare ederim.”
Cartrisse: “Ey, Türklerin kaybettikleriyle, kazançlarını düşünür iseniz hangisini fazla bulursunuz?”
Nasuh: “Elbette kazançlarını.”
Cartrisse: “İşte ben de bu görüşteyim. Eğer benden bir delil isterler ise ben de sizi gösteririm. Derim ki işte Türkler hiçbir şey kazanmamışlar ise bir Nasuh kazanmışlardır ki bu kazançları her kayıplarından fazladır.”
Nasuh: “Bu derece teveccühünüze mazhar olmakta bulunduğuma teşekkür etmeye borçlu isem de teveccühünüze bu kadar tez mazhar olmuş bulunduğumu da tehlikeli görmekteyim.”
Gardiyanski: “Bu ne için ya? Ben size bir büyük muhabbet peyda etmekte olduğumdan sizi muhabbetin husul süratine tehlike manası verir görünce şaşmamak elimden gelmez.”
Nasuh: “Vakıa gülünç bir hikmet-füruşluk12 etmiş olacak isem de artık söz dudaklarıma kadar gelmiş olduğundan esirgemeyip söyleyeceğim: Efendim bir matematik kuralı vardır ki ekser hesaba muvafık gelir. O da çok kemiyyetin meydana gelmesinin çok zamana bağlı olmasıdır. Kemiyyet-i külliyeyi az zamanda husule getirmeye çalışır iseniz neticesiz kalırsınız.
Meşe ağacı kırk yılda husule gelmez. Fakat beş yüz yıl payidar olur. Çam ağacı beş on senede husule gelip yine o kadar az bir müddet zarfında mahvolur. Makine fennince, küçük bir kuvvetle en büyük ağırlıkları çekmek mümkündür. Fakat gayet aheste olur ise… Ve illa mümkün değildir.”
Cartrisse: “Bu hikmetinizi bana beğendiremediniz Monsieur Nasuh.”
Gardiyanski: “Bana da hiç!”
Kaliksberg: “Bazı kuvvetler dahi olanca şiddetini bir anda gösteremez mi? Mesela barut gibi!”
Cartrisse: “Sadova Muharebesi galibi olan bir Prusyalının bulduğu misal pek şairanedir! Siz isterseniz pek şairane sözler de söyleyebilirsiniz Monsieur Kaliksberg!”
Kaliksberg: “Hayhay!”
Prusyalının şu cevabına biraz gülüştükten sonra:
Cartrisse: “Hasılı Monsieur Nasuh siz garip bir adamsınız! Hele dostluğunuzun pek güç kazanılabileceğine üzülürüm.”
Nasuh: “Ben sizi üzdüğüme pek çok üzülürüm madame. Fakat acizane şunu da arz ederim ki ben sizin gibi muhterem zatların muhabbetini bir günde kazanıp da üç gün sonra kaybedeceğime, bir uzun müddet zarfında kazanarak sonra hiç kaybetmemeyi daha ziyade kârlı bulmaktayım.”
Gardiyanski: (Nasuh’un omuzlarını okşayarak) “Öyle ise sizin muhabbetinizi kazanabilmek için göreceğimiz zorluklar boşa çıkmayacaktır Monsieur Nasuh! Teşekkür ederim! Hem ben dostluğunuzu kazanabilmek için elden geleni esirgemeyeceğimi de vadederim.”
Bu aralık Herr Kaliksberg yerinden kalkarak ve iki elinin başparmaklarını yeleğinin koltuklarına takıp aynaya karşı gerinerek birkaç kere kırıtıp ve eğilip büküldükten sonra yavaş yavaş yürüyerek salonun kapısına doğru vardı ve yolculuk esnasında geminin bir sallantısı münasebetiyle sendeleyerek Dizier ailesinden kocakarının kucağına düşüp kadını haykırttı ve âlemi güldürdü ise de kendisi hiç vazife edinmeyip kapıdan çıktı, gitti.
Yedinci Bölüm
Kaliksberg’in defolması, Cartrisse’in sırtından bir büyük yük kalkmış kadar hiss-i tesir göstermiş olduğu cihetle ondan sonra kadının zaten sertlik içinde bir letafet-i kibarane tasvir eden çehresi biraz daha handan olmuştu. Ancak henüz yeni bir bahis açılmamış olduğu ve aradan beş on dakika kadar zaman sessizlikle geçtiği cihetle bu defa Monsieur Gardiyanski bir bahse başlangıç olmak üzere şöyle bir söz söyledi:
Gardiyanski: “Dün akşam kıç üzerinde gördüğünüz madame ile oldukça laubalice görüşmekteydiniz. Galiba sohbetiniz kuvvetlice olmalıdır.”
Cartrisse: “Oo! Pek kuvvetli! Âdeta evladım gibi severim.”
Nasuh: “Catherine ismiyle hitap ettiğiniz madama, ‘evladım’ demenizi ben âdeta protesto ederim madame! Ancak kız kardeş olabilirsiniz.”
Cartrisse: “Aramızda hasıl olacak muhabbet, sadece dalkavuklukla mı hasıl olacak Monsieur Nasuh?”
Nasuh: “Estağfurullah… Sözüm ciddidir.”
Gardiyanski: “Ben de o fikirdeyim!
Cartrisse: “Ben kırk yaşına varıyorum efendiler! Catherine henüz yirmisine girmemiştir. Vaktiyle bir kızım olsaydı şimdi!.. Ah!.. Onun kadar olurdu.”
Kadının burada ah etmesi gerek Gardiyanski’nin ve gerek Nasuh’un nazarıdikkatlerini açtı ise de bu ah, derdimi sorsunlar da hikâye edeyim tasavvuruyla çekilen ahlardan olmadığı, Cartrisse’de buna dair başka bir emare görülememesiyle anlaşıldığından erkeklerin ikisi de bu noktada büyük bir meraka tabi olmadılar. Bunun üzerine Gardiyanski konuşmalarına hemen hiçbir fasıla vermeksizin:
Gardiyanski: “Bu lafınızı gerçek olmak üzere telakki ederiz. Ancak kırk yaşına yaklaşan bir kadına ihtiyar nazarıyla bakmaya da hiçbir mecburiyetimiz yoktur.”
Nasuh: “Bu sözünüz doğrudur Monsieur Gardiyanski! Ben ise şöyle bir muvazene daha yapmaktayım: Kırk yaşına yaklaşan bir kadının yirmi yaşına varan diğer bir kadına kızım demektense kız kardeşim demesi daha uygundur. Zira böyle bir çift ana ile kız nispeten az bulunur. Şu kadar farklı iki kız kardeş ise elbette o kadar nadir değildir. Ama hesabımı Avrupa kadınlarına kıyasla yapıyorum. Yoksa İstanbul’da on üç yaşında kocaya varmış olan bir kız, otuz yaşına varmadan torununu görmeye dahi muvaffak olabilir.”
Gardiyanski: “Her ne ise!.. Madame Cartrisse bize Catherine’in hâlini anlatacaktı. Araya söz karıştırdık.”
Cartrisse: “Evet. Anlatacağım hâli şu ki pek nazik bir kadındır.”
Nasuh: “Başka kadınlar huzurunda olsam söylemeye cesaret edemez idiysem de sizin serbestliğinize güvenerek cesaret alabilirim ki madame, dostunuz Catherine, nazik olduğundan ziyade güzeldir de!..”
Cartrisse: “Vakıa kadın kısmı kendi yanında başka kadınlara güzel denilmesini istemez ise de benim o kadınlardan olmadığımı anlamış olmanıza teşekkürler ederim. Evet! Catherine nazik olmaktan ziyade güzellik ile vasfedilecek bir hanımdır. Servet ve malı da hüsnü ve nezaketi nispetinde.”
Gardiyanski: “Demek oluyor ki büyük bir ailedendir.”
Cartrisse: “Hayır.”
Gardiyanski: “Ya öyle ise bu kadar servet…”
Nasuh: “Belki ailesi büyük bir aile olmadığı hâlde pek zengin bir ailedir. Zira benim nazarımda büyüklük başka bir şeydir, zenginlik de başka.”
Cartrisse: (Nasuh’un bu sözünü pek ziyade dikkat ve ehemmiyetle dinleyerek) “Acayip!”
Nasuh: “Evet! Büyüklük servetten ibaret değildir. Yalnız servet dahi büyüklükten sayılmaz. Belki bu hikmetim dahi kabule değer değildir. Ama ne yapayım benim fikrim bundan ibarettir. Hem de kendim fakir fakat büyük aileden olduğum için böyle söylemiyorum. Ben ne büyük ailedenim ne de zengin. Mücerret inancımı size haber veriyorum.”
Cartrisse: “Bu inancınız bence pek makbuldür. Fakat zavallı Catherine’in ne büyük ne de fakir hiç ailesi yoktur.”
Gardiyanski: “Ya öyle ise bu serveti nerede bulmuş?”
Cartrisse: (tebessümle) “Bu suali soracağınızı beklerdim Monsieur Gardiyanski!.. İnsanlar ne acayiptirler! Her şeyin mevridinden ziyade servetin mevridini ne kadar ehemmiyetle sual ederler! Hem yemin etsem başım ağrımaz ki şu anda sizin fikriniz biçare Catherine aleyhinde kötü hüküm vermiştir.”
Gardiyanski: “Uyarınız pek nazikane ise de madame, ağzımdan gayriihtiyari çıkmış olan bu söz üzerine olduğunu bildiğim cihetle ben kendimi mazur görürüm. Zira kendimi, siz henüz tanımaz iseniz de ben pek iyi tanırım ki servetin mervidini tam bir ehemmiyetle merak edenlerden olmadığım gibi pek kısa sürede servete nail olmuş bir genç ve güzel kadının aleyhine derhâl kötü hüküm verecek kadar çiğ adamlardan da değilim.”
Cartrisse: “Öyle ise sözümü geri aldım.”
Nasuh: “Öyle ise madame, ahvalini birtakım garabet içinde gizlediğiniz şu madame mı mademoiselle mi ne ise Catherine hakkında lütfen izahat veriniz de âlemi merakta bırakmayınız.”
Cartrisse: “Bu o kadar merak edilecek bir şey değildir. Veledizina dairesine bir çocuk bırakılır. Alameti sol taraf böğür kemiğine çizilmiş bir istavrozdan ibaret olur. Kundağı arasında çıkan bir kâğıt üzerinde dahi kıza Catherine ismi verilir. Sonra kız büyür. On beş yaşına varır. Bir gün bir mektup daha gelip kızın namına filanca bankaya beş yüz bin frank bırakıldığını müjdeler. İşte bu suretle bir kız yirmi yaşında iken değil hatta on beş yaşında iken bile Karun kadar servet sahibi olabilir. Bunda şaşılacak ne var?”
Nasuh: (Cartrisse’in söylediği bu söze güya öteden beri vâkıf imiş de şimdi kadını daha deşip söyletmek istiyormuş gibi bir tavır ile) “Amma yaptınız ha! Siz gittikçe o kadar garip katmerler açıyorsunuz ki!”
Gardiyanski: “Vallahi öyle! Bu kızı oraya getiren kim? Parayı gönderen kim?”
Cartrisse: “Eğer bunlar bilinecek bir şey olsaydı bilinirdi. Bir şey ki bilinecek şeylerden olmaz. Onu bilmeyi de o kadar merak etmemelidir.”
Gardiyanski: “Nasıl etmemelidir a madame!
Cartrisse: “Pekâlâ! Haydi bakalım merak ediniz! Ne öğrenirsiniz? Merakınız pek boşuna olur.”
Nasuh: “Şimdi bu Catherine’in dâr-ı dünyada hiçbir kimsesi yok ha?”
Gardiyanski: “Kendisiyle izdivaç?..”
Cartrisse: “O! O pek çok! Catherine’in aşkıyla çıldırmak derecesini bulanları mı istersiniz? Canına kastedeceğini kendisine yazanları mı? Fakat bunların cümlesinin Catherine’e değil; sadece parasına âşık olduklarını Catherine yakinen bilirdi.”
Nasuh: “İyi ama kendisi de aşkıyla çıldırmaya, âşıkların hak kazanacakları kadar güzeldir.”
Cartrisse: “Yoksa sizde de yavaş yavaş âteş-i aşk iltihap mı edecek?”
Nasuh: “Bunu merak etmeyiniz efendim. Nasuh bendeniz öyle barut gibi pek kolay ateş alır adamlardan değildir.”
Söz bu neticeye erişince öte tarafta Zekâ Bey ile Sena Bey arasında meydana gelen konuşmanın şiddeti herkesi işinden alıkoyup o tarafa yönelmeye mecbur edecek dereceye varmakla, sohbetlerini dinlemekte olduğumuz üç zat dahi sözlerini keserek o tarafa nazarıdikkatlerini vermeye mecbur oldular. Meğer mesele ikisinin de önceden gördüğü, bu konuda birbiriyle rekabet eden ve Mademoiselle Gabrielle’in geçen kış “Mardi Gras” denilen yortu gecesinde tozpembe veyahut koyu kırmızı fistan giymiş olması bahsinden ibaret olup Zekâ Bey kadının tozpembe ve Sena Bey ise koyu kırmızı giymiş olduğunda ısrar ederlermiş. Cartrisse bir latife olmak üzere bu davayı sonlandırmaya muktedir olup olamayacağını Nasuh’tan sual etti. Nasuh “Sanki buna muvaffak olamaz mıyım zannediyorsunuz?” diye yerinden kalkıp genç beylerin yanına giderek “Beyler müsaade buyurur iseniz ben sizin ikinizin de hakkını meydana çıkarayım. O gece Mademoiselle Gabrielle’i ben de gördüm. Pembe fistan giymişti. Fakat Sena Bey’in gözlükleri koyu renkli olduğu cihetle pembeyi koyu kırmızı görmüş olduğuna şüphe yoktur.” dedi. Gerçekten Sena Bey’in o gece boynuna takmış olduğu gözlük hâlâ boynunda olup rengi dahi koyu maî olduğundan iki taraf da bu hükme razı oldular. Cartrisse ise Nasuh’un bu derece zekâsına hayran kaldı.
O gün akşama kadar nazarıdikkatleri çekebilecek başka bir hâl görülmedi. Çünkü Catherine tarafından edilen davet üzerine Cartrisse birinci mevkiye gidip Nasuh ise yatağına girmiş ve bir kitap alıp okumaya başlamış ve James hayallerini resim ve Autrans seyahatname yazmakla meşgul oldukları gibi Madame Syrienne ise henüz derdini kocakarıya anlatıp bitirememişti ve Zekâ ve Sena Beyler kumpanyası ise Mademoiselle Gabrielle’in Mardi Gras Yortusu’nda giydiği fistanın tozpembe olduğuna dair diğer delilleri ve muhtıraları tedarik etmekte bulunmuşlardı.
Şira açıklarının büyüdükçe büyümekte olan dalgaları gemiyi gerçekten sallandırmaya başlamış ve binaenaleyh denize alışık olmayan yolcuları gereği gibi hasta etmiş olduğundan o akşam sofrada ikinci kaptan ile Nasuh’tan ve bir de James ve Autrans’tan başka kimse bulunamamıştı.
Bir yandan yelken ve diğer taraftan makine kuvvetiyle saatte on milden on dört ve yerine göre on altı mile kadar mesafe kateden vapur, ertesi sabah erkenden Yunan adalarını bitirip Venedik Körfezi hizasına gelmiş ve binaenaleyh rüzgârı arkasına alıp adalar ise pupadan gelen dalgaların hızını kırmakta bulunmuş olduğundan yolcular birazcık sallantıyı dahi göze kestirerek etrafı görmek için güverteye çıkabilmişlerdi. Orada iki günden beri aralarındaki arkadaşlığı gittikçe kuvvetlendirmekte bulunan fırka fırka dostlar selamlaştıkları ve birkaçar kelime teati ettikleri gibi Cartrisse ile Nasuh arasında da şu kelimeler teati olunmuştu:
Cartrisse: “Bonjur! Monsieur Nasuh!”
Nasuh: “Bonjur madame! Havamız pek de fena değil. Çünkü yolumuza yardım ediyor.”
Cartrisse: “Lakin bu gece de fena sallanmadık.”
Nasuh: “Rahatsız oldunuz mu?”
Cartrisse: “Biraz.”
Nasuh: “Ama gemide olduğumuz da ne ile bilinecek ya? Tabiatın böyle kuvvetli pençesi altında bulunmak dahi zevktir.”
Cartrisse: “Haklısınız ama dostum ben tabiatın pençesinde olan kuvveti kendi üzerimde tecrübe etmek istemem. Onu hem edip hem filozof olanların kaleminden çıkmış olan eserlerde görürsem lezzetini hem de rahat rahat alırım.”
Nasuh: “Bu da güzel ama lezzetini kendiniz almış olmazsınız, başkasının aldığı lezzeti temaşa etmiş olursunuz. Siz gayet sevdiğiniz bir dost ile arkadaşlıkta ve söyleşmede bulunarak lezzetinden bayılmaktasınız. Ben de sizi temaşa ediyorum. Vakıa sizi temaşa etmek lezzetsiz değildir. Lakin sizin aldığınız lezzetin tamamından ben de zevk alamam.”
Cartrisse: “Misali pek serbestçe tuttunuz. Bu misali başka bir kadının huzurunda tasvir etmiş olsaydınız, kendisini bayıltacak olan lezzet üzerine size pek şen tebessümler ile mukabele ederdi!..”
Nasuh: “Hata mı ettik? Öyle ise meseleyi değiştireyim. Mesela bir seyahati siz etmişsiniz. Ben de seyahatnamenizi okumaktayım. Seyahatin lezzetini sizin bilfiil almış olduğunuz kadar ben de seyahatnamenizden alabilir miyim?”
Cartrisse: “Deminki misaliniz ne kadar gönül alıcı idiyse bu da o kadar akıllıca ve şairanedir. Her meselede bir büyük iktidar, bir büyük vukuf gösteriyorsunuz Monsieur Nasuh! Acaba siz bu bahisleri hep birer birer üstattan mı öğrendiniz? Buna imkân veremem. Zira bu kadar farklı, ince ve haklı fikirler bir ömür müddeti içinde tahsil edilemez.”
Nasuh: “Demek oluyor ki efendim bu bahiste kazandığım hak bana olan teveccühünüzü bir kat daha arttırdı. Bu gibi küçük küçük şeylerin muallimden tahsil edilecek ne ehemmiyetleri olabilir? Bunlar o hakikatlerin müfredatından değil midir ki apaçık ortada olmaları hasebiyle herkes onları görüp durur?”
Cartrisse: “Herkes demeyiniz! O hakikatleri insanların yüzde biri kendi kendisine görür. Yüzde kırk dokuz kadarı dahi birisi kendisine gösterir ise görebilir. Hele yüzde ellisi kendi kendisine göremedikten başka birisi gösterse bile göremez, bir türlü zihin sardırmaz. Neyse! Bu sabah Monsieur Gardiyanski’yi göremedik.”
Nasuh: “Belki henüz yatağındadır.”
Cartrisse: (tebessümle) “Yani o cesur Lehlinin kadınlar kadar da cesareti olmadığından hâlâ yatağından çıkamadığını anlatmak ve Gardiyanski’yi bu suretle zımnen çekiştirmek mi istiyorsunuz?”
Nasuh: “Estağfurullah efendim! Ben her ne kadar cehaletiyle itizar eder bir adam isem de bir kimseyi gerek zımnen gerek ulu orta yerde çekiştirmek ilminde büyük cehaletimi kendime şeref addederim. Özellikle de Gardiyanski gibi bir adam!”
Cartrisse: (merakla) “Gardiyanski hakkındaki fikriniz nedir Monsieur Nasuh?”
Nasuh: “O pek açık bir şeydir. Herkesin bu konuda fikri ne olabilir ise benim de fikrim ondan başka bir şey değildir.”
Cartrisse: “Yani?”
Nasuh: “Yani Gardiyanski ne ihtiyardır ne de genç. Fakat tecrübesi, aklı pek pirane ve muamelesi ise pek civanane, serbest, doğru sözlü, açık yürekli bir adamdır. Böyle adamların dışı ile içi bir olur. Görünüşünde iyilikten başka bir şey görülmediği gibi, içinde de görülmez.”
Cartrisse: “Riya ediyorsunuz efendim! Ben ise bilakis Gardiyanski’yi pek tehlikeli bir adam görüyorum. Onun yüreği kırkambar olmalıdır.”
Nasuh: “Eğer riyakârlığı bana layık ve münasip görüyor iseniz şimdi riyayı asıl şu sözünüz üzerine etmem, yani sözlerimi sizin fikrinize tatbik eylemem lazım gelirdi. Hâlbuki işte teveccühüne mazhar olmakta bulunduğum sizin gibi bir madame’ın şu fikrine itiraz etmeye cesaretle derim ki Gardiyanski hakkında pek büyük bir iftirada bulunuyorsunuz. Benim o adam hakkında fikir ve düşüncem sizin bu iftiranıza tamamıyla muhaliftir.
Cartrisse: “Öyle ama ben sizin fikrinizde çelişki gördüm. Dün siz demediniz mi ki bir adam ile öyle çarçabuk dost olamazsınız. Hâlbuki Gardiyanski hakkında…”
Nasuh: “Hayır efendim! Çelişmedim. Fikirce, lisanca, fiil ve hareketçe çelişkiyi, benim gibi tabiatına uygun hislerinden başka hiçbir fikir, emel ve düşünceye tatbik-i hareket etmeyen adamlarda bulamazsınız. Onu, hiss-i derunu başka ve müptela olduğu şeytanlık cihetiyle bin türlü gayrimeşru emele sapmasından dolayı düşüncesi ve hareketi de başka olan adamlarda bulursunuz. Ben dün size demedim ki bir adamı ancak uzun müddet içinde tanıyabilirim! Ve bugün de size demiyorum ki ben Gardiyanski’nin dostu oldum!”
Cartrisse: “Sizinle edilen sohbete doyulmaz Monsieur Nasuh! Fakat rüzgâr ve sallantı ziyade. Sizi terk etmeme müsaade buyurunuz, bonjur!”
Nasuh: “Her sözünüz ile bahtiyarlığımı arttırmaktasınız madame! Bonjur!”