Kitabı oku: «Taaffüf», sayfa 2
2
TURFANDA-TURFA
Hayalimizi sevk etmiş olduğumuz şu konak içine hayalimizle girmemizi müteakip karşılaştığımız bu hâller pek acayip ve garip şeylerdir, değil mi? Hâlbuki bunların ehemmiyeti de garipliğinden aşağı kalmaz. Bu gibi şeyler sırf eğlence tarzında telakki olunamazlar ve olunmamalıdırlar. Bunlar “sosyoloji” denilen ve insanların sosyal hayatlarında karşılaştıkları hikmetli, önemli ve ince işlerdir. İnsanların sosyal hayatları içinde hakiki olan bahtiyarlığı ve bedbahtlığını ortaya çıkarıp hüküm verdirilecek şey, işte bu meselenin mukayese ve muhakemesi sonucunda ortaya çıkar. Ama bu muhakeme ve mukayese, yalnız eğlence için roman okuyanları vazifeli kılacak şeylerden değildir ya! Onlar âlimlerin ve filozofların işleridir. Roman okuyucuları ise okudukları şeylerden alabilecekleri ibreti almakta ve hatta almamakta dahi serbesttirler. Onlar yalnız kendi eğlencelerine bakarlar. Yine öyle bakadursunlar da biz şu aile hakkında biraz daha bilgi verelim:
Bu familyanın ortaya çıkış tarihi asıl Girit’ten başlar. Telemak mütercimi Kâmil Paşa merhumun “Hikmet-i Minos” diye tanıttığı akıllı, adaletli ve anlayışlı filozof Minos’un vatanı ki büyük ve fevkalade bir hikmetle oluşturduğu kanunlar, birçok kavim tarafından asırlarca kullanılmış ve dolayısıyla Yunan filozofları arasında onun namını mabutlar mertebesine çıkartmıştır. Hakikaten, bu memleket dünyada acayip bir yer sayılmaya layıktır. Mevki ve heves ehlinin letafetiyle beraber nedir acaba o memleketteki o hâl, o sır ki ahalisi hem güzellikçe, hem de diğer güzel vasıflarca diğer kavimlerden daha üstün oluyor. O hakikati ispat için bizce o memleketin en eski tarihlerine gitmeye gerek yoktur. En yeni ahalisi olan Müslüman ahalisini incelemek dahi bu hakikati nazarımızda ispat eder. Ana lisanları Rumca olduğu hâlde Girit’in Müslüman ahalisi dahi lisan ve diğer eğitim öğretim ve ilim konularında diğer Osmanlı topraklarında yaşayan ahaliden geri değildirler. Ezcümle Aziz Efendi merhum ki yalnız “Muhayyelat” adlı meşhur eseri yazmamıştır. Tasavvuf konusundaki eserleri ve diğer birçok edebî makaleleri ve hikmetli eserleriyle Osmanlılığa ve Müslümanlığa öncü olmuş meşhur şahsiyetlerdendir. Ya asrımızda yaşamış olan Sırrı Paşa Hazretlerine ne dersiniz. Birçok edebî eserine ek olarak tefsir yolunda ortaya koydukları o nefis eserleri ki her birisi kendi alanlarında fevkalade olan bir kıymettedirler.
Bu ahalinin, malum memlekette doğdukları hakkındaki rivayetler muhtelif ise de hangisinin sahih olması farz edilse, büyük büyük incelemelere medar olabilirler. “Antropoloji” yani insanın hem dış özelliklerini hem de sosyal hayat içindeki durumunu inceleyen bir ilimdir ki bu açıdan o memlekette yaşayan Müslüman ahalinin durumu incelenmeye değer.
Bu memleketin Osmanlı Devletine katılması henüz iki buçuk asırlık bir durumdur. Böyle olduğu hâlde, oradaki Müslüman ahali ile ilgili tarihin bir hükmünün olmaması üzülecek bir durumdur. Rum tarihçilerinin rivayetlerine göre malum ahali adanın kadim insanlarından iken fetihten sonra Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Bu haberi gerçek diye telakki edecek olursak malum ahalinin İslamiyeti bu derece kuvvet ve ciddiyetle kabulleri ne kadar da ehemmiyete şayandır. Osmanlılık ve İslamiyetin asıl yabancısı oldukları hâlde ihtisas cihetiyle sanki çok eskiden beridir Osmanlı ve Müslüman olmak derecesinde gösterdikleri bu hâllerin ve bu sıfatların tabii görülmeleri ne mühim şeydir. Ana lisanın fikir ve yaşantı üzerindeki büyük etkisini ilim ehli insanlar çok iyi bilirler. Bunlara rağmen Girit Müslümanlarının lisan ve Müslüman ilmine olan bu merak ve ihtisasları gerçekten tüm takdir ve saygıyı hak etmektedir.
Diğer rivayete göre fetihten sonra Ordu-yu Hümayun’daki birçok asker buraya yerleşmiştir. Bu yerleşen ve çoğunluğu Lazistan ahalisinden olan askerler, adadaki yerli kızlar ve kadınlar ile evlenmişler ve dolayısıyla bu Müslüman ahalinin ilk ataları olmuşlardır. Bu hâlde Rum lisanının Türk lisanına galebesinin de normal karşılanması gerekir. Zira çocuklar lisanı pederlerinden değil; daha çok validelerinden alırlar. İlk iki sene zarfında pederler çocuklarıyla hemen hiç konuşamadıkları hâlde, valideler “aggucuk”lardan başka çocuklarla konuşup dillerini öğretirler. Ondan sonra dahi birkaç sene müddet çocuklar pederleriyle konuşmaları günde birkaç saate mahsus kalır. Geceli gündüzlü konuşmaları ise valideleriyle olur. Dolayısıyla ilk dönemlerinde çocuklar ana lisanının pek kuvvetli, baba lisanını ise pek kuvvetsiz öğrenirler. İkinci dönemlerinde de bu lisanı daha da pekiştirirler ve zamanla baba lisanını tamamen unutabilirler.
Antropoloji ilmi noktasından hem acayip ve hem de mühim olan bu hâlin bir misali de İstanbul’da ve yanı başımızdadır. Beykoz’a üç dört saat mesafede bulunan Paşaköy ki asıl bir paşanın çiftliği imiş. Ziraat hizmetinde istihdam için Rumeli’nden bir miktar Bulgar amele getirmiş. Alemdağı’ndaki Ermeni köyünden bazı fukara kızlarını teşvik ederek Bulgarlar ile evlendirmiş. Kocalar karılarına Bulgarca ve karılar kocalarına Ermenice konuşacak değiller ya? Tabii olarak Türkçeyi ailece ana lisan kabul etmişler. Bunlardan doğan evlat dahi o lisanı konuşuvermişler. Şimdi bu köy ahalisinin mezhebi ilk pederlerinden onlara geçen Rum Ortodoks mezhebidir. Hâlbuki ne kadınları, ne de erkekleri ne Rumca, ne Ermenice ne de Bulgarca hiçbir kelime bilmezler. Türkçe onların ana lisanları olmuştur. Telaffuz tarzları diğer civardaki ahalisinin telaffuzlarına benzemez. Bulgar telaffuzuyla Ermeni telaffuzu arasında kalan bir telaffuz tarzıdır.
Lakin Paşaköylüler ile Girit’in Müslüman ahalisi arasında bu mukayesede büyük bir fark vardır. Bulunduğu tabii coğrafya Girit ahalisi üzerinde pek büyük bir tesir göstermiştir. Ada ahalisinin kadim olan o zekâsı üzerine Müslüman ahalinin de zekâ ve tecrübesi eklenmiştir. Türkçe konuşmalarındaki latif olan şivesi, diğer Müslüman ahalinin hiçbirisine benzemez. Yine adanın o eski olan ahalisinin şivesine benzer.
Acayip bir şey! Mevkiin, mekânın bu yoldaki tesiri yalnız insanlara da mahsus değil. Hayvanlara ve bitkilere de mahsus. Mesela Ankara coğrafyasının tesirinde kalan tiftik keçileri, Ümit Burnu’nda üretilebilirse de oranın tabiatına, coğrafi özelliklerine uygun olmamasından dolayı yine bir tuhaflık vukua geliyor ve yünleri daha sert oluyor. Birkaç senede bir, Anadolu’dan yeniden tekeler, yani erkek tiftik keçileri oraya götürülmekle, oraya mahsus olan özellikler ile yeniden yeniye aşılanmayacak olsalar, tümüyle değişecekler. Bir de asıl Taif’den gelmiş olan çavuş üzümü İstanbul’da başka, Fransa’da başka mahsul vermiştir. İstanbul’daki çavuş üzümü, Taif’teki çavuşa nispetle pek de iyi değilse de Fountainbleu’daki Şasla üzümüne, Taif üzümünün aynısıdır demek pek güçtür. Manisa kavununun tohumu ilk sene İstanbul’da ekilince aslına yakın bir kavun verebilmiş ise de ikinci senesi âdeta yerli kavununa dönüşüverir.
Asıl konudan biraz uzaklaştık ise de zararlı mı çıktık? Roman okumaktan maksat yalnız masal mı dinlemektir? Biz her romanımızda okuyucularımızın malumatını arttıracak birkaç lakırtı söylemez isek içimiz rahat etmez. Lakin biz sözümüze tabi değiliz ya? Sözümüz bize tabidir. Asıl konudan uzaklaşmış sayılır isek de işte yine asıl hikâyemize dönüveririz.
Bu ailenin tarihi geçmişi Girit’ten başlar demiştik. Çünkü Saniha Hanım’ın pederi Daniş Bey asıl Giritli idi ve o adanın soylu ailelerinden olmak üzere gayet zeki ve ileri görüşlü bir adamdı. Ticaretle pek ziyade haşir neşir olmuş bir aileden olmakla, kendisi dahi ticaretin inceliklerine vakıf olmakla beraber, terbiye ve talimine dahi ihtimam edildiğinden ilim irfan ile de meşhur olmuştur. Bir aralık İskenderiye’nin pirincini, pamuğunu Girit’e getirmiş ve Girit’in de sabununu, zeytinyağını, zeytinini Mısır’a nakletmiş ve ticaretini daha da genişletmek için İskenderiye’ye yerleşmişti. Orada çok paralar kazanmıştı. Nihayet zekâsı ve takip ettiği yol Hidivler yönetiminin dikkatini çekmiş ve dolayısıyla devlet işlerindeki idari hizmetlerde istihdama davet edilmişti. Teklif olunan maaş pek yeterli olmakla beraber, zaten zengin ve ticaret mahsulü de yeterli olan bu zatın o maaşlara ihtiyacı yok idiyse de sadece şan ve resmî şerefe heves ederek vuku bulan teklifi kabul etmişti. Zaten Mısır’ın ileri gelenleri için bir taraftan ziraat ve ticaretle uğraşmak; diğer taraftan da memuriyette bulunmak; hele o zamanlar için çok da ulaşılmayacak bir şey de değildi. O zamanlar Daniş Bey, henüz yirmi beş, yirmi altı yaşlarında bir genç adamdı. Bekâr dahi bulunması hasebiyle, Hidiv ailesinden muteber bir kız ile evlendirildi ki o kız dahi güzel, ilim irfan ve terbiye sahibiydi. Bu güzel hasletlerinden başka çeyiz olarak da büyük mal mülk ve mücevherlere sahip idi. Bu kadın işte hikâyemiz esnasında güzel konakta Saniha Hanım’ın validesi olarak tanıdığımız Seniha Hanımefendi’dir.
Gariptir ki Daniş Bey, Mısır’daki idari memuriyetine fazla devam edemedi. Memuriyetten istifa ile birlikte artık ticaretle meşguliyeti de pek muvafık görmedi. Zira bu geri dönüşün dikkatlerden kaçmayacağını düşünüyordu. Üç dört sene sonra memuriyetinden istifa ile ve ticaret işlerini de bırakarak İstanbul’a yerleşti. Bu değişikliğin sebebi de yalnız bir hevesten ibaretti. Hem de ne heves! Sadece “Paşa” unvanını almak içindi. Çünkü bu unvanı önceki memuriyetinden alamadığı için küsmüş ve böyle bir karara lüzum görmüştü.
Burada dahi idari memuriyete başladı. Arzusu ise o paşalık unvanını almaktan ibaret. Lakin boşuna: “İnsan pek heves ve emel ettiği şeyden mahrum kalır.” dememişler. Kendisi aslında ilim irfan sahibi bir insandı. Daha ilk memuriyetinde pek büyük bir başarı gösterdiği için rütbesi epeyce üst makamlara terfi olunduysa da bir türlü heves ettiği paşa unvanına nail olamadı. Gerçi “Saadetlü Beyefendi Hazretleri” lakabına nispetle “İzzetlü Paşa” lakabı üç dört derece aşağıda ise de heves bu ya… Daniş Bey gayet gururlu bir adam. Aslında bu arzusunu hangi makama anlatsa derhâl arzusunun yerine getirilmesi için hiç bir mâni, hiç bir zorluk yok idiyse de: “Bu unvana heveskâr olduğum anlaşılacak olursa beni küçümserler.” düşüncesi buna da mâni oluyordu.
Adam milyonlarca servete sahip olan ve kendisini her şekilde bahtiyar bulan Daniş Bey, sadece şu unvan cihetindeki bahtsızlığından dolayı feleğe küserek en sonunda sahip olduğu mühim bir mutasarrıflıktan istifa ile tekaüt, yani emekli olmuştur.
Ama bu tekaüt kelimesine bugün verilen mana o zaman verilemezdi. O zamanlar Mülkiye Tekaüt Nizamnamesi henüz düzenlenmemişti. Zaten Daniş Bey’in emeklilik maaşına ihtiyacı da yok ya. O zamanlar memuriyetlerde her ne suretle olursa olsun mal mülk sahibi olanlar, kendi istekleriyle emekliye ayrıldıkları gibi servet ve zenginliği kendisine hiç yüz karası getirmeyecek olan Daniş Bey’in bu emekli olmasına hayret bile edilemezdi. Hazır söz sırası gelmişken büyük bir teşekkürle hatırlatmalıyız ki idari, adli ve diğer memurların emekli sandığının ve nizamnamesinin tesisi hükümet tarafından yeniden düzenlenmiş ve memurlar birçok sıkıntıdan kurtulmuşlardır.
Yukarıda bir münasebet düşerek Daniş Bey’in kendisini her cihetle bahtiyar gördüğünü söylemiştik. Bu söz pek de tamamıyla doğru bir söz değildir. Her cihetle bahtiyar olabilmek bu dünyada hiçbir kimseye nasip olamaz. Gerçi servet ve zenginlik cihetinden bu adamın kısmeti pek büyüktü. Hatta İstanbul’a geldikten sonra bile Girit’te varisi olduğu gayet yaşlı bir halasının da sekiz on bin kese akçelik mirasına da nail oluvermiştir. Ancak talihsizliği yalnız paşalık unvanına nail olamamaktan da ibaret kalmamıştı. Bu adamın üç dört çocuğu olduğu hâlde, hiçbirisi bir yıldan fazla hayatta kalamaması da onun bedbahtsızlıklarından birisiydi. Nihayet emekliliğinden sonra doğmuş olan kızı Saniha Hanım bir yaşını tamamladığı zaman Daniş Bey, bundan ziyadesiyle memnun oldu. Ziyafetler çekti. Âdeta düğünler bayramlar etti. Hatta o zamanlar İstanbul’da bir ev tedarikine lüzum dahi görmeyerek:
“Zaten memuriyetten memuriyete geziyorum. Çoluğum çocuğum da yok ki! Bir köroğlu bir ayvaz.” demekteyken Saniha’nın bir yaşını geçmesi üzerine artık bu çocuğun ölmeyeceğine kim bilir ne gibi bir düşünce ile kalbine bir kuvvet geldi. Konağı yaptırmaya başladı. İşte ziyaret ettiğimiz ve ilk ziyarette o acayip hâllerle karşılaştığımız konak Daniş Bey’in ilk defa inşa ettirdiği bir konaktır.
Bu konağın ne derecelerde ihtimamla bina olunduğunu da merdivenlerini gördüğümüz zaman anlamıştık. O zamanın parasıyla, o zamanın tabiriyle bu inşaata tam bin beş yüz kese akçe gitmiş. Bugünkü akçe ve tabir ile yedi bin beş yüz lira eder. İç taksimatı yirmi kadar oda ve salondan ibaret ufak bir şey ama bina ve inşası gayet ihtimamlı. Hemen bir o kadar para dahi mefruşatına gitmiş. Biz bu konağın yalnız bir odasını gördük: “Hanımın iş odası” denilen kitap ve yazı odasını. Hâlbuki diğer oda ve salonlar dahi yine buna münasip tefriş edilmişler. Gerçi bundan evvelki kısmımızda bu intizamı Saniha Hanım’a isnat etmiş olmamız ile şimdi şu ihbarımızı verirken ilk bakışta tenakuz görünüyorsa da hakikatte pek de bir tenakuz. Konağı Daniş Bey yaptırmış, Daniş Bey tefriş ettirmiş, ama ondan sonra o intizamı bozmayan ve muhafaza edip arttıran Saniha Hanım’dır. Mevcudun asıl orijinal hâllerini değiştirmek insanın fıtratının gereğidir. Değiştirilmesi esnasında iyileri fenalarla değiştirmek ekseriyetle görüldüğü hâlde, Saniha Hanım’ın zevki ne kadar mükemmel olmalıdır ki ziynet ve intizam azalmayıp ziyadeleşsin.
Sözümüz Saniha Hanım’a intikal etti. Öyleyse bu bahsi genişletelim:
Saniha, Daniş Bey’in ilk yaşayan çocuğu demedik mi? Adamcağızın ondan sonra artık evladı doğmadı. Bu çocuk dünyada bir tanecik gözünün nuru hükmünü aldı. Başka işi gücü kalmamış olan Daniş Bey Saniha’nın üzerine tir tir titriyor. Onu esen yellerden esirgiyor. Kendisi artık yaşını başını almaya başlamıştı. Vücudunda hissetmekte olduğu yellerden, romatizmalardan ve oburlukla işret ve eğlence belasının mahsulatı olan mide rahatsızlıklarından, falanlardan dolayı doktorlara muayene olma ve tıbbi tedbirlere sık sık ihtiyaç görmüştür. Bir tanecik sevgili kızının sıhhatinin korunması için dahi devamlı olarak tıbbi tedbirlere ve ilaçlara ihtiyacı vardı. Dolayısıyla Doktor Fratenberg namında bir tabibi maaş ile evine tayin edip bir odasına yerleştirdi.
Hikâyemizde Doktor Fratenberg mühim şahıslardandır. Dolayısıyla bu zat ile tanışmamızı ve dostluğumuzu artırmalıyız. Kendisi Fransa’nın eski Alsace vilayeti ahalisindendir ki 1771 muharebesinden sonra malum vilayet Almanya’ya bağlanmıştır. Doktorun isminden de anlaşılacağı gibi, malum vilayetin ahalisi Fransızlıktan ziyade Alman kavmine mensuptur. Doktorun ana lisanı Almanca ise de zikredilen ahali Fransız lisanına da vakıftır. Özellikle tıp ilmini Fransız mekteplerinde tahsil etmiş olduğundan Fransızcası da pek mükemmeldir. Şu kadar var ki Cermen neslindeki hususi kabiliyetleri gereğince o zamanki telaffuzunda “j” harflerini “ş” harfi gibi telaffuzdan ibaret bir gariplik vardı. Bu adam yalnız tabip diye telakki olunmamalıdır. “Hakîm” kelimesinin gerçek manası gereğince hikmet sahibi bir adamdır. Da-niş Bey’in bahtı hakikaten yaver imiş ki evine tabip olarak bu adamı tayin etmiştir. Zira gerek kendisinin, gerek kızının ve hatta zevcesinin hayatı için bu kadar meraklı, bu kadar korkak olan Daniş Bey, eğer meşhur Moliere gibi bir hastalığa düşmüş olsaydı şimdiye kadar çoktan beri ailesiyle birlikte öbür dünyaya göçerdi. İlaç ve tedavi merakı ne tehlikeli şeydir. Boşuna eczacılara “farmasyen” dememişler. Yunan lisanında bu kelime “zehirci” anlamında kullanılmaktadır. Avam lisanına da şöyle geçmiştir: “Bilmem kimden vefa, zehirden şifa.” Söz sözü açıyor. Lakin bu şekilde açılan sözleri uzatmamak gerekiyor ama ne yapalım. Malum ya! Mesleğimiz ve memuriyetimiz gereğince daima tıbbiyeliler arasında bulunuyoruz. Bu dostlarımızdan birisi vardır ki tedavi için kendisine bir dost müracaat ettiği zaman bir tabibe lazım gelen dikkat ve ihtimamdan kusur etmeksizin muayenesini icra edip reçetesini yazar ve ondan sonra:
“Hastalığınız falanca hastalıktır. Tıp ilminin o hastalığa karşı tayin ettiği deva dahi işte bu reçetede yazdığım devadır. İşte tabip kendi vazifesini ifa eyledi. Şimdi bir de dost vazifesi kaldı. İşbu dost sıfatıyla dahi size derim ki bu ilacı almayınız. Birkaç gün evinizde istirahat ediniz. Perhiz yapınız, yine iyi olursunuz.” diye tabipliğinin tedavisine ek olarak bir de dostça bir nasihat verir. Ama her hastaya, her hastalığı göre değil ha! Bazı hastalıklar vardır ki onların devası çok gereklidir. O devaya müracaat edilmezse kurtulmak mümkün değildir. Ölüm tehlikesi bile hemen hemen mümkündür. Bu iki nevi hastalığın farkını bilip hem tabiplik hem de hâkimane hareket eden zatlar, asıl şifa kaynağıdırlar.
İşte Daniş Bey’in Doktor Fratenberg’i dahi böyle birçok güzel hasleti de olan gerçek bir adamdı. Bizim dostumuz olan tabip gibi yazdığı ilacın kullanılmamasını tavsiye etmezdi. Zira Daniş Bey gibi meraklıların bu yoldaki nasihatlere rağbet etmeyeceklerini bilirdi. Konakta bir de mükemmel eczane var. Boşuna mı sayılsın? Doktor Fratenberg her haber verilen hastalıklara bir de ilaç verirdi. Ama ne ilaç… Verilip verilmemesi arasında pek de fark olmayan tesirsiz şeylerden ibaret. Çoğunlukla da kendisini ferahlandıran ilaçlardı. Dolayısıyla bu ilaçları alanlar, onların tesiriyle değil, belki de buna tam kanaat etmeleriyle şifa bulurlardı.
Bizim Doktor Fratenberg’in ev içindeki vazifesi mini mini olan Saniha’nın sıhhatine sürekli nezaretten ibaret idiyse de filozof doktor bu vazifeyi ifadan ziyade çocuk dadılığı ediyordu denilse şaşılamaz. Kendisi hiç evlenmemiş, hiç çocuk görmemiş. İlk çocuk olarak gördüğü Saniha’dan o kadar hoşlanmıştı ki onu sürekli gözlemlemeyi kendisine zevk edinmişti. Agucuklarıyla çocuğun çenesine parmak dokundurup latif latif güldürme saadetini Doktor Fratenberg ne çocuğun validesine bırakıyor, ne de bakıcısına bırakıyor. Bakıcının vazifesi sadece çocuğa süt vermekten ibaret. Temizliğini, taharetini bile doktorun emir ve nezareti altında ifa ediyor. Validesinin ve pederinin hukuku ise bazen kucaklarına alıp öpmekten, koklamaktan ibaret. Dolayısıyla çocuk Doktor Fratenberg’in kucağından hiç düşmüyordu.
Alınız size bir gariplik daha! Bizim Saniha Hanım ilk çocukça konuşmaya başladığı zaman Fransızca söylemeye başlamaz mı? Vay efendim, validesindeki telaş! Kocasına:
“A beyim! Kızım büyüdüğü zaman kendisiyle tercüman vasıtasıyla mı konuşacağım?” diye hücumlar ettikçe Daniş Bey zevcesini teskin ve rahatlatmak için:
“Canım merak etme. Ben de en evvel Rumca konuştum ama, sonra Türkçeyi de öğrendim, Arapçayı da…” diyor idiyse de kadıncağızı ikna mümkün mü? O da kendi lisanını öğretmek gayretine düştüğünden bir taraftan Seniha Hanım, bir taraftan Doktor Fratenberg çalışa çalışa iki buçuk yaşını bulan Saniha hem Türkçeyi, hem Fransızcayı ana lisanı olarak konuşmaya başladı. Üç buçuk dört yaşlarına doğru bu lisanların ikisini de öğrenmiştir.
Zannederiz ki Saniha için bu hâli garipseyecek okuyucumuz yoktur. Hele biz kendi evladımızın Türkçe ve Rumcayı ana lisanı olarak konuştuklarını görüyoruz. Beyoğlu’nda ikametimiz esnasında Ermeni çocuklarının Türkçe, Rumca ve Ermenice olan üç lisanı ana lisanı gibi konuştuklarını görmüşüzdür.
Çocukların analarına mı, yoksa babalarına mı benzemeleri lazım geldiğine ve benzediklerine dair antropoloji erbabı arasında uzun uzadıya bahisler cereyan etmiştir. Ekseriyetle müşahede olunduğuna göre ilk kuşaktaki kızlar, babalarına ve oğlanlar da analarına çekiyorlar. İkinci kuşakta dahi tam tersi bir durum görülüyor. Bizim Saniha bu hükmün en güzel misalidir. Zira cismen pederine benzediği gibi tabiatı dahi ona benziyordu. Yani boylu boslu, iri yarı, azaları gayet mütenasip, yüzü güzel olduğu gibi hafızası, zekâsı ve kavrayışı dahi babası gibidir.
Beşinci yaşında çocuğun talim ve tedrisine başlandı. Türkçe için bir hoca tayin edildi. Daniş Bey bizzat dahi tedriste bulunuyorsa da çocuğu Doktor Fratenberg’in elinden kurtarmak mümkün mü? Anasından, babasından ziyade çocuğu doktor seviyor. Sözün en doğrusunu isterseniz, çocuk dahi anasından babasından ziyade doktoru seviyor. Doktor Fratenberg dahi Fransızca bir ders başlattı. Gerçi Türkçe elifba risalesi kırmızılı, mavili, yaldızlı falanlı ise de Fransızca alfabe dahi resimli. Elifbanın yaldızlarından, çiçeklerinden bir şey anlamayan Saniha alfabenin resimlerini tümüyle anlıyor. Horoz gibi, köpek gibi, balık gibi zaten bildiğimiz hayvanların resimlerini kendi kendisine tanıyabildiği gibi, deve, fil, timsah gibi hayvanların resimlerini de doktorun tarifi üzerin anlayıp bellemekte asla zorluk çekmiyor.
Sözün kısası, sekizinci yaşından sonra Saniha Fransızcayı gereği gibi okuyup yazmaya başladığı hâlde, Türkçeyi henüz rahat okuyamıyor ki yazabilsin. O vakitler, şimdiki yeni usul eğitim öğretim de ortaya çıkmamış. Gerçi şimdilerde sekiz, dokuz yaşındaki çocukların pek serbest okuyup yazdıklarını hamdolsun görüyorsak da bu nimet asrımızın büyük nimetlerindendir. O zamanla alelade mektebe giden çocuklar Saniha derecesinde de olamazlardı. Saniha’nın epeyce okuyup biraz da yazabilmesi babasının Mısır’da gördüğü eğitim öğretim çalışmasının neticesidir.
Bir taraftan pederinin, diğer taraftan Fratenberg’in hem sert, hem yumuşak talim ve tedrisleri sayesinde Saniha on iki yaşına geldiği zaman, o yaştaki bir Fransız kızından dahi pek çok mükemmel olarak Fransız lisanını biliyor ve yazıyordu. Sonra biraz Arapça ve Farsça dahi öğretildi. O yaştayken Türkçeyi de gereği gibi öğrendiyse de Türkçesi Fransızcası derecesinde değildi. Diğer kız ve erkek çocuklarına nispet edildiğinde Türkçe iktidarı inanılmayacak kadar ziyade görülüyor idiyse de Türkçenin asıl istenen derecesine kıyasen, bu dereceye tam diyemeyiz. Ne yazık ki bu aralık Daniş Bey’in kötü bir sıtma hastalığından vefatı şu aileyi, velev ki muvakkaten olsun, perişan ettiğinden, Saniha’nın talim ve terbiyesi dahi bir müddet zarfında yavaşladı.
Evet, bu bela Daniş Bey ailesi için müthiş bir darbe olmuştu. Zira Daniş Bey merhum her işini bizzat kendisi gören bir adamdı. Birçok gelirlerini ve mal mülkünü kendisi bizzat idare ediyordu. Gerek Osmanlı ve gerek ecnebi gelir giderlerin güzel idaresi öyle olur olmaz çalışkan adamları bile yoracak meşguliyetlerdendir. Eğer işin içine memurlar dahi karışmış olsaydı, ihtimal ki o yüzden biraz yardım ve kolaylık görülmesi ümit olunabilirdi. Fakat bazı dostların nasihatiyle işi memurlara düşürmemek için henüz on iki yaşında bulunan ve fakat iri yarı ve kalıplı ve kıyafetli bulunmasından dolayı bazı on dört, on beş yaşındaki kızların ablası sayılan Saniha, artık gerekli yaşa erişmiş gösterilerek familyanın idaresi validesi Seniha Hanım’a intikal eyledi.
Daniş Bey’in vefatı, Doktor Fratenberg’in bu hanedeki ehemmiyetini düşürmek değil; bilakis arttırmıştı. O zamana kadar doktor, bu ailenin sağlık işleri ve Saniha’nın talim ve terbiyesiyle meşgul iken, bundan sonra diğer idari işlerle de yardım suretiyle dahi meşgul olmaya başladı. Zira Mısır’dan geleliden ve bilhassa Daniş Bey’in emekli olmasından beri, bu aile bizim İstanbullu ailelerle pek de olumsuz bir şey yaşamamıştı. Ancak kibardan birkaç aileden başka çoğunlukla yine Mısırlı ve hatta birkaç yabancı aileyle ihtilafa da düşmüştü. Dolayısıyla bu büyük servetin güzel idare edilmesi için her olur olmaz dostların yardımlarına hanımefendi artık emniyet edememekteydi. Doktor Fratenberg ise on, on iki seneden beri bu hanede artık ailenin bir ferdi gibi sayılmıştı. İlim irfan ve ahlak sahibi de olan bu yaşlı doktora, hanımefendinin ricası üzerine bu servet işleriyle uğraşmayı da kabul etmişti ki ne kadar olsa bu işlerde tecrübesiz bulunan Seniha Hanımefendi için şu müşavirlik güzel bir ders yerine geçiyor ve büyük servetinin idaresini o dahi öğreniyordu.
Bu telaşlar bir sene kadar devam etti. O müddet zarfında Saniha Hanım yalnız Türkçe, Arapça ve Farsça muallimlerinin elinde kalmıştı. Fransızca tedrise pek zaman bulamıyordu. Gerçi Türkçesini biraz daha ilerletmiş ise de Doktor Fratenberg talebesine biraz da matematik, tabii ilimler, tarih ve felsefe öğretmek arzusunda bulunduğu hâlde, şu arzunun ertelenmesinden dolayı üzülüyordu.
Faziletli doktorun bu konudaki ızdırabının hikmetinin anlaşılması için şu bahsi biraz açmalıyız. O zamanlar İstanbul’da talim ve terbiye görmüş yegâne kız, Saniha’dan da ibaret değildi. Osmanlı kibarı arasında kızları şairlik derecesinde tedris ve talim edenler epeyce vardı. Bu kızların terbiyesi, şimdiki seviyesine yükselmemiş idiyse de hususi surette talim edilmiş birçok kızlar bulunduğunu biz dahi o zaman yetişmiş olmamız hasebiyle bizzat şahit olup görüyorduk. Ama böyle Osmanlılık dairesi dâhilinde terbiye edilen kızlar Fransızcadan mahrum idiler. Evet, en çoğu Mısırlılardan olmak üzere bir hayli aileler dahi kızlarına Fransızca talim ediyorlardı. Fransız bakıcılarının ellerinde büyütüp Fransız muallimlerinin ellerinde terbiye ettiriyorlardı. Bunların bazılarıyla tanışıp konuşmuştuk. Bunların bir Fransız kızından hemen hiç farkları yoktu. Lakin bunlar dahi Türkçe bilmiyorlardı.
Hem Türkçe, hem Fransızca talim edilmiş kızlar hakikaten nadirdi. İşte o nadirlerden birisi de şu hikâyemizin kahramanı olmak ehemmiyetini alan Saniha Hanım’dı.
Lakin Saniha Hanım’ın dahi iki başlı büyük bir noksanı vardı. Hem Türkçe, hem Fransızca bilmesi nasıl iki başlı bir meziyet ise, noksanı da böyle iki başlıydı. Zira şairlik derecesinde kudret kazandığını haber verdiğimiz kızların hüneri yalnız lisan malumatlarından ibaretti. Bunlar güzelce okudukları, güzelce yazdıkları hâlde malumat cihetinden pek fakir kaldıkları gibi, bir Frenk kızından fark olunmayacak derecelerde Fransız lisanını talim etmiş olanların hünerleri dahi yalnız lisan bilmekten ibaret kalıyordu. Bunlarda dahi malumat fakrı mevcuttu. Hâla dahi iş bir dereceye kadar böyle değil midir? Bizim Saniha, birisi Osmanlı, diğeri Fransız olarak iki kız hükmünde olduğu hâlde diğer bazı malumatlarda eksikleri vardı. İşte Doktor Fratenberg bunu bildiğinden ve kendisinin öz pederi olmadığı hâlde, kucağında büyütmüş olduğu Sanihacığının bu noksanını da gidermek gayretine düşmüştü.
Daniş Bey’in vefatından bir sene sonra Doktor Fratenberg, bu gayretini fiilen de ortaya koymaya başlamıştı. On üç yaşındaki bir çocuğa bir matematik dersi açtı ki bu hesap ilminin kuruluğunu ve duygusuzluğunu bildiği hâlde bunları öyle güzel bir şekilde ve sevdirerek ona anlatıyordu ki Doktor Fratenberg’in bu konudaki muvaffakiyetine ne kadar şaşılsa yeridir.
Coğrafya derslerinde hemen hemen hiç bir zorluk görülmedi. Zira dünyanın durumunu ve farklı hareketlerini öğrenmek Saniha için bir nevi fikri ve eğlenceli bir seyahat yerine geçiyordu. Astronomi ilmi bile bu zeki ve çalışkan kızı sıkmayıp eğlendiriyordu. Zira Doktor Fratenberg güzel talebesini Astronomi ilmi konusunda bilgilendirirken onu sıkmamak için sayısal ölçülere boğmuyordu. Güzel havalarda terasa çıkarak gökyüzünü ve orada bulunan hareketleri göstererek anlatmaya çalışıyordu. Hatta mükemmel bir dürbünleri de vardı. Onların servetine göre böyle bir dürbünün ne ehemmiyeti olur. Yalnız Astronomi dersleri çocuğu biraz sıkıyordu. Dünya’nın dönüşü sonucu gece ve gündüzlerin uzayıp kısalmaları, ay ve güneş tutulmalarının ispat meseleleri ona ağır geldiklerinden biraz sıkılmıştı. Dünyanın tabakaları hakkında hiç sıkıntı çekilmedi. Koca doktor buna mahsus sanatlı bir küre yaptı ve sonra da ortasından kesti. Bunlar iki kısım dünya şekline dönüştüler. Dünyanın merkezindeki sıcaklık derecesinden şu üzerinde bulunduğumuz tabakalar hep uygulamalı olarak kıza anlatıldı. Hele volkanların bacaları konusu Saniha’yı pek ziyade eğlendiriyordu. Genç ve zeki talebe en büyük eğlenceyi fizik ile kimyada buldu. Tüm bu ilimlerle ilgili tedarik edilen aletler de kızın dikkatini çekip eğlendiriyordu. Bunlar sadece kızı değil; validesi Seniha Hanım’ı dahi pek eğlendiriyor ve pek hoşlandırıyordu. Hele tarih dersini hiç sormayınız. Hangi çocuk vardır ki masaldan hoşlanmaz? Koca fazıl, bunlara dair meseleleri âdeta masal suretine çevirerek anlatıyordu. İki buçuk sene devam eden bir ders ki Doktor Fratenberg ümidinden ziyade muvaffakiyete nail olduğu için kendi kendisini tebrik ediyordu.
Lakin bu iki buçuk senelik mesai öyle kolay geçmemişti. Hesap etmiyor musunuz ki Saniha Hanım on beş on altı yaşına girdi. Bu kadar güzel, bu kadar zengin bir kıza heveskâr olanlar bu kadar da bekleyebilirler mi? Her taraftan rağbet rağbet üstüne, talep talep üstüne. Lakin Doktor Fratenberg’in elinden kızı almak kolay mıdır? Koca fazıl:
“Ne, evlenmek mi? On beş yaşındaki bir çocuğu evlendirmek ha! Aklınızı mı bozdunuz? Bizim Alsace’da yirmi yaşında kızlar henüz çocuk sayılarak evlilikleri ertelenir. Kızları, çocukluklarından kurtulur kurtulmaz evlendirecek olursanız, bunların gençlikleri zayi edilmiş olmaz mı?” diye gözlerini fırlattıkça, büyük hanımefendi bile korkuyordu. Doktor Fratenberg söylediği sözleri fizyoloji ilmine de tatbik ediyordu. Bir kız ne kadar tez evlendirilir ise, o kadar da erken yıpranıp bozulacağını ve âdeta yaşlanacağını ilmî olarak ispat ediyordu. İlmî deliller karşısında inat mı edilir? Hele Seniha Hanımefendi ile yalnız kaldıkça kendi kızına edilen rağbetler, kızdan ziyade servet ve zenginliğine heves ve tamahla edileceğinden, bilahare o büyük serveti damat elinde harap ve yok ettirmemek için damat seçiminde pek ehemmiyetli davranmak lüzumunu da vurguluyordu ki hanımefendi işin bu cihetine daha güzel akıl erdirdiğinden, faziletli ihtiyarın sözlerinin tamamıyla dostça olduğuna şüphesi kalmıyordu.
Daniş Bey’in vefatı üzerine Seniha Hanım’ın Doktor Fratenberg marifetiyle tamamlanan eğitim öğretimindeki mükemmeliyet yakın zamanlara kadar Avrupa kadınlarına dahi pek de nasip olamayacak bir derecededir. Gerçi, bir yirmi beş, otuz seneden beri Avrupalılar kızların talim ve terbiyesine âdeta erkekler kadar ehemmiyet veriyorlar. Hele öğretmenlik diplomasını almakta olan kızların, ilmî seviyeleri erkeklerden hiç de aşağı değilse de bunların sayıları erkeklere nispetle yine de sınırlıdır. Bizde ise okuryazar kadınlarımız pek çok ve bilhassa İstanbul’da okumak, yazmak erkek çocuklar kadar kızlar arasında dahi yaygın ise de önceden dahi denildiği gibi kızlarda malumat ciheti şimdi bile pek nakıstır. Hele Saniha’nın yetiştirildiği o zamanlarda öyle malumatlı kadınlar daha da nadir idiler. Dolayısıyla Saniha’yı yakından tanıyan bazı hanımlar, o malumatı nasıl aldığına hayret ederek ve insanın mahrum olduğu şeye düşmanlığı da tabii olduğundan bunu da hiç de iyi görmeyerek:
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.