Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Vah»

Yazı tipi:

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.

Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.

İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.

Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

Kemal Timur, 1969 yılında Besni’nin Yazı Yalankoz Köyü’nde doğdu. 1993’te Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, 1995’te yüksek lisans, 2001’de doktora öğrenimini tamamladı. Türkiye’nin farklı illerinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu öğrencilerine Safahat atölyesi çerçevesinde Mehmet Akif ve Safahat Okumaları konusunda seminerler verdi. Çeşitli kitap ve dergilerde editörlük görevinde bulundu. Yeni Türk Edebiyatı alanında yirmi üç kitaba imza attı. Halen Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevini sürdürmektedir.

Eserlerinden Bazıları: Türk Romanında Dinler ve İnançlar 1872-1896, Ömer Seyfettin’in Kaleminden Şair ve Yazarlar, Meçhule Yolculuk Türk Romanında Sürgün.

Yayına Hazırladığı – Sadeleştirdiği Eserlerden Bazıları: Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Müşahedat, Altın Âşıkları, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Jön Türk, Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş?, Mesail-i Muğlaka, Çengi, Cinli Han, Bahtiyarlık.

VAH
BİR HECENİN HÜKMÜ
BİRİNCİ BÖLÜM

Vah! Bir hece! Yalnız bir hece! Ama ne kadar manaları, ne kadar hükümleri kapsayan bir hece!

Bir heceden ibaret olan bu kelime sair binlerce kelimelerin telaffuz olundukları gibi şöyle sadece telaffuz olunmaz. Tek başına telaffuz ediliverdiği zaman bu kelimeden pek de bir mana çıkmaz.

Bu kelimenin söyleniş tarzını tayin için şunu da düşünmelidir ki sair kelimelerin bir kısmı yalnız insanın dudaklarından çıktığı ve birtakım dişler arasından veya dil ucundan ve nihayet bazıları boğazımdan geldiği hâlde bir heceden ibaret bulunan bu kelimenin ilk harfi üst ön dişler ile alt dudağı sanki bir kilit açarcasına açtıktan sonra son harfi âdeta ciğerlerden kopup geliyormuşçasına bir suretle ağızdan çıkar. “Ah cân-gâh!” derler. Lüzumu kadar derinden gelen vah, “cân-gâh”a nispetle bir isimden ibaret kalır.

Bu kelime ne kadar derinden gelerek ne kadar şiddetle ağızdan çıkarsa hükmü de o kadar artar. Alelade ifade edilmesi için tecvit ilminde öğrendiğimiz gibi bundaki med harfi dört elif miktarı çekmek belki yeterli gelirse de bazı hususi hâllere binaen bu kelimecik öyle fevkalade bir surette ifade olunur ki dört elif miktarı değil; kırk elif, dört yüz elif, dört bin elif miktarı çekilse yine kalbe kanaat gelemez.

Vah! Hele şöyle bir şiddetlice ifade olunduğu suretteki hükmüne dikkat olunsun. Öncelikle pek büyük bir ümitsizliğe delalet ettiği görülmez mi?

Yalnız “ah!” eden adamın bu kadar büyük ümitsizliğine hükmedemezsiniz. “Âh-ı cân-gâh” henüz ümitsizliğe düçar olmayan ve belki de birçok cihetlerce ümit ve beklenti hâlinde bulunan adamlarda görülür. Fakat “Vah!..” böyle midir?

Hâlbuki bu yegâne hecenin işaret ettiği ümitsizlik öyle sıradan bir ümitsizlik dahi değildir. Bu lafzın hususi bir surette ifade edilmesi hâlinde bir de büyük pişmanlık manası anlaşılır. Hem öyle bir pişmanlık ki artık elden çıkışı o pişmanlığa sebep olan şeyin bir daha ele girebilmesine dahi ihtimal bırakmamıştır.

“Vah!..” denildiği zaman anlaşılan pişmanlık ve ümitsizlik, birçok hâle göre başkalarının pişmanlığı ve ümitsizliği olmakla beraber bu yegâne heceyi ifade edenin dahi o ümitsizliğe, o pişmanlığa iştirakini gösterir. Ancak bazı kere bu hececik, ta insanın ciğerlerinden kabarıp gelen çok hüzünlü, üzüntülü, tesirli ve ümitsizce nefesle beraber o kadar acı acı çıkar gelir ki o hâldeki pişmanlığın ve ümitsizliğin başkalarında vukua gelmiş bir şey olması ihtimali kalkarak her kusur, her kabahat bu acı kelimeyi ifade edenden çıktığını gösterir. “Vah”ın bu suretteki manası ise insanın kendi nefsini kınamasından ibaret olur.

Aman ya Rab! Yalnız bir hecedeki hüküm ne büyük hüküm, bundaki kuvvet ne büyük kuvvetmiş.

Hâlbuki bunun, hecenin hüküm ve kuvvetini nazarıdikkat ve ehemmiyette güzelce tayin için yalnız bu kadarcık izah dahi yeterli olamaz.

Bu kelimecik, hususi bir tavır ile söylenmesinde nihayet bir hükmü daha görülür ki asıl dikkat olunacak hüküm dahi işte o hükümdür. Bazı kimseler bir şeyi, mesela gül renginde görür. İçi kararan ve üzüntülü olan baktığında ise onu simsiyah görür. Bu konuda kendisine edilen nasihatlerin tümünü reddeder. Tüm dünyayı haksız, yalnız kendisini haklı görür. Bir de hiç şahit olmadığı müthiş bir hakikati birdenbire siyah yüzü ve dehşetli nazarı önünde tecelli edince, işte o zaman o biçare adamcağız bir heceden ibaret olmak üzere bir “vâh!..” çeker ki bundaki uzatma harfi olan harf-i meddi ölçmek için elifler değil; metreler lazım gelir.

Şimdi bu hâlde, o bir hececik, o zamana kadar kendisini uyarmaya çalışanların tümünün haklı ve yalnız kendisinin haksız olduğunu gösterir. Dolayısıyla elden giden şeye ümitsizce olan bir nazarla bakakaldıktan sonra kendi gaflet ve ahmaklığının dahi sonsuza kadar düzeltilemeyeceği anlamına gelir ki insanlığımız için bu acayip kelimenin bu suretle ifade edilmesine lüzum görülmemesi için dua eder isek “âmin” demek dahi okuyucularımız üzerine bir borç hükmünü alır.

Vah lafzının garip hükümlerinden olmak üzere bir hükmü daha vardır:

Bu lafız her zaman feci olaylar üzerine söylenmez. Bazı kere pek gülünmesi gereken anlarda dahi ağızdan çıkar. Mesela bazen ta ciğerlerinden kopup ağzından, burnundan alevler saçarak “vah!..” diyen bir adamın hâline ağlanmak lazım geldiği hâlde, bazı kere dahi o kadar gülünmesi gerekir ki o anda âdeta insanın kasıkları ağrır.

Böylelerinden bir tanesine kendimiz tesadüf ettik. Köprü yanında bazı Ermeni ve Yahudi balıkçıları olta ile balık avlıyorlardı. İşsiz güçsüz adam mı ararsınız? Bunlardan yüzlerce adam dahi köprünün parmaklığına abanarak seyrediyorlardı. Uzun şapkalı bir mösyö bir de fesli arkadaşıyla beraber geldi. Şapkalı adam balıkçıları seyretmek istediği hâlde arkadaşı mâni olmaya çalışıyordu. Onun arzusu, berikinin hareketleri epeyce bir münazara ve mücadele suretini alarak ve hatta balıkçıları temaşa eden yüzlerce adam o temaşayı bırakarak bunları seyretmeye başladılar.

Nihayet şapkalı efendi, balıkçıya bakayım derken şapkayı denize düşürmez mi?

Arkası sıra dahi bir “vah!..” demez mi?

Hâlbuki vah diyenlere herkesin acıması lazım gelirken, yüzlerce adam bu mösyöye karşı kahkahalarla gülmeye başladılar.

Gerçi şu müşahede, şu misal ilk nazarda pek ehemmiyetsiz görülür. Ancak vah hecesinde hüküm ve kuvvetin feci suretten, gülünç duruma nasıl dönüştüğünü göstermek için bu kadar sıradan, bu kadar ehemmiyetsiz bir misalin kifayet edebilmesi de her ciheti acayip olan bu kelimenin garip durumundan kaynaklanıyor.

Yoksa bu kelimenin farklı zamanlarda ve farklı tarzlarda ifadesi, yerine göre nasıl değiştiğini göstermek için başka örnekler de verilebilir.

Yine vah hecesinin garipliklerinden olmak üzere sair birçok lafızların tekrarı suretiyle söylenmesi, mana ve hükmünü pekiştirirken; bazen de bu lafzın tekraren söylenmesi bilakis asıl hükmünü azaltır. “Vah! Vah vah! Vah!” denildiği zaman asıl hüküm ve şiddeti ilk vahta olur. Diğerlerinde ise kuvvet gittikçe azalarak nihayet lafız da hüküm de söner gider. Şu dört vahı ifade için sarf olunacak nefes, defaten, yalnız bir vahı ifade için sarf edilecek olsaydı, yalnız o bir tek hecenin hüküm ve kuvveti diğer dördünün dahi hüküm ve kuvvetinden ziyade olurdu.

Bir heceden ibaret olan şu lafzın hükmünü tayinde sözü bu kadar uzatmış olmamız garipsenmesin. Bu lafzı öyle bir hikâyeye isim olarak koyuyoruz ki neticesi en parlak bir vaha dönüşecek ve şu bir tek hecedeki asıl hüküm, asıl kuvvet dahi o zaman görülecektir. Yüzlerce sahifelik olaya, hem isim ve hem de netice olacak bir hece için şöyle ön söz vadisinde birkaç satır yazmayı çok görmek insaf mıdır?

İKİNCİ BÖLÜM
TEB’İYYETİ MÜŞKÜL BİR MESLEK-İ HİKMET 1

Şirket-i Hayriye’nin, Büyük Dere’den kalkarak Anadolu kenarı ile köprüye gelen vapurları, bazı kere Üsküdar’a dahi uğrarlar.

Bin iki yüz doksan şu kadar senesinin yaz mevsiminde bir pazar günü idi ki Anadolu vapuru yine Üsküdar’a uğruyordu.

Vapurlara binen yolcular her zaman maksatları olan menzillerine bir an evvel varmak arzusunda bulunduklarından Anadolu yakası vapurları ne vakit Üsküdar’a dahi uğrayacak olurlarsa kaybolacak bir dakikalık zamandan dolayı yolcular genellikle rahatsız olurlar.

Kıç tarafta, yani birinci mevki olmak üzere tayin olunan yerde iki arkadaş bulunuyordu. Bunlardan birisi vapurun Üsküdar’a uğramasından dolayı fevkalade üzüntülü görünürken diğeri bilakis mutlu görünmekteydi.

Birbiriyle ettikleri sohbete göre bunlardan birisinin ismi Necati ve diğerinin ismi Behçet olduğu anlaşılmaktaydı. Vapurun Üsküdar’a uğramasından dolayı üzüntülü görüneni Behçet ve neşeli görüneni dahi Necati idi.

Şirket vapurlarının şu kıç taraftaki mevkilerine oturan adamların orayı tercihine ekseriyet üzere sebep olan şey, kadınların kıç tarafında kendilerine mahsus olan yere varmak için erkek efendilerin önlerinden geçmeye mecbur olmalarındandır.

Hatta bazı süslü efendiler kadınlarla erkeklerin arasını engelleyen perdenin ta yanına oturarak öte tarafta bulunan kadın ile vücudunu temas ettirmekten dahi lezzet alırlardı. Eğer bahtına bu kadın yetmiş beş yaşında bir koca karı veyahut dolma satmak için Köprü üzerine giden ihtiyar bir Arap cariye olmayıp da genç, güzel ve hâl ve tavrından zekâsı anlaşılır, söz anlar bir şey olursa o zaman zampara efendi de:

 
“Hulle-i cennet olursa çekeyim çâk edeyim
Dem-i vaslında bana hâil olur pîrehenim” 2
 

beytini okuyarak daha önce münasebeti olsun olmasın şu perdenin engelinden dolayı edeceği şikâyetleri dinlemeli.

İşte kıç taraftaki mevkinin bu gibi özelliklerinden dolayı pek çok efendiler orasını tercih ederler. Hatta bazı kere iskeleler geldiği zaman dışarıya çıkmak için acele olarak erkekler önüne dizilen hanımların, vapur iskeleye çarpmakla meydana gelen hareketlerden dolayı erkeklerin kucaklarına düştükleri dahi vaki olur.

Necati Efendi ile Behçet Bey dahi kıç tarafındaki mevkide oturuyorlar idiyse de burasını tercihlerine sebep şöyle kadınları temaşa gibi bir maksatları olup olmadığı ta Boğaz’ın üst taraflarından beri devam eden yolculukları müddetince hiçbir hâl ve tavırlarından anlaşılmamıştır.

Vapur, Üsküdar iskelesine yanaşıp da iskele memuru kaz gibi müşteri kapamağa mahsus olan parmaklık kapısını açtığında kadınlar tarafından çıkan yaşlı, genç elli altmış kadar kadın arasında bir tanesi derhâl dikkat çekti.

Bu kadının ilk dikkat çekişi bu idi ki buna “serv-i revân”3 diyecek olan şair her ne kadar şu mübalağasından dolayı methe yakın bir tenkitle kadıncağızı hicvetmiş ise de bu hanım mevcut olan kadınların en uzunundan şüphesiz beş parmak daha uzundu. Bu hâlde kısa boylu kadınların değil; orta boylu kadınların bile başları ancak kendisinin çene altına varabiliyordu ve dolayısıyla kendisinin güzel başı, hepsinin biraz daha üstünde görüldüğünden dikkatli nazarları çekiyordu.

Güzel baş mı? Amma yaptınız ha! Güzel olduğu öyle hemen çarçabuk anlaşılır mı?

Osmanlı hanımları için şu ince yaşmak kadar yakışan bir başlık daha tasavvur edebilenlerin alınlarına çelenk takarız. Gerçi pek kalınları tümüyle güzelliğini kapatır ve pek inceleri dahi yüzde olan azalarını ifşa ederse de bazı orta hâlli yaşmaklar vardır ki kadınların yüzüne yakışmakla letafetini arttırmak hususunda onların gördükleri hizmeti hiçbir şeyin görebilmesi mümkün değildir. Avrupalı kadınların dahi yüzlerine birer tül örtmeleri Müslüman kadınları taklitten ibaret ise de bu hususta asla muvaffak olamadıklarını kendileri dahi itiraf ederler.

Dolayısıyla yaşmaklı bir kadın biraz da uzaktan görülürse genellikle insana güzel görünür. Hele kendisi de haddizatında biraz güzelce ve gözleri parlak ve burnu ufak olursa daha ziyade güzel görünür ya!

Hâlbuki uzun boylu hanımın başı ve yüzü hakikaten nazarlara hayret verecek derecede güzeldi.

Burada şu güzelliği tasvir için gözleri şöyle, kaşları böyle diye uzun uzadıya şairce bir ayrıntıya girmeye lüzum var mıdır?

Zannımıza kalırsa okuyucularımız bu yoldaki şairce olan ayrıntılardan zaten bıkıp usanmışlardır!

Ne hacet? Böyle vapurlarda veyahut Köprü üzerinde veya sokakta falanda bir güzel kadın gördüğünüz zamanlar gözlerinizin iradenizin dışında o kadının üzerine çevrilmesi, sadece kadının güzelliğini şairce tasvir etmek için midir?

Estağfurullah! Bu temayül ve teveccüh bir saniyelik, bir anlık bir şeydir ki o saniyede, o anda şairlerin şöyle kaş, böyle göz, şu biçim dudak, bu şekil burun diye ettikleri benzetmeler hatıra ve hayale bile gelmez. Yine o anda bu güzelliklerin neden ibaret olduğu henüz tayin edilememiş olduğundan, daha çok bu ilk dikkatlerin ona yönelmesi kadının güzelliğindendir.

Buna göre artık uzun boylu hanımın başını “güzel” diye vasıflandırmamızı şüphesiz garipsemezsiniz. Dolayısıyla eğer bu söz sizin nazarınızda kabul görmez ise bile, vapur içinde elli altmış kadar adamlar nezdinde kabul görmüştür. Zira tüm nazarlar bu kadına çevrilmişti. Hatta henüz iskele üzerinde bulundukları hâlde vapura girmeye çalışan yolcuların da âdeta tümü bu kadını görmek için başlarını geriye çevirmekten önlerini göremiyorlardı. Dolayısıyla hemen kapanıp düşmek derecelerinde tehlikelerden kendilerini kurtaramıyorlardı.

Ya kadın ne kadar serbest tavırlı bir şeydi? Bütün nazarlar kendisine çevrildiği hâlde kendisi olanları asla takmıyordu. Gözünü istediği tarafa çeviriyor ve kâh tebessüm ve kâh dikkatle etrafa bakıyordu ve âdeta dünya umurunda değilmiş gibi bir vurdumduymazlık tavrı gösteriyordu.

Gerçekten hızlıca olan bir yürüyüşle vapura geldi. İki tarafı demirli olan malum iskeleden geçip vapura girdi. Büyük bir azametle erkeklerin dahi arasından geçip kadınlar mahalline vardı.

Herkes bu kadına bakıyor dedik ya! Hakikaten herkes bu kadına bakıyordu. Hatta bizim Necati Efendi ile Behçet dahi baktılar.

Behçet dedi ki:

“Vapurun Üsküdar’a yanaşmasını bir musibet olmak üzere telakki eyledik ama musibet değil; tam bir saadetmiş.”

Necati: “Neden?”

“Ya vapur Üsküdar’a yanaşmamış olsaydı; bu gönül açan güzeli nereden görürdük?”

“Ona ne şüphe? Hem baksana ne kadar serbest? Bu kadar serbest olan bir kadın? Hım!..”

“O hım ne oluyor? Yani bu kadar serbest olan bir kadından bir şey mi ümit etmektesin?”

“Nereden ümit edeyim? Göze yasak mı olur?”

“Olur! Yasak denilen şey göze dahi olur. Hem de el malıdır.”

“Acayip! Yeni yeni hikmetler mi icat ediyorsunuz?”

“Hikmet denilen şey hakikat demektir. Hakikat ise ezelî ve ebedî olan Cenabıhakk’a mahsustur. Zaten Cenabıhak dahi bizzat bir hakikat değil midir?”

“Ha oğlum ha! Birdenbire ne kadar derinleştik?”

“Derinleşmek demek ne demek? Derini sığı var mı?”

“Acayip! Şimdi göze yasak olacak ha? Bu yasağı kim etmiş?”

“Benim kendi vicdanım!”

“Ne o? Korkarım sen aklını bozuyorsun Necati! Gerçi seni bir filozof adam tanır idiysem de mecnun tanımazdım. Toptaşı, nah işte şurada yakındadır.”

“Sana bir şey sorayım da deli divane ben isem sen beni Toptaşı’na gönder. Yok, haksız sen isen ben yine seni ayıplayamam. Fakat insafın önünde sen kendi kendini muhakeme et.”

Behçet Bey arkadaşının hemen habbeyi kubbe edercesine bahiste ileriye vardığını görünce bir aralık durup dikkatle yüzüne baktı.

Bu dikkatini Necati dahi fark etti ve dedi ki:

“Hayır, hayır! Telaş etme! Maksat eğlence değil mi? Seni ben bir hakikate vâkıf edeceğim. Şu kadının yüzüne bakmak sence bir faydadır ya! Bir kârdır. Bir nimettir.”

“Öyle ya! Böyle güzel kadınlara ‘göz kapan’ demezler mi? Onlara baktığı zaman insanın gözleri güzelleşir, parlaklaşır. Bu ise büyük bir istifadedir.

Hâlbuki her istifade bir kıymet, bir ücret karşılığında yapılır. Vapura binmek dahi bir istifadedir ama bilet parası verilmeli. Hele iyi bir mevkide oturmak daha ziyade bir istifadedir ama bir kuruş fazla vermeli. Ya şu kadından ettiğin veyahut edeceğin istifade için ne kıymet takdir ettin? Kaç para verdin?”

“Edeceğim istifade için mi? Oo! Onun kıymeti epeyce ziyadedir.”

“Zevzekliğe mahal yoktur Behçet! Şu göz alıcı kadını temaşadan lezzet almak ve istifade için ne verdin? Veyahut ne vereceksin!”

“Zevzeksin be Necati! Panorama mı temaşa ediyoruz?”

“Panorama temaşa etsen bu kadar lezzet alır mıydın? Hâlbuki en adi bir panorama için dahi kırk para temaşa ücreti alırlar.”

“Öyle ise sorunuz hanımefendiye de temaşa ücreti ne ise verelim.”

“Hayır, hanımefendi kendisini temaşa ettirerek ticaret etmeye çıkmamış!”

“Öyle ise beni ne hakla menediyorsun?”

“Sen kendi kendini hakka riayet mecburiyetiyle menetmelisin! Düşünmelisin ki bu kadının mutlaka bir sahibi vardır. Herif karısını giydirmiş, kuşatmış, süslemiş, donatmış. Fakat senin için değil. Ancak kendi zevki için! Şimdi sen ona kötü nazarla bakacak olursan âdeta herifin kendisindeki akçeye göz dikmiş olursun. Bu ise feci bir hırsızlık değil midir?”

“Ya bu hanımın bir sahibi yoksa? Ya mutlaka erkekler bana baksınlar diye giyinmiş, kuşanmış, süslenmiş, bezenmiş ise?”

“O hâlde kendisini bir panorama ederek el âleme temaşa ettirmekle ticarete çıkmış sayacaksın, değil mi? Hâlbuki bu kadın kendi hakkında öyle bir hüküm verebilmesi için hiçbir kimseye cesaret verecek bir hâl ve tavırda bulunmadı.”

Necati bu sözleri latife suretiyle değil; âdeta pek ciddi olarak söylüyordu. Dolayısıyla bir zamana kadar bu sözleri şaka sayan Behçet dahi sözün ciddileştiğini görünce dedi ki:

“Ee, ne yapalım canım? Gözlerimizi yumalım mı?”

“Hayır, yummayalım da! Fakat bizim kendi elimizde olmayan bir kadına o kadar arzuyla ve istekle bakmayalım. Bu kadına sadece bir bakış, vicdanen ve hikmeten yasak değildir. Bir güzel arabaya bakıldığı gibi bir güzel kadına dahi bakılır. Fakat göz ile süzer derecesinde hırsla, büyük bir arzuyla bakmak hukuken ve hikmeten uygun değildir. Hem de sende birazcık mertçe hasletler varsa böyle bakışların erkeklik gayretine de yakışmayacağını hükmedersin. Zira gönlün böyle bir kadını hakikaten beğenip sevmiş olursa ve o kadına ulaşmak mümkün olmazsa o hâlde onun sahibiyle kıskançlık derecesinde bir rağbete girersin ve her gün bu kıskançlık ile için yanar durur. Sen ağzının sularını akıtmakla kalırsın. Onun sahibi ise o nazlının ve güzelin sefasını sürer. Böyle olmaktan ise o kadına hiç hırslı ve hevesli bir nazarla bakmamak hikmete daha muvafık düşmez mi?

Söz bu dereceyi buluncaya kadar vapur dahi Kız Kulesi’ni geçmişti. Hâlbuki uzun boylu güzel hanım ta kıç üzerinde öyle bir vaziyetle oturmuştu ki Behçet Efendi oturduğu yerden hanımı görüp temaşa edebilmekteydi. Dolayısıyla Necati’yi susturmak için dedi ki:

“Hakikaten hikmete muvafık söz söylüyorsun kardeşim! Fakat çözülmesi zor bir meslek-i hikmet!”

1.Anlaşılması zor olan, hikmetli ve felsefi bir meslek ya da yol.
2.Vuslat anında bana engel ve perde olan gömleğimi cennet elbisesi dahi olsa çekip yırtayım.
3.Yürüyen servi boylu güzel.
₺75,47