Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Eşkal-i Zaman»

Yazı tipi:

Ahmet Rasim, (1864 – 1932) Türk yazar, gazeteci, tarihçi, milletvekili. Kendine özgü bir tarzla kaleme aldığı eserleri geniş bir okur kitlesi tarafından okunan, mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerine tanıklık etmiş bir yazardır. Elli yılı bulan yazı hayatında farklı edebî türlerde ve çok sayıda eser verdi. Dönemin İstanbul hayatının ayrıntıları üzerinde durduğu fıkralarıyla tanındı.

1864’te İstanbul’da Fatih’in Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. Babası Menteşeoğulları’ndan Kıbrıslı Bahaeddin Efendi, annesi Nevbahar Hanım’dır. Babası kendisi doğmadan evvel ailesini terk ettiği için Nevbahar Hanım onu tek başına yetiştirdi. 1875 yılında başladığı Darüşşafaka’da edebiyatla tanıştı. Bu okulda bestekâr Mehmet Zekai Dede’den müzik dersleri de aldı. Kendi çabasıyla Fransızca öğrendi. Eğitimini 1883 yılında birincilikle bitirdi.

Okulu bitirdikten sonra diğer Darüşşafaka mezunları gibi Posta ve Telgraf Nezareti’nde memur oldu. Bu kurumda kısa bir süre kâtiplik yaptı. Memuriyet hayatının ilk aylarında Sadberk Hanım ile evlendi; 1902’de eşinin ölümüne kadar süren bu evlilikten dört oğlu, iki kızı oldu.

Yayın hayatına 1891’de başlayan Servet-i Fünun dergisinde fen konularındaki yazılarının yanında, tefrik hâlinde romanlarını da çıkarma imkânı buldu. Leyal-i Izdırap, Meşak-ı Hayat ve Afife burada yayımlandı. Ancak Servet-i Fünun yazarlarının genel edebî çizgisini benimsemedi. O, Ahmet Cevdet Paşa ve Ahmet Mithat Efendi’nin Doğu ve Batı edebiyatının olumlu yanlarını sentez hâline getirmeyi amaçlayan edebî anlayışını benimsemişti.

Müzik alanında da eserler veren sanatçı, besteleri de kendisine ait olan pek çok şarkı sözü yazdı.

1927’de Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in referansıyla İstanbul milletvekili oldu ve TBMM’nin üçüncü ve dördüncü dönemlerinde milletvekilliği yaptı. Ancak sağlık sorunları yüzünden meclis oturumlarına bile katılmadı. 1932’de Heybeliada’daki evinde hayatını yitirdi, Heybeliada’daki Abbaspaşa Mezarlığı’na gömüldü.

EŞKAL-İ ZAMAN
EL-MAZİ LA-YÜZKER… AMMA … 1

Bundan evvelki tramvaylar ne kadar iyiydi! Yerine göre yavaşlayıp dururlar, yerine göre hızlanıp acele ederlerdi. Kimi dört atlı olurlar, insana gurur ve haşmet diye bir şeyler gelir; kimi yokuşun ortasında dururlar, aklımıza ikbal ve saadet basamaklarının yarısında kalakalmanın ne kadar acı olacağı gelirdi. Hele freni kaptırıp da yokuş aşağı alabildiğine kaydığı zamanlarda, binenlerde sebep olduğu baş dönmeleri, yürek oynamaları, kadın çığlıkları, çocuk haykırmaları, hatta erkeklerin bağırmaları ile bir arada köpek havlamaları, dışarıdakilerin “Makineyi sıkıştır!”, “Dizginleri çek be herif!”, “Atlama! Parçalanırsın!”, “Eyvah! Paramparça oldular!” feryatlarıyla el ayak sallayıp tepinmeleri arasında koca arabanın zıp diye durması, ertesi gün gazetelerin olanı yazmaları üzerine saf kimselerden bazılarının “Bizimki, dün sokağa çıkmışlardı, sakın içinde bulunmasın!” yollu acınarak bir daha izin vermemeye ant etmeleri de ne kadar ibret verici, ne kadar gönül yakıcı idi! Düz yerlerde giderken sözü edilen taşıtlardan geri kaldıkça içindekileri basan rekabet utancı, duraklarda dakikalarca bekledikçe geç kalmış olanların tutuldukları sıkıntı, sürücülerin öttürdükleri borulardan dalgın yürüyenlere gelen silkinme, yağmurlu havalarda beygir ayaklarından, tekerlek altlarından fırlayan çamurların yol açtığı zifos2 alayları, bütün bunlar, bu hâller, bu duygular, zamanın da değişiklikleri içinde yok olup gitti.

Henüz yolda, yolunda, yolunca yürüyemediğimizi her iniş yokuşlarda hatırlatan kimi eli bayraklı, kimi borulu, kimi köşklü3 taslağı, pırpırı-kıyafet4 vardacılar5 şehrin görünüşüne az mı güzellik katarlardı.

Ölü Kurban Oseb’in İştayn’dan yeni aldığı elbisenin ortaya yaydığı ot kokusuna açlık yüzünden dayanamayıp saldıran beygirlerin o gözlerindeki can çekişen parıltılar, bel ve sırtlarındaki o bir deri bir kemik gösteriş, sağrılarında, kuskunlarında görülen o düşüklükler, arabayı çekerlerken oklava gibi kabaran o pörsük adalelerin görünüşleri, iple bağlı dizginler, hayvanların başlarına dekolte süsü veren başlıklar, şimdi birer hayal oldu kaldı.

Sürücüler içinde öyle usta kamçı şaklatanlar vardı ki acemi polisleri “Rüvelver atıldı!” diye dört döndürürlerdi. O devirde ise rüvelver atmak tehlikeli bir cüret, fakat saray adamlarına vergi bir mürüvvetti.

O zamanlar basın dilinde, konuşmalar sırasında, yavaşlığa ve tembelliğe iki şey örnek olarak verilirdi: Karada tramvaylar, denizde Eyüp vapurları.

Hayal, Çaylak, Karagöz gibi mizah dergileri, tevarüd6 benzeri olarak, herhangi bir sayılarında bunlardan söz edecek olsalar, arabacı veya kaptanın “Sakallı, çekil!”, “Kayıkçı, sağım al!” diye korku ile attığı naralara “Yetiş de çiğne!” diye verdikleri alaylı cevabı karşılık tutarlardı.

Vakit olurdu ki, gözleri yaşarmış, zembili7 omzunda bir çarşılının8 yanındaki ile:

“Bizim evin önünde yatan Karabaş9 yok mu, hani sen seversin…”

“Ey!”

“Dün tramvay çenesini ikiye biçmesin mi?”

“Deme! Sonra?”

“Sonra, zavallı hayvan bağıra bağıra gitti!”

“Vah! Vah! O kadar acıdım ki..” konuşmasına canlar dayanmazdı. Rahmetli Muhsin, Beşiktaş tramvaylarını gördükçe “Ekmek kadayıfının iki katlısına aklım eriyor da tramvayların iki katlısına bir türlü ermiyor!” derdi.

Evet, bunlar, taşıt araçlarının, herkesin rahat etmesine yaradığını her yönden meydana koyan örnekleriydi. Şimdiler öyle mi ya! İnsan biner binmez nefes alamıyor. Onlarda ise uzun süre oturur, dinlenir, duraklarda su, hatta eli çabuksa salep, şerbet gibi şeyler içer, rahat rahat sigarasını yapar, kolunu pencere kenarına dayar, dumanını savurur, çıkın içinde peynir mi, ekmek mi, üzüm mü, lakerda10 mı, simit mi, Allah ne verdiyse yer, hele Topkapı, Samatya tarafına gidilecekse, vaktine göre yarım, bir saat uyku kestirir, âdeta bir gezer-yuva içinde gidip gelirdi. Hatırda kaldığına göre, yalnız nargile içilmez, Karaköy Köprüsü geçilmezdi.

Bununla birlikte, Azap Kapısı11 yoluyla Unkapanı Köprüsü’nden geçmeleri hakkında Belçikalı bir mühendisin bir taslağı vardı. Hatta bu taslağa o zamanki Haliç Komodorluğu12 “Altından Eyüp vapurlarının geçtiği bir köprünün üzerinden tramvay geçmek, fen bakımından ve tabiat yönünden doğru olamaz.” yolunda karşı çıkmıştı.

Geçmiş zaman olur ki Hayali cihan değer. 13

Şimdi ise Şirket-i Hayriye14 vapurları yanaştığı için, ön tarafı insana korku veren demir düzenlerle aşırı derecede güvenliğe ve inzibata alınarak tavuk kafesine çevrilmiş olan köprünün üzerinden geçiyor. Siz artık istediğiniz kadar “Fesüphanallah!”15 deyin. Bu böyle ve hep böyle olacak!

Sözün kısası, bunca iyi yönleri ve üstünlükleriyle birlikte, geçtiği yolda bir tehlike bölgesi vardı. Bu bölge Beşiktaş ile Ortaköy arasında idi. Bu tarafa gelen her arabaya Hasan Paşa Karakolu’ndan verilmiş bir memur biner, müşterileri, makamı cennet olsun, Sultan Murat’ın oturduğu söylenen saray önünden göre gözete geçirirdi.

AĞIZ BİRLİĞİ

(Birinci Perde)

Karamanlı bakkallar sırası. Bir dükkân. Ceketli, pantolonlu, kolalı gömlekli, kravatlı, kırmızımsı fesli, üzüm gözlü, kaytan bıyıklı,16 esmer renkli biri içeride peynirden yağa, pastırmadan sucuğa dolaşır.

İki defa yıkanmış, her yıkanışta bir defa kalıba vurulduktan sonra düzgünlüğü ve temizliği bırakmış olduğu, siyahlanmış ipliklerinden anlaşılan fesinin kulak hizalarına gözlüğünün sustalı uçları dayalı, deri yüzlü, kaşlarının kılları uzanıp püskürmüş, ak gözlü, seyrek, rengi muhayyer17 bıyıkları uçuk, dudaklarını örtmekten yana güçsüz, usta çıktığı günün ertesi aldığı kahverengi pardösü sırtında, mintanlı, kalantor18 olduğu yukarı dikilen amirce bakışlarından belli olan başka biri, şu bildiğimiz yazıhanesinde oturur.

Başı açık, saçları iri taneli kepeklerle kirlenmiş, ensesinden coşup iki yanını kaplamış olan hamamsızlık belirtileri gerdanını dolaşmış, kara kaş, kara göz, pos bıyık, yarık dudak, damarlı iri ellerinin sonlarını meydana getiren kaim, yağlı tırnak uçları morarmış, biraz önce, kapı ağzında duran bulamaya19 sürünür sürünmez sıvadığı zaten çamaşır azgını20 önlüğü iki üç yerinden yamalı yine başka biri kollarıyla, çifte kulplu yağ testileri gibi durup bakınır.

Bir ayağı dükkânda, biri sokakta, fessiz, saçları tarak, fırça dinlemez, dik, kâkülleri tıraşsız, salgın21 samur kaş, ela göz, çil surat, sivri burun, yayık ağız, şiş el, dolama parmak,22 çığırtkan denilen bir çırak da gelen geçen kadın olsun, erkek olsun “Buyurun beyim…” der.

(Birinci Fasıl)

Birinciler: Yaşlı bir hanım, kız torunu, torunun bacısı23 ile gelirler.

Çırak:

“Buyurun hanım!”

Hanım, içeriye doğru:

“Kaşkaval24 kaça?”

Çırak (ince sesi ile):

“Otuza!”

(Pos bıyık), hemen ilerler (kalın sesi ile):

“Otuza hanım…”

Kırmızı feslisi, terazi tarafından (boğuk sesi ile):

“Otuza hanımefendi!”

“A!”

(Hemen susma. Yazıhane başındaki gözlüğünün üstünden bakar.)

Hanım:

“Olacağı?”

İçeriden kırmızı feslisi (yine o eda ile):

“Olacağı otuz!”

Ortadan, pos bıyıklısı (o da öyle):

“Öyle, otuz…”

Çırak (o da öyle):

“Piyasası…”

Hanım, torunu ile yavaşça danışıktan, bir de bacının yüzüne baktıktan sonra:

“Yüz dirhemi ne ediyor?”

Çırak (acele ile):

“Bozuk paran var mı?”

Pos bıyıklısı, peynir kalıbını yakalamış olarak (bütün vakarı ile):

“Boşuna kesmeyeyim!”

Kırmızı feslisi (şaşırmışçasına):

“Çeyrek lira25 vereceksiniz, veremeyiz.”

Hanım (şaşarak):

“Neden?”

Çırak (eli ile köşeyi göstererek):

“Sarraf…”

Pos bıyıklısı (birdenbire atılarak):

“Yirmi üç buçuğa…”

Kırmızı feslisi (yetişerek):

“Bozuyor!”

Yazıhane başındaki (gözlüğünü fesinin üstüne alır).

Hanım:

“?.. !..”

MEFKÛREVİ 26

Kısa boy, koca kafa, mavi göz, kırçıl bıyık, düz karın, badi badi bacak, seksen dokuz doğumlu.

Yolda sık sık elbisesinin potlarını çekip düzeltiyor, ikide birde eğilip postalının27 üstüne dil gibi çıkmış dolak28 ucunu içeri içeri kakıştırıyor, bana “Ölüm hatırıma gelirdi, askerlik gelmezdi!” diyor gibi geliyordu.

Hâlbuki zaman ne dedirmek istiyor? Bugünün “bizden sonra gelenler”e demek istediği, “gelecek kuşak”a bırakacağı hamiyet düsturu şu değil midir: Askerlik hatıra gelecek, ölüm gelmeyecek.

İşte, bir tane daha:

Kabalakı29 basık, kara kaş, kara göz, çekme burun, kaytan bıyık, sağ kolu askıda, sol eli yara üstünde:

“Anne, tamam üç saat siper kavgası ettik, bir şey olmadım. En sonunda, birbiri üstüne üç kez saldırdık…”

Acıyarak ve öfke ile başını sallaya sallaya:

“Ah, acelen neydi? Dokuz ay nasıl durdun?”

Biz, kelimelerden vazgeçelim, işe, davranışa yaklaşalım. Varsın, bu tutuma kaba diyen de bulunsun. Fakat, bizim için “ülkü” bu olsun. Çünkü en ince, en nazik, en güzel sonuçlar işle elde ediliyor. İş ve davranış, kuvvetin yaşadığı şekildir.

NEREDEN NEREYE?

Rahmetli Hoca’ya “Yumurta nedir?” diye sormuşlar, düşünmeden “Tavuğun cep harçlığıdır.” demiş.

Bilgisi ve kavrayışı her nüktesinden belli olan Hoca’nın “Yumurta anası” türünü şöyle özlü ve susturucu bir yolda tarif etmesinde de zamanına göre bir hikmet olmak gerektir.

Bu türlü irticailer bizde hemen her gün olur. Nitekim on paralık kabak çekirdeği alırız, biteviye geveler dururuz, biri sorsa “Can sıkıntısı.” deriz.

Deriz ama bizim bir ikinci yaratıcı tabiatımız daha vardır ki, onunla bozgunculuğa ve yalan dolana kadar, bilerek bilmeyerek, sürüklendiğimizi sezdirmekten de geri kalmayız.

Bunlardan biri olarak, devletin, kapitülasyonların30 kaldırılması gibi güzel bir münasebetle Avrupalılarla “eşit haklar” adına adliyece yapacağı henüz rivayet edilen “Tevhid-i kaza”31 gibi mühim bir teşkilatı da yumurta, kabak çekirdeği fıkralarına benzeterek, ipsiz sapsız, her yararı memleketin zararında arayan, şunun bunun ağzından artma bir söz olduğu hâlde “Medeni nikâhı kabul edecekmişiz!” diye göstererek bundan “İslam, Hristiyan, Musevi, her kişinin belediye dairesine giderek nikâh kıydırmak elinde olacaktır. Hatta daha şimdiden…” hükmünü çıkarmakta gecikmeyiz!

Gerçi bu açık yalan bize içimizden bir bölüğünün henüz eski ahlak kötülüklerinden kurtulmayı başaramadığını ispat etmeye yeterse de böyle bir yalanı duyduğumuz zaman da ruhumuzda meydana gelen üzüntüyü işin aslından gerçekten habersiz olanlardaki üzüntü ile nasıl bir sayabiliriz?

Yalanın, yalan dolan düzenlerin aleyhine davacı kesilmiş taze bir türlüsü varsa, o da bu yeni çıkmış kötüye yormadır. Bir zamanlar, her başlanan toplum düzeltmelerini “bidat-i seyyie”32 denilen uğursuz tamlama geciktirmeye sebep oldu. Hükûmet adamlarının elini, ayağını bağladı. Sonunda bizi o hâle getirdi ki, kimin tutsağı olduğumuzu ayırt edemez olduk.

Dine, vatana, ırza, namusa saygısı olmayanların ağızlarından çıkan böyle saçmalar da inanın, bu gibi kimselerin cep harçlığıdır. Acınmaya değer ki bunların geveledikleri kendilerine neşe, fakat bize can sıkıntısı veriyor.

Ünlü Kavuklu33 Külahçı Mehmet,34 zaten bekâr olduğu hâlde, esnafla alışverişte hep “Şart olsun!”35 dermiş. Günün birinde, bunlardan biri sormuş:

“Kaç evlisin efendi?”

Mehmet, hemen çakarak “Bende ev mev kaldı mı ya? Hangisini aldımsa sizin yüzünüzden boşadım!” demiş.

İşte, oldum olası hâli perişan kimselerin geçim sermayesi böyle sözlerdir!

ADABIMUAŞERETTEN

Ben sanıyordum ki, diyelim, ayağına basılan bir kimseye karşı üzülerek ve istirham ederek kullanılan “Affedersiniz.”; yolu kapamış, dayanmış durmuş birine hafif bir dokunma ile birlikte çoğu gülümseyerek söylenen “Müsaade buyurur musunuz?” veya vapurlarda, tramvaylarda, trenlerde bir parça toplanacak olursa bir kişilik daha yer açılacağını sezdirmek için söylenen “Lütfen, biraz…” ve başkaları gibi terkipler36 yüzyıldan yüzyıla, insanın ahlakına gelen incelik, zarafet, nezaket ve benzeri hâllerin yarattığı muaşeret düsturlarıdır. Meğer böyle değilmiş. Kimse ile bozuşmamaya niyet etmiş olan bir veya birkaç sivri akıllının, kavga çıkmasın diye, kelimeler üzerine kurdukları yaldızlı deyimlermiş… Bize bunun böyle olduğunu, dışarıdan örnekler olarak, omzunuza her gün “Tohunmasun.” diye çarptıktan sonra, size hareketinizi büsbütün şaşırtan “Varda!”; avare Frenk’e şapkasını düşürten “Destur, çelebi!” naraları dosdoğru ispat eder.

Geçenlerde şehrimize gelip gene gitmiş olan taze yabancı dostlardan birinin “Türkler vapurlara, tramvaylara, trenlere binip çıkmayı henüz öğrenmemişler.” demesi de bu yolda ortaya sürülmeye değer kesin tanıklardandır.

Rahmetli Andelib37 “Ben kaç kere, bir pardon ile büyük büyük patırdılar atlattım! Yaşasın, pardon!” derdi.

Fakat bu terkipler, bu pardonlar ne zamana kadar yaşar veya yaşamalıdır? Dikkat edilecek olursa, kadınlarımızın bu yolda daha ileriye varmakta oldukları derhâl anlaşılır. İslam’ı, Hristiyan’ı, Musevi’si “Ben kadınım!” deyip mesela vapurlarda erkek kalabalığını yararak, önlerine gelenleri itip kakarak kendilerinde bulunması asıl olan nezakete aykırı birtakım davranışlar gösteriyorlar.

Avrupa’nın yalnız “galanteri”38 bölümünü yarım yamalak bellemiş olan birkaç züppenin kadına (Acaba hangi kadına?) ne zaman ve ne suretle saygı gösterilir olduğunu bilmeksizin kadınların karşısında sallayıp savurdukları saçmalar hiçbir zaman genel muaşeret kurallarına uymaz.

Erkeklik neden saygıya değer olmasın? Kadın da bunu neden bilmesin? Hem saygı öyle bir şeydir ki istenilmez. Kişilik, onu karşısında yaratıp kendisine çeker. Yoksa neden dolayı beni kakıp dürten, uzun ökçesine ayak parmaklarımı çiğneten yahut öne geçeyim diye ceketimin kuyruk tarafından çeken hanıma, madama, kokonaya, duduya saygı göstereyim?

Yine, bir zat anlatıyordu:

“Vapurdan çıkıyoruz, birisi koluma öyle bir çarptı ki dönmek zorunda kaldım. Baktım ki bizden, süslü müslü bir kadın! Hasbünallah39 demeye kalmadı, bir ses türedi:

‘Hem kazık gibi dikilmiş hem de ak gözlerini devirmiş bakıyor!.’

Karı, beni hem kazık etti hem öküz.”

Oldu mu ya? Bu gibiler için dilimizin yine nezaketle kullandığı mahalle kadınlığının umumi yerlere kadar sürüklenip getirilmesinde zamanın da bir kötüye kullanması bulunduğu gerçekten görülüyor. Güvenliği kötüye kullanma ne ise saygıyı kötüye kullanma da odur. Doğrusu, toplumu ta can alacak yerinden vuran bu gibi davranışlar pek çok güce gidiyor.

FASL’ÜL-KEHLETİ VE’T-TAHARE 40

İki kopuk arasında:

“Ali! Sen ben, bundan sonra tabanvaya.”41

“Neden ulan?”

“Tramvaylar artık ufaklık42 almayacaklarmış! Kimde varsa polis kolundan tutup atacakmış!”

“Ya, içeride ‘Ufaklık alınacak!’ diye yazıyor.”

“Öyle ufaklık değil, macar.”43

“Macar mı? Yine bineriz.”

“Nasıl?”

“Polis duruyor mu, durmuyor mu?”

“Ey?”

“Hazırdan bir tanesini parmağının arasına kıstırır, birdenbire ‘Dur, polis efendi, şunu alayım!’ diye omzu başına atılır, herkesin önünde açar, atar, basarsın, o iner, sen binersin!”

***

İki efendi arasında:

“Allah için, yerinde bir karar. Vapurlara da tamim etmişler, fakat ne yapacağız?”

“Bundan sonra güverteye çekiliriz!”

Gülerek:

“Hâlbuki orada daha ziyade tehlike varmış.”

“Ne tehlikesi varmış? Ayakta durur, son çıkarsın…”

“Bir para etmez. Dün bizim doktor söylüyordu; kendi hâlinde yarım metre, rüzgâr önüne düştü mü tam bir metre sıçrıyormuş!”

(Biraz düşündükten sonra tam bir tevekkülle):

“Ya! Hayvanı zorla pirelendirdiler!”

***

İki züppe konuşurken biri:

“Ne hatırıma gelirse ertesi günü hükûmetçe yapılmakta olduğunu haber alıyorum. Şu temizlik işi de öyle oldu…”

Dinleyenlerden bir zat:

“Beyim, bugün de lütfen sabunu hatırla.”

***

Tramvayın içinde:

“Kız, yine ne oluyorsun? Fıkır fıkır kaynıyorsun?”

“Arkamı bir şey ısırıyor, anne!”

“Daha bu sabah değiştirdim. Hay Allah müstahakını versin, gel dön bakayım.”

(Üç dört kadın sakınarak ayağa kalkarlar.)

“Oturun ayol. Bunu seyredecek ne var? Çocuktur, bulunur!”

YİNE ZİNCİRLEME

Tek bir iç mesele yerine geçmiş olan bu usulün vurguncular üzerindeki sert etkilerini tartmak üzere halkın gösterdiği sevinç benim için yetmedi. Bir yol da yalnızlık köşesine çekilmiş olan yaşlı tacirlerin bu konuda ne düşündüklerini öğrenmek istedim. Âdet olduğu üzere, başyazardan izin alarak dolaşmaya başladım. Gele gele Yeldeğirmeni’ne44 gelerek eski tacirlerden bildiğim bir Musevi’ye uğradım. Hoşbeşten sonra meseleyi açtım. O da gözlerini açarak güldü, dudaklarını bir iki büküp mendiliyle sildi. Bildiğimiz tavrıyla dedi ki:

“Doğdu bir çocuk, büyüdü, büyüdü, geldi on beş, on altı yaşına. Ana öldü, baba öldü. Ee? Al bunu, koy yerine! Nasıl olur?”

“Bu, çocuk mu ya?”

“Ondan da beter… Yumurcak… Nah, bizim Mişon! Beş altı yüz lira sermaye vardı, şimdi onu da üste verecek.”

“Neden?”

“Neden olacak! Almış yüz top kumaş… Dört buçuk liradan… Sermaye küçük. Yüzde on dört bulmuş, satmış. Satmış ama yüzde on dördü yemiş. Nasıl yemesin? Ekmek, et, tuz, peynir, balık, sebzevat, ev kirası, üst baş, çoluk çocuk, şeker, gaz, pirinç, almış başını çıkıyor. Laf değil, çıkıyor! Evvel yüzde dört beş büyük kârdı; iki buçuğunu yer, iki buçuğunu saklardı. Bugünlerde on dört kazansan, on altı veriyorsun… Çağır şimdi Mişon’u, de ki: ‘Al malları geri!’ Nereden verecek? On dördü yemiş. Elbet, sermayeden. Gitti yüzde on dört, öteki maldan da yüzde on dört. Bu iş altı defa döndü mü Mişon kapı dışarı.”

“Nereye?”

“Dilenmeye. Oldu mu bu? Verme hapse! Ver sokağa!”

“Ne yapmalı?”

“Ne yapmalı? Bana mı soruyorsun?”

“Sana soruyorum…”

“İpin ucunu koyuvermeli.”

“Bu, zincir!”

“Çözmeli be!”

“Bundan sonrası için mi?”

“Öyle ya!”

“Fakat narh koymalı, değil mi?”

Yüzüme öyle alaylı baktı ki âdeta kızdım. Öfke ile dedim ki:

“Koymalı!”

İstifini hiç bozmadı. Gene o küçümseyen bakışı ile bakarak:

“Ne kafasız adamsın be! Görmüyor musun? Narh demek, yok demektir!”

Az kaldı, doğru, diyecektim. Demedim, ama uygun karşılık başka bir kelime de bulamadım.

KÜLAHTAN SONRA KAFTAN

Bosna ve Hersek’in ülkelerine katılması üzerine, bize Avusturya mallarına karşı bir boykotaj45 yaptırmışlardı, hatırladınız mı? Yaman, süratli bir propaganda hemen hepimize fesleri attırmıştı. O zamanki hâlimiz gözümüzün önüne geldikçe utanıyorum. Dört beş tuhafçı yadigârı,46 koca millete külah giydirmişti.47 Şimdi de kaftan giydirmek istiyorlar.

Mağazalar önünde görmekte olduğunuz kalabalığı iyice incelediniz mi? İnceleyince anlayacaksınız ki yüzde doksanı onlardan. Vaveyl, gürültü, telaş da onlardan. Çünkü çürük mallar başka türlü sürülmez, yaygara ister.

1331 senesi Temmuz’unda nelerden yakınıyor idiysek bugün de var. Hükûmet, o tarihte, zorda kaldığından, yarım aylık veriyordu. Tutmuş olduğum notlarda fiyatların yüksekliğinden dolayı uğradığımız şaşkınlıklardan da söz açmışım. Diyorum ki:

Esnaf; “tekalif-i harbiye”,48 el koyma usullerinden dolayı malları saklıyorlar. Fakat yavaş yavaş çıkarıyorlar. Bir çuval şeker, biteceğine yakın doluyor. “Tasvir-i Efkâr”, memleketin iktisadı adına, yüksek bir heyet kurulmasını istiyor. Vurgunculuğun dayanılmaz bir dereceye vardığını yazıyor.

Piyasaya gelince, altının değeri otuz üç eski kuruş.49 İhtiyaçlar piyasası yükseliyor. 27 Temmuz’da şöyle idi:

***

Baş örtüsü fırdolayı, hilal kaş, mavi göz, çekme burun, ince dudak, yeldirmesi yel yeperek50, terliklerinin ökçesine basmış bir kadın, başını bakkal dükkânından içeri uzatarak:

“Bakkal, pirinç kaça?”

İçeriden:

“On bire.”

“On bire mi? Öyle ise pilava da maşallah!”51

***

Şimdi de maşallah! Hem kırk bir buçuk kere. O günkü piyasaya göre bugün:



Ette, aşağı yukarı kasapların gizli gizli sattıkları iaşe fiyatına52 göre üç misli düşük. Günlük ihtiyaç maddelerini bu paha basamağına getiren vurgunculuk, şimdi üstümüzü başımızı soyuyor. Lacivert kumaş giyenlere, apartman sahibi diyorlar.

Dün, arkadaşlardan biri anlatıyordu; bir incir üzüm şirketi, evvelce, piyasadan otuz iki bin liralık patiska çekmiş. “Bu kadar patiskayı almaya ne zorun vardı?” denildi mi karşılık hazır “Torba yapacağım.” diyecekmiş. Mızrak çuvala sığmaz ama incir, üzüm torbaya girer.

Cam silmekle geçinen bir Musevi’den ne umarsınız? Demiş ki:

“Yarın, öbür gün çıplak kalacağız. Çünkü tüccar mal getirtmeyecek.”

Dikkat ediliyor mu? Propaganda nerelere kadar varmış?

1.Geçmiş anılmaz, geçmişten söz edilmez, amma…
2.(Rumcadan) asıl anlamı “hiç, boş” demektir. Çamur sıçraması; birden sıçrayan çamur.
3.Vaktiyle İstanbul’daki yangınları haber vermek için yangın kuleleri ile bazı yerlerde bulundurulan adamlara verilen ad. Bunlar başlarına sıfır kalıp fes, sırtlarına kırmızı bir ceket ve şalvar yahut pantolon, ayaklarına hafif yemeni giyerler, ellerinde harbi taşırlardı. Uğradıkları yerlerde acı bir nara attıktan sonra, mesela “Aksaray, Sineklibakkal!” deyip fırlarlardı. Bunlar belli dairelere ve mahalle bekçilerine yangının nerede olduğunu söylerler, onlar da tulumbacılara haber verirlerdi.
4.Pırpırı, esnaftan olan kimseler için kullanılır bir sözdür. Her sanatın bir piri olduğundan, bu tabir doğmuştur. Cahil olup çelebi zümresinden olmayan demektir. Pırpırı-kıyafet ise, dar ve tetik giyinmiş demektir.
5.“Varda!”, İtalyanca “Gözet!” anlamına haykırmadır. “Vardacı”, eskiden tramvayların önünde “Varda!” diye yol açanlara verilen addır.
6.İki yazarın, özellikle iki şairin, birbirlerinden haberleri olmadan bir mısrayı veya beyti aynı şekilde söylemiş olmaları.
7.İçine öteberi koyup taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan ağzı geniş bir torba gibi kap.
8.Çarşılı: Genel olarak Kapalıçarşı esnafına verilen bir ad olmakla beraber, bundan ayrıca çarşının Ermeni kuyumcular bölümündeki esnaf anlaşılır.
9.Köpek.
10.Palamut balığının “altıparmak” çeşidinden yapılan tuzlama; altıparmak palamudun tuzlaması.
11.İstanbul’da Galata surunun ilk kapısı olarak tespit edilmiş bulunan Azap Kapısı, bugün Beyoğlu cihetini Haliç üzerinden İstanbul’a bağlayan Atatürk Köprüsü’nün başında, Sokullu Mehmet Paşa Camisi’nin tam önünde idi. Osmanlılar Devri’nde bu kapıya verilen Azap Kapı adı, tersanenin yanında bulunan Azaplar Kışlası’ndan ileri gelmiştir.
12.Bahriye Nezaretine (Deniz Kuvvetleri Bakanlığı) bağlı ve Haliç denizcilik işlerine bakan askerî kumandanlık.
13.Bu mısra, XVI. yüzyılda ünlü Türk divan şairlerinden Vardar-Yeniceli Hayali’nindir(? – 1 557). Asıl adı Mehmet ve lakabı Bekâr Memi’dir.
14.Boğaziçi’nin oturulan yerlerini İstanbul’a bağlamak için vapur ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş olan şirketin adı. Bu şirket Abdülmecit zamanında, 1850’de kurulmuştur. Şirketin müteşebbisi, Mustafa Reşit Paşa idi. Abdülaziz Devri’nde bu kumpanyanın imtiyazı tahdit edilmiş ve Boğaziçi’ne vapurla gidip gelmeyi sağlayacak bir hâle getirilmiştir. Bu şirketin işleri bugün Denizcilik Bankası tarafından yürütülmektedir.
15.“Allah’ı eşten, çocuktan ve başka buna benzer eksiklerden tenzih ederim.” demek olup beğenilen bir şey karşısında “Bunu yaratanı bu güzel yaratmasından dolayı teşbih ederim.” ve beğenilmeyecek bir şey karşısında da “Bundan Ulu Tanrı’yı tenzih ederim.” anlamında kullanılmaktadır.
16.Kaytan gibi ince, uzun ve uçları düz, burma bıyık.
17.Rengi belli değil, belli bir renk söylenemez, herkesin istediği rengi söyleyebileceği.
18.Zenginliğini kılık kıyafet ve davranışıyla göstermeye çalışan kimse.
19.Bir çeşit toprakla karıştırılıp yapılan pekmez katısı.
20.Çamaşırda temizlenemez hâle gelmiş, üzerindeki kir yerleşmiş.
21.Makas görmemiş ve kılları aşağı doğru sarkmış kaş.
22.Parmağı kaplayıp dolayan ve ağrıtan ve dolama denen şişi varmış gibi kalın parmak.
23.Bir evde uzun zaman hizmet etmiş emektar, yaşlı kadın.
24.Kurtlanmış kelle peyniri, tekerlek biçiminde peynir, kaşar peyniri.
25.Eskiden, alışverişlerin altın veya gümüş para ile yapıldığı zamanlarda, bir altın liranın dörtte biri değerinde bir altın para.
26.Ülkücü, idealist, ülküsünü canından üstün tutan kimse.
27.Derisi ve tabanı kalın, bir çeşit kaba ve sağlam asker pabucu.
28.Ayağa tozluk yerine doladıkları çuha kenarı; askerlerin ayak bileğinden dizlerine kadar sardıkları ensiz ve uzun kumaş parçası.
29.Türk askerlerinin Birinci Cihan Savaşı’nda giydikleri bir çeşit sipersiz başlık.
30.Bir devletin başka bir devlete karşılıklı veya karşılıksız olarak dinî, siyasi ve adli alanlarda tanıdığı imtiyazlar. Osmanlı Devleti, XVI. yüzyıldan beri bu imtiyazları tanımaya başlamış, bu yüzden Osmanlılar, yabancıların haklı, haksız isteklerine boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Lozan Barışı ile kapitülasyonlar ortadan kalkmıştır.
31.Eskiden Türkiye’de iki türlü mahkeme vardı: 1) Şeriye, 2) Nizamiye. Bu iki mahkeme Türklerle ilgili idi. Başka bir mahkeme de kapitülasyon (yabancı devletlerin imtiyazlı mahkemeleri) ile ekalliyet (azınlık) mahkemeleri idi. Bunlar da yabancılarla ilgili mahkemelerdi. ”Tevhid-i Kaza”, bütün bu mahkemelerin birleştirilmesini ifade eden bir tabirdir.
32.Bidat, “yeni iş” anlamına. Dinde veya toplumda bulunmadığı hâlde sonradan konmuş olan; dinen aslında olmayan fazlalık veya eksiklik demek olup güzel ve faydalı, çirkin ve zararlı olmak üzere iki türlü olur. Buradaki “çirkin ve zararlı bidat”tir.
33.Orta oyununun önemli kişilerinden, başrollerinden birine verilen ad. Başında büyük ve dilimli bir kavuk, sırtında, uçları bele sokulmuş kırmızı bir biniş (bir çeşit cübbe), Şam kumaşı bir entari ve şal kuşak, cübbenin aynı bir çakşır bir çeşit şalvar), ayağında da çedik pabuç vardır.
34.Meşrutiyet Devri’nin ünlü orta oyuncularından biri.
35.Bir yemin tarzı. Söyleyenin, dediğinin doğru olduğuna veya söz verdiği işi yapacağına inandırmak için içtiği bir ant olup bunlar doğru çıkmaz veya yerine getirilmezse karısının boş düşeceğini şart koştuğunu anlatır.
36.İfade şekilleri, sözler.
37.Asıl adı Mehmet Esat (1290 -1320 (1873/1874-1902/1903) olan şair Andelîb, İstanbulludur. Eserleri: Sabâh-ı Hayatım (manzum ve mensur), Gül Demetleri, Bir Demet Çiçek, Arapların Hikkâyât-ı Şâirânesi (üçü de mensur).
38.Nezaket, zariflik; kadınlara gereğinden çok iltifat ve ikramda bulunma.
39.Hasbünallahü ve ni’mel-vekil ayetinin kısaltılmış, şekli olup “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!” demektir.
40.Bit ve Temizlik Konusu.
41.Tramvay kelimesine benzetme olarak, tabana kuvvet verme, yani “yayan yürüme” anlamına.
42.a – Bozuk para, b – Bit.
43.Argoda: Bit.
44.İstanbul’da, Kadıköy’de bir semtin adı.
45.Boykot etme; biriyle, özellikle bir yabancı devletle alışverişi kesme.
46.Tuhafiyeci bozuntusu, tuhafiyecilikten kalma tüccar. Burada, Selanik dönmesi iş adamlarını anlatmak istiyor gibidir.
47.Oyun oynamak, birini oyuna getirmek, tuzağa düşürmek.
48.Dış ticaretle ilgili olarak yabancı devletlere verilen, imtiyazlar demek olan kapitülasyonlardan sonra, 1839 tarihinde, yabancılara iç ticaret hakkı da verilmiştir. Bu yüzden memleketin geliri azalmış, barış zamanında alınan normal vergiler devletin idaresine yetmemiştir. Onun için, savaş zamanlarında, istisnai vergiler konulması gerekmiştir. Bunlara ‘tekâlif-i harbiye” (savaş vergileri) denmiştir.
49.“Eski Kuruş” diye bir para ne meskûkât kataloglarında ne de “Ahmet Rasim’in Tarihi”nde (c. 2, s. 743 v.dd.) vardır. S. 747’de bir “cedit kuruş”tan ve bir “esedî atîk kuruş”tan bahsediyorsa da “Eşkâl-i Zaman”da geçen “eski kuruş”un bunlarla ilgisi yoktur. Yazar burada, herhâlde, zarurî ihtiyaç maddelerinin yükseldiğini anlatırken, eskiden otuz üç eski kuruşun gördüğü işi bugün ancak bir altının karşılayabildiğini söylemek istiyor olmalı.
50.Telaşlanarak, yeldirmesi havalanarak.
51.Sözüyle geçineceğiz, pilav da yiyemeyeceğiz.
52.Hükûmetin koyduğu fiyat. Birinci Dünya Savaşı içinde, önce Men-i İhtikâr Komisyonu (Vurgunculuğu Önleme Kurulu) ile bundan birkaç yıl sonra kurulan İaşe Nezareti’nin, halkın kaçınılmaz ihtiyaç maddelerine koyduğu fiyat.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺33,86
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
1 s. 3 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6485-85-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu