Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Adı Konamayan Katil»

Yazı tipi:

ADI KONAMAYAN KATİL

Kasabın henüz boğazladığı koyun gibi hırıldıyor, topukları ile toprağı eşiyor ve yıldırım çarpmış biri nasıl kıvranıyor ise, o da öyle kıvranıyor ve neler olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Görünen o ki, anlamaya vakti de olmayacaktı; çünkü ömrünün son anlarını yaşıyordu. İlk anda yıldırım sandığı kurşun sağ omzunu parçalamıştı. Yarasından buhar çıkararak akan kanına barut kokusunun da sinmesiyle garip bir koku oluşmuştu. Ancak bu garip kokuyu duyacak halde değildi.

Zorlukla da olsa gözlerini açmak istedi, kanı, yüzüne gözüne bulaştığından dolayı kirpiklerini güçlükle aralayabildi; ancak hiçbir şeyi net göremedi. Ağaçların arasından süzülerek inen güneş ışığının karşısını bir şeyler kesmişti. Yıldırım sandığı ani patlamadan kaynaklanan panikten biraz olsun kurtulup yavaş yavaş kendine gelmeye başlıyordu. Şaşkınlıktan kurtulunca yıldırım falan çarpmadığını, birilerinin o vurduğunu anladı. Elini silahına götürmek istedi; ancak kolu onu tınmadı bile. Vücudunun bir tarafı yok gibi idi. Üzerinde küçücük buhar çizgilerinin oluşturduğu kanın ve barutun kokusunu da yeni yeni duymaya başlıyordu. Alnına dayanmış tüfeğin henüz soğumayan sıcak namlusunu da hissetti. Aklı başına geldikçe gözlerini biraz daha aralayabildi ve ağaçların arasından süzülen ışığın önünü kesen birileri değil, Azrail’di. Göğsünün üzerine çıkıp öylece oturmuştu. Azrail, canını hemen almıyor, öldüğünü anlayamamanın mutluluğunu yaşatmayı hiç mi hiç istemiyordu. Azrail, bu ıstıraplı ölümü ona yaşatmaktan sanki bir tür zevk alıyor gibiydi.

Ancak göğsünün üzerinde oturan bu Azrail, Tanrı’nın, insanların kalbinde adını tarifi imkânsız bir korku duygusuyla taşıdığı meleğe asla benzemiyordu. Ne elinde bir elma vardı, ne de kılıç. Görünüş itibari ile yalnızca bir insandı; yüzünden düşenin bin parça olduğu bir insan. İşte bu adam silahın namlusunu onun alnına dayamıştı, ancak tetiği çekmiyordu. Avının ölüm öncesi çektiği azabı, ıstırabı seyrederek, kalbinde ona duyduğu hiddetin hararetini soğutuyordu.

Ancak kana bulaşmış hâlde çabalayan avını, azap duya duya son anına kadar seyretmeğe gücü yetmedi. Kusacak gibi oldu ve çıkarmamak için kendine zorlukla hâkim oldu. Artık tahammül edemediğini anlayınca da namluyu avının alnından önce göğsüne doğru indirdi. Sonra da erkeklerin bazen suçladığı, bazen de övündüğü apış arasına yönelterek tetiğe bastı.

* * *

Kan kokusunu duyan bir sürü çakal nefes nefese koşup gelerek cesedin etrafında hırlayarak dönüyordu. Burunlarına gelen barut kokusunun yarattığı korku sebebiyle henüz cesede dokunamıyorlardı. Barut kokusu dağıldıkça çakallar ürkek ürkek cesedi çekiştirmeğe başladılar. Kopardıkları her pay için birbirine hırlıyor, bazen de boğuşuyorlardı. Eğer askerleri bina yapımından getiren araba biraz daha geç gelmiş olsaydı cesedi parça parça edeceklerdi. Ancak aniden arabanın ortaya çıkması, çakalları şimdiye kadar ömürlerinde tatmadıkları lezzetli bir yemekten mahrum etti.

Şoför yolun ortasındaki cipi görür görmez tanıdı ve arabasını hemen durdurdu. Yaptığı acı frenin sesini duyan çakallar bir an için başlarını kaldırıp gelen arabaya doğru baktılar; ancak önce hiçbir şeyi önemsemediler. Önde oturan subay hemen kapıyı açarak yere indi ve cipe doğru koştu. Hem koşuyor hem de çakalları korkutup kaçırmak için havaya kurşun sıkıyordu. Kurşun sesini duyan çakallar viyaklaya viyaklaya kendi dillerinde koşan subaya küfür edip, ortaya çıkmasından hiç de memnun olmadıklarını hissettirerek sağa sola koşuşup dağıldılar. Subay, çakalların parçaladığı cesedi görür görmez donup kaldı…

* * *

Güneş de sıcak sebebiyle yakasını açtığından, gökten ateş yağmıyor, adeta boca ediyordu. Bazı kimseler gökten yağan bu alevsiz, dumansız ateşten korunmak için ağaçların gölgesine sığınmış, gömleklerini bükerek yastık yapmış uyukluyordu. Üç dört kişi de başka bir ağacın altında iskambil oynuyordu. O ise dört beş askerle yemek yiyordu. Daha doğrusu yemiyor, karşısındaki boş kâsesini elindeki kaşıkla adeta didikliyordu.

Tabiri caizse itten de beter yorulmuştu. Onu yoran ne iş-güç, ne de çektiği sıkıntılardı. Asker arkadaşlarının yumuşak başlılığı, komutanların havale ettiği en iğrenç işleri bile yapmaya hazır olmaları, söylenenleri yapmaları idi. Ne zamandan beridir o da arkadaşları gibi komutanının yapmasını istediği ve askerlikle asla ilgisi olmayan iğrenç işleri itiraz etmeden yerine getiriyordu. Ancak bu tür emirler, içinde isyan dalgaları uyandırıyordu. Şimdilik bu isyanını kimselere açmasa da bazen söyleniyordu. Söylendiğinde de asker arkadaşları arasında kendini destekleyecek kimseleri bulmaya çalışıyordu; ancak bulamıyordu. Hatta asker arkadaşları uğradıkları hakaretten dolayı rahatsız olmak bir tarafa, kendilerini mesut ve bahtiyar kabul ediyorlardı.

Taburları diğerlerinden farklı idi. Birliğe yalnızca yatmaya geliyor, ne talim yapıyor ne de nöbete veya devriyeye gidiyorlardı. Cumartesi ve Pazar günleri de her öğlenden sonra kafa çekiyorlardı. Hatta telefonla çağırdıkları taksilere dolup şehre zamparalığa da gidiyorlardı. Askerî birlikteki diğer askerler bu tabura “bahtiyarlar taburu” adını takmışlardı. Ancak bu tabur onun gözünde aşağılanmış kimselerin askerlik yaptığı tabur idi. Hatta burada askerlik yapan arkadaşlarının babaları, çocuklarının bu tabura düşmesi için rüşvet bile verdiğini biliyordu.

Aslında aldığı doktora tezi için burada çok güzel bilgiler mevcuttu; ancak tezi onu pek ilgilendirmiyordu. Okulu pekiyi derece ile bitirenlere verilen kırmızı renkli diplomadan da, hevesle başladığı tezinden de, asker arkadaşlarından da iğrenmişti.

Artık sevgilisine mektup yazmaktan da iğrenir hâle gelmişti. Sahi, ona ne yazacaktı…!

Felsefe hocası sürekli olarak, “sabır bir dağdır, üzerine-üzerine geldiğinde ona engel olabilsen, durdurabilsen zirvesine tırmanabilirsin; ancak kendine hâkim olamasan o dağ altına alıp seni ezer” diyordu. Tanrı’nın, yarattıklarının yaptıklarından bıkıp, insanlığı kurtarmak için yolladığı en sonuncu ilahî kitabı, Kur’an-ı Kerim’i de okumuştu. Sabırla ilgili onlarla hadisi de biliyordu. Öğrencilik yıllarında problemler karşısında bocalayan arkadaşlarına kendisi sabır ve tahammül aşılıyordu.

Kaç aydır katlanıyor, sabrediyordu; ancak bildiği hadisler de ona yardımcı olamıyor, sabrı onu dağın zirvesine taşıyamıyor, aksine altına alıp eze eze suyunu çıkarıyordu. Artık sabretmekten de yorulmuş, iğrenmişti.

Öylesine yorulmuştu ki, önündeki tabaktaki borş çorbasını bile yudumlamaya eriniyor, didikleyip duruyordu.

Çocukken en çok sevdiği yemek borş idi, hele kırmızı pancar ve koyun eti ile pişirilen, borş, ohh beee..! Evlerinde hiç borş pişirilmezdi; çünkü onu Rus yemeği olarak kabul ediyorlardı. Bu yemeği, geleneksel yemekleri olmadığından dolayı pişirmezlerdi. Sonra aile üyeleri içinde ondan başka kimse borşa ilgi duymadığından, pişirmesini öğrenmek için bile heves göstermemişlerdi. Borşu, bir defasında Bakü’ye yarışmalara katılmak için gittiklerinde yemişti. Öğretmenleri onları ucuz yemekhanelere götürerek zorla borş yediriyor, “borş hem faydalı, hem de vücudu soğuğa karşı koruyor” diyordu. İlk defa ucuz yemekhanelerde yediği borşu, doğrusunu söylemek gerekirse çok sevmişti.

Canı sık sık borş çekiyordu. Anası da o zaman, “yavrum bu Urus yemeğini teyzen güzel pişiriyor git onlarda ye” diyordu.

Teyzesi, Rusya’da uzun müddet kaldığından dolayı gerçekten de güzel borş pişiriyordu, sonra onun kayınvalidesi de Bakülü idi. Bakülü olmak Rus olmak anlamında değildi; ancak onlar bu yemeği pişirmeği Ruslardan öğrenmişlerdi.

Teyzesi de onun borşu çok sevdiğini biliyor ve yeğeni için bazen bu yemeği pişirir sonra da gelip yemesi için haber yollardı. O da sevine sevine teyzelerine borş yemeğe giderdi. Sokrat’ın, “ben yemek için değil, yaşamak için yiyorum” şeklindeki sözünü hatırlardı hep. Pilav, etli yemek, sucuk, diğerleri olsun pek fark etmez; ancak yalnızca borşu büyük bir zevk duyarak yiyordu.

Askere geldiği gün karavana borştan ibaretti. Çok sevindi, sanki ağzıyla değil gözüyle yemek istiyordu. Hatta asker arkadaşları onun bu etsiz borşu böylesine lezzetle yemesine hayretle bakıyordu.

–Heey, açlıktan çıkmışa benziyor sanki!

İkinci, üçüncü, onuncu gün derken artık borştan iğrenmeye başladı.

Karşısındaki borştan yalnızca bir iki kaşık almıştı, ne kadar zorlasa da boğazından bir türlü geçmiyordu. Elindeki kaşıkla didikleyip duruyordu.

Tabağı bir kenara itti. Kafasını kaldırıp bir uyuklayanlara, bir iskambil oynayanlara, bir de onunla birlikte aynı masada yemek yiyen arkadaşlarına baktı. Askerlerin bazılarının yüzünde gurur, bazılarında kibir ifadesi okunuyor gibiydi; bazılarınınki ise duvar gibi anlamsızdı. Böylesine gurur, kibir dolu suratlara bakınca aklına Dostoyevski’nin, “Alçaltılmış, Hakarete Uğratılmış İnsanlar” adlı eserini asker arkadaşları için yazdığını düşündü. O alçaltılmış ve hakarete uğratılmış insanlardan biri onun kendisi idi. Kendinden de iğrendi. Ayağa kalktı ve hiddetle borş dolu tabağı alarak bahçenin tam ortasına fırlatarak bağırdı:

–Yeter..!

Bir anda tabaklara boş inip dolu çıkan kaşıkların hareketinden oluşan çak çuk sesleri kesildi, ortalığa katı bir sessizlik çöktü. İskambil oynayanlar da oyunu bırakıp kalakaldılar. Haykırışı uyuklayanları da uyandırdı. Her biri kafalarını tembel tembel kaldırıp ona doğru yöneltti. Herkes hayretten donakalmış bakışlarını ona çevirmişti.

O, biraz daha yüksek sesle haykırdı:

–Yeter..!

–Ne var be? Deli mi oldun?

–Ne demek yeter?

–Neden bağırıp duruyorsun? Bırak da zıkkımımızı yiyelim!

Tekrar herkesi dikkatle süzdü ve:

–Yeter diyorum! Bizi bu kadar tahkir ettiler, bu kadar alçalttılar, yeter artık!

–Yahu, yine ne oldu da kendini kaybettin?! Bizi aşağılayan, tahkir eden de kim?

Masaya hiddetle vurdu:

–Aşağılanmak, hakaret edilmek nasıl oluyor peki?! Biz buraya vatanı korumaya mı, yoksa bilmem hangi komutana villa dikmeye, tuvalet veya köpek ini yapmaya mı geldik?!

Ustalardan biri seslendi:

–Akademik, olmadı be, yine başladın? Galiba karın, yağmurun altında titreye titreye siperde oturmaktan hoşlanıyorsun. Gidip otursana, sana engel olan mı var?! Neden bağırıp duruyorsun?

Ustanın yanına yaklaştı:

–Senin kanın, o siperlerde yağan karın, yağmurun altında titreyen, yazın sıcağında kavrulan çocuklardan daha mı kırmızı?

–Evet, onlardan üstün olduğum içindir ki, burada ağacın gölgesinde uyukluyorum! Başka diyeceğin var mı?

–Var! Ne sen, ne de bizim hiçbirimiz o siperlerdekilerden üstün değiliz. Onları da bizler gibi analar doğurmuş, inek doğurmamış. Ben kimseye ne hakaret etmek, ne de onu aşağılamak istiyorum; ama kimsenin de ne beni, ne de sizleri aşağılamasını istemiyorum. Sizin de, sizleri alçaltan insanlardan herhangi bir eksiğiniz mi var? Biz buraya askerlik yapmaya geldik, birilerine hizmet etmeye veya koyun gütmeğe değil.

Biri gülerek söylendi:

–Kuzum sevin ki, sana domuz güttürmüyorlar. Domuz midemi bulandırıyor, iğreniyorum.

Henüz askerliye adım atan tıfıllar susmuşlardı; çünkü büyüklerin tartışmasına karışmak onların haddine değildi. Bu tartışma nasıl bitecek ve kim galip gelecek onu görmek için bekliyorlardı.

Aslında o da acemi sayılırdı; ancak hem yaşı, hem de tahsilinden dolayı ustalar ve yaşlı askerler ona saygı duyup yanlarına almışlar, üstelik de “Akademik” lakabı takmış, onunla sesleniyorlardı.

Yaşlı askerlerden biri önündeki tabağı eliyle bir kenara itti:

–Yahu Akademik’in dediklerini neden yabana atıyorsunuz?! Herifin oğlu doğru diyor be! Bizi köle gibi çalıştırıyorlar ve bizler de bunu saygı gösteriyorlarmış gibi algılıyor, hatta ondan zevk alıyoruz. Her ay komutana rüşvet veriyoruz. Neymiş efendim nöbet tutmuyormuşuz, siperlerde soğuktan titremiyormuşuz. Ne kalk diyen var, ne de yat diyen.

Akademik, destek bulmasından dolayı biraz da cesaretlendi:

–Kardeşlerim, biz buraya vatanı savunmaya geldik, komutanlara amelelik yaparak günlerimizi savuşturmaya değil. Eve döndüğünüzde sevgililerinize, analarınıza, kardeşlerinize, bacılarınıza neler diyecek, hangi hatıralarınızı anlatacaksınız? Ne ile gururlanıp göğsünüzü şişireceksiniz? Harç yapmanız, taş taşımanızla mı övüneceksiniz?! Yoksa akşamları ucuz votkaları içip kendinizden geçmenizle mi? Sizi bilmem ama, ben artık kimseye amelelik yapacak değilim, size de tavsiye etmiyorum.

Bu anda bahçe kapısının önünde bir araba durdu, kapı açıldı ve Tabur Komutanı içeri girdi.

Çavuş onu görür görmez fırlayarak haykırdı:

–Tabur, sıraya gir..!

Önce acemiler, sonra kıdemliler, daha sonra da ustalar sıraya dizildi. Yaşlılar erine erine yerlerinden kalkarak doğruldular. Tezkere bırakmaya gün sayanlar ise yerlerinden bile kımıldanmadılar.

Akademik kalkmak istediğinde onlardan biri elini omzuna koyarak bastırdı:

–Otur, seni ilgilendirmiyor.

Tabur Komutanı:

–Rahat, oturun! –dedi, sonra da kendisi oturdu. –Serin suyunuz var mı?

Acemilerden birisi fırlayıp koşarak ayazlıktaki buzdolabından bir şişe maden suyunu getirerek ağzını açıp bardağa dökmek istediğinde komutan şişeyi alıp kafasına dikti. Dibinde kalanla da boynunu boğazını ıslattı.

–Oh be! Sizler burada keyif çatıyorsunuz, üstelik kıymetimizi de bilmiyorsunuz. Hııı, Akademik yine hangi nutukları atıyordu?

Akademik:

–Yoldaş Teğmen, ben nutuk atmıyordum. Biz buraya askerlik mi, yoksa amelelik yapmaya mı geldik diye soruyordum?

Tabur Komutanı beklemediği bu cevap karşısında ne diyeceğini bilemedi:

–Ne dedin? Onu bir daha tekrar et bakalım!

–Diyorum ki, biz vatanı savunmaya mı, yoksa Komutan’a hizmetçilik yapmaya mı geldik?

Tabur Komutanı öylesine hiddetli bir şekilde yerinden fırladı ki, tıfıllar korkuya kapıldı. Komutan öfkeyle haykırdı:

–Kalk! Rahat! Sana on beş gün hapis cezası veriyorum!

Rahat vaziyetinde duran Akademik:

–Yoldaş Teğmen, galiba akademide iyi tahsil almamışsınız ve askerî tüzüğü gerektiği gibi bilmiyorsunuz. Sizin bana on beş gün hapis cezası vermeğe yetkiniz yoktur. Siz ancak iki gün hapis verebilirsiniz.

Ustalar kıkırdamaya başladı, diğer askerler de onlara uydu. Tabur Komutanı yan yan kıkırdayanlara baktı:

Hırıldaşmayın be! Öyle olsun Akademik! Ben sana iki gün hapis cezası veriyorum, önemli değil, beş gün de komutan verir.

Akademik güldü:

–Oldu, iki gün hapis! Ama yoldaş Teğmen burada askerî hapishane yok ki, generalin bodrumuna mı atacaksınız yoksa henüz yaptığımız it inine mi?!

–Hayır! Şimdi birlikten araba getirtirim, seni alıp götürür.

Demin Akademik’e destek olan usta asker kafasını salladı:

–Akademik, bu gerekli miydi?!

* * *

Çakallar kan kokusunu duyarak koşup gelmiş ve cesedin etrafında dönüyorlardı. Barutun kokusu henüz çekilmediğinden korkularından cesede dokunamıyorlardı. Barut kokusu azaldıkça çakallar da ürkek ürkek cesedi çekiştirip yemeğe başladılar. Askerlerle dolu araba eğer şehirden gelip çıkmasaydı, yolun ortasında boylu boyunca uzanan cesedi parça parça edeceklerdi. Araba durdu; lakin çakallar çok yüzsüzdü, ürküp kaçmadılar. Subay onları korkutmak için havaya bir iki el silah sıktı. Çakallar viyaklaya viyaklaya kendi dillerinde subaya küfrederek koşup gittiler. Subay yolun ortasındaki cesedi görünce olduğu yerde mıhlanıp kaldı, sonra yavaş yavaş ona doğru yaklaştı. Önce cesedi komutanın sürücüsü zannetti; ancak şapkasındaki yıldızları görünce…

Askerler hemen arabadan atladılar; ancak subay askerlerin cesede yaklaşmasına izin vermedi:

–Yaklaşmayın! Hiçbir şeye dokunmayın!

Telefonu alarak hemen askerî birliği aradı:

–Komutanı vurmuşlar!

Bu haber yalnızca askerî birlikte değil şehirde de bomba gibi patladı. Yarım saat geçmeden şehrin üst düzey yöneticilerinin tamamı olay yerinde bitti.

Yeme içme meclisini yarım bırakıp kalkmaya mecbur olan Belediye Başkanı son derece rahatsız bir şekilde:

–Hepimizin başı belaya girdi, hayatımızı zehir edecekler!

Savcı, hiçbir şey olmamış gibi soğukkanlı bir tavırla:

–Neden? Biz mi katlettik?

Başkan:

–Öyle hitap ediyorsun ki, sanki normal birini öldürmüşler. Hepimizin başı belaya girecek.

Savcı subaya döndü:

–Kimseyi olay mahalline bırakmayın. Askerleri ormana yolla önlerine çıkanı yakalayıp getirsinler! –Sonra da yüzünü hayretten donakalmış hâlde cesede bakan polis amirine çevirdi:-Sen niye yalın ayak başıkabak geldin? Nerede köpeğin?

Amir:

–Yoldadır, varmak üzeredir.

Cinayet masasında çalışan kriminolog sanki kuyumcu idi ve pırlantanın temiz olup olmadığını kontrol ediyordu. Kaçıncı defadır, elindeki büyüteçle kurşunun girdiği yere bakıyordu. Başını kaldırıp askerlerin ormana dağıldığını görünce sordu:

–Onlara kim emir verdi?

Savcı:

–Ben! Bırak da ormanda önlerine kim çıkarsa yakalayıp getirsinler.

Kriminolog kafasını salladı:

–Sayın Savcı Bey, birincisi ölüm olayı bir saat önce olmuş, belki de daha fazla zaman geçmiş. İkincisi hangi ahmak bu saate kadar oturup birilerinin gelip kendisini yakalamasını bekler. Peki köpeği neden istiyorsunuz? Kimin izini sürecek? Askerlerin mi?! –sonra Subay’a döndü;-Askerlerini geri çağır.

Subay, kimin emrine uyacağını bilemedi, bir Kriminolog’a, bir Savcı’ya baktı.

Savcı:

–Peki, askerleri çağır gelsin, -dedi. Sonra da Kriminolog’a dönerek sordu; Neler öğrenebildin?

Kriminolog:

–Av tüfeği ile vurmuşlar, tekli imiş. –Cesedin yanında bulup küçük bir plastik poşete koyduğu metal boş kovanı gösterdi;-Kovanı çıkarıp atmış, tüfeği yeniden doldurmuş. Öbür boş kovan ortalıkta yok, galiba silahta kalmış. Birinci kurşun omzunu parçalamış. Öldürücü olmasa bile, vaktinde önlem alınamasa zaten kan kaybından ölecekti. Yirmi, yirmi beş metreden, tahminen, -eliyle kalın bir meşe ağacını gösterdi;-bakınız şu ağacın arkasından sıkmışlar. İkinci kurşunu ise tenasül organına, hem de dayayarak sıkmışlar. Bu kurşunu yedikten sonra da hayatını kaybetmiş.

Savcı:

–Vay anasını, neresinden vurmuşlar baksana. İnsan oradan bir tekme yediğinde nefesi kesiliyor, kurşun yiyince nasıl olur-diyerek cesede yaklaşıp dikkatle kurşunun değdiği yere baktı, darmadağın olmuştu.

Belediye başkanı Kriminolog’dan sordu:

–Neresinden vurmuşlar dedin?

–Apış arasından.

Başkan ellerini şiddetle birbirine çarptı.

–İnan namus meselesidir. Be adam, ne ararsan saunada bulabiliyordun zaten…

Savcı etraftakilere göz kırparak Başkan’a:

–Biraz temkinli ol, sen de saunaya sık sık gidiyorsun.

Başkan, Savcı’ya gözlerini belertti.

–Şakanın zamanı değil!

Şoför Savcı’ya doğru yaklaştı:

–Şef, sizi yukarıdan istiyorlar,-dedi ve telefonu ona doğru uzattı.

Savcı telefonu alıp orada olanlara hitaben:

–Başladı!-dedi ve biraz uzaklaşıp telefonun öbür ucundakine seslendi.-Evet.

–General sizinle konuşmak istiyor.

On, on beş saniye geçmeden General’in sesi duyuldu:

–Merhaba!

–İyi günler generalim.

–Neredesin?

–Olay yerinde.

–Neler olmuş?

Savcı dönüp tekrar cesede baktı:

–Birlik komutanını vurmuşlar. Asayiş şubesinin elemanı da üzerinde çalışıyor. Başkan da burada, Emniyet Amiri de. Tabur Komutanı da yolda buraya doğru geliyor. Çalışıyoruz Generalim.

–Şunu aklından çıkarma, bu olayın failini meydana çıkaramazsan işinin duman olduğunu bilmelisin. Seni sevdiğimi biliyorsun, oturduğu koltuğu dolduran bir kadrosun. Ancak bu konuda başarısız olursan bana gücenme. Ben de yukarılara karşı sorumluyum. Anladın değil mi?! Ne gibi yardım gerekiyorsa hazırım. Kriminolog’un tecrübeli midir?

–Evet. Kriminologumuz ülkede bu konuda tek adamdır ve şimdiye kadar çözemediği bir olay olmamış.

–Ona söyle, eğer bu olayı aydınlatırsa seni merkeze alacağım, onu da senin yerine tayin edeceğim. Tanrı yardımcınız olsun! Hoşça kal!

–Teşekkürler Sayın Generalim!

Savcı telefonu kapadı, Başkan’ın yanına döndü.

Başkan kafasını yukarı doğru kaldırarak işaret etti:

–Yukarıdan mı?

Savcı:

–Hıı,-dedi, sonra da Kriminolog’a döndü;-Yukarıdan telefon ettiler. Eğer bu olayı aydınlatırsan seni benim yerime tayin edecekler.

Kriminolog çalışmasını bırakmadan:

–Sayın Savcı, Tanrı sağlıkla nasip etsin, benim sizin yerinizde gözüm falan yok. Yerimden de memnunum, yeter ki, çok görmesinler, Azrail’in çocuğunu kucağıma almak istemiyorum.

–Dostum, sen bu işi çöz, en büyük hediyeyi benden alacaksın. Korkma, beni görevimden almayacaklar be, eğer halledersen beni yukarıdaki basamaklara çıkarıp oturtacaklar.

Başkan:

–Garip insanlarsınız be, ceset ortada siz makam üzerinde pazarlık ediyorsunuz.

Savcı:

–Ne yapalım, herkes kazancını bir yerlerden çıkarıyor, biz de cesetten!

Kriminolog işini bitirdi:

–Sayın Savcı, cesedi alabilirler. Asıl sonuca otopsi ve balistik incelemeden sonra ulaşabileceğiz, ikinci kurşun hâlâ vücudundadır -bıçakla kazıyarak topraktan çıkardığı kurşunu da küçük bir poşete koyarak bilirkişiye verdi.

Deminden beri kurşunu kendi yemiş gibi bir kenarda suspus kesilerek sigaraları ardı ardına yakan Karargâh Komutanı nihayet konuştu:

–Aslında O çoktan görev yerini değiştirerek başka bir birliğe gitmeliydi. Sonunun kötü olacağını biliyordum. Yüz sefer söyledim, dinlemedi. Bu da karşılaştığı.

Savcı:

–Haklısın. Yedi, sekiz ayda üç olay, bu da dördüncü.

Komutan:

–İkinci olaydan sonra nasihat ettim, başka bir yere git dedim. Yukarıya da hem söyledim, hem de yazdım; ancak kınama cezasını ben almış oldum. Aslında birçok olay oldu da biz üstünü örttük, her şeyi yoluna koyduk. Askerî birlik değil tımarhane sanki. Biri kendini asıyor, biri silahıyla intihar ediyor, biri tüfeği nöbet yerinde bırakıp firar ediyor, biri asker arkadaşına kurşun yağdırıyor. –Dedikten sonra dönüp ters ters Savcı’ya baktı; -Sizlerin merhamet göstermenizden dolayı kimseler cezalandırılmıyor.

* * *

Albay:

–Şu Akademik yine ne halt karıştırmış?

Tabur Komutanı:

–Askerlere nutuk atıyor. Geçen sefer yemek konusunda neredeyse isyan çıkarıyordu. Sanki evlerinde her gün pilav yiyormuş it oğlu it. Hepsini öğrendim, meteliğe kurşun sıkan bir ailesi var. Doğru düzgün yemek bulamadığından bağırsakları kuruyan bir asistan gelip sıcak yemeği bulmuş başlamış kudurmaya. Görünen o ki, on gün hapishanede yatmak aklını başına getirmemiş. Biz buraya birilerine villa yapmaya gelmedik, amele değiliz, diyor. Onu destekleyenler de her gün artıyor. Ben hapse tıkıyorum, Karargâh Komutanı çıkarıp salıveriyor.

Albay:

–Zaten onu cesaretlendirip yoldan çıkaran da Karagâh Komutanı’dır. Önemli değil, onun yıldızlarından birini koparıp bilmem neresine yapıştırmazsam adam değilim. Yerime göz dikmiş, ensesinin kökünü görür. Sen şu işi hallet, hapishaneden çıktıktan sonra şu Akademik midir, ne Allah’ın cezasıdır, yolla gitsin en sonda bulunan nöbet yerine. Ben söylemeyene kadar da değiştirme, bırak sürekli olarak orada nöbet tutsun. Tutsun da aklı başına gelsin. Peki, bunları bir tarafa bırakalım, inşaatta durum nasıl? Fırsat bulamadığımdan dolayı bir haftadır gidip bakamadım.

–Her şey normal yolunda seyrediyor Komutanım, üç veya dört aya biter. Bir de yoldaş Komutan, fabrika yaptıran dostumuz var ya, yirmi-otuz asker istiyor, ne diyorsun, yollayalım mı?

Albay ayağa kalktı:

–Elli tanesi kendi işimizi yapıyor, on-on beş tane de ona yolla. Gözün de şu Akademik’in üzerinde olsun. Yine sağa sola yazarsa seni cezalandırırım.

* * *

Bahçenin ortasında kocaman gövdeli bir dut ağacı vardı. Bir dalına salıncak asılmıştı; ancak yıllardır kimse binip sallanmamıştı. Çocukların salıncağa binme yaşları çoktan geçip gitmişti; lakin onu açıp bir tarafa bırakmıyor, torunları için saklıyorlardı. Ağaçların tomurcuklanıp çiçek açmasından başlayıp ta yaylaya çıkana kadar…

…Kaç yıldır dağları düşman eline geçtiğinden yaylaya hasret idiler…

…Havalar ısınınca bu ağacın altına göçüyorlar, burada yiyip-içiyor, çoğunlukla misafirleri bile burada ağırlıyor, buradan da yolcu ediyorlardı.

Ağacın altında eski-püskü bir demir karyola vardı, kışın da dışarıda yağmurun, karın altında bırakıyorlardı. Üzerine eski bir palas yaymışlar, bir yatak, bir de büyük yer yastığı koymuşlardı. Baba, havaların ısınmasından başlayıp, suratını asarak her bir şeye soğuk soğuk bakıncaya kadar burada yatardı.

Dut ağacının altında oturmuşlardı. Evin hanımı öğlenden sonra pişirmeye başladığı bozbaştan1 bir kap alarak eşinin önüne koymuş, kendisi de çayını yudumluyordu:

–A Kişi, dört-beş ayı geçti çocuk askerdedir. Şuradan-şuracığa olsun bir defa bile yanına gidip yoklamadın. Komşumuzun oğlu da onunla aynı zamanda asker oldu, her hafta sonu eşini takıyor koluna çocuklarını görmeğe gidiyorlar. Bir defa da izin alıp evlerine getirdiler, çocukları tam bir hafta yanlarında kaldı. Var git komutanıyla tanış, ufak-tefek de olsa cebine bir şeyler kıstır, gözü çocuğun üzerinde olsun. Yoksa evladımızı sahipsiz zannederler. Tanrı’ya şükür durumumuz herkesten iyidir.

Adam elindeki ekmeği önündeki kaba doğraya-doğraya:

–Allah aşkına bırak da yemeğimi yiyeyim, yine başlama. Kalk da bir kuru soğan getir, soğansız bozbaş mı yenirmiş?

Ana, söylene söylene kalkıp soğanı getirdi:

–Kendin soğansız bozbaş yemiyorsun; ama çocuk orada ne yiyor umurunda bile değil.

Baba, yumruğu ile vurup soğanı ezdi ve cücüğünü çıkardı, alıp elma gibi ısırdı:

–Herkes ne yiyorsa o da onu yiyor. Tatile gitmemiş ki, asker olmuş. Ben iki yıl Çita’da hizmet ettim, anam-babam yanıma mı geldi?! Yoksa bize sabahları paça, akşamları da bozbaş mı yediriyorlardı? Kışın yazdığım mektubun cevabı yazın bin-bir güçlükle gelip bana ulaşıyordu.

Ana söylenmeği bırakmadı:

–O devir başka idi, herif. Buradan Çita’ya bir ay yol sürüyordu. Çocuğun yanına gitmek için ise bir saat gerekiyor. -Söylenmekten bir sonuç çıkmadığını görünce tavrını değiştirdi; -Kurbanın olayım Kişi, bundan otuz beş yıl öncesidir diye düşün ve beni görmek için buradan ta Bakü’ye gidiyorsun. Şimdi de beni özlemişsin diye var say. Ben de Bakü’de değil, bak şu görünen dağın öbür tarafındayım. Vallahi rüyada gördüm…

Adamı galiba zayıf yerinden yakaladı, Baba gülümsedi:

–Peki, yarın oğlanı yollarım, istersen sen de git.

Yine kafasını salladı:

–Komutan’la ben mi konuşacağım?

–Gidip görüşürsünüz. Komutan da nereden çıktı, oğlumuz çocuk mu?! Üniversiteyi bitirmiş, asistan olmuş. Özlediysen git gör. Benim bilmem hangi komutanın önünde yaltaklanıp kuyruk sallamaya ne vaktim var ne de hevesim.

O anda bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Büyük oğlu kapıyı açtı, dönüp arabaya bindi ve evin önüne kadar sürdü. Anne, oğlunun arabadan inmesini beklemeden kendisi kalkıp bahçe kapısını örttü. Oğlan elinde bir tomar gazete ile arabadan indi ve kapıyı örtüp dönen annesini kucaklayıp öptü:

–Kendim kapatacaktım, niye zahmet ettin, ana! –dedi ve masaya yaklaştı, elindeki gazeteleri masaya fırlattı;-İyi akşamlar baba,-sonra annesine döndü;-Ana bir tabak ta bana getir, açlıktan ölüyorum.

Baba:

–Dünyada ne var, ne yok?

–Kardeşimin birliğinde bir asker kendi tüfeği ile intihar etmiş.

Kadının masaya koymak istediği kap elinden düştü, yemek etrafa saçıldı, kendisi de olduğu yerde yığılıp kaldı:

–Uuuy, annen ölsün yavruuum!

Oğlu yerinden fırlayarak anasını kaldırdı ve dikkatli bir şekilde karyolaya oturttu.

Kadın sık-sık nefes alarak:

–A Kişi, gördün mü?! Sana kötü bir rüya gördüm demedim mi?

–Tamam hanım, yeter Allah aşkına? –Oğluna da sinirlendi, -Söyleyecek başka laf bulamadın mı? –İştahı küstüğünden yemeği bıraktı, kabı bir tarafa itti ve gazetelerden birini alarak göz gezdirdi, manşette kocaman harflerle şunlar yazılmıştı: “Asker kendi silahıyla intihar etti!” altındaki yazıyı okumadı ve gazeteyi masanın üzerine attı; -Neden intihar etmiş acaba?

–Baba, birisi komutanların çocuğa eziyet ettiğinden, diğeri, güya sevdiği kızı başka birine nişanladıklarından intihar ettiğini yazıyor. Başka birinde de, çocuğu kurşunlayıp öldürmüşler sonra da intihar etti diye bildirmişler, şeklinde yazıyor.

Adam, eşini teskin etmek gayesiyle:

–Gazetelerdir işte, baksana akıllarına ne geliyorsa onu yazıyorlar. Yazık oldu Sovyet hükümetine. Gazetede yalan haber mi yer alabilirdi, adamın anasını ağlatırlardı..! Şimdi ise her önüne gelen gazete çıkarıyor. Bizim traktör grubunun sorumlusu vardı ya, adam adını bile yazamıyordu, şimdi gazete çıkarıyor. Kapıdan kovuyorlar pencereden giriyor. İstenmeyen bir olaydır olmuş. İnsan yolda giderken bile düşüp ölebiliyor. Evvelki yıl komşumuzun oğlunun elindeki tüfek ateş alıp herkesin gözü önünde posta müdürünün oğlunu vurmadı mı?! Gazeteler ne yazdı, güya bunlar kan düşmanı imiş, ne bileyim arada para meselesi varmış, varmış da varmış..!

Kadın bir bardak su içtikten sonra azıcık olsun kendine geldi:

–Sen de her şeyin üzerini sıvayıp örtüyorsun. Geçen gün ANC kanalında gözlerimle gördüm. Usta askerler acemileri dövüyordu. Telefonla kaydetmişlerdi. Bizim oğlan da acemidir.

–Yahu hanım sen nereden bileceksin usta nedir, acemi nedir?

–Neden, ben bu ülkede yaşamıyor muyum?! Gazete okumuyor muyum?! Konu-komşunun çocukları askerde değil mi?!

Adam bir sigara yaktı, aslında içi sigaranın ateşinden de beter yanıyordu, ancak pek belli etmiyordu. Umursamaz görünerek yeniden hanımına döndü:

–Askerlik, erkeklik okuludur hanım, onun için kadınları almıyorlar. İnsanı döverler de, küfür de ederler, hatta tuvalet bile temizletirler! Beni de dövdüler, küfrettiler, o kadar tuvalet temizlettirdiler ki, sorma gitsin. Senin oğlunun da hiç kimseden fazlası yok! –büyük oğlunu gösterdi; -İşte, erkek gibi askerliğini yapıp bitirdi, hem de çıkarma birliğinde. Bir defa bile olsun ne şikâyet etti, ne de yanına ziyaretine gittik.

–Bu, maşallah kaplan gibidir.

–Yiğitlik boy-bosla değil hanım, yürekledir, ben ona kurt yüreği yedirmişim.

* * *

Karargâh Komutanı’nın söylediklerinden Savcı pek hoşlanmadı:

–Bakın Albay, sen de melek değilsin. Tabur Komutanı’nı dövdüğün zaman hakkında soruşturma açmalıydık. Bir hafta hastanede yattı. O zaman bu merhum seni kurtardı, yoksa şimdi en fazla tabur komutanı olurdun.

Karargâh Komutanı, Savcı’nın söyledikleri karşısında sessiz kalmadı:

–Komutanın beni çok sevdiğinden dolayı mı savunduğunu zannediyorsunuz?! Tabur komutanını neden dövdüğümü hiç araştıran oldu mu? O zaman ben de dâhil suçluların hepsi cezasını almış olsaydı ne sonraki olaylar olurdu, ne de bugün Komutan’ı katlederlerdi. Şu kendini asarak intihar eden çocuk var ya, ortalığa yaydılar ki, güya sevdiği kız başkasıyla nişanlanmış, o da buna dayanamamış intihar etmiş. Çocuğun kanı batıp gitti. Evet, o çocuğun anasının ilenci bizlere dokundu. Bu ne ki, belki bundan da beter olacağız!

Başkan durumun gerginleştiğini görünce araya girdi:

–Eski yamalı bohçaları karıştırıp durmayın. Böylesi bir insanı kurşunlayıp katletmişler, ülke ayağa kalkmış siz ise neyi tartışıyorsunuz..! Yarın gazeteler neler yazacak onu da Allah bilir. Aşağılık herifler sanki köpek gibi koku alıyorlar. Demin nizamiyede üç-dört tanesi bitmişti, iyi ki, yaklaşmalarına izin vermediler.

1.Azerbaycan mutfağına has, et, nohut, patates, baharat vb. ile pişirilen bir yemek.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.