Kitabı oku: «Teselli»
TATAR HİKAYECİ ŞAMİL ALADİN’İN TESELLİ VE BEN ÇAR VE TANRIYIM HİKAYELERİ
Günümüzde Rusya Federasyonu’na bağlı Kırım Cumhuriyeti, çok uzun yüz yıllardan beri Türklerin yaşadığı güzel bir coğrafyadır. Karadeniz’in kuzeyinde ve otuz kilometrelik Or– Kapı geçidi kapatıldığında tam bir ada görünümünde olan Kırım, tarım zenginliği, Karadeniz sahillerinin güzelliği ve meyvelerinin nefaseti ile tanınır. Bitki ve hayvan çeşidi bakımından fevkalade zengindir.
Tarih boyunca çok hareketli bir alan olarak dikkat çeken Kırım, çok uzun süre Türk Tatar hanlıkları tarafından yönetilmiş, 1475 tarihinde Osmanlı devleti ile imtiyazlı bir sözleşme ile Devlet’in önemli bir unsuru haline gelmiştir. Doğal olarak bu dönemde kültürel anlamda da çok önemli gelişmeler kaydeden bölgede, başta Kırım hanları olmak üzere çok sayıda kültür adamı yetişti. Fakat 1784 yılında Rusya ile yapılan savaşlar sonucunda Kırım Rusya’ya ilhak edilince bu zengin Türkçe birikim yerini suskunluğa bıraktı. Halkın ve aydınların önemli bir bölümü Osmanlı ülkesine göç etti. Kırım Tatarlarının sayısı giderek azaldı. Kırım siyasî ve istisadi bağımsızlığını kaybetmenin yanında, kültürel açıdan da tam bir kıskaca alınmıştı. Zaman zaman görülen kısmi rahatlamalar da kısa süreli oldu. 1928 ve 1931 yılları arasında da, toprakları ellerinden alınanların direnmesi üzerine kırk bin civarında Kırımlı Ural bölgesine sürgün edildi. 1931– 1934 yılları arasında yaşanan kıtlık da, Kırımlılara çok pahalıya mal oldu. Bundan sonraki yıllarda da, Ruslaştırma icraatlarına karşı gelen sayısız Kırımlı aydın öldürüldü yahut sürgün edildi. İkinci Dünya Savaşı ise bir başka büyük felaketle geldi. Almanlar Kırım’ı işgal ettiklerinde bir çok Kırımlı, Şark İşçisi adı altında kafileler halinde Almanya’ya sevkedilmiş ve yerlerine Almanların yerleştirilmesi kararı alınmıştı. Buna karşı çıkan Kırımlılar şiddete tabi tutulmuş, 168 Türk köyü yakılıp yıkılmıştı. Almanların çekilmesinden sonra Kırım’ı yeniden işgal eden Ruslar, bir çoğu Rus ordusunda Almanlar’a karşı savaşmış olan Kırımlı Türklerin tamamını sürgün ettiler. Tarihte emsali görülmemiş bir hadise olarak 1944 yılında alınan bu kararla, Kırım’da tek Türk bırakılmadı; bu sürgünde sayısız insan, vahşice dolduruldukları vagonlar içinde ve gittikleri sürgün yerlerinde can verdiler.
Bu sıkıntılara rağmen Kırımlı aydınlar özellikle her fırsatta eğitim ve kültür alanında çalışmalar gerçekleştirdi, millî edebiyat yolunda çalışmalar yapıldı. Bunda Gaspıralı’nın kurduğu Usul– i Cedid mekteplerinin büyük etkisi oldu, pek çok aydın, halkı cahillikten kurtarmak ve medenî seviyeyi yükseltmek için çalıştılar
Baştan itibaren bütün Türk dünyasında olduğu gibi şiir Kırım Türk edebiyatında da hep başat konumda oldu. İkinci Dünya Savaşından sonra bunun değiştiği, şiir yanında nesrin de öne çıkmaya başladığı görülür.
Bu arada dikkat çeken hususlardan biri de 20. Yüzyılın başından itibaren Rusya coğrafyasında ortaya çıkan fikri tartışmaların kaçınılmaz olarak bölgedeki Türk topluluklarını da etkilediğidir. Özellikle 1917 Bolşevik devriminden sonra pek çok Türk yazar ve şairi de edebî eserlerinde yeni hayatın heyecanını yaşatmışlar, sosyalist fikir ve düşüncelerini ifade etmiş ve bunu topluma aşılamaya çalışmışlardır. Ama bu çabalar da Tatar halkına olumlu bakılması konusunda sonuç vermedi ve Stalin dönemde yaşanan katliamlar, Kırımlı aydınların hemen hemen tamamının yok edilmesi, sürülmesi veya hapishanelerde sürünmeleri neticesinde Kırım edebiyatı ciddî bir durgunluk dönemine girdi. Nazi işgal kuvvetleriyle iş birliği yapmakla suçlanan Kırım Türkleri, 1944 yılında yapılan katliamdan sonra toplu olarak Ortaasya içlerine sürüldüler. Sürgün yeri olan Özbekistan’da Kırım Türklerine uygulanan “Özel İskân” rejimi ile, büyük şehirlere yerleşmeleri, ziraatle uğraşmaları, askerlik yapmaları engellendi. Kültürel gelişmeleri tamamen durdurulan Kırım Türklerinin tarihleri ve kültürel mirasları yok sayılmış, Kırım’da onları hatırlatacak her şey imha edilmiştir. On yıldan fazla süren bu mecburi suskunluk dönemi, 1950 yıllarının sonlarına doğru partinin kontrollü bir şekilde geri çekilmesiyle sona erdi. Bundan sonra Kırım Türkleri sosyal, iktisadî ve kültürel haklarının korunması, etnik varlıklarının tanınması ve Kırım’a dönüp orada yaşama hakkı kazanabilmek için mücadele etmeye başladılar, en başta da Kırım Türkçesi konuşma ve edebî dilinin, edebiyatının ve sanatının geliştirilmesi için gayret gösterdiler. Bu faaliyette 1 Mayıs 1957 yılında Kırım Türkçesi ile yayımlanmaya başlayan “Lenin Bayrağı” gazetesinin olumlu rolü oldu. 1957 yılında, Özbekistan Yazarlar Birliği içinde oluşturulan Kırım Tatar Şubesi, Kırım Türk edebiyatının durgunluk dönemine canlılık getiren mühim bir hadisedir. Bu şubede Stalin mezaliminden kurtulup sağ kalabilen Şamil Alâdin, Abduraim Altanlı, Abdulla Dermenci, Eşref Şemizâde, Yusuf Bolat, Ziyadin Cavtöbeli, Raim Tmçerov, Reşid Murad, Fetta Akim, Gafar Bulğanaklı gibi yazar ve şâirler toplanarak Kırım Türk edebiyatını canlandırmaya çalıştılar.
1968 yılında Gafur Gulam Neşriyatı bünyesinde kurulan Kırım Tatar yayınları bölümünün oluşturulması, Kırım Türkçesi ile yılda 13– 14 kitap neşretme imkânını doğurdu. 1976 yılında Kırım Türkçesi ile hazırlanan “Yıldız” almanağı 1980 senesinde iki ayda bir çıkarılan “Yıldız” dergisine çevrildi. Bundan sonra yazılan roman, hikâye ve şiirlerin hemen hemen hepsi önce bu dergide yayımlanmaya başladı. 1968 yıllarında Nizamî adına Taşkent Pedagoji Enstitüsü’nde Kırım Tatar Dili ve Edebiyatı Bölümü kuruldu. 1970’li yıllarda Özbek, Kazak, Rus okullarında okuyan çocuklar artık ana dillerini de öğrenmeye başladılar. Ancak sistemin sıkı kontrolü ve katı baskısı, bütün sovyet edebiyatında olduğu gibi, hatta çok daha fazla bir şekilde Kırım edebiyatında hissedilmekteydi. Yazar ve şâirler eserlerinde duygularını, düşüncelerini hadiseler karşısındaki tavırlarını istedikleri gibi yazma hakkından mahrumdular. Öyle ki, eserlerinde Kırım, vatan gibi kelimelerin yasaklanması bir yana Kırım’ı hatırlatır korkusuyla deniz, dalga gibi kelimelerin bile kullanılması suç olmuştur.
Bugün Kırım edebiyatı gittikçe canlanmakta, yazar ve şâirler edebî dile her geçen gün daha fazla hâkim olarak eserler yazmaktadırlar. Artık Kırım Türkçesi ile yayımlanan gazete ve dergilerin tamamı da Kırım’a taşınmıştır.
ŞAMİL ALÂDİN’İN HAYATI VE ESERLERİ
(d.12 Temmuz 1912– ö. 21 Mayıs 1996)
Şamil Alâdin, Ay– Petrin Yaylası’nın kuzey yamacındaki Mahuldür köyünde doğdu. Çocukluğundan itibaren bölgenin geleneksel yaşam biçimi içinde yetişti, dağdan odun topladı, ağaç kesmeye gitti, tütün topladı. Yerel bir okulda ilk öğrenimini tamamladı. Eğitimine devam edebilmek için 12 yaşında Bahçesaray’a gönderildi. Burada tanıdığı hocası sayesinde edebiyata karşı ilgi duydu.Bu okuldun mezun olduktan sonra Simferopol Pedagoji Teknik Okulu’na (1928– 1931) girdi, Teknik okuldan sonra Moskova Edebiyat Enstitüsü’de açık öğretime başladı.
Daha Bahçesaray’daki öğrenimi sırasında şiirler yazmaya başlayan Şamil Alâdin bu konumuyla kısa sürede dikkatleri üzerinde topladı. Kendisi gibi sanat ve edebiyatla ilgilenen bir arkadaş gurubu oluşturdu.
1932 yılı sonunda askere çağırıldı. Ukrayna’da eski Konstantinov kentinde (1932– 1934) Kızıl Kazaklar 7. Alayı’nda görev aldı.1 Oradaki alay okulundan mezun olunca süvari takımı komutanı oldu. Askerlik dönüşü 1936’da Kırım gazetesi olan “Yeni Dünya”nın editör yardımcısı oldu. Sonra Dağıstan’a gitti ve orada bir dağ köyünde öğretmelik yaptı. Ardından Çirçik’de2 ikinci beş yıllık plan içinde yapılmakta olan Komsomol yolunun vinç operatörü olarak çalıştı. Bu çalışma yılları daha sonraları yayımlanan “Eğer Seviyorsan” (“Eger Sevensen”) romanının temelini oluşturdu. Şamil Alâdin 1939 yılında Kırım’a döndü, aynı yıl SSCB Yazarlar Birliği’ne üye oldu. Şamil Alâdin’in edebi kariyeri o kadar hızlı yükseldi ki, henüz 27 yaşındayken, 1939 yılında Kırım Yazarlar Birliği’nin başkanı seçildi. İlk kez, tüm SSCB genelinde T.G. Şevçenko’dan sonra gelen en parlak tercüman olarak ün kazandı ve “Anma Madalyası” ile ödüllendirildi. 26 Haziran 1941 yılında gönüllü olarak askere gitti ve Güney– Batı Cephesi’ndeki birliğe kumanda etti. 1943 yılı Şubat’ında yaralandı. Hastanede geçirilen iki buçuk aydan sonra, Kuzey Kafkasya Cephesi karargahına, oradan da Kırım’daki gerilla hareketinin karargahına gönderildi. 1944 senesinin Nisan ayında Simferopol’a döndü. Kırım Savaşı’nın yol açtığı “Hasarı Değerlendirme Komisyonunun” üyesi oldu. Şamil Alâdin, “Kaytarma” ansamblesini yapmak için sanatçıları bir araya getirmek amacıyla Aluşta’ya gitmek için Simferopol’den ayrıldı, döndüğünde bütün Kırımlılar gibi ailesinin de sürgüne gönderildiğine tanık oldu. Onu “yabancı insanlar” dairesine yerleştirdiler, sonra da gözaltına alınıp Kırım’dan ayrılmak zorunda bırakıldı. Pek çok Tatar aile gibi Özbekistan’a sürüldü. Özbekistan’da, Chinabad3 şehrinde, açlıktan ölmek üzere olan karısını ve küçük kızı Dilyar’ı buldu.
Yaklaşık dört ay Chinabad’da yaşadıktan sonra, Şamil Alâdin ve ailesi Andican’a taşındı ve yerel bir gazetede çalışmaya başladı. Altı ay sonra, 1945 yılı mayıs ayında SSCB Yazarlar Sendikası Başkanı Alexander Fadeyev’in desteğiyle, Taşkent’e taşınma izni aldı. Orada Gençlik Tiyatrosu Müdürü ve sonra Demiryolları Sarayı Direktörü oldu, 1949’dan itibaren Özbekistan Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu sekreteri olarak görev yaptı. Taşkent– V. Belinsky Pedagoji Enstitüsü’nde 1953– 1957 yılları arasında akşam öğrencisi oldu.
Şamil Alâdin, memleketine “geri dönmek için mücadele eden inisiyatif grubunun” aktif bir üyesiydi: Sovyet Sosyalist Komünist Partisi– Merkez Komitesinin liderlerine hitaben yazılan “Kırım Tatarlarının Anavatanları Kırım’a geri gönderilmesini” talep eden mektuplara imzalar attı, bir grup Kırım Tatarı milli hareketi katılımcılarıyla Moskova’ya gitti. Milliyetçi hareketteki aktif faaliyetleri yüzünden defalarca girdiği işlerden çıkarıldı.
Kendi çabasıyla kazandığı nüfuz ve yetkisini kullanarak; bir grup Kırım– Tatar aydınını bir araya getirip, yönetiyor; “Kaytarma” ansamblesinin kurulması için resmi izinleri alıyor; “Lenin Bayrağı” gazetesinde ve radyo programlarında Kırım Tatar dilini kullanarak aktif roller üstleniyor; G. Gulyama adlı yayınevinde editörlük yapıyordu. Şamil Alâdin SSCB Yazarlar Birliği’inden ihraç edilen Kırım Tatarı yazarlarının rehabilite edilmesini ve Yazarlar Birliği’nin yeniden kurulmasını talep ediyordu: Doğrudan katılımı ve özel girişimleriyle, Özbekistan Yazarlar Birliği bünyesinde “Kırım– Tatarı Yazarları Bölümünün” kurulmasını sağlamış ve birkaç yıl boyunca bu kurumu kendisi yönetmiştir. Ayrıca, Özbekistan Yazarlar Birliği’nin Edebiyat Vakfı Başkanlığı’na iki defa seçildi.
1980’den 1985’e kadar Şamil Alâdin Yıldız Dergisi’ni yönetti. Edebiyat alanındaki çalışmaları nedeniyle yazara “Sovyet Sosyalist Özbek Cumhuriyeti Kültürü Onur Üyesi” (1973) ve “Sovyet Sosyalist Özbek Cumhuriyeti Sanatının Onur Üyesi” (1982) ünvanları verildi. 1985 yılında Şamil Seyit oğlu Alâdin emekli oldu. Yaratıcı işler için, yazarın sessizliğe ve huzura ihtiyacı vardı, Taşkent yakınındaki Dormen’e yerleşti, burada yeni makaleler, denemeler, romanlar yazdı. Orada, Ukrayna’nın bağımsızlığı için savaşan Bogdan Khmelnitsky4 savaşında Kırım Tatar birliklerinin yardımıyla ünlü Komutan Togay– bey hakkında tarihi bir roman yazmaya başladıysa da bunu tamamlayamadı.
1994 yılında Şamil Alâdin ailesiyle birlikte Kırım, Simferopol’e döndü. Burada bir gün dahi edebi faaliyetine son vermedi: “Kremlin Mağdurları” adlı belgesel denemesi ve ardından Kırım Tatar halkının sürgünde yaşadığı zor yıllardan bahsettiği “Ben – Çarınız ve Tanrınızım” adlı otobiyografik hikayeyi gazetede yayınladı.
21 Mayıs 1996’da Şamil Alâdin, 84 yaşında öldü ve Simferopol’deki “Abdal” mezarlığına defnedildi.
Şamil Alâdin çok sayıda öğrenci yetiştirdi, bunların içinde Kırım Tatarı yazarlar da vardır. Hakkında M. Koschanov ve G. Vladimirov tarafından yazılmış pek çok yazı, deneme ve kitap yazılmış, televizyon filmleri çekilmiştir. Eserleri ortaöğretim ve yükseköğretim kurumlarının ders programına dahil edilmiştir.
Edebi Faaliyetleri
Şamil Alâdin edebiyata şiirle başladı. 1932 yılında, ilk şiir kitabı “Toprak Güldü, Gök Güldü”yü yayınlayan şair, (“Toprak Kuldi, Kok Kuldi”) 1935 yılında orduda geçirdiği yıllardan esinlenerek yazdığı “Kızıl Kazakların Türküleri” (“Kızıl Kazak’nın Yırları”) adlı şiir derlemesini neşretti.
1940 yılında ilk nesir eseri “Merdiven” adlı hikayesinin de bulunduğu “Ömür” adlı kitabı yayımlandı.
Şamil Alâdin’in yaratıcılığının çeşitlenmesi, Tatar tarihinin bir dönüm noktasına, yani halkının sürgün edilme dönemine denk düştü. Yazarın farklı dillere tercüme edilmiş, 70’in üzerinde eseri bulunmaktadır.
Onun sanat hayatında 1979’da yazdığı “İblisin Ziyafetine Davet” adlı kısa romanı özel bir yer tutar. Eser, 1979’da Sovyet hükümetinin Rus olmayan halkların milliyet bilincinin en ufak tezahürünü, acımasızca bastırdığı döneme aittir. Bu eserinde milli kahraman Hüseyin Toktargazi’nin ağzından, Kırım Tatar halkının birliği ülküsünü anlatır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra, Şamil Alâdin savaş temaları üzerine “Çavuş Oğlu”, “Teselli”, “Eğer Seviyorsan” “Rüzgardan Sallanan Fenerler” gibi çeşitli hikayeler yazdı. Hayatı öğrendiği Siriderya steplerinde5 geçirilen onaltı yıl meyvesini verir ve 1971 yılında “Yeşilli Kız” hikayesini yazar, 1972’de hikaye ve kısa romanlarından derlenmiş “Elmas” adlı kitabı çıkar. 1987’de Şamil Alâdin’in eserlerinden oluşan Pınarlar (Çoraçıklar) adlı derleme yayınlanır.
Şamil Alâdin’in çalışmalarının esasını Kırım temaları oluşturmaktadır. Yazarın bizzat kendisinin de yaşamış olduğu, yazarları ve şairleriyle birlikte tüm halkın kendi topraklarından sınır dışı edilmesi ve daha sonra anavatanlarına dönme sürecini derin ve geniş perspektifteki tarihi incelemeleriyle anlatmış bu yaklaşımıyla kuru tarihi bilgilerin ötesinde meseleyi sanatsal bir yaklaşımla yeni nesillere taşımıştır. Şamil Alâdin , mevcut sorunları kişisel izlenim, tecrübe ve hatıralarla birleştirmeyi başaran bir edebiyatçıdır.
Şamil Alâdin’in burada Rusça’dan çevirdiğimiz iki hikayesi tema olarak birbirine yakındır. Bunlardan ilk olan Teselli, şairin çocukluk yıllarını, bu dönemdeki Tatar halkının yaşamını ve yavaş yavaş filizlenmekte olan sosyalist düşüncelerin bu halk arasında nasıl algılandığını dile getirir.
İkinci hikaye olan Ben Çar ve Tanrıyım ise bu kez İkinci Dünya Harbi sonrası Kırım’da yaşananları dile getirir. Yazar bizzat kendisi de bir davaya inanmış, ona destek olmuş ama sonuçta sadece kendisi için değil bütün Tatar halkı için de felaket bir senaryo ile karşılaşılmıştır. Bu kez de bu düş kırıklığı anlatılır.
Her iki hikayenin ortak noktası yalın bir gerçeğe yaslanmaları ve hikayenin kurgusunun bunun üzerinden yürümesidir. Yazarın samimiyeti okuyucu ile de buluşur ve bu avantaj hikayeyi kolay okunur ve inanılır kılar.
TESELLİ
1
Bademlik köyü, Kök Kartal dağlarının eteklerinde gürleyerek akan Tilki Geçti deresinin iki yakası boyunca uzanan meşe ve kayın ağaçları arasına yerleşmişti. Hatırlananlara göre köy, seneler evvel badem ağaçları arasında adeta kaybolmuştu. Ama geçmiş yıllarda bir yaz, vadiye kar yağınca tüm badem ağaçları mahvoldu. Tecrübeli köylüler bu hadiseden sonra, evlerinin avlularına badem yerine ceviz ağaçları diktiler. Ağaçlar büyüdü, dalları Tilki Geçti deresi üzerine uzandı, köy ceviz terekleriyle donandı ama köyün adı evvelki gibi Bademlik olarak kaldı.
Baharda aşırı yağmurlar yağarsa, yüksek yamaçlardan aşağı sele dönüşür, köyü ikiye bölüp, çağlayarak Tilki Geçti deresine kavuşur. Dere yatağından taşar, öyküre kudura önüne çıkanı kırar, kütükleri önüne katar, bağları, bahçeleri evleri yıkar, uğuldayarak çekip gider…
Sağanak geçince, ahşap damlı evlerden kürk kalpaklı, çarıklı adamlar çıkar, ellerine kazma kürek alıp yola düşer, yıkılan evlerini, oyulan yollarını düzeltirler.
Ama daha bir hafta geçmeden, dağ başını gene duman alır. Bademlik üzerine kurşun renkli bulutlar ağar. Ahali tekrar tehlike altında tetikte bekler.
Kök– Kartal dağları uzak değil. Oraya çıkmak için sadece iki geçit var, bunlardan biri Köpek– Boğazı. Ona tilkilerin yaşadığı yoldan ulaşmak mümkün. Kayaların içinde bir mağara var, tepedeki deliğin kenarından tutunup, ellerinden güç alıp, önce ayakları, sonra başı dışarı çıkarmak gerek. Bu iş büyük güç ve cambazlık ister. Fikrimce, buraya böyle ad konulmasının sebebi, mağaradan tepeye çıkarken, bu deliğin köpek boğazı gibi dar olmasından dolayı. Diğer geçidin adı, Erikma, bu yüksek kaya ortasında açılmış derin bir çatlak. Bu mağaranın içinde daima soğuk sular şırıldayıp durur, lâkin dışarı çıkmaz. Duvarlarında yarasalar, ayakları kaya çıkıntılarına ilişik, başları aşağı sarkık… Bu yarıktan geçersen Babuğan yaylasına çıkarsın. Ama buradan geçmek için yerde değil, yüksek duvar kertiği boyunca yürümek gerekir, yoksa su birikintisi içine yığılıp yok olursun… Kök Kartal tepesine çıkınca gözünün önüne müthiş bir dünya serilir. El değmemiş dağlar, vadiler, hoş kokulu çamlar, şelaleler, yabani keçiler, geyik ve karaca sürüleri ve diğer mucizeler artık önündedir.
Aşağıda Bademlik’in içinde yaşayanların, hemen hemen hepsi fukara adamlar. Yalnız iki kişi var, köyün verimli toprakları onların elinde. Biri Kâzım Bey, Cuma Camii’nin yanında süslü konağın sahibi. Diğeri ise Türk Ekrem bey, uzun tütün hangarlarına ve depolarına bitişik cam verandalı evin sahibi…
İhtiyar köylülerin anlattıklarına göre, Ekrem bey bu köye eline tek bir mala alıp gelmiş ve sekiz yıl içinde o derece zenginleşmiş ki köyün yarısını ele geçirmiş. Kazım Bey ise babası Resul efendinin vefatından sonra edindiği miras sayesinde bu konuma gelmiş. Bu iki beyin bahçelerinde ve tütün tarlalarında bütün köy maraba olarak çalışmakta.
Cuma günleri işten çıkan ahâli, kırlardaki kütükleri diplerinden söküp, taşlarından temizleyip mera yahut çayır açıyor ya da oralara buğday saçıyor ve zerzevat dikiyor.
Ama elde edilen kısıtlı ürün, geçinmek için kâfi değil. O sebeple köylüler tan ağarırken döşeklerinden kalkıp bir dilim ekmeği ve bir sarımsağı bohçalayıp, yüksek dağlara gider, bütün gün geçit vermez yüksekliklere, kayalara tırmanıp, akşam geç vakitte sırtlarında yarımşar çuval fındıkla eve dönerler. Sonraki gün bunları kağnıya yükleyip, dağları aşıp, nihayetsiz çöller ve bitmez tükenmez yollardan geçip Kızıl Yar6 pazarına götürüp satarlar, böylece onmayan– öldürmeyen bir ömür sürerler. Kazandıkları parayla çöl beteri şehirlerden, buğday ve et alır, böylelikle ne yapıp edip bahara kadar hayatlarını devam ettirirler, yaz gelince de onları üzüm ve meyveler kurtarır.
Tabiat, ömürlerini ağır emekle geçiren bu adamlara acıyor olsa gerek, onlara güçlü bir beden ve dayanıklılık bağışlamış. Bademlik’te yaşı yüz on, yüz yirmiyi aşmış ihtiyarların sayısı az değil. Akşamları köy kahvehanesinde minderler üzerine bağdaş kurup oturarak, ellerinde kahve fincanları sohbet ediyor, babalarının 1812 senesinde Rus Generali Platovnin’in atlı süvari alayında Fransızlara karşı nasıl cenk ettiklerini anlatmayı seviyorlar.
Kahvehaneye sadece ihtiyarlar değil, gençler de gelir. Burada biri keman, diğeri def çalar. Kimileri Kaytarma7 oynar ya da türkü söyler. Kahvehane önündeki meydandan yükselen oyun ve şarkı sedaları etraftaki kayalıklarda yankılanır. Genç gelinler geç saatlere kadar evlerinin sofalarında oturup uzaktan duyulan türküleri dinler, gecenin ilerleyen saatlerine kadar keyif çatan kocalarını beklerler. Ramazan ayında oruç tutmaya niyetlenenler, sahur vakti yemek yerler, onbeş– yirmi genç, gecenin yarısında minareye çıkıp, hep bir ağızdan ramazan– ı şerif ilahileri okur, ardından tüfeklerle kulakları sağır edercesine ateş ederek, müslümanları uykudan uyandırırlar.
Allahın ve insanların unuttuğu bu küçük köy, kendi kendine böyle yaşayıp gitmekteyken yirminci asır başında ortaya çıkan ağır vakalar, onu da yakıp yandırdı, dağlıların yüreklerinde heyecanlar doğurdu. Kök– Kartal’a giden yol başında duran Selahattin ağanın iki katlı evinde ve bahçeciğindekiler de bu etkiden uzak kalamadı.
Selahattin ağa, elli yaşında kuvveti yerinde bir adam. Dağlardan ağaç kesip, onları kızakla eve taşıyıp, arbaş, pulluk, dirgen, tırmık yapar. Marangoz olduğu için komşuları ona Dülger lakabını takmışlar, saçı– sakalı kızıl olduğu için bazı komşuları ise ona Kınalı Selahattin der.
Selahattin Ağanın evi önündeki küçük yeşil bahçesinde elma, armut, şeftali, kayısı ballanıp olgunlaşmakta, ocaklarında domates, biber, havuç, soğan, sarmısak ve bakla pişip, kıvama gelmekte…
Selahattin’in bir kızı ve üç oğlu var. Aslında altı erkek evladı vardı; dört yıl evvel büyük oğlu Ayder, bir gece kurt avlamak niyetiyle Göbek– Tekne deresine gitti ve bir daha dönmedi. İkinci oğlu Tevfik, önceki sene öldü. Bunaltıcı bir yaz günü Selahattin Ağa evde değildi, ormana gitmişti. Tevfik evin bahçesinde dolaşırken kayısı ağacının dibinde büyük bir yılan gördü. Eve gelip babasının av tüfeğini aldı, silahı atışa hazır hale getirdi. Sebzelerin arasında yılanı ararken bir anda tökezleyince elindeki silah patlayarak boğazından yaralanıp öldü.
Şimdi evde üç oğlu, Fikret, Rüstem ve Mithat ile yegane kızı Seyyare var.
Kınalı Selahattin’in elinden hayatı boyunca bir kerecik olsun baltası düşmemiş, bu sebepten parmakları içe bükülüp kalmış… Elleri nasırlaşıp kabalaşmış, tırnakları çatlamış, kırılmış.
Selahattin ağa, bu evdeki herşeyi kendi kurmuş, kendi yapmış. Bu sebepten, dişi ve tırnağı ile inşa ettiği bu evin avlusunda, ambarda, ahırda ve kümeste örnek bir tertip sezilmekte. Karısı Tenzile, iyi kalpli, hoş çehreli, tombulca bir kadın. Kocasının katı ve zor, ama kimi zaman da şefkatli ve âlicenap olabilen tabiatına çoktandır alışkın…
Dülger adeti üzere her gün tan ağarırken kalkar, kızağını koşar, çıkınına bir dilim ekmek ve bir baş soğan koyar, evin işlerini Seyyare’ye bırakıp, oğlu Fikret’le birlikte dağa çıkıp gider.
Ama eskiden beri ihtiyarlar; kız çocuğu evinin misafiridir! derler. Bahar akşamlarının birinde Selahattin’in evine sağ kaşının yarısı beyazlamış Kurt Şerif geldi. Oturdular, aş yeyip kahve içtiler. Sofra kaldırıldıktan sonra erkek kardeşler yan odaya uykuya geçince, ihtiyarlar gizemli bir fısıltıyla uzun bir konuşma yaptılar. Sabaha Seyyare’nin köydeki boyacı Bilal’in oğluna nişanlanacağı dedikodusu yayıldı.
Bir kaç ay sonra, fındık ağaçlarının yaprakları bahçede dökülmeye başladığında, dört gün, dört gece düğün yaptılar. Düğün töreninden sonra davul çaldırarak Seraye’yi gelin arabasına oturtup, şairane bir adı olan güzel, saray gibi zengin Kök– Köz köyüne alıp gittiler.
Evde üç oğlan kaldı.
O sırada uzak Rusya’da iki seneden beri savaş devam etmekteydi… Birinci Cihan Harbi… Bu meşakkatli günlerin birinde, Selahattin ağayı Volost8 idaresine çağırdılar… Tenzile yenge bütün gün üzüntüsünden bir yerlere sığamadı. Akşam Dülger heyecanlı ve perişan bir halde dönüp geldi. Sofra başında ağzından tek söz çıkmadı. Aşağı inip sigarasını yaktı ve geç vakit olmasına bakmadan komşusu Keski Mustafa’nın evine gitti, epey vakit geçtikten sonra evine dönüp, karanlık odada sedirin üzerine uzanıp yattı.
Rüstem sofa önündeki duvar boyunca uzanan taş sedire oturmuş:
– Size ne oldu baba? Keyfiniz yok, dedi.
Dülger cevap vermedi. Bir süre sonra içerden bir hırıltı işitildi. Tenzile yenge başını sağa sola sallayarak:
– Görmüyor musun yoruldu galiba, dedi oğluna. Bir belâya mı maruz kaldı diye ben de korktum. Bırakalım uyusun. Yarına kadar tekrar canlanır, sarmısak gibi dirilir.
– Ben bir şey anlamadım. Tamam uyusun da! Lakin simâsı iyi değil, dedi Fikret, anasına korku dolu gözlerle baktı, aklından kötü şeyler geçti.
– Bunda bir iş var!
– Başka ne olabilir ki oğlum? Tenzile yenge gamlı bir sesle sorduğu sorunun cevabını beklemeden odasına gitti.
Fikret ve Rüstem ikinci kattaki sofaya çıkıp, yataklarına yattılar. Rüstem anında uykuya daldı. Fikret ise uzun süre yatakta döndü durdu, bahçeden gelen çegirge seslerine, ceviz ağacının dalına tünemiş baykuşun usulca ötüşüne kulak kabarttı, bugün– yarın cepheye çağrılabileceğini düşündü.
Baba tan ağarırken kalktı. Çift yüzlü baltasını aldı, her zamanki kahvaltısını, ekmek ve sarmısağı çıkınına sardı, atını avluya çıkardı, sonra ağır ağır asma kata çıktı. Geniş sedir üzerinde kucak kucağa uyuyan oğullarının yanında dineldi. Dülger, oğullarının gamsız çehrelerini hayli vakit süzdü, onların derin uykusunu bölmeye kıyamasa da, dağlar ardında gök gittikçe ağarmakta, bağlarda ve bahçelerde kuşların cıvıltısı hepten artmaktaydı. Uyandırmasa geç olacak!
– Fikret! dedi yavaştan, Selahattin ağa, oğlunun omuzlarına dokundu.
Oğul gözlerini araladı, babasına baktı baktı, sonra duvara döndü.
– Kalk oğlum, kalk, dedi ihtiyar, omuzlarından sarstı.
Fikret gözlerini açtı.
– Kalk, ormana gitme vakti!
Fikret ayağa fırlayıp kalktı, hızla giyindi, merdivenlerden aşağı sofaya indi. Kilerdeki süt kovasına maşrapayı daldırıp süt aldı, ekmeği ısırırken çarığını ayağına geçirdi ve avluya çıktı. Atının yularından tutu, dağa doğru taşlı– tozlu dik yol boyu yürümeye başladı. Selahattin ağa baltasını ve bohçasını alıp oğlunun ardında gitti.
Güneş Kuş – Kaya ardında yükseldiğinde, baba oğul Kara Fırtına deresine varmışlardı. Biraz soluklanıp kıvrılarak yükselen yokuşu çıkmaya devam ettiler. Kuzgun– Çokrağı9 yolu yeterince dikti. Selahattin ağa su kaynağında atını suvardı, ön ayaklarını kementleyip orman içine bıraktı. “Git, karnını doyur” – dedi. Sonra çıkınını açtı. İri kepekli buğday unundan pişirilen ekmekten bir dilim kesip Fikret’e uzattı, diğer dilimi kendi aldı. Baba ve oğul at arabasının göldesinde oturup ekmeklerini sarmısakla katık edip yediler. Sonra Selahattin kalkıp, at arabasındaki artık ılımış olan su kabından su içti. Baltasını alıp, kalın yüksek sık ağaçlar arasına girdi.
Baba oğul ağaçları kesip, dallarını sıyırdılar, kalın uçlarını çatıp, kütükleri arabaya doldurup eve döndüler.
Bademlik üzerine karanlık çökmeye başladığında avlu kapısı açılmış ve ağaç yüklü araba içeri girmişti.
Akşam yemeğinden sonra, Selahattin ağa kahırlı gözlerini karısına doğrulttu. Karısı onun ciddi birşeyler diyeceğini sezdi.
– Fikret’in köyden gitmesi gerek, dedi.
– Niçin? -diye şaşırdı Tenzile yenge. Bir şey mi oldu?
– Onu askere alacaklar, kaçıp, gitmesi gerek ki kimse yerini bilmesin. Keski Mustafa’nın oğlu Settar da gizlenmek istiyor.
İkisi de sustu, düşüceliydiler.
– Settar, Çar hakimiyetine hizmet etmek istemiyor. Selahattin ağa sözüne devam etti.
– Fikret de onunla beraber olsun… Padişah hazretlerinin bizlere karşı merhametini gördük, ondan bize hayır gelir diye beklemeye hacet yok. Ekrem bey, Kazım bey, elbette bekleyebilirler. Fikret ya Settarla kaçar, yahut benimle birlikte Kızıl Yar’a gelir. Başka çare yok.
– Kızıl Yar’a gitse kurtulacak mı?
– Bilmem, belki … Onbaşının gözlerinden uzak olsun yeter. Biz ana yoldan gitmeyiz, tali yollardan gidersek kimse bizi yakalamaz.
– Ya Çongar’da? Köprüden geçebilecek misin?
– Bir şeyler yaparız… Selahattin ağa lafını kısa kesti, çünkü köprüde yakalanabileceğini düşünmek istemedi.
Tenzile yenge suskun, kocası düşünceliydi. İçeri Rüstem girdi, sessizce eşiğin önündeki kilim üstüne çöktü.
– Bu saate kadar niye uyumadın sen, diye sordu Selahattin ağa. Fikret nerede?
– Kapı önündeler. Settar ağayla duruyorlar.
– Çağır, hemen gelsin!
Rüstem yıldırım hızıyla gitti ve beş dakika sonra içeri Fikret girdi. Babasının gözlerindeki endişeyi, annesinin düşkün halini farketti, evde durumun iyi olmadığını anladı.
– Fikret! – dedi baba yavaştan, ama ona değil Rüstem’e baktı, gidip dışarıyı yoklaması için başıyla işaret etti. Fikret, oğlum!
– Ne diyeceksiniz baba, sizi bir şey mi rahatsız etti?
– Zaman fena oldu. Sen, benim büyük oğlumsun, benim aklım fikrim senin geleceğinde. Ekrem beyin oğlu gibi yaşamanı istemiyorum. Bu cengin nasıl biteceği belli değil, lâkin bittikten sonra da adamlar, “Fikret Çarın tahtı için hizmet etti” derler ise pek kederleneceğim.
– Anlamıyorum sizi, baba!
– “Çar çoktan mağlup oldu” deniliyor. Selahattin istemeden heyecanla söylemişti.
– Nasıl yani?
– Bilmiyorum, lâkin öyle diyorlar. Senin niyetin ne? Nasıl yaşamak istersin? Bunu bilmeliyim.
– İnsanları savaşa gönderiyorlar. Ben nasıl edip kenarda kalırım?
– Nasıl etmeli? Settar oğlunun gözlerine endişeyle baktı. Her şeyin bir çaresi var. Bu savaş sadece fukaraların, bizim gibilerin kanını döker. Öyle diyor Settar. Bu cenkler zenginler için.
– Settar saçmalıyor, dedi Fikret, sesi yükseldi. Dünya yaratıldığından buyana büyüksüz– küçüksüz, aşağısız– yukarısız bir hayat olmadı. Tabiatın kanunu böyle. Birileri çalışır, birileri çalıştırır.
Dülger bir anlam veremeden şaşkın oğluna döndü:
– Ya herkes çalışsa, kimse kimsenin alın terini sömürmese … öyle mümkün değil mi?
– Öylesi, hiç bir zaman olmadı.
– Bizim evimizdeki bu züğürtlük… Zaruret mi?
– Yok. Benim için, zannedersem sizin için de, bir değil birkaç atımız olabilseydi iyi olurdu; çeyrek dönüm değil daha büyük arazilerimiz olsaydı… İşte o vakit hayatın bir anlamı olurdu…
– Kim verecek bize bunları? – Selahattin ağa kollarını iki yana açtı. Ekrem bey mi?
– Bilmiyorum baba, – diye cevap verdi Fikret. Ama onlara sahip olmak güzel.
– Sen genç bir adamsın, Fikret!.. Ama çocuk da değilsin! İyi düşünmelisin? Söyle bana, Settar’la aynı fikirde değil misin?
– Settar kim ki, onun fikrinde olacağım! Keski Mustafa’nın oğlu işte…
– Peki ne konuşuyordun onunla bu kadar uzun?
– O ormana kaçmayı teklif etti.
– Sen ne dedin?
– Kaçmak da neymiş? Bu küçük köyden kaçan beş altı adam ne yapacak dağlarda?
Selahattin ağa, kokulu tütün çubuğundan birkaç nefes çekti, sonra boğuk bir sesle:
– Sen bu hayatta az şey öğrendin. Fikirlerin göklerdeki bulutlar içinde… Diyorum ki, senin saklanman gerek.
– Kimden?
– Onbaşıdan… Nahiye Kurulu’nun denetiminden. Anladın mı? Saklanmazsan seni savaşa gönderecekler. Bana öyle bakma! Sana hakikatleri anlatıyorum. Üç gün sonra seni askere alacaklar. Ben cahil bir adamım ve ihtiyarım… Kazım bey ve Ekrem bey köyün gençlerini askere göndermeye pek kararlılar. Demek ki olara böylesi lazım. Yarın tan ağarmadan köyden gitmen gerek.
– Nereye?
– Ben göstereceğim!
Ertesi gün Fikret evinde değildi. Ortalıktan kayboldu. Babası bir yerlere göndermişti, ama nereye? Bunu kimseler bilmiyordu. Birkaç gün sonra Selahattin ağanın kapısı çalındı, onbaşı avluya girdi ve Fikret’i sordu.