Kitabı oku: «Teselli», sayfa 2
– O Kök Köz Hastanesi’nde yatıyor, dedi Selahattin.
Onbaşı inanmayarak başını sağa sola sallasa da, başkaca soru sormadı ve ihtiyarın üstüne gitmedi. Kök Köz Hastanesi’ne varmak için dağlar taşlar aşmak gerekirdi. Dağlar ise kaçak kaynıyordu.
Bir ay içinde Bademlik’ten kırktan fazla adam cepheye alındı. Köy, kadınların figanıyla doldu.
Babasından sade ve sert bir eğitim almış olan Dülger Selahattin, kendi oğullarını da korku bilmez yiğitler olarak büyütmüştü. Yaz günlerinde hemen her hafta, ceviz ağacı dibinde Fikret ve Rüstemi güreştirip, izlerdi. Böylece onlara güreş kurallarını öğretiyordu. Eğer onlardan biri kural dışı davranırsa güreşi durdurur, akşam geç saate dek doğrusunu öğretirdi.
Güz gelip de ceviz toplandığı vakitte, Selahattin ağa en üstteki dala çıkıyor, bir şeye yaslanmadan, iki eliyle uzun sırığı cevizlere vuruyor, oğullarına da öyle yapmalarını öğütlüyordu… Selahattin ağa iyi bir avcıydı. Oğullarını sırasıyla avlanmaya götürür, tavşanı kendisi vurmaz, oğlunu teşvik ederdi. Eğer oğlu ilkini kaçırırsa, başka bir tavşanı avlamadan eve dönmezlerdi. Kuru ve sert topraklarda tavşan izi sürmesini; dağlarda gündüzleri çeşitli kuş seslerini ve geceleri vahşi hayvanların dövüşlerini ayırt etmesini onlara öğretmişti.
Rüstem’in tek merakı avcılık değildi. Onun en sevdiği meşguliyeti ata binmekti. At yarışlarının en ilginci düğün günlerinde olurdu. Köyde mert arkadaşı Mehmet’in düğününe epey hazırlık yapıldıysa da türlü sebeplerden ertelenmişti. Sonra babası demirci Kurtbeddin askere alındı. Sol kolunu kaybeymiş olarak döndüğünde karısına:
– Ayşe, dedi, benim kaç yıl daha yaşayacağım belli değil… Oğlum henüz çok genç olsa da, onu evlendirip, bahtını görmek istiyorum. Onun mürüvvetini, evlendiğini görmek istiyorum.
Bundan sonra Mehmet’in düğün günü belirlendi.
Düğünde çok davetli vardı, komşu Gavr köyünden en namlı üç delikanlı geldi. Lâkin Rüstem sakindi, üç gün üç gece Ak– Taban’ı besledi, atı uzun mesafelere koşturup nefes alışını izledi.
Yarış olacağı gün Rüstem atını avluya çıkardı, kaşağı ve fırçayla temizledi, kuyruğunu ve yelelerini sabunla yudu, kuruladı, kuyruğunu ördü ve ucunu düğümleyip bağladı. Öğleden sonra Cuma Camii’nin arkasından geçen dar sokakta gençler toplanmaya başladı. Rüstem ayaklarına Fikret’in çizmesini giydi, başına da kendi astragan kalpağını taktı ve Ak Taban’ın sırtına atlayıp, davetlilerin toplandığı sokağa gitti. Genci yaşlısı nefeslerini tutmuş, kuyrukları bağlı yarışa hazır atları ve genç yiğitleri seyrediyorlardı. Yarışlara alışık olan Ak Taban düğün ziyafeti verilen evin kapısından geçerken heyecanlandı; kibar başını kaldırıp, öne atıldı sonra geriye çekilip şaha kalktı.
Rüstem, atının dizginlerini çekiyor gideceği yöne çevirmeye çalışıyordu. Bu sırada düğün evinden iki genç kız çıktı. Birinin ipek saçları beline dek sarkmış, diğerininki ise bürümceği altında gizlenmişti. Kızların başlarında altın işlemeli fesleri vardı. Boyunlaından altın ve gümüş takıları şıngırdamaktaydı. İpek saçlı kız, Rüstem’e ve atına baktı, arkadaşına dönüp kasıtlı olarak yüksek sesle:
– Atını pek süslemiş. Anlaşılan en arkadan nal toplayıp gelecek, dedi.
Kızlar kıkırdaşıp gülerek çeşmeye doğru yürüdüler. Yüzleri ipek bir peçeyle kapalıysa da, Rüstem onları hemen tanıdı. Sarı saçlı olan, Gülara’ydı. Yukarı mahalledeki Gaffar ağanın kızı; yanındaki ise Kayışçı Nafi’nin kızı Zemine idi.
Bu şaka Rüstem’e dokundu, arkalarından bağırdı:
– Hangimiz nal toplayacak göreceğiz, ben mi yoksa ağan Veysi mi?
Kız durdu, yüzünü azıcık açtı:
– Ağam köye geldiğinde, siz Tarakçı Ali’nin evi yanında olacaksınız!
– Yanılıyosunuz, dedi yiğit, sonra alçak bir sesle sordu: Ya siz Gülara, düğünden niye ayrılıyorsunuz? Ne aceleniz var?
– Niçin soruyorsunuz?
– Yani, dedi Rüstem, kekelemeye başladı Ben bişey diyecektim de…
Gülara şakacıktan:
– Bana mı? Pek acelecisiniz. Haliniz belirsiz. Koşudan nasıl geleceğiniz belli değil!
– Şüpheniz mi var?
– Şüphem yok, öyle olacağından eminim!
Gülara yüzünü peçeyle yeniden örttü. Zemine’nin koluna girdi ve uzaklaştılar.
Önce çalgıcılar, ardından misafirler sokağa çıkıp, çeşmeye doğru yürüdüler. Meydanda halk toplanmıştı, yirmi genç atlarına binmişlerdi, davul ve zurna eşliğinde üçerli sıra oluşturdular, posta yoluna doğru yöneldiler. Genç kızlar kendi aralarında şu ya da bu oğlanı gösterip birbirlerini dirsekleriyle dürterek gülüşüyorlardı. Her biri kendi sevgilisinin yarışta birinci olacağını iddia ediyordu.
Atlılar Asma– Kuyu sokağında sıraya girdiler.
Çeşme önündeki meydanda oyun başladı. Davulcular tokmaklarını aynı ritimle vurmaya başladı. Yüz yaşındaki ihtiyarlardan en küçük çocuklara kadar herkes oynadı. Seyirciler oynamakta olan genç kızların fesleri ve oğlanların kalpakları altına kâğıt paralar kıstırdılar.
Düğünde şarap içip keyiflenen gençler, bellerinden silahlarını çıkarıp havaya ateş ettiler.
Ekrem Bey’in arabacısı Veli ile sünnetçi Osman’ın oğlu İbrahim halkaya girip, ellerini yukarı kaldırarak, Ah Benim Turnam oyunu oynadılar. “Aşağı in!” deyince çömeliyorlar, “yukarı kalk!” deyince kalkıyorlardı.
Bu oyun esnasında iki neşeli köylü, düğün evinden çeşme meydanına iki fıçıyı yuvarlayıp getirdiler, erkeklere şarap ikram ettiler.
Bu şenlik en üst seviyedeyken sesler birden kesildi, herkesin bakışı onbaşı Abdurrahman’a çevrildi.
– Kamçısını havada sallayıp
– Bu nasıl şamata, -diye kemçirdi. Bu nasıl aymazlık? Cephelerde adamlar padişah uğruna canlarını feda etmekteler… Ya siz… burada keyif çatıyorsunuz! Tez çalgıyı toplatın!
Çeşme meydanına bir ölüm sessizliği çöktü ve bu durum epeyce sürdü. Nihayet cemaâtin ortasındaki halkayı aralayıp Selahattin ağa çıktı:
– Abduraman dedi, ardından boğuk bir sesle konuşmaya devam etti, hepimizin oğulları silah altına yollandı. Senin için böylesi azgeldi de bir hafta evvel cephede tek kolunu kaybeden Kurtbedin’in oğlunun düğününü mü yasak edersin?
– Sen sus Selahattin, diye haykırdı onbaşı. Ben senin kim olduğunu bilirim. Sen iktidarın düşmanısın! Zaten seni Sibirya’ya sürmek lâzım!
– Evet bunu yapabilirsiniz, dedi Dülger, bu sizin için kolay bir şey.
– Yeter, karabacak, diye bağırdı onbaşı.
– Yosunlu yeşil bir taşın üstünde oturmakta olan aksakallı Vacip, – Oğlum, yüreklerimiz keder dolu. Cemaât, bedbaht halde. Kurtbeddin şu haliyle oğlunun düğününü yapıyor. Bu düğün kanuna karşı dersin! Allah senin cezanı vermez mi?
– İmparatorluk azap içinde, siz ise davul zurna eşliğinde oynarsınız, dedi, ihtiyar Vacip’e bakıp onbaşı. Kurtbeddin cepheden bir kolunu kaybederek geldi bu doğru, ama köye hastalık getirdiği de doğru. Her gün köyün erkekleri dağlara kaçmaktalar.
– Kurtbeddin değerli biridir, dedi Vacip, onu suçlaman doğru değil!
– O değerli adamın dili pek uzun.
– Allah yazısı. Er kişiye bir ölçü dil bağışlamış. Senin dilin kısa … Lakin bizim başımıza ne kadar belâlar getirdi bilir misin?
– Vacip Ağa, diye öfkeli bir halle dişini gıcırdattı, öyle ki onbaşının boyun damarları şişip kalktı. Ben hükümet temsilcisiyim! Beyaz sakallarına hürmetim olduğuna bakmadan, sizi…
– Sibirya’ya sürerim mi, demek istiyorsun? Beni Sibirya’yla korkutamazsın. Ben orda oldum… iki defa. Aşımı yedim – yaşımı yaşadım. Ben, Abdurrahman, senin deden Nezir’in gençliğini bilirim.
Onbaşı elindeki kırbacı çizmesinin konçlarına yavaşça vurdu, çevresindekileri ititip kakarak Asma Kuyu’ya doğru yürüdü.
– Ağzını tut, dedi Selahattin’e dönüp: Bir daha boş lakırdılar işitmeyeyim.
Onbaşı çıkar çıkmaz zurna çalmaya, insanlar oynamaya başladılar.
İkindi ezanı okunduğunda, Murat köyün aşağısından yani posta yolundan yukarı doğru yorgun– argın çıkageldi:
– Koşudakiler geliyor! Geliyorlar!
Müzik hemen kesildi. Herkes yarışın sona ereceği Asma Kuyu ardındaki kır bayırına toplandı.
Gerçekten de, atlılar Tarakçı Ali’nin tütün ambarının yanından geçip, köye yaklaşmaktaydılar. Bu bayırdan bakarken, yarışçılardan kim önde, kim ikinci, kim en arkada rahatça görülmekteydi. Sokaklar, koşudan etkilenen seyircilerin sedası ile doldu.
– Yularını çek, Veyis! Yularını!
– İşte, işte! Recep!
– Rüstem? Rüstem nerde?
– Heyyy! Allah belâsını..!
– Recep… Yok yok, o değilmiş.
– Kim miş?
– Eğilme sersem! At yorulur, kafan çalışmıyor mu? Heyy, hey, Veyis’e kötek gerek! Öyle durursa at üstünde, arkada kalacak…
Atlılar Ekrem Bey’in evi yanındaki tepeyi aştılar, mezarlığın yanındaki posta yolundan çıkıp doğruca köyün en aşağı mahallesine girdiler. Ağaçların arasında kaybolmuşlardı ki kır bayırındaki seyirciler bir ağızdan bağırdılar.
– Maşallah Rüstem’e! Aferin Rüstem’e!
– Elbette Rüstem! Başka kim kazanacaktı?!
– Selahattin ağa, nereye kayboldun!.. Senin oğlana bak! Oğlun…
Tekrar çeşme başına toplanan cemaât, kenara çekilip atlara yol açtılar. İlk olarak, köpükler içinde kalmış Ak Taban’ın üstünde Rüstem geçip gitti. Ardından Gaspar Halil’in oğlu Veli geldi, Onun ardından Veyis ve Ekrem Bey’in oğlu Şevket göründü. Biraz geçince iki at geldi ama üstlerinde binicileri yoktu. Diğer yedi atlı ise halen ortalıkta görünmüyorlar, yarı yolda kalmışlardı.
İnsanlar kıpırdandılar, birbirlerine karıştılar. Rüstem, Veyis, Veli ve Şevket Cuma Camii tarafından yürüyüp geldiler. Atları heyecanlı, vücutlarından duman çıkıyordu, kâh sağa, kâh sola dizleri kırılarak ilerliyorlardı. Genç ve güzel bir kız, yarışı kazanan gence küçük kadife yastık takdim etti. Bu yastık, koşuda galip gelen yarışçı için hazırlanmıştı. Rüstem adet olduğu üzere; küçük kadife yastığı dişlerinin arasına kıstırdı, at üstünde dostları ile birlikte sokak sokak dolaştı. Genç kızlar, yiğitlere deste deste çiçekler verdiler, atların üstüne güller serptiler.
Bu kalabalık içinde gözler birden Gaffar ağanın kızına döndü, Gülara, elinde karanfil buketi, kalabalık arasından gözleri yere bakar halde yavaş yavaş Rüstem’in yanına geldi.
– Bu çiçekleri size en samimi duygularımla, yürekten takdim ediyorum Rüstem. -dedi gülümseyerek, gizlice ilave etti: Sizin birinci olacağınızdan hiç şüphem yoktu. Bana incinmeyiniz, Rüstem!
Rüstem sağ kaşının üzerine düşen kalpağını düzeltti. Bir tutam kıvırcık saçı rüzgarda dalgalandı. At üstünden aşağı eğilip Gülara’nın elinden çiçekleri alırken cilveli gözlerine aşkla baktı.
– Teşekkür ederim, Gülara, dedi yavaştan. Doğrusu, sabah atım hakkındaki sözlerinizden biraz kederlenmiştim. Bu karanfilleriniz kalbimi sevinçle doldurdu. Gülara, dedi ve daha da eğilerek: Ben bu akşam Teselli’de sizinle görüşmek isterim.
– Siz? Benimle mi?
– Gelir misiniz?
Kız cevap vermedi. Peçesini çekip yüzünü örttü, arka arka geri çekildi. Bu ne demekti… Rüstem anlam veremedi, tekrar düşünceli bir hal almıştı, sonra kamçısını alıp atının sağ yanına indirdi, Cuma Camii yönüne sürdü.
Çalgıcılar tekrar düğün yerine döndüler. Bazıları onların ardından gitti, içmek isteyenler şarap fıçılarının başında kaldılar.
Rüstem kendi evlerine gelince attan indi, kapı önünde duran Selahattin Ağa Ak Taban’ın üstündekileri indirdi, yularından tutup üzerindeki teri soğuyuncaya dek bir o yana bir bu yana dolaştırdı, ardından ağıla götürüp istediği gibi rahatlasın diye onu kendi başına bıraktı. Rüstem’in yanına geldi biraz övgü dolu sözler ettikten sonra hataları için uyardı.
– Sana kaç kere anlattım, eyer üstünde doğru ve dik otur dedim. At koşarken öne eğiliyorsun. Niçin? Bunun ne faydası var? Dizlerinle atın böğürlerini sık ki, at güçlü bir jokeyi olduğunu sezsin. Çuval gibi sallanmak olmaz. Ondan sonra ne diye dizginleri boş bırakırsın? Onları kısa tutacaksın. O vakit at yavaşlamaz. Eğer eyerde bu günkü gibi oturmaya devam edersen bir daha at yarışlarına katılmana izin vermem.
– Ben hepsini biliyorum baba, heyecanlanınca insanın aklından her şey çıkıyor…
Gelecek koşularda Ak Taban’ın üstünde otururken kurallara tam uyacağına söz verip, yukarı kata çıktı Rüstem. “Düğüne gitsem mi, diye düşündü, pencerenin önünde durup…
Karanlığa gömülmekte olan dağlara baktı. Orada, dağlarda, Gülara’nın güzel gözleri göründü. Kulaklarında onun çekingen sesi çınladı: Siz? Benimle mi? derken dudaklarında hoş bir tebessüm oluşmuştu. “Gülara sen nasıl da güzelsin!” diye fısıldadı kendi kendine.
Düğüne gitmedi, sedir üzerine sessizce uzanıp yattı. Teselli’de olabilecek görüşmeyi hayal etti. Gelir mi acaba, diye kendi kendine sordu ve hemen cevap Verdi, belki gelir! Gelse… Pekiyi ama evvelden beri mukaddes olan kuralları bozmaya nasıl cesaret eder? Hayır, çok düşünmeye gerek yok. Gülara cahil bir ailede yetişmedi. Babası öğretmen okulunu bitirdi. Petersburg’da okudu ve çalıştı. Oraya karısını ve çocuklarını çok defalar götürdü, orada yaşadılar. Gelir!.. Gelir!
Teselli köy kenarında, dağ içinde, kaynak bir pınar. Görüşmek için gayet uygun bir yer, Gülara şimdi güğümünü eline alır, pınardan su almaya gelir. “Neredeydin, diye sorar ona anası, “Su almağa vardım” diye cevap verir, vesselam!
Gözyaşı gibi arı, çini gibi parlak, buz gibi soğuk su içmek isteyen insanlar bir mil uzaktaki Teselli’ye varmaya erinmezler. Vay, o su! Yerin derinliklerinden ufak çağıltılarla kaynayan, gizli sesler çıkaran o acayip su! Böylesi yalnız Bademlik’te var. Ve ona, o pınara ikindi vaktiyle akşam namazı arasında gidilir.
Köyün üstündeki yüksek dağlar Buyka ve Gotfrid’in tepesine alacakaranlık iyice çökmeye başladığı zaman, Rüstem Teselli’ye yollandı. “Henüz erken, lâkin sabrım kalmadı” dedi kendi kendine, dar sokakta yürürken.
Lâkin boşuna öyle düşündü. Sivri kaya yanındaki dar aralıktan geçerken Gülara’yı gördü. Genç kız bakır güğümü kumla ovmakla meşguldü. Rüstem’in ayak seslerini işitince arkasını döndü ve onu çoktandır beklediğini sezdirmemek için güğümü çarçabuk pınarın altına soktu.
– Geldiniz, öyle mi Gülara, dedi Rüstem. İçindeki heyecanını gizlemeye çalıştı. Ben korktum, gelmezsiniz sandım. Çeşme meydanında ricama cevap vermediniz!
Kızın kaşları çatıldı. Gözlerinde korku sezildi.
– Lakin red de etmedim… dedi.
– Elbet reddetmediniz. Onun için teşekkür ederim, Gülara!
– Ben uygunsuz davrandım. Erkek ile görüşmek için Teselli’ye geldim. Bu töreye uygun değil.
– Töreler, evet! Lakin Gülara, ben sizi çok görmek istedim! Rüstem şaşırdığından sağ potininin ökçesiyle yeri oydu, sonra yeniden üzerini kapattı. Kuralları sen değil, ben bozdum!
– Bugün siz herkesi geçtiniz, dedi Gülara: yastıkçığı kazandığınız. Siz kahramansınız!
– Ben bahtlıyım. Yastıkçığı kazanmamış olsam, ellerinizden o çiçekleri alamayacak ve o hoş sözlerinizi işitmeyecektim. Kısacası, sizi bulamazdım.
– Siz beni kayıp mı etmiştiniz?
Bu sual Rüstem’i çaresiz bir vaziyete soktu. Ne diyeceğini bilemedi. Kız bu köyün içinde doğdu ve onsekiz yıllık ömrünü burada geçirdi. Rüstem bu vakte kadar Gülara ile karşılamayı arzulamış mıydı? Hayır. Ne onu düşünmüş ne de bir başkasını hayal etmişti. Evlilik onun hiç aklından geçmemişti. Selahattin ağanın sert kanatları altında büyümüş olan Rüstem aşkı hiç düşünmemişti. “Dağa git! Odun getir! Atları çayıra sür!” Birbiri ardına hergün olup duran bu işlerden aşkı düşünmeye hiç vakti kalmamıştı. Nereden bilecekti bu zarif duyguları? Duyguları sessizce uyuyordu. Fakat her şeyin bir vakti var. Genç kız ona kırmızı karanfilleri verince önce onda tatlı bir heyecan uyandı. Kalbinde susup duran sevgi gözlerini açınca da Gülara’yı gördü.
Kız pınarın altından güğümü çekti ve üzerine yapışan ıslak kumu yıkamaya başladı.
– Yok. Ben sizi yeni fark ettim, diyebildi Rüstem.
Bu sözleri işitmek Gülara’nın çok hoşuna gitmişti, ama biraz da kayıtsızca gelmişti, utandı. Utandığı için başka lafa geçti.
– Erkek kardeşim size çok kızıyor, diye ortaya laf attı Gülara, Ne yaptınız ona ?
– Bir şey de… şaka yaptım. Atı geride kalmasın diye onun atına iki kez kamçı vurdum. Bunun için darılmak olur mu?
– Atı tökezlemiş, yığılıp kalıyormuş
– Bunu fark etmedim, dedi Rüstem.
Genç kız sustu, kardeşiyle ilgili laf açtığına pişman oldu.
– Gülara, dedi Rüstem, ne konaşacağını kendisi de unuttu. Siz ormana kızılcık toplamaya gidiyor musunuz?
– Niçin soruyorsunuz?
– Ben yarın dağa gideceğim. Belki siz de katılırsınız. Veyis, siz ben üçümüz.
– Fena olmazdı. Lâkin annemi ikna etmek güç
– Neden?
– Dağda kaçaklar çok diyorlar.
– Korkuyor musunuz? Hepsi köyümüzün gençleri. Eğer onlarla karşılaşacak olursak sadece yiyecek isterler.
– Siz onları hiç gördünüz mü, Rüstem?
– Gördüm. Babamla dağa giderken evden ekmek götürüyoruz. Eğer onları görmezsek, Selim dayının kulübesinin yanındaki kayın ağacının dibine bırakıyoruz, sonra kendileri gelip alıyorlar.
– Her gün cepheye adam gönderiyorlar, dedi kız düşünceli, düşünceli. – Yalnızca gençleri değil… Belki yarın birgün babamı da alırlar diye korkuyorum. Diyorlar ki, Ekrem Bey, köyümüzden kırk adam göndermeye söz vermiş. Rus çarının gözüne girmek ister. Allah, bu dangalağın belâsını versin!
– Cepheye kırk adam daha gitse, onun tarlalarında tütünü kim toplayacak? Kim kurutacak? Sabahları onun çayırlarını biçmek için köyün yarısından fazlası yollara düşüyor. Mevsimlik işler için yüzlerce Ukraynalı geliyor. Cenge kimleri yollayacak?
– Ondan memnun olmayanları…
– O bir tek Kâzım Bey’den memnun. O da tütün toplamaz
Bu arada kaya ardından bir atın ayak sesleri ve birilerinin konuşması işitildi. Gülara aceleyle ayağa kalktı ve güğümü alıp uçuruma asılı sokaktan aceleyle eve döndü.
II
Savaş devam etmekteydi. Köyün gençleri cepheye gittiler, ahali için yaşamak ölümden beter oldu. İhtiyaçlar, Dülger Selahattin’in evinde de hissedilmeye başlandı ve Rüstem’i, Celal’in tütün tarlasında çalışmaya mecbur etti. Bademlik’de sık sık vergi ve icra memurları görülmeye başlandı. Volost idaresi köylülerin atlarını ve sığırlarını alıp götürdüler. Rüstem de Ak Taban’dan mahrum kaldı. Bütün aile gece demeyip, gündüz demeyip çalıştılar ve yiyeceklerinden kısıp nihayet çelimsiz bir at aldılar. At öyle zayıftı ki bütün kaburgalarını saymak mümkündü, ince boynu kemikli başını zor tutuyordu. Selahattin ağa bu atı yaz boyu besledi. Sonbahar geldi, ardından kış… Gündelik ihtiyaçlar, Bademlik köylülerinin boğazını sıktıkça sıkmaya devam etti.
Bahar geldiğinde yeniden ortalık yeşermeye başladı, Dağlarda ormanlar çiçeklendi, ahali de yeniden ümitlendi.
Sabahtan akşama kadar işlerle boğuşan Rüstem, kız ile seyrek görüşüyordu. Ama sürekli onu göresi geliyordu. O sebepten tarla dönüşlerinde, yarlar başında onu hatırlayarak yürüyordu. Haziran akşamlarından birinde Gülara’ya rastgeldi.
Kayaların arkasından ansızın peydâ olan genci görünce şaşıp kaldı Gülara..
– Bu saatte burda ne yapıyorsunuz, dedi Rüstem’e titrek bir sesle. – Vayy, öyle korktum ki… kaçaklardan biri belledim.
– Ben çoktan burdayım. Sizi bekliyorum.
– Bişey mi oldu?
– Sizsizlik bana pek güç… Gülara!
– Ah, Rüstem! Bana güç değil mi?
Rüstem kıza durumunu anlattı:
…Fikret ise günlerdir ortalıkta yok. Kimi zaman geceleri geliyor, tan ağarırken çıkıp gidiyor ve haftalarca görünmüyor. Kimseye bir şey söylemiyor, benim ağam tuhaf. Onu dağlarda gizlenip durur bellerdim. İki gün önce bize Settar ağa geldi, o da Fiket’i uzun zaman görmemiş.
– Öyleyse, Fikret nerede pekiyi?
– Bilmiyorum. Korkarım, gene Şevket’e takıldı.
– Ekrem Bey’in oğluyla mı? Gülara hayrete düştü. Onunla ne işi olabilir?
– Geçen sene Fikret, Şevket’in kardeşi Zeynep’le evlenmek istemişti, babam razı olmadı.
– Zeynep güzel kız ve akıllı, dedi Gülara. Onun huyları ağabeyine benzemez.
– Şimdi evlenme vakti değil!
– Siz çok değiştiniz Rüstem. Sizden korkmaya başladım.
– Neden Gülara? Ben korkunç biri mi oldum?
– Hayır, ama son zamanlarda yönetim aleyhine lâflar etmeye başladınız.
Aşağıdaki çayır tepeciğinden ansızın Fikret’in başı göründü. Gülara korkuyla bir çığlık attı, derhal güğümü eline alıp kaçacak oldu. Fakat Rüstem onu kolundan tuttu. O anda Gülara güğümün içindeki suyu boşaltıp tekrar pınarın altına koydu.
– Geç vakitte burda ne yaparsın, dedi Fikret kardeşine, çitten atlayıp inmişti. Gülara’yı görünce kurnazca gülümsedi. – A– a… sevgi, özlem! Selâm aleykûm Gülara!
– Aleykûm selâm Fikret ağa!
– Sesiniz çıkmıyor. Teselli susulacak yer değil. İnsanların birbirlerine hassas işleri açıkladıkları yer.
– Ben, Gülara’nın güğümü dolsun diye bekliyorum.
– Güğümü doldu, dedi ironiyle.
Rüstem, Fikret ağabeyinin sesini duymamış gibi ona cevap vermedi.
– Nereden geliyorsun? Anam senin için endişeleniyor?
Gülara bileğini güğümün sapına geçirip yola çıktı, ikisiyle de vedalaşıp eve gitti. Fikret güya kızın dediklerini işitmemiş gibiydi, cevap vermedi.
– Anam ne oldu da, benim için meraklandı?
– Kendileri git dediler, ben de gittim. Daha ne yapmam lazım, desinler onu da yapayım.
– Anam huzursuz, bunu anlaman lazım.
– Öyleyse niçin beni oraya– buraya göndermek istiyorlar?
– Savaşlarda ölmeni istemiyoruz.
– Niçin beni mutlaka ölecek diye belliyorsunuz?
– Yok… Niçin mi? Çar uğruna kan dökülmesine karşıyım, sadece ben değil.
– Çar için değilse, ya kim için ölmek lazım.
– Bizi fakir olmaktan kurtaracak gaye için…
– Öyle gâye var mı?
– Settar ağanın fikrince var!
– Settar hayal görüyor: Fakirler hakimiyeti, zenginler hakimiyeti… bunları nerden bulup çıkarır bilemiyorum. Babamın kafasına saçma şeyler sokuyor.
– Sen ne diyorsun Fikret, senin aklın başında mı?
– Kendime yetecek kadar başımda. Settar nereden “fukaralar hakimiyeti” çıkardı. Köyde yalınayak ve çıplak insanların çokluğunu bildiğinden, onlar arasında bir yer edinmek ister.
– Sen nesin, fukara değil mi?
– Fukarayım, lâkin öyle olmaktan bezdim, yaşamak istiyorum.
– Nasıl? Köylülerden bağ bahçelerini alıp, sahibi olarak mı?
– Niçin köylülerden? Kendim de elde edebilirim.
Pınar başındaki bu sohbette Rüstem öz kardeşinin dünyaya ve hayata bakışını anladı. Pek üzüldü Fikret daha büyüktü. Rüstem onun yanında çocuk sayılırdı. Ama fikirleri bir değildi.
– Zenginlik iyi şey, dedi Rüstem. Fakat başkasının emeği ile kazanıldığında değil. Sen Şevket ile çok yıllar dost– arkadaş oldun. Zeynep’in peşinden koştun. Sırça köşkteki hayatla tanış oldun, demek etkilendin.
– “Sırça köşkteki hayat.” Fikret kardeşinin sözlerini öfkeyle tekrarladı. Ukalalık yapıyorsun ama burnun boklu, halen mülâhaza edersin.
– Benim burnumla alıp– vereceğim yok, dedi Rüstem, Ama senin kafanda ne var ne yok anlamak için çok şey bilmeye gerek yok. Daha iki yıl evvel Şevket’le sen İstanbul’a gidip üniversitede okumaya hazırlanıyordun. Niçin gitmedin?
– Gitmedim, o benim bileceğim iş -dedi Fikret, acıyla. Ama Zeynep’i bu işe karıştırma. Gülara, onun bir tırnağı bile olamaz, geceleyin dağlarda gezip dolaşıyor, töreden korkmuyor.
Rüstem’in içinde engelleyemediği birşeyler kıpırdandı, söylenenler yüreğine inecekti, yumruklarını sıktı, az kalsın ağabeyinin üzerine atılacaktı.
– Ben Gülara’yı seviyorum, dedi ve bunu kimseden gizlemiyorum, vakti geldiğinde kızın babasının ve anasının huzuruna çıkıp onu isterim. Ama senin gibi Ekrem Bey’in sarayında itilip kakılmam.
– Sen bana ahlâk dersi verme! Ona ihtiyacım yok, omuzlarım üzerinde kendi kafam var.
– Var… lâkin boş görünüyor!
Fikret diklendi… Bir süre ters ters bakıp sonra ellerini ceplerine sokarak dere boyundaki kıvrılıp giden sokak boyunca yürüdü. Gölgesi kaybolunca Rüstem taşın üstüne oturup düşünceye daldı. Fikret ile böyle tartıştığı için pişman oldu. Her halükârda ağabeyi idi…
Bir süre sonra arkasında bir hışırtı işitip, döndü… Fındık ağaçları arasında Gülara’yı gördü.
– Siz gitmediniz mi diye sordu Rüstem hayretle. Demek ağam ile lakırdımızı işittiniz!
– Yok! dedi kız. Ben evdeydim, sofadan sokağı gözledim, eve gittiğinizi görmek istedim. Lâkin aşağı sokak boyu tek Fikret ağa geçti. Duramadım size geldim.
– Fikret nereye gitti gördünüz mü?
– Gördüm eve gitti!
– Oturunuz Gülara! – Rüstem taş üzerinde kenara çekilip ona yer verdi. Azıcık da olsa yanımda olunuz ben çok sıkıntılıyım.
Gülara onun yanına oturdu.
– Size anlatacak şeylerim çok, Rüstem. Ama bizim hep acelemiz var, konuşmaya vakit bulamıyoruz. Tez zamanda savaş bitecek derler. Eğer biterse, Petersburg’a gitmek istiyoruz. Lâkin babam… benim garip babamdan haber yok, askere alındı. Ne yapmalıyız bilemiyorum.
– Savaş bitecek diye kim söyledi?
– Settar amca, evvelsi gün cepheden geldi. Savaş biterse bizimle Petersburg’a gelir misiniz Rüstem?
– Ben orada ne yaparım Gülara?
– Benim üvey ağabeyim Enver ne yaparsa siz de onu…
– Enver okumuş adam, ben ise…Savaş başladığından beri okul kapalı.
– Babama yardım edersiniz. Kendisi antikacı dükkanını tekrar açacak.
– Babam razı olmaz dedi Rüstem. Kaçıp gitsem annem üzüntüsünden ölür.
– Bu köycükte, bu kayalar arasında ebediyyen kalacak mısınız?
– Savaş bitince hayat başka olacak diyorlar, Gülara! Lâkin kim için? Babam savaşlardan sonra iktidarlar değişir, diyor. Bunu babam söylüyor. Ama gerçekte ne olacak kim bilir!
Rüstem sustu, gecenin hoş seslerini dinledi.
– İşitiyor musun Gülara? Bu gözyaşı kadar berrak suyun gizli nağmelerini, kaynayan suyun etkileyici nefes alışını? Bu yamaçlara ve kayalara bakınız! Giderseniz bunları göremeyeceksiniz. Böyle güzellik başka yerde yok. Biz bu güzel yerde doğduk.
Derenin aşağı tarafından tanıdık bir ses işitildi:
– Gülara! Kız Gülara!
Genç kız aceleyle taşın üzerinden kalktı.
– Bu anam, dedi. Sağlıkla kalınız Rüstem! Siz aşağı yoldan gidiniz. Bizi kimse görmesin!
Gülara aceleyle gitti. Rüstem biraz daha oturdu, sonra o da eve doğru yürüdü, ama ağabeyi ile karşılaşmadı.
Fikret avlu kapısına geldiğinde babasına rast geldi. Selahattin ağa komşu avluda onbaşı Abdurrahman’ın geldiğinden haberdar olmuştu, oğluna ortalıkta görünmemesini söyledi.
– Tavşan Dere’deki çayıra git, dedi ona Dülger. Oradaki barakada bekle. Gece olunca ben geleceğim. Sessiz gecede at arabasının tıkırtısını işitince, Tarakçı Ali’nin tütün ambarları yanındaki köprü altına in, birlikte pazara gideriz.
Fikret eve girmedi. Keski Mustafa’nın bahçesinden çayıra doğru giderken, yüksek meşe ağacının dibindeki kaynak su başında Settar’a rastgeldi.
– Sen misin Settar, diye fısıltıyla sordu, karanlıkta karşısındakini zor seçiyordu. Geç saatte burada ne yapıyorsun?
– Yavaş ol! dedi Settar sinirlenip, adımı demesen olmuyor mu? Kimi arıyorsun?
– Kimseyi… Çayıra gidiyorum.
– Niçin Çayıra? Evde bir şey mi oldu?
Onbaşı, Zeytullah ağanın avlusunda dolanıyor, dedi Fikret yakınlaşıp, sen kimi arıyorsun?
– Ondan mı kaçıyorsun?
– Babam Kızıl Yar’a gidelim der.
– Pazar yerine mi? Bu mümkün değil, Süyren boğazında kontrol var. Seni yakalarlar.
– Babam yan yoldan gitmek istiyor.
– Yan yol Süyren’den sonra başlıyor, dedi Settar, oraya kadar tek bir yol var.
– Bilmiyorum babamın emri öyle, dedi Fikret.
– Baban emretse de… Sen çocuk değilsin. Kendin düşünmelisin!
– Neyi düşünmeliyim? Savaşı nasıl bitirebileceğimizi mi? Onu yapacak adamlar başka, o güç yok bende.
– Dağdan niye kaçtın, diye sordu Settar. Orada kimler gizleniyor Ekrem Bey’e yetiştirmek için mi?
– Ben acımdan ölüyordum, size niye ihanet edeyim. Bunun bana bir yararı yok.
– Ne yapmak istiyorsun, diye sordu Settar.
Fikret omuzlarını kaldırdı. Belirgin bir fikri yoktu.
– Kendim de bilmiyorum. Kızıl Yar’a gidip bakayım… Belki savaş bana dokunmadan geçer. Ama dağa gitmek istemiyorum, yok ben öyle yaşayamam!
– Dağdakiler, sence ne? Haydutlar mı?
– Haydut değiller. Açlar, yolda rast geldiklerini soyuyorlar.
– Kimi soyuyorlar ahmak! Haberin var mı? Piştovunu Fikret’in burnuna doğrultup sağlı sollu salladı. Dağda çeşitli adamlar var. Hepsinin düşüncesi bir değil. Herkesi birden kötülemeye hakkın yok.
– Ben akıl yürütmeyeyim. O bende de yok, sende de!
– Fikir yok, doğru! Onu kazanmak gerek, dedi Settar. Ama sana uğramaz.
– Fikret çekilip yoluna giderken
– Ben buraya seninle görüşmeye gelmedim, tesadüfen karşılaştık, dedi.
– Tamam git! Belki bir yere ulaşırsın! – Settar piştovunu kuşağına tıktı. – Benim kendi yolum var. Savaş gördüm…. Sonra askerden kaçtım. Kendi kardeşlerime karşı savaşmak istemedim. Babamın evine değil, dağa geldim. Biz orda üç beş adam değiliz. Gizleyeceğimiz şey yok, kapılarımızı örtmeden duracağımız vakitlerimiz çok olacak, ama ne uğruna güreş tutuyoruz bilmeliyiz. Biz Bademlik’in garip ve fakir halini görmekten yorulduk. Onu eziyetten kurtarmak isteriz.
– Kurtarılabilir mi?
– Kurtarılır. Şimdi Karpat eteklerindeki savaş meydanında öyle adamlar var ki, eziyetten kurtulmanın mümkün olduğuna eminler. Onun için gayret gerek. Bademlik’te cesur adamlar yok değil.
Settar torbasını arkasına vurdu, sokak boyu babasının evine doğru gitti. Fikret köyün batı tarafındaki bayırı tırmanmaya başladı.
Rüstem Teselli’den eve geldikten sonra, ambarın saçağı altında duran yüklü arabayı gördü, içinde testi, tırmık, bir kaç çuval kızılcık, üvez, ahlat vardı, arabanın yanı başında yerde atın koşun takımı duruyordu.
Yukarı sofaya çıktı, soyunup Mithat’ın yanına yattı. Gözlerini kapayıp uykuya geçerken, bahçeden bir ses işitildi. Sessizce doğrulup bahçeye baktı. Ceviz ağacına bağlı at, saman yiyordu.
Babası atı bugün eve getirmişti, bir aydan beri meradaydı. Demek uzak yola çıkacaktı. Selahattin ağa önceleri Fikret’i yanına alırdı. Şimdi Fikret yoktu. Lâkin Rüstem’e “sen benimle gideceksin” demeye hiç hevesi yok. Neden acaba?
Gecenin bir vakti, avluda bir tıkırtı duyuldu, nedir diye merak edip Rüstem kafasını kaldırıp pencereden baktı, annesi avlu kapısını kapatmıştı. Saçak altındaki araba şimdi yoktu.
– Ana! dedi Rüstem cılız bir sesle, babam nerde?
– Pazara gitti.
Tenzile yenge kilerin kapısına yöneldi.
– Tek mi gitti?
– Tek gitse ne? Korkacak mı?
Biraz sonra Tenzile merdiven aralığında Rüstem’in dibinde peyda oldu: Fikret’le gitti, dedi gizliden. Fikret Tarakçı Ali’nin tütün ambarları yanında bekleyecek. Kadın tekrar basamaklardan aşağı inerken: Sen uyu! Kimseye sezdirme, dedi.
Sabah Mithat Rüstem’i böğründen dürttü.
– Araba yok! At yok! Babam nereye gitti?
– Pazara!
Mithat’ın dudakları titredi, hırslanıp ağladı:
– Ne getireyim diye bana sormadı bile, babam!
– Sen artık çocuk değilsin. Getirmezse bir yerin şişmez, dedi Rüstem. Aşağı sofaya indi, çarığını giyip Ekrem Bey’in çayırına çalışmaya gitti.
Tütün tarlasındaki işçibaşı adet olduğu üzere hep tarla sahibinin akrabası olurdu. O işçileri karşılardı. Bugün kapı önünde Ekrem Bey’in kardeşi Abdullah duruyordu.
– Ooo nereye geldin, Pazara mı? diye bağırdı Rüstem’e. İşe tan ağarırken gelinir. Geciktiğin için ücretinden keseceğim. Çabuk ol!
– Ben vaktinde geldim, diye cevap verdi Rüstem
Yürüyüşünü değiştirmeden Abdullah’ın yanından geçti. Omuzlarında çapaları, tütün tarlasına girerken kadınlara ve erkeklere dönüp baktı. Hepsi de çalışmaya isteksiz göründüler, Rüstem’e. Herhalde, Abdullah onlara da çemkirmişti.