Kitabı oku: «Çuvaş Kızı Salambi», sayfa 4
Diğer gün bahçe haftası çok güzel başladı. Kolhoz çalışanlarıyla birlikte okul çocukları da inek çiftliğine çok uzak olmayan bir yerde eski kolhoz bahçesinde gayretle çalıştılar, savaş yıllarında soğuğun vurduğu elma ağaçlarının yerine yenilerini diktiler.
Salambi kimsenin talebini beklemeden bahçe bakımı için geldi.
Severek yapılan iş herkesi değiştirir, keyfini yerine getirir. Salambi’ye de bugün diğer günlerden daha güzel geldi. Lena buzağıların yanından biraz olsun ayrıldığında onun yanında olmaya çalıştı. İkisi birbirlerine alıştılar, her zamankinden daha iyi anlaştılar. Akşam bahçeden dönerken Lena Salambi’yi yanına davet etti. Yol çatında ayrılacakları zaman o kahırlı gülüşüyle gülüp anlatmaya başladı.
“İyi insanlar bizim köylülerimiz Lena! Bütün insanlar aynı demiyorum, gerçekten de okulumu bitirseydim çalışmak için köyüme gelirdim.”
Lena bir şey diyemedi, Salambi’nin köylüleriyle mutlu oluşu onu da sevindirdi. Akşamleyin çiftlikteki işleri hızlı bir şekilde düzene soktu toparladı, Taruş’u kendi yerine bıraktı. “Ben sanırım çabucak gelemem.” diyerek evine koştu. Evinde hızlı hızlı bir şeyler yedi, giyindi Salambi’nin yanına gitti.
Annesi “Köyde çok geçe kalma, neler duyacağız daha sizden. Günah üstündeki elbiseden de yakın.” dedi.
Babası bir şey demedi, giden kızına gözlükleriyle baktı ve gazetesini okumaya devam etti.
Lena varana kadar Salambi küçük Valerik’i yıkamış ve uyuması için yatırmıştı, kendisi de başını yıkamaya başlamıştı.
Annesi bugün biraz dinçleşmiş gibiydi, şimdi ise ocağın yanında horlaya horlaya uyuyordu.
Salambi başını yıkadı, evi toparladı, sonra saçlarını taramak için aynanın karşısına geçti. Kapının çalındığını duyunca büyük bir yazma örtüp ot ambarına doğru koştu.
“Oy, Lena! Gelmeyeceksin diye korkmuştum… Kızma, gir. Çıkar paltonu şuraya as, ver asıvereyim.”
Paltoyu asmak için uzanırken başındaki yazması düşüverdi, ıslak saçları servi boyu üzerine dalga dalga dökülüverdi, vücudunu kapladı.
Lena gayri ihtiyari “Ne kadar güzel!” diye düşündü. Eskiden bu güzelliği gördüğünde kıskanırdı, şimdi ise seviniyor. Ancak onun sevincine inanıyor mu ki Salambi? İşte uzun kestane rengi saçlarını tarayarak açtı ve örmeye başladı.
Lena rica eder gibi “İki örgü yapıp başının ardından bağlasana Salambi çok yakışıyor sana.” dedi.
Salambi “Beğendiğini neden söylüyorsun şimdi.” diye gülümseyerek söyledi. Kız öylece iki örgü yapmaya başladı. “Sen şimdilik kitaplara bak Lena, ben çabucak…
Lena “Senin kitabın çok.” dedi ve bir kitabı açtı. “Semen Salanov imzalamıştı bunu!”
“Biz onunla birlikte okuduk. Ben onun birçok kitabını kullanıyorum.”
Kitabın içinden birden bir fotoğraf düştü, Salambi onu gizli bir yere koymayı unutmuş olmalıydı.
Lena sakince konuşmaya çalışarak “Bu delikanlı kim, çok solgun yüzlü. Saçları ne kadar uzun, şairlerinki gibi. Gülmeden bakıyor, Bir şeylere kızmış gibi. Ben böyle delikanlıları seviyorum. Kim o?” dedi. “Çocuğun babası bu değil mi acaba?” diye düşündü o anda.
“Anatoliy Almazov o, genç bestekar. Kazan’daki konservatuarda okuyor. Dergide onun bir şarkısı yayımlanmıştı, görmedin mi sen?”
Lena “Demek ki düşündüğüm gibi değil miymiş?” diye düşündü tekrar.
“Nasıl tanıştın onunla?”
Salambi bir süre Lena’nın gözlerine bir şey söylemeden baktı, sonra acele etmeden şunları söyledi “Valeriy’in arkadaşı o. Mançurya’da ikisi birlikte savaştı. Senin bilmen gerekir, Valeriy ondan bahsetmiyor muydu?”
Lena “Valeriy Mançurya’dan bana yazmadı, sana yazmaya başlamıştı.” demek istedi. Ancak söyleyemedi. Şimdi neden açalım bu konuyu, kabuk bağlamış yarayı neden kanatalım tekrar?
Şimdiye kadar köyde Lena’yı çok cesur, korkusuz kız olarak bilirlerdi. Oysa şimdi talihini elinden almış kız önünde söz söylemeye cesaret edemiyordu. Korku mu bu ikiyüzlülük mü? Hayır o da değil, bu da değil. Salambi’yi horlamak istemiyor o, sönmüş ateşi tekrar yakmak istemiyor. Valeriy sağ salim dönmüş olsaydı belki de Lena şu eve ayak da basamazdı, şimdi ise gideceği başka yer yokmuş gibi geliyor. Böylece ikisi arasında bir başka engel var. Lena onu öğrenmek istemezmiş gibi çabalıyor. Unutmayı istiyor ama o rahat vermiyor. İşte bu huzursuzluğun sebebi tekrar yüreğini sıkıştırıyor…
Küçük Valeriy ağlayarak uyandı ve üzerindeki battaniyeyi attı. Salambi onun başını okşayarak tekrar uyuttu.
“Kim bunun babası? Valeriy mi? Maruşların söylediğine göre onların ikisi kırk beş yılında buluştular, bir gece geçirdiler diyorlar… Ancak Valeriy’e benzemiyor. Belki de diğer, bestekâr…”
Şimdi kıskanmaya sebep de yok diyebiliriz ama neden Lena’nın yüreği ağrıyor? Ölen sevgiliyi kıskanmak da olur mu? Valeriy ile Lena’yı hiç kimse sevgili yerine koymadı, sıradan arkadaşlar, komşular dediler. Valeriy’in kendisi de öyle düşünüyor olmalıydı. Ancak Lena’nın kız ömrü sadece onun için geçmedi mi? Salambi ile Valeriy birlikte değilseler de birbirlerine çocukluktan beri mektup yazmamış olsalar da herkes onları çift olarak görüyordu! Neden? Sebebi nedir?
“Babası kim ki acaba öğrenci mi?” Aniden kendisi de fark etmeden ağzından kaçırıverdi Lena.
“Babası, Prohorov Andrey İvanoviç, ancak onu ben de tanımıyorum, görmedim.” dedi Salambi. Günah işlemiş kişi gibi, gülesi gelmeden gülerek. O an sağ gözünün kirpiklerini orta parmağıyla siliverdi.
Lena’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Kendi duyduklarına da inanamadı. Nasıl? Babasını annesinin bilmesi gerekmiyor mu?
Onun önünde bembeyaz giyinmiş kız oturuyordu. Onun büyük gök gözleri dosdoğru bakıyordu, insanın düşünlerini apaçık görüyor dersin. Ancak nasıl olur ki o kendi çocuğunun babasını bilmiyordu.
Salambi Lena’nın düşüncelerini hemen anladı, anladı ve kızarıverdi.
“Ayıplama beni.” dedi birden. “Sen doğrusunu bilmiyorsun. Benim hakkında kötü şeyler mi düşünüyorsun? Kendi başına doğruyu bilmek çok zor. Suçlama… Benim yerimde olsan sen de…”
Şimdi Lena kızardı, onun gözlerinde kötü şimşekler çaktı. Lena mı? O kendi çocuğunun babasını bilmez mi?
“Valerik, yabancı çocuk değil de senin oğlunmuş diye bir haber yaydı Maruşlar. Affet Salambi, ben bu dedikoduya inanmıyorum ancak sen de bu konu hakkında konuşmadığın için şüphelenmeye başladım.”
“Seni anlıyorum Lena. Maruşlar ne kadar kötü şeyler söylediler. Dedikodunun dizgini yok. Nerelere kadar ulaşır da tutup durduramazsın. Ancak sen onlara inanma… Valerik ile ilgili olarak köye döndüğüm gün sokakta dolaşıp bağırarak anlatıp gezmem mi gerekiyordu benim? Sen beni biliyorsun Lena. Kendimle ilgili konuşmayı sevmem. Benim derdim var, bu beni çok incitti.”
Lena şimdi dilini tutamadığı, Salambi’yi kaba sözlerle üzdüğü için utandı.
Sadece dostuna utanarak bakıp “Affet beni Salambi.” dedi.
Salambi yorulmuş gibi ağır ağır “Anlatacak olsan çok şey var.” dedi. “Haydi dışarıdaki odaya oturalım. Burada annemle Valerik’i uyandıracağız.”
Dışarıdaki odaya girince ikisi de bir süre konuşmadılar. Sonra Salambi yavaşça konuşmaya başladı.
“Sevgi, anne değil, üveylik oldu benim için. Dinle.”
… Gece yarısını çoktan geçmişti artık, horozlar ikinci defa öttüler. İki kız hâlâ oturuyorlardı.
Salambi konuşuyor konuşuyor sonra da bir şeyler aklına geliyor, düşünceye dalıyor, derin bir nefes alıyor, sağ güzünün kirpiklerini siliyor ve tekrar konuşmaya devam ediyordu.
Lena hiçbir şey söylemeden dinliyor, sadece arada bir gözyaşlarının ardından gülüyor ya da gözlerini ak yazmayla siliyordu.
Salambi anlatıyor, aklına gelenlerin birçoğunu da anlatmadan geçiyordu. Ancak gözlerinin önüne geçen hayatı düzenli bir şekilde, bütün ayrıntılarıyla geliyor, aynada gibi görülüyordu.
İkinci Bölüm
“SALAMBİ-SELAMLI AD”
Ah adın ne güzelmiş senin!
Bulmuş vermiş sana kim…
P. Husankay
1945 yılı. Sonbahar. Savaşın henüz bittiği her adımda anlaşılıyor. Şehirde de köydeki gibi, Kaputlu insan çok, delikanlı erkekler, gençler neredeyse tamamı kaputla geziyorlar. Onların omuzlarının üzerindeki apolet izleri de kaybolmamış daha. Öğrenciler arasında da askeri elbiselerini çıkarmayanlar az değil. Cepheden dönen delikanlılar enstitüye kır çantalarıyla geliyorlar, evrak çantaları olanlar çok seyrek. Öğrencilerin birçoğu savaşa kadar olduğu gibi değil. Bir sınıfta henüz liseyi bitirmiş genç yanında savaş meydanında dört yıl boyunca olgunlaşmış asker oturuyor. Öğrencilerin dili de savaş öncesi gibi değil. Savaşa kadar buradaki yüksek okullarda Çuvaşlarla Ruslar çok ise de şimdi farklı dilleri konuşanlar da var, özellikle de batıdan gelenler çok.
Savaşın henüz bittiği her bir insanın yüzünden anlaşılıyor. Hepsi büyük zafer için seviniyor. Dört yıl büyük zorluklara dayandıktan sonra yavaş yavaş soluklanıyor insanlar, geleceğe yüzünü dönmüş, büyük bir ümitle yaşıyor. Bu arada her birinin bedeninde savaşın bıraktığı izler var. Kimi savaşta ağır yaralanmış ya da yakın akrabasını kaybetmiş, kimi daha genç yaşta savaş azabına dayanmış ya da ümidini kaybetmemiş…
Savaşın henüz bittiği her birinin hayatından da anlaşılıyor. Öğrencinin zaten sıkıntılı olan hayatında savaşın izi çok daha fazla hissediliyor.
Mağazaların önünde sokağa kadar taşmış uzun kuyruklar var. Mağazalarda ise hiçbir şey yok, sadece ekmek ve patates veriyorlar.
Sokak köşelerinde, köprülerin üstünde elsiz ayaksız sakatlar dilenip oturuyorlar, rahatça geçip gidemezsin.
Şehir büyük değil. Doğuda günümüzdeki kumaş fabrikası civarında bitiyor, batıya doğru hipodrom civarında, güneye doğru elektronik malzemeler fabrikası yanında sona eriyor. Fabrikaya savaş başlayınca Harkov civarından gelen halk Hemza diyor. Demir yolu istasyonu şehirden uzakta geniş çavdar tarlası üzerinde yer alıyor. Oranın uzaklığı altmış beş çağrım. Büyük evlerin sayısı az. Hepsi de çok önemli: Sovyet binası, Matbaa binası, Posta binası, Köylü binası, Pionerler binası, Devlet Bankası binası… Onlar birer ikişer katlı alçak evlerin arasında burada bir şehir olduğunu hatırlatıyor. Çuvaş Cumhuriyetinin başkenti. Ne dersin, bölge şehri şimdi. Boşuna ona lif ve ıhlamur lifi şehri dememişler. Otuzlu yılların sonuna doğru gelişmeye başlayan şehrin yeni gelişmelerle yayılmasına bu hastalıklı savaş engel oldu. Sonra da onu tekrar soğuk ve fakir yüz sardı. Onun dereli ve çalılıklı sokakları güzün baharın yağmurlu havasıyla balçıkla kirleniyor. Asfalt ise sadece ana caddede görülüyor. Bu şehrin unutulmaz tek yanı ise büyük İdil ırmağı. O, buradaki halkı koruyor, doyuruyor, güzel bir gelecek için onlara ümit ve heyecan veriyor. Bu iyi gelecek gelmeli, ona ulaşılmalı! Bugüne kadar olmamış olan vahşi savaşın zorluklarına, sıkıntılarına dayanıp bunları atlatan halk bu baştan çıkarıcı aldatıcı ümitle yaşıyor.
Salambi şehir kenarındaki ağaç evde, bir yaşlı kadın yanına, daireye yerleşti. Onunla birlikte iki öğrenci daha vardı. Biri Nina Solovyeva ziraat enstitüsünde zooloji bölümünde okuyor; diğeri ise Nina Petrova pedagoji enstitüsünde okuyordu. Solovyeva askerlik de yapmış bir kız, erkek gibi sağlam vücutlu, saçını da erkek gibi kestirmiş, asker gibi sertçe yürüyor, sözünü de pat diye doğrudan söylüyor. Ona komiklik yapıp Büyük Nina diyorlar. Petrova bakımlı vücutlu, ak saçlı kız, iki ince saç örgüsünü kırmızı kurdele parçasıyla bağlayıp geziyor. O herkesten de çekinir, hemen kızarır, sessiz konuşur, yabancı kişiler önünde gizlenerek oturmaya çalışır. Ona dairede Küçük Nina diyorlar.
Dairenin sahibi Anna İvanovna ise altmışını geçmiş iri yarı bir kadın. O hepsine karşı da iyi, cömert, hiçbir zaman insana kızmaz, daireyi her zaman öğrencilere veren bu kadın gelen yabancıyı bir iki görüşte benimser, yanında çok eskiden yaşamış olan öğrencileri halen hatırlar, onları hayırla yad eder. Kendisi Rus da, Çuvaş da, Tatar da ve Rusçayı da Tatarcayı da, Çuvaşçayı da çok iyi konuşuyor. Akrabası, çoluk çocuğu olmadığı için kız ya da erkek her öğrenciyi akraba yerine koymaya hazırdır. Yaşantısı da öğrencilerle bir, onların dertleriyle, sevinçleriyle yaşadığı hemen sezilir. Güneşin üzerinde de kara yerler var denildiği gibi bu iyi kalpli yaşlı ihtiyarın da küçük bir kusuru var. Öğleyin de geceleyin de Anna İvanovna sürekli mutfakta uğraşıyor. Kâh bir şeyler pişiriyor, kâh ısıtıyor sürekli yiyor, içiyor. Gençler ona şakayla Anna Yıvannı diyorlar.
Bu eğlenceli dairede sadece Salambi’nin şakayla söylenen bir lakabı yok. Öğrenci Kazakov ona bu konuda “Senin adın böyle de şaşırtıcı bir ad, eski Kiremet dininden kalmış, bu nedenle sana esprili bir ad vermek de gerekmez.” dedi.
Daire iki odalı. Dışarıdakinde kızlar yaşıyorlar, diğer mutfak gibi olanında Anna İvanovna her zaman ocak önünde bir şeyler yiyor. Orada gaz ocağının gürleyerek yanması, tavada bir şeylerin cızırdayarak ısınması, kap kacağın tıngırdaması kesintisiz bir şekilde işitiliyor. Orada gece gündüz duman tütüyor, ütük kokusu ya da soğan sarımsak kokusu geliyor, kapıyı açıp kapattıkça keskin duman dışarıdaki bölmeye de giriyor.
Bir ay içinde Salambi şehir hayatına alıştı, birçok öğrenciyle tanıştı, her zamanki çekingenliği kayboldu artık, ancak utangaçlığı, gençler arasında, tanımadığı insanlar arasındaki çekingenliği hala bitmedi onun.
Bazı zamanlar Solovyeva ona “Çok utangaçmışsın sen, Küçük Nina’dan da daha utangaçsın.” der. Salambi ise hafiften gülümseyiverir ama cevap vermez.
Babasının habersiz bir şekilde kaybolmasından beri böyle içine kapandı o. Hüzünlü bir hal kaplıyor onun ruhunu. “Neden? Babasını hangi suçlamayla ortadan kaldırdılar? O yeryüzünde kime kötülük yaptı? Salambi onu köydeki en iyi adam diye düşünürdü. Onun hakkında kime sorup doğruyu öğrenmek mümkündür? Nasıl bir korkunç, vahşi gizlilik var bu işte? O nasıl halk düşmanı? Bütün ilçenin saygı duyduğu kişi, komünist halkın düşmanı mı? Zavallı kız bu konuyu düşüne düşüne ağzını bıçak açmaz olurdu. Çok zor! “Halk düşmanının kızı” adını duymak baş eğdiriyor. Valeriy’in savaşta öldüğünü öğrendiğinden beri hepten az konuşmaya başladı. Zaman zaman düşünceye dalıp nerede olduğunu da unutuyor. Neden bir insana bu kadar dert yüklenir.
“Salam, Anna Yıvannı!” Mutfakta zil gibi yankılı sesleniş duyuldu.
Salambi irkili verdi, enstitüde bir dersi gayretle dinlerken aniden yankılanan zil sesi öğrencileri böyle hoplatırdı.
“Kaynanan seviyor seni Muza, tam yemek zamanına geldin!” dedi konuksever yaşlı kadın.
Muza kadınla sohbet etmeden öndeki odanın kapısını çaldı. O kendine özgü şekilde, pionerlerin düzenli bir şekilde geçerken davulu çalışı gibi kapıya iki eliyle tıkırdatarak vuruyordu.
“Girin.” dedi Salambi ve eskimiş kazağından utanarak omuzları üstüne mavi yün yazma örttü. Yazması daha yeni gibiydi.
Muza odaya fırtına gibi girdi, hiçbir şey söylemeden kızı kucakladı ve göğsüne büzülü verdi. Kıvırcık saçları Salambi’nin yüzüne gözüne sürtünüp gıdıklıyordu. Odaya pahalı parfüm kokusu yayıldı.
“Of, sizin odada yine duman! Ne zaman söndürüyor senin Anna Yıvannı? Onun ocağı kesintisiz bir şekilde yanıyor olmalı. Bu zor zamanda yiyecekleri nereden buluyor o? Mağazalarda da pazarlarda da yok gibi. Tatil günü de evde oturuyorsun Salambi! Seni nasıl sıkmıyor bu? Hangi romanı okuyorsun? Göster bakalım! Of! ‘Okul Çevresinde Bahçe Yapma’. Gerçekten de böyle büyük kitapları okumak senin gibi bir kız için nasıl da sıkıcı olmaz! Başka bir deyişle Miçurinets işte.”
Muza aynanın önüne varıp durdu ve süslenmeye başladı. O İdil söğüdü gibi ince vücutluydu. Kendisine özel olarak diktirilmiş, mavi palto kızın vücudunu daha da güzel gösteriyordu. Muza ten rengi ipek çorap, parlayıp duran yüksek topuklu ayakkabı giymişti. Bunu görünce Salambi gayri ihtiyari eski çizmesini somyanın altına sakladı.
Muza yetmiyormuş gibi bir de ayna önünde keyifle döndü. Salambi ona göz altından ancak baktı. “Basit düşünceli kızın ikonu aynadır.” diye düşündü. Muza’nın yüzü çocuk gibi aktı, yüzüne pudra sürmüş olmalıydı, kıpkızıl dudakları bir çift kiraz gibiydi, dudaklarının kenarları her zaman gülüyor gibi biraz gerilmiş gibiydi. Güldüğü zaman ise iki gamzesi beliriverirdi. Gözleri keten çiçeği gibi göktü, kaşlarını kap kara boyamış, kirpikleri yukarıya doğru süzülüyordu. Kısa saçı ise güzün açık havasında güneşin parlattığı sapsarı kayın yaprakları gibi görünüyordu.
Salambi Muza’yı daha önce gördüğünde ona benzer güzel bir kızı nerede gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Ancak hatırlayamadı. Şimdi birden aniden aklına geldi. Aynen bunun gibi güzel bir kız suretini o çocukken çikolata kabında görmüştü. O, bu çikolata kâğıtlarıyla oyuncak yapardı.
Muza üzgün çocuksu sesiyle “Salambi!” dedi. “Ah senin saçın çok güzelmiş! Seninki gibi güzel örgüler için ben neler vermezdim. Hiçbir zaman kıvırcık yapma, gerçekten de! Ben de kendi saçımı kıvırcıklaştırıp bitirdim. Şimdi döküldü, beş yıl sonra kel kalacağım herhalde. Biliyor musun, üç yıl benim örgülerim nasıldı? Bırakırdım da sırtımda çavdar demeti gibiydi! Tarayıp açılamayacak kadar sıktı. Bu örgüler hakkında anlatacak bir anım bile var. Sana anlatmamış mıydım?”
Muza güldü ve paltosunun eteğinin kırışacağından korktuğundan olsa gerek sandalyeye oturmadan ayakta anlatmaya başladı.
“Bizim köy istasyondan uzak değildi. Biz kızlar boş zamanlarda tren gelirken tren garına çilek satmaya giderdik. Bir keresinde askerî katar geldi, perona ne kadar çok asker toplandı. Yanıma genç bir asker koşarak geldi ve çilek aldı. Aldı ve gitmesi gerekiyordu ancak asker benim yanımdan ayrılmıyordu. ‘Bir bardak daha verir misin bacım.’ dedi. Komik, kendisi benden belki de büyüktür ama bana bacım diyordu. Doldurup bir daha verdim. Asker yine yerinden kıpırdamıyordu. ‘Cepheye gidiyoruz, Alman faşistlerini dağıttık, şimdi Japon samuraylarını vurmaya gidiyoruz. Çilek yemeyeli epey olmuş.’ dedi. Anlıyorum aslında nasıl bir çileğin gerekli olduğunu. Şakayla ‘Bir daha alın!’ dedim. Asker ‘Para yetmez bacım.’ dedi. Ona bedava bir daha doldurup verdim ancak almadı. ‘Böyle verme, parayla satın size kitap almak için para gerek olur. Okuyor olmalısınız, nerede okuyorsunuz?’ diye sordu. Söz üstüne söz konuşma başladı. Kendimden bahsettim, güle güle adresimi de verdim. Asker çok yakışıklıydı, üstü başı düzgün, temiz, omuz askısı üstünde sarı bir kurdele vardı. İçimden sevinerek sıradan bir asker olmamalı diye düşündüm. ‘Siz komutan olmalısınız.’ diye sordum ona. ‘Ben onbaşıyım.’ dedi delikanlı. Benim için ne fark ediyordu ki o zaman onbaşı büyükmüş, teğmen mi, anlamış gibi yapıp başımı salladım. ‘Vagonlara!’ diye bağırdılar. Tren de hareketlendi, benim onbaşı yine de hareketlenmedi. Ben de utandım. ‘Trene geç kalıyorsunuz!’ dedim korkarak. ‘Sizin beliklerinizi tutabilir miyim? Böyle belikleri bizim Altay’da da görmemiştim.’ dedi benim çilek isteyen askerim. ‘Katara geç kalıyorsunuz, katara geç kalıyorsunuz!’ dedim ne diyeceğimi bilemeden. Tren hızlanmaya başladı. Onbaşı benim beliğimi okşadı ve öptü. Korkudan ölecektim gerçekten de? Ardından son vagona koşup yetişti, doğrudan basamaklara zıpladı. Gözden kaybolana kadar kepini salladı, ben de el sallayarak yolcu ettim. Komik, sonra çilek dolu bardağı elimde tuttuğumu, askere vermediğimi hatırladım.”
Muza anlatmayı bırakıp gülüverdi, arkadaşının soğuklaştığını da fark etmedi.
Salambi Valeriy’i son kez istasyonda nasıl gördüğünü hatırladı, onun boğazına bir şeyler tıkandı, içi sızladı.
“Sonra bu on başıyı rüyamda üç kez gördüm, gerçekten de. Bir sonraki ay cepheden mektup gönderdi. Eh, benim sevincimi anlaman gerekir senin! Cephedeki sevdiğinden mektup almak ne kadar büyük bir mutluluk!”
Salambi pencereden ak bulutlara bakıyor, ancak onları görmüyordu. “Sen de benim gibi sevindin mi ki Muza. Sen de benim gibi sevdin mi?”
“Sonra ise bir şeyler oldu. Ya benim zamanında yazamadığıma kızdığından ya da öldüğünden bizim irtibatımız kesildi. Benim ilk sevdam böylece sona erdi. Seviyordum ben, gerçekten de.” dedi Muza.
Salambi şimdi arkadaşına dikkatle baktı. “Sevdin mi sen onu? Neden sen böyle üç haftalık hasrete de aşk diyorsun? Sen gerçek sevginin ne olduğunu biliyor musun?”
“Böyle bitti benim ilk sevdam. Sonra kendi aptallığımdan beliğimi de kestim. Şehre gelince insanları görüp kısa kestirdim saçlarımı ve kıvırcıklaştırdım. Sık saçlarım dökülmeye başladı. Gelin oluncaya kadar kel kalacağımdan korkuyorum gerçekten. Saçsız kız kime gerek? Eskiden evlenmeden çocuk sahibi olan kızların saçlarını böyle kesiyorlarmış diyorlar. Şimdi ise başörtüsüz gezmek iyi değil gibi.”
Muza orada ayna önünde döndü ve ince sesiyle türkü söylemeye başladı.
Dikkat et, söyleme hiç kimselere de
Sadece bir tek seni yürekten sevdiğini,
İpek yazmayla örtünüp de
Sadece bir tek seni severek beklediğini.
Hiç kimseye söyleme nasıl kibar,
Ne kadar akılsızım ben kız halime.
Kapının çaldığını duyunca türkü söylemeyi bıraktı ve “Tamam!” dedi keyifle.
Odaya yakışıklı bir delikanlı girdi, Muza’nın deyişiyle böyle birisiyle bir kere konuşsan sonra onu rüyanda görürsün. O mavi yağmurlukla kara şapkayla ak eldivenle; boynuna mavi ipek kaşkol sarmıştı.
Beklenmeyen konuk başını hafifçe eğerek “Merhaba!” dedi. Güldüğünde sol taraftaki altın dişi parlayıverdi.
Delikanlı tekrar güldü, eldivenini parmaklarından çıkardı, şapkasını çıkarıp hafifçe başını eğdi. Güzelce taranmış keten lifi gibi saçları dalgalanıverdi. Konuk yine de oturmadı, kapı yanında durdu, mavi gözleriyle Muza’ya dikkatle baktı, onu büyük yerine koymuş olmalı.
Yabancı delikanlı hoş sesiyle Nina Solovyeva’yı sordu. Onlar aynı köydenmiş, Nina’ya köyden mektup getirmiş. Elindeki üç köşeli zarfı delikanlı masa üzerine bıraktı.
Bir süre ne söyleyeceğini bilemeden şaşırıp duran Muza birden cesaretlendi. Onun gök gözleri sevinçle parlamaya başladı, sürekli gülen dudakları cezbedici bir şekilde kıpırdamaya başladı. İki gamzesi de birden kayboldu.
“Siz Nina ile aynı köyden misiniz? Oh ne kadar güzel! Tanışalım ben Muza Lyubimova, Nina’nın dostuyum.”
Kız tırnakları kırmızıya boyanmış küçük elini delikanlıya doğru uzattı.
“Leon Viryalov.” dedi diğeri. Sonra ellerini ak bir mendille silerek kızın elini yumuşakça sıktı, biraz fazlaca tuttu gibi.
Nemli keten çiçeğinin üzerine güneş ışığı düşmüş gibi Muza’nın gözleri alımlı bir şekilde parlamaya başladı.
“Viryalov? Bir yerlerden bu soyadı duymuş gibiyim. Siz Kazan Üniversitesinde okumadınız mı?”
“Okudum gibi hatırlıyorum.” dedi ve güldü delikanlı. “Siz de orada okudunuz mu?”
“Hayır benim dayımın kızı orada okudu, o bir Viryalov’dan bahsediyordu.” dedi kız hızlıca ve sözü başka tarafa çevirdi.
Arkadaşına doğru dönerek “Tanışın bu da benim sevgili arkadaşım Salambi Akramova.” dedi.
Salambi söz söylemeden kalkıp elini uzattı. Önce delikanlının bembeyaz eli yanında kendisinin çalışmaktan kararmış ellerinden dolayı çekinir gibi oldu, ancak hemen bu düşünce yok oldu. “Güzel elli erkek yabancı adamın hazırladığını ister.” denilen söz aklına geldi.
“Salambi!” dedi delikanlı kızın elini hemen bırakmadan, sonra biraz düşündü. “Salambi, selamlı ad.”
Muza alımlı bir şekilde gülerek “Siz şairsiniz!” dedi.
“Günahım var, biraz yazdığımı inkâr edemem.”
Viryalov bunu Muza’ya doğru dönerek söyledi.
“Ancak işim çok da şiirsel değil benim. Köy öğretmeniyim ben. Botanik ve biyoloji alanından besleniyorum, nesir demek mümkün bir başka deyişle.”
Anna İvanovna kapıyı kapatmaya varıp “Kapıyı neden kapatmıyorsunuz, kapı açık duruyor içeriyi duman doldurdu!” dedi beklenmedik bir anda. Ancak iki kızın önünde duran yabancı delikanlıyı fark etti ve uzağa doğru çekildi. Yine de delikanlı yaşlı kadının elinde yağlanmış, katılaşmış, islenmiş önlüğünü de onun elindeki puslanmış lapa kaşığını da gördü. Delikanlı dudağını hafiften büktü, ama gülmedi.
“Bu sizin kiminiz oluyor?”
Muza kızarıverdi.
“Öylesine bir yaşlı kadın, dairenin sahibi. Annı Yıvannı diyoruz biz ona.”
Konuşmadan oturan Salambi “Çok iyi biri.” diye ekledi.
Delikanlı konuşmanın bittiğini anladı ve kızlarla hızlıca vedalaştı. Onun böyle beklenmedik bir anda gideceğini hiçbiri düşünmemişti.
“Af edersiniz, sokakta arkadaşlarım bekliyor. Böyle çabuk ayrıldığım için üzgünüm. Af edersiniz, pardon. Tekrar görüşüp konuşacağımızı umuyorum. Benim buraya gelmem gerekir.”
“Güle güle.”
Kapının önünde tekrar Anna İvanovna’nın sesi duyuldu.
“Çok çabuk ayrılıyorsunuz, neden biraz oturmadınız? Lapa yemeye gelin! Yulaf lapası. Doktorlar çok faydalı diyorlar.
Muza küçük kupasıyla masaya vurdu.
“Eh sen yaşlı kadın! Gerçekten de hep böyle iyi insanların yanında ayıp ediyorsun! Evi dumanla doldurdun, soğan kokusu da cabası öff! Kursaksız ördek gibi, sürekli yiyor, sürekli yiyor, karnının derisi nasıl dayanıyor onun acaba? Karnı çatlayacak gibi olduğundan hışırdıyordur o.”
Keyfi kaçan kız değişiverdi.
“Oy Salambi! Nasıl delikanlılar varmış! Kültür… Eğitim… Şair! Fransız yağmurluğu, şapka, hepsi de Avrupa’dan. Modern! Gördün mü ellerini uzatmadan önce ak mendille sildi. Eh! Sen hiç gülmedin, Salambi. Oy, aklım başımdan gitti!” dedi Muza birden ayna önüne vararak. “Namusunu nereye koyacaksın! Böyle yakışıklı delikanlı önünde ben… Bak, Salambi, benim saçım… Arkası tamamen dağıldı mı ne, tüylenip duruyor… Neden söylemedin? Oy ne ayıp! Oy, gerçekten ayıp!”
Salambi “Ben fark etmedim.” dedi ve ilk defa gülüverdi.
Dışarıdaki odada kahkahalarla gülme, uğultu duyuldu.
Mutfaktan yaşlı kadın “Uuuuu, çocuklarım geldiler! Çay içmeye gelin!” diye davet etti.
Odaya iki Nina ile birlikte Petya Kazakov girdi.
“Selam, Salambi!” dedi girer girmez elini uzatarak, sonra da Muza’ya doğru döndü. “O, Muza! Lyubimova, elbette… Şair demiş ki,
Kan oynuyor benim yüreğimde her an
Muzalarla sevgiden.”
Kazakov ziraat enstitüsünde Büyük Nina ile birlikte okuyordu, Solovyev ile ikisi de eskiden beri arkadaşlardı, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Cephede yaralanan delikanlı aksıyordu, bu sebeple bastonla yürüyordu. O Çeboksarılı bir Rus, Çuvaşça da biraz konuşuyor, konuştuğunda sürekli şaka yaparak konuşur, bu sebeple de onu her gördüğünde Salambi kendi köylerindeki Pavıl Şambulkin’i hatırlıyordu.
Kazakov Salambi ile Muza’ya göz kırparak “Stop, kızlar! Mektup! Küçük Nina dans et. Sana geldi, delikanlıdan!” dedi.
Dans edene kadar Küçük Nina kızarıverdi, bir iki döndü ve “Ver artık, Petya” demeye başladı.
Ancak Kazakov onu bir kez daha dans ettirdi, sonra tekrar konuştu.
“Teşekkür ederim, iyi dans ettin, bu ustalığınla Moskova’daki büyük tiyatroda dans etmen gerekir. Ama mektup Büyük Nina içinmiş. İşte inanmazsan adresi oku. Stop! Zarfı hamurla yapıştırmış, bir pide hamurunu bitirmiş. Nasıl bir delikanlı ki bu sevdiğine de pulsuz mektup yazıyor?”
Büyük Nina “Delikanlı değil, annem yazmış olmalı.” dedi. Bir de şimdi köyde nasıl pullu zarf olsun? Tamam, hiç olmazsa mektubu yazacak kâğıt bulmuş.
“Böyle her delikanlı ödemeli mektup gönderse gariban öğrenci kız ne yapsın? Zarf üzerinde hiçbir damga da yok. Anna-vanna! Kim alıp getirdi bu mektubu?”
Muza, Salambi’ye göz attı. “Konuşma!” dolgun vücutlu Anna İvanovna acele etmeden yavaşça girdi. Onun üstünde düzgün dikilmiş düz belli alaca elbise, yağlanmış, katılaşmış, islenmiş önlük (onun renginin ne olduğunu söylemek de zor) vardı. Anna İvanovna’nın dolgun yüzü çok buruşmuştu, ak saç telleri de görünmüyordu. Her zaman gülerek konuşan yaşlı kadın elindeki bardaktaki şekerli kaynamış çayı yudumlayarak konuşmaya başladı.
“Ah kızlarım, bugün bir genç geldi buraya, ama delikanlı da delikanlı yani! Bir damla suyla içiverirsin!”
Kazakov “Ben kötü müyüm? Beni kızların önünde yerle bir etme şimdi, Anna vanna.” diye iğneleyerek konuştu.
“Eyy, sen dedin!” dedi ve kıkır kıkır güldü yaşlı kadın. Kapı aralığından biraz baktım da ben de gençleştim birden. Delikanlı değil, ay ve güneş! ‘Tam da küçük Nina için damat!’ diye düşündüm hemen.”
Hepsi birden gülüverdiler. Küçük Nina kızıl kumaş gibi kızardı, utanıp Salambi’nin arkasına saklandı.
“İki kız arasında dönüp duruyor ya, aman Tanrım! Susun, Petya anlatıp bitireyim. Şaşırmış iki kız arasında duruyor. Biri diğerinden güzel, hangisini seçsem ki? Düşünüp duruyor çocuk! Petya sen olsan hangisini seçerdin?”
“Ben mi? Ben ikisini de severim, ikisi de çok güzel ama benim için üçüncüsü var.”
Kızlar gülüverdiler.
Yaşlı kadın ağzına yaklaştırdığı bardağından bir yudum daha alarak “Salambi ile Muza aynı mı şimdi?” diye sordu.
“Hayır Anna Vanna, ikisi de aynı demiyorum! Muza ilkbaharın sevinçli güneşi gibi, Salambi güzün serin güneşi gibi.
Yaşlı kadın düşündü ve gülmeden şöyle söyledi “Güz güneşi tatlı olur oğlum.”
“Siz Anna Vanna şairsiniz! Puşkin gibi güzü seviyorsunuz.”
“Sizinle konuşup dururken püre tencerede yandı herhalde. Bezelye püresi yaptım çocuklar, yemeye gelin.”
Yaşlı kadın keyifle güldü.
Solovyeva yaşlı kadının ardından kapı kapanınca “Bu mektubu kim verdi Salambi?” diye sordu.
“Leon Viryalov diye biri.”
“Aaa, Leven.” dedi Nina ve mektubu okumaya başladı.
“Siz bahçe işine girmiyor musunuz?” diye sordu Kazakov Muza’ya. “Yoksa pedagoji enstitüsü öğrencileri elma sevmiyorlar mı?”
–Ben her an bahçeye gitmeye hazırım. Küçük Nina’yı bekledim, biz onunla aynı gruptayız, o bizim grup başkanımız. Neden öyle sordun?
“Filarmoniye gitmeye hazırlanmış gibisin de… Böyle yüksek topuklu ayakkabı ile bahçede çalışmak zor olur diye düşündüm, güzel ayaklarınızı incitebilirsiniz. Çizme giymeliydiniz.”
“Benim çizme gibi bir şeyim yok.”
Solovyeva mektuptan gözünü almadan “Benimkisini vereyim mi?” diye teklif etti.
“Oy, Nina var mı senin?”
Kazakov divan altından büyük yük çizmeyi çıkarıp göstererek “İşte!” dedi.
Hepsi birden kahkahayla güldü.
Muza sertleşmiş deri çizmeye iğrenerek bakıp “Bu çizmeyi ben kaldıramam da o hepten incitir ayağımı çizer mahveder.” dedi.
Büyük Nina’yı üzmemek için Salambi konuyu değiştirdi.
“Sizin grubu bahçeye kim götürecek Nina?”
Küçük Nina çekinerek “Salanov diyorlar.” dedi.
“O kim?”
“Ben görmedim, Petya biliyor olmalı? Petya…”
Kazakov “Üçüncü sınıfta okuyor, bizim öğrenci çok başarılı.” dedi.
“Savaştan önce onun için mi üzüm yetiştirdi diyorlar?” diye sordu Salambi. “Bizim oralı değil o Turikaslı değil mi?”
“O.” dedi Büyük Nina. “Bizim köyün delikanlısı. Gayretli Miçurinets, yenilikçi, sık sık bahçe uzmanlarını şaşkına çevirir. Onların ailesi böyle, babası da bahçe uzmanı. Bizim kolhozda ikisi çevrede hiç kimsede olmayan bahçe yetiştiriyorlar. Salanov, savaşta yaralanıp döndükten sonra hemen enstitüye geldi. O savaştan önce de burada okuyordu, o enstitüye geç gelmiş olsa da hemen enstitüye okumaya girdi. Çok yetenekli bir delikanlı.
“Oy, Nina!” diye şaşırdı Muza. “Sizin köyün delikanlıları ne kadar iyi. Şairler, bilim adamları…”
“Oy Muza! Sizin Büyük Nina’nın köyünde, şairlerin yakınında doğmak gerekmiş.” diye iğneledi Kazakov.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.