Kitabı oku: «Yaşama Sanatı», sayfa 2
Sosyal Çıkarın Önemi
Sosyal çıkar ya da sosyal duygu kavramı önemli bir kavramdır. Eğitim sistemimizin, tedavi ve iyileştirme yöntemimizin en önemli kısmıdır. Yalnızca cesur, kendine güvenen ve dünyada kendini rahat hisseden insanlar hayatın hem sorunlarından hem de avantajlarından yararlanabilir. Böyle insanlar asla korkmazlar. Hayatta her zaman zorlukların olduğunu bilirler ancak sorunların üstesinden gelebileceklerini de bilirler. Hayatın sosyal bakımdan çeşitli zorluklarının tümüne karşı hazırlıklıdırlar.
Bahsettiğimiz üç tip çocuk çok daha düşük bir sosyal çıkar duygusuna sahip bir model kişi geliştirirler. Hayatın güçlüklerinin çözümü için gerekli zihinsel tutumdan yoksundurlar. Yenilmişlik duygusuyla hayatın sorunlarına karşı hatalı bir tutum geliştirirler. Böyle hastaları tedavi etmede üzerimize düşen “yararlı” sosyal davranış ve hatayla topluma karşı olumlu ya da “yararlı” bir tutum olarak tanımladığım şeyi desteklemektir.
Sosyal çıkar eksikliği insanları hayatın olumsuz ya da “yararsız” tarafına yönlendirme eğilimindedir. Ciddi ölçüde sosyal çıkar eksikliği çeken insanlar ihmalkâr, suçlu, alkolik ya da akıl hastası olurlar. Böyle tiplerin vakasında karşımıza çıkan sorun onları yararlı ve yapıcı bir davranış biçimi benimseyecek ve diğer insanlarla ilgilenecek şekilde etkilemenin bir yolunu bulmaktır. Bu nedenle bireysel psikoloji olarak adlandırdığımız şey aslında sosyal psikolojidir.
Hisler ve Duygular
Yaşama sanatındaki bir sonraki adım hislerin incelenmesidir. Bir hedef benimsemek sadece bireysel karakter özelliklerini, fiziksel eylemler ve dışavurumları etkilemekle kalmaz; ayrıca hislerin ömrüne de yön verir. Bireylerin kendi davranışlarını daima duygularına başvurarak haklı çıkarmaya çalışmaları kayda değerdir. Bu yüzden şayet bireyler sıkı çalışmaya hevesli olurlarsa bu düşüncenin beslenip büyütülüp duygusal hayatlarının tümünde baskın bir rol oynadığına tanıklık ederiz. İnsanların hisleri her zaman görevlerine karşı yaklaşımları ile uyuşur. Hisler tutumlarını pekiştirir. Daima ne yapacaksak onu yaparız ve hislerimiz eylemlerimize eşlik eder.
Bu durumu muhtemelen bireysel psikolojinin en önemli inceleme alanlarından biri olan rüyalarda oldukça net bir biçimde görebiliriz. Her ne kadar önceleri asla açık bir şekilde anlaşılmamış olsa da her rüyanın bir amacı vardır. Genelde rüyanın amacı belirli bir his ya da duygu yaratmaktır. Bu duygu daha sonra rüyanın amacına yardımcı olur. Davranmak istediğimiz biçimde rüya görürüz. Rüyalar uyanıkken yerine getirdiğimiz eylemlerin planları ve tutumlarının duygusal bir provasıdır. Ancak böylesi bir prova, asla başarılı olamama ihtimali taşıyan bir oyunun provasıdır. Bu bakımdan rüyalar aldatıcıdır çünkü duygusal hayal gücü ortada eylem olmaksızın bize eylemin heyecanını sağlarlar.
Bu özellik uyanık yaşantımızda da bulunur. Her daim kendimizi duygusal olarak aldatmaya meyilliyizdir. Hep kendimize model aldığımız kişinin çocukluğumuzun erken dönemlerinde bizlere buyurduğu yoldan gitmek istediğimize kendimizi inandırmaya çalışırız.
Genel Yaklaşım
Tüm bunlar uzun zamandır yeni bir doğrultuda yol kat etmiş bir bilim olan bireysel psikolojinin yaklaşımını özetlemektedir. Birçok psikoloji ve psikiyatri yöntemi bulunmaktadır ve hiçbir psikolog diğerlerinin tümünün yönteminin doğru olduğunu düşünmez. Muhtemelen okurlar da yalnızca düşünce ve inanca bel bağlamayacaklardır. Bırakalım da araştırıp karşılaştırsınlar.
İkinci Kısım
Aşağılık Hissi
Bilinç ve Bilinçsizlik
Bireysel psikolojide, birbirinden farklı varlıkların tanımlanması için “bilinç” ve “bilinçdışılık” terimlerinin kullanılması doğru görülmez. Bilinçli ve bilinçdışı zihin aynı doğrultuda, birlikte çalışırlar ve birbirlerinin zıttı olmayıp çoğu zaman düşünüldüğü gibi birbirleriyle uyuşmaz değillerdir. Dahası, aralarında belirli bir sınır çizgisi bulunmaz. Asıl önemli olan her ikisinin ortak çabalarının amacını keşfetmektir. Bütün bağlamı anlayana dek neyin bilinçli neyin bilinçdışı olduğuna karar vermek imkânsızdır. Bu durum kişinin modelinde, yani bir önceki kısımda incelediğimiz hayat biçiminde açığa çıkmaktadır.
Bir vakanın öyküsü bilinçli ve bilinçdışı hayat arasındaki yakın ilişkiyi gösterebilir. Kırk yaşındaki evli bir adamın camdan atlama arzusu vardır. Hep bu arzusuna karşı mücadele içinde olsa da bu sorunun dışında oldukça sağlıklıdır. Arkadaşları ve iyi bir işi vardır, eşiyle birlikte mutlu bir hayat sürmektedir. Adamın vakasının, bilinç ile bilinçdışı arasındaki uyum dışında anlaşılması güçtür.
Bilinçli olarak camdan dışarı atlamak zorunda hissetmektedir. Bununla birlikte hayatına devam etmektedir ve aslında hiçbir zaman camdan atlamaya kalkışmamıştır. Bu olgunun nedeni, hayatının bir başka yönünün olmasıdır. Hayatının bu yönünde intihar etme arzusuna karşı verdiği mücadele önemli bir rol oynamaktadır. Varlığının bilinçdışı tarafıyla bilinçli kısmı arasındaki işbirliğinin bir sonucu olarak adam mücadelesinde galip çıkmıştır. Aslında daha sonraki kısımda daha detaylı bir biçimde ele alacağımız bir terimi kullanmak gerekirse, “hayat tarzı” açısından baktığımızda adam üstünlük hedefine ulaşmış bir muzaferdir.
Okur bu noktada şunu sorabilir: Nasıl oluyor da intihar etmeyi arzulayan bilince sahip bu adam üstünlük hissedebiliyor? Bu sorunun cevabı, adamın içinde intihar eğilimine karşı savaş veren bir şeylerin bulunduğudur. Bu savaştaki başarısı onu muzafer ve üstün bir varlık kılmıştır. Tarafsız bir gözlemciye göre üstünlük elde etme çabasının öyle ya da böyle aşağılık hissine kapılan bireylerin vakalarında genelde olduğu gibi kişinin kendi zayıflığıyla şartlanmış olduğu apaçık ortadadır. Ancak önemli olan şudur ki, kendi mücadelesi içinde üstünlük elde etme çabası, yaşama ve fethetme çabası aşağılık hissi ve ölme arzusundan daha avantajlı gelmiştir. Üstelik bu gerçekliğe karşın ölme arzusu bilinçli hayatında, aşağılık hissiyse kendini bilinçdışı hayatında açığa vurmaktadır.
Bu adamın karakter modelinin gelişiminin teorimizi destekleyip desteklemediğine bir bakalım. Önce adamın çocukluk hatıralarını inceleyelim. Küçük bir çocukken okuldan hoşlanmadığını öğreniyoruz. Diğer erkek çocuklardan korkarmış ve onlardan kaçmak istermiş. Yine de okulda kalıp diğerleriyle yüzleşme konusunda azim göstermiş. Buradan bile kendince zayıflığının üstesinden gelmeye çalıştığını anlayabiliriz. Sorunuyla yüzleşmiş ve üstesinden gelmiş.
Hastamızın karakterini incelersek, hayattaki tek hedefinin korku ve endişesini yenmek olduğunu anlayabiliriz. Bu amacına yönelik olarak bilinçli düşünceleri ve bilinçdışı fikirleri bir bütün yaratacak biçimde işbirliği içindedir. İnsanı uyumlu bir bütün olarak görmeyenler için bu hasta sırf mücadele edip savaşmak isteyen, hırslı ancak esasında korkak biri olarak görünebilir. Ne var ki bu yanlış bir düşünce tarzı olacaktır çünkü böyle bir düşünce vakamızdaki tüm gerçekleri göz önünde bulundurmayıp bunları insan hayatının temelindeki birlik kavramına göre yorumlamaz. İnsanı bir bütün olarak görmediğimiz müddetçe bütün psikoloji bilgimiz ve insanı anlamaya yönelik tüm girişimlerimiz beyhude ve yararsız olacaktır. Eğer bir insanın birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan iki farklı yönünün olduğunu düşünecek olursak hayatı uyumlu bir bütün olarak görmek mümkün değildir.
Sosyal İlişkiler Üzerine
Bireyin hayatını bütün olarak görmenin dışında hayatı sosyal ilişkileri bağlamında incelememiz de gerekir. İnsanlar doğduklarında zayıftır ve zayıflıkları başka insanların onlarla ilgilenmesini gerekli kılar. Çocukların yaşam biçimleri, onlarla ilgilenen ve zayıflıklarını gideren insanları göz önünde bulundurmadan anlaşılamaz. Çocukların anne ve aileleriyle birbirine kenetlenmiş bir ilişkileri vardır. Şayet analizimizi ayrı bir varlık olarak sırf çocuklarla sınırlandırırsak bu ilişkiyi asla anlayamayız. Çocukların bireyselliği fiziksel olarak bireyselliklerinden çok daha fazlasından oluşur ve bütün bir sosyal ilişkiler ağını içerir.
Çocuklar için geçerli olan belirli bir seviyede hepimiz için de geçerlidir. Çocukların bir aile grubu içinde yaşamalarını gerekli kılan zayıflık, insanları topluluklar içinde yaşamaya iten zayıflıkla paralellik gösterir. Herkes belli başlı durumlarda kendisini yetersiz hisseder. Hayatın zorlukları altında ezilmiş ve tek başına bu zorlukların üstesinden gelemeyecekmiş gibi hissederler. Bu nedenle insanoğlunun en güçlü eğilimlerinden biri, toplumdan yalıtılmış bireyler olarak değil de bir topluluğun üyeleri olarak yaşamak üzere gruplar oluşturma faaliyetidir. Şüphesiz, sosyal hayatın yetersizlik ve aşağılık hissimizi yenmeye büyük yardımı dokunmuştur.
Hayvanlar arasında da görece zayıf türler daima gruplar halinde yaşarlar, böylece bir bütün olarak güçleri bireysel ihtiyaçlarını gidermeye yardımcı olabilir. Böylelikle bir sığır sürüsü kendisini kurtlara karşı koruyabilir. Halbuki tek başına bir sığır böyle bir durumun üstesinden gelemez. Diğer yandan goriller, aslanlar ve kaplanlar tek başlarına yaşayabilirler çünkü doğa onlara kendilerini koruma araçlarını sunmuştur. Bir insan ise, hayvanların büyük gücüne, pençelerine ya da keskin dişlerine sahip değildir ve bu yüzden yalnız yaşayamazlar. Yani sosyal hayatın kaynağı bireyin zayıflığında yatar.
Bu nedenle tüm insanların becerilerinin eşit olmasını bekleyemeyiz. Ancak gereğince organize olan bir topluluk, içinde barındırdığı bireylerin çeşitli becerilerini destekleyecektir. Bu noktayı kavramak son derece önemlidir. Aksi takdirde bireylerin tamamen miras edindikleri becerilere göre değerlendirilmesi gerektiğini düşünmek zorunda kalırdık. Aslında yalnız başına yaşamaları durumunda belirli beceriler konusunda yetersiz olan bireyler, bazı yetenekleriyle katkıda bulunmalarına teşvik eden iyi organize olmuş bir topluluk içinde bu eksikliklerini rahatlıkla telafi edebilirler.
Diyelim ki bireysel yetersizliklerimizi kalıtım yoluyla edindik. O halde psikolojinin asıl amacı, doğal eksikliklerinin etkisini azaltmak için insanların diğerleriyle birlikte yaşamalarına yardım etmek olurdu. Sosyal gelişimin tarihçesi, insanların zayıflıkları ve zorluklarının üstesinden gelmek üzere nasıl işbirliği yaptıklarının öyküsüdür.
Dil ve İletişim
Herkes dilin sosyal bir icat olduğunun farkındadır ancak çok azımız bu icadı bireysel yetersizliğin doğurduğunu kabul eder. Diğer yandan bu gerçek, çocukların ilk dönem davranışlarında sergilenir. Çocuklar istekleri karşılanmadığında ilgi toplamak isterler ve bunu da bir tür dil kullanarak gerçekleştirirler. Şayet ilgi çekme ihtiyacı duymasalardı konuşmaya çalışmazlardı. Hayatın ilk birkaç ayında anne, çocuğun konuşma becerisi gelişmeden önce onun ihtiyaç duyduğu her şeyi sağlar. Altı yaşına kadar konuşmamış çocuklara dair vakalar bulunmaktadır çünkü bu çocuklar hiçbir zaman konuşmaya ihtiyaç duymamışlardır.
Aynı durum sağır ve dilsiz ebeveynlere sahip bir çocuğun vakasında gözlemlenmektedir. Bu çocuk düşüp canını yaktığında ağlar ancak ses çıkarmadan ağlamaktadır. Ebeveynleri kendisini duyamayacağından ses çıkarmanın işe yaramadığını bilmektedir. Bu yüzden ebeveynlerinin ilgisini çekmek için ağlar gibi görünür fakat bunu sessizce yapar.
Buradan, incelediğimiz gerçeklerin bütün sosyal bağlamına her zaman bakmak zorunda olduğumuzu anlıyoruz. Bireylerin seçtiği belirli “üstünlük elde etme hedefini” ve onların belirli sosyal sorununu anlamak için sosyal çevreye bakmamız gerekir. Bireysel psikoloji tüm sorunları gerçekleştikleri arka plana dayalı olarak inceler. Çoğu insan topluma uyum sağlamada güçlük çeker çünkü dil aracılığıyla diğerleriyle normal temas kurmak onlar için imkânsızdır. Konuşma güçlüğü çeken insanlar bu duruma bir örnektir. Bu insanları inceleyecek olursak, çocukluklarından itibaren topluma uyum sağlayamadıklarını görürüz. Nadiren toplu etkinliklere katılmak isterler ya da arkadaş ve dost edinirler. Dil gelişimi diğer insanlarla birlikteliği gerektirir ancak insanlarla birlikte olmak konusunda isteksiz oldukları için konuşma bozuklukları sürmektedir. Aslında konuşma bozukluğu çeken insanlarda iki farklı uyarıcı vardır: Biri diğer insanlarla birlikte olmalarını istemelerine, diğeriyse toplumdan uzak durmalarına neden olur.
Sosyal ilişkinin önemli bir rol oynadığı bir hayat yaşamayan çoğu insan topluluk önünde konuşamaz ve sahne heyecanı yaşama eğilimindedir. Bunun nedeni izleyicilerini düşman olarak görmeleridir. Görünüşe göre düşmanca ve baskın duran bir izleyici kitlesiyle karşılaştıklarında aşağılık hissine kapılırlar. Ancak kendilerine ve izleyicilerine güvenebildiklerinde güzel konuşma yapabilirler ve o zaman sahne korkusuna kapılmazlar.
Sosyal Eğitim
Aşağılık hissi ve sosyal eğitim sorunu birbiriyle yakından ilintilidir. Aşağılık hissi sosyal uyumsuzluktan kaynaklanır, diğer yandan sosyal eğitim hepimizin aşağılık hissimizin üstesinden gelebilmemiz için kullandığımız en temel yöntemdir.
Sosyal eğitim ve sağduyu arasında doğrudan bir bağlantı bulunur. Sağduyudan bahsettiğimizde aklımıza bir sosyal grubun toplam zekâsı gelebilir. Diğer yandan son bölümde de bahsedildiği üzere, özel bir dil ile özel bir anlayış tarzı kullanan insanlar diğer insanlar, sosyal tesisler ve sosyal normlar kendilerine hiç de cazip gelmiyormuş gibi davranırlar. Ancak yine de kurtuluşlarına giden yolda bunların tümü yatmaktadır.
Bu gibi insanlar üzerinde çalışırken asıl görevimiz toplum hayatını onlar için cazip kılmaktır. Asabi insanlar iyi niyet gösterdiklerinde daima haklı olduklarını hissederler ancak bunun için iyi niyetten fazlası gerekir. Onlara toplum için asıl önemli olanın onların neyi başardığı ve nihayetinde topluma ne verdikleri olduğunu öğretmeliyiz.
Aşağılık hissi ve üstünlük elde etme çabası genel geçer kavramlar olmasına karşın bunu herkesin eşit olduğunun bir göstergesi olarak görmek büyük bir hata olur. Bedensel güç, sağlık ve harici koşullar bakımından farklılıklar bulunmaktadır. Bu yüzden de görünüşe göre aynı durumlardaki bireyler tarafından farklı hatalar yapılabilir. Şayet çocukları ele alacak olursak, kendi bireysel koşulları karşısında tepki verebilecekleri tamamen değişmez ve doğru tek bir tavrın bulunmadığını fark ederiz. Bu koşullara karşı kendilerine özgü yöntemlerle tepki verirler. Daha iyi bir yaşam tarzı elde etmeye çaba gösterirler ancak bunu kendilerine özgü bir yolla, kendilerine özgü hatalar yaparak ve kendilerine özgü başarı yaklaşımını kullanarak elde etmeye çalışırlar.
Sınırlamaların Üstesinden Gelme
Şimdi bireylerin sergileyebileceği çeşitlilik ve tuhaflıkların bazılarını inceleyelim. Örneğin solak çocukları ele alalım. Sağ ellerini kullanacak biçimde öylesine titiz bir eğitim aldıkları için solak olduklarının asla farkında olamayan çocuklar vardır. Başlarda sağ ellerini kullanırken beceriksiz davranırlar ve bu yüzden de azar işitip eleştirilirler.
Aslında solak çocuklar daha beşikteyken bile fark edilebilir çünkü sol elleri sağ ellerinden daha çok hareket eder. Hayatlarının ilerleyen döneminde sağ ellerinin zayıflığından dolayı sınırlandırılmış hissederler ve bu sorunun üstesinden gelme çabasıyla çizim, yazma ve benzeri uğraşlara daha fazla ilgi gösterirler. Bu durum çoğu kez gizli yetenek ve becerinin gelişmesi konusunda büyük bir avantaj olur ve bu konumdaki çocuklar çoğunlukla sınırlamalarının üstesinden gelme konusunda arzulu olup mücadele verirler. Ancak bazen mücadele çetin olur ve bu tip çocuklar diğerlerini kıskanabilir. Bu yüzden çok daha büyük bir aşağılık hissi geliştirirler. Sürekli mücadele sonucunda çocuklar kavgacı bireylere dönüşebilir, daima beceriksiz ve eksik olmamaları gerektiğine dair sabit fikirleriyle mücadele edebilirler.
Çocuklar mücadele ederler, hata yaparlar ve hayatlarının ilk dört ya da beş yıllık dönemlerinde oluşturdukları kişi modeline göre farklı yollardan gelişirler. Her birinin farklı bir hedefi vardır. Bazıları ressam olmak isteyebilir. Diğer yandan başkalarıysa kendilerini rahat hissetmedikleri bu dünyadan uzak durmayı dileyebilir. Zayıflıklarının nasıl üstesinden gelebileceklerini biz biliyor olabiliriz ancak onlar bilemezler. Üstelik çoğu zaman bu gerçekler çocuklara doğru bir biçimde izah edilmez.
Pek çok çocuğun kusurlu gözleri, kulakları, ciğerleri ya da mideleri olabilir. Bu gibi durumlarda ilgilerinin kusurları doğrultusunda teşvik edildiğine tanıklık ederiz. Bunun ilginç bir örneği sadece akşam işten eve döndüğünde astım nöbetleri geçiren bir adamın vakasında görülmektedir. Adam kırk beş yaşında olup evli ve iyi bir işe sahiptir. Kendisine neden astım nöbetlerinin her zaman işten eve döndükten sonra gerçekleştiği sorulmuş. Şöyle yanıt vermiş: “Ben idealist biriyim ancak eşim maddiyatçıdır ve bu yüzden sürekli anlaşmazlık yaşamaktayız. Eve geldiğimde dinlenmek, huzur içinde keyif sürmek istiyorum ancak eşim dışarı çıkmak istiyor ve bu sebeple evde kalmaktan şikâyet ediyor. Sonra sinirleniyorum ve boğulacak gibi oluyorum.”
Adam neden boğulacak gibi oluyor? Örneğin neden kusacak gibi olmuyor? İşin gerçeği adam sadece oluşturduğu kişi modeline sadık davranıyor. Görünüşe göre çocukken geçirdiği zayıflıktan dolayı sarmalanmış ve sıkı bir şekilde bağlı kalması nefes alışlarını zorlaştırıp rahatsız hissetmesine neden olmuş. Ancak yanı başında durup ona sempati duyan ve onu teselli eden bir hemşire varmış. Hemşirenin bütün ilgisi kendisinden çok ona odaklanmış. Sonuç olarak hemşire daima onu neşelendirip teselli edecekmiş izlenimini vermiş. Çocuk dört yaşındayken hemşire bir düğüne gitmiş ve çocuk için için ağlayarak istasyona giderken ona eşlik etmiş. Hemşire ayrıldıktan sonra çocuk annesine “Hemşirem de gittiğine göre artık dünyada hiç kimse benimle ilgilenmez,” demiş.
Nitekim tıpkı kişi modelini oluşturmakta olduğu çocukluğunun erken dönemlerindeki gibi yetişkinliğinde de kendisini daima eğlendirip onu teselli edebilecek ve sadece onunla ilgilenebilecek ideal bir insan arayışı içinde olduğunu görmekteyiz. Sorununun asıl kaynağı oksijenin yetersiz oluşunda değil sürekli olarak birileri tarafından eğlendirilmeyip teselli edilmemesi gerçeğinde yatmaktadır. Doğal olarak sizi daima eğlendirebilecek birini bulmak kolay değildir. Her zaman her durumu kontrol etmek istemiş ve bu durum başarılı olduğu zamanlarda belirli ölçüde işe yaramış. Bu yüzden de boğulur gibi olmaya başladığında ve eşi sosyalleşme ya da tiyatroya gitmeyi istemekten vazgeçtiğinde “üstünlük kurma” hedefine ulaşıyormuş.
Bilinç düzeyinde bu adam doğru dürüst biridir ancak bilinçdışı düzeydeyse her daim galip gelme arzusuyla yönlendirilmektedir. Eşinin maddiyatçı değil idealist olmasını istemektedir. Gerçek dürtüleri yüzeysel dürtüleriyle uyuşmayan bir adamın da benzer davranışları sergilediğini farz edebiliriz.
Benzer biçimde çoğu kez görme bozuklukları çeken çocukların görsel şeylere daha çok ilgi gösterdiklerine tanık oluruz. Şairler ile ressamlar arasında göz hastalıkları alışılmadık bir şey değildir. Örneğin çok büyük başarılara imza atan Gustav Freitag gözlerinde astigmat olan büyük bir şairdi. Kendisi hakkında “Gözlerim diğer insanlardan farklı olduğu için görünüşe göre hayal gücümü eğitip kullanmak zorunda kaldım. Bunun büyük bir yazar olmama yardımcı olup olmadığından emin değilim. Fakat herhalde gözlerimin bozukluğu yüzünden hayal gücümde diğer insanların gerçekte görebildiğinden daha iyi görebiliyorum,” demiştir.
Şayet dahi insanların kişiliklerini inceleyecek olursak karşımıza çoğu kez gözleri bozuk ya da başka fiziksel kusurları olan bireyler çıkar. Hatta mitolojide geçen tanrıların bile bir ya da iki gözünde körlük gibi bazı kusurları bulunmaktadır. Neredeyse kör olmalarına karşın diğer insanlara göre çizgiler, tonlar ve renkler arasındaki farkları daha iyi görebilen dâhilerin olduğu gerçeği, sorunları doğru dürüst anlaşılırsa bu durumdan etkilenen çocuklara nasıl davranılabileceğini gösterebilir.
Bazı insanlar sadece yemek yemekle ilgilenir. Sırf bu yüzden sürekli neleri yiyip yiyemeyeceklerinden bahsederler. Genelde bu gibiler küçük yaşlarda sindirim sorunları yaşamıştır ve bu yüzden de diğer insanlara oranla yemeklerle daha çok ilgilenirler. Muhtemelen sürekli neyi yiyip neyi yiyemeyeceklerini kendilerine söyleyen kaygılı anneleri olmuştur. O yüzden böyle bireyler mide problemlerinin üstesinden gelmek için çaba sarf etmek zorundadırlar ve kahvaltı, öğlen ve akşam yemeğinde ne yiyecekleri konusuyla son derece ilgilidirler. Yemek konusunda kaygılı olmalarının bir sonucu olarak bazen çok iyi birer aşçı ya da diyet konusunda uzman olurlar.
Ancak bazen mide ya da bağırsaklardaki kusur insanların ilgilerini yemek yerine başka bir şeye yönlendirmelerine neden olur. Bazen bu para olur ve böyleleri de ya cimri ya da çok iyi finans uzmanları olurlar. Çoğunlukla para biriktirmek için aşırı güç sarf ederler ve gece gündüz kendilerini bu amaç için eğitirler. Asla işlerini düşünmeden edemezler. Bu durum bazen benzer koşullar altında kendilerine diğer insanlara göre büyük bir avantaj sağlar. Dahası, sıklıkla zenginlerin mide rahatsızlıkları çektiğini duymamız oldukça ilginçtir.
İşte bu noktada beden ve zihin arasındaki bağıntının önemini anımsayalım. Farklı insanlarda görülen belirli bir kusur her zaman aynı sonuçları doğurmaz. Fiziksel kusur ile kötü hayat tarzı arasında ille de bir neden sonuç ilişkisi bulunmaz. Fiziksel durum çoğu kez etkin bir biçimde tedavi edilebilir ya da en azından zararları hafifletilebilir. Ancak kötü sonuçları doğuran şey kusurun kendisi değildir. Bu durumun sorumlusu hastanın bu kusura karşı yaklaşımıdır. Bu yüzden bireysel psikolog için sorunun kaynağında salt fiziksel nedensellik bulunmamaktadır, aksine fiziksel koşullara karşı hatalı tutumlar vardır. Üstelik sırf bu yüzden psikolog, hastayı kişi modelinin oluşturulması sürecinde aşağılık hissinin üstesinden gelmesi için cesaretlendirmenin yollarını arar.
Bazı durumlarda zorlukların bir an evvel üstesinden gelmek istedikleri için devamlı tahammülsüz gibi görünen insanlarla karşılaşırız. Ne zaman sürekli şiddetli bir öfke ve ruh haline sahip bireyler görsek oldukça güçlü bir aşağılık hissine sahip oldukları sonucuna varabiliriz. Zorluklarının üstesinden gelebileceklerine inanan insanlar tahammülsüz olmazlar.
Kibirli, küstah ve geçimsiz çocuklar da büyük ölçüde aşağılık hissi sergilerler. Bu gibi çocukların durumunda uygun bir tedavi sunmak için asıl yapmamız gereken şey üstesinden gelmeye çalıştıkları zorlukların nedenlerini araştırmaktır. Kişi modellerinin yaşam tarzındaki hatalar için onları asla eleştirmemeli ve cezalandırmamalıyız.
Çocuklar arasında kişi modelinde var olan bu karakter özelliklerini çok çeşitli yollardan fark edebiliriz: Çocukların sıra dışı ilgi alanlarında, diğer çocukları bastırmak için gösterdikleri çabayla çevirdikleri entrikalarda ve üstünlük elde etme uğraşlarında. Harekete geçme ve kendilerini ifade etme konusunda kendi becerilerine güvenemeyen ve bu yüzden de diğer insanları etraflarından olabildiğince uzak tutmaya çalışan tipler de vardır. Yeni durumları kabullenmekten kaçınırlar ve kendilerini güvende hissettikleri küçük çemberlerinin içinde kalmaya çalışırlar. Okulda, işyerinde, toplum içinde ve evliliklerinde aynı şeyi yapıp belirli bir üstünlük kurma hedefine ulaşmak üzere her zaman kendi küçük çevrelerinde büyük işleri başarmayı ümit ederler. Bu karakter özelliği çoğunlukla kayda değer bir şeyleri başarmak için hayatta karşımıza ne çıkarsa çıksın onunla yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçeğini unutan insanlar arasında görülür. İnsanlar belli başlı durumları ve insanları katlanılmaz olarak sayıp hayatlarından çıkarırlarsa kendilerini değerlendirmek için ancak kendi mantıklarını kullanabilirler ve bu da yeterli olmayacaktır. Sağlıklı bir hayat yaşamak için insanlar sosyal ilişki ve sağduyunun temiz havasını solumaya ihtiyaç duyarlar.
Tüm insanlar kendi hayatlarında farklı gereksinimlerle yüzleşir. Örneğin yazarlar yaptıkları işte başarılı olmak istiyorlarsa sürekli diğer insanlarla dışarı çıkıp gezemezler çünkü düşüncelerini toparlayıp bir şeyler yazabilmek için uzun süre yalnız kalma gereği duyarlar. Ancak aynı zamanda sosyal etkileşim yoluyla gelişim göstermeleri gerekir çünkü bu sosyal ilişki onların gelişimlerinin önemli bir parçasıdır. Böylece bu tip insanlarla karşılaştığımızda iki farklı gereksinimlerinin olduğunu ve ayrıca hem sosyal olarak yararlı hem de yararsız olabileceklerini unutmamamız gerekir. Bu sebeple yararlı ve yararsız davranış arasındaki farkı anlamak için dikkatlice bakmamız gerekir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.