Kitabı oku: «Ademler», sayfa 3
1. Eserde İnsanlar ve Açlık
Eserde anlatılan olayların içinde yer alan halkı üç gruba ayırmak mümkündür: 1. Açlık başlar başlamaz ekmeğin bol olduğu diyarlara göç edenler; 2. Açlıktan ölenler; 3. Köyde kalarak açlık ile mücadele edenler. A. İbrahimov’un da yazdığı üzere, “Kendilerinde kıpırdayacak gücü bulanlar korkuyla dünyanın çeşitli yerlerine kaçtılar.”; “Daha güz aylarında vebadan kaçarcasına, aç ölümün karanlığı üzerine çöken bu topraklardan belirsiz ülkelere dağılmışlardı.” (286, 287).
Fakat birçok insan bu kadar şanslı olamaz, yaşadığı köyde açlıktan can verir:
“Evde, sokakta ya da yolda direk elden ayaktan düşüp ölüyorlardı.” (288).
Eserde açlıktan can verenlerin dünyası olarak kiler tasvir edilir. Ölenleri toprağa verecek güçleri olmayan köylüler, cesetleri önceleri tahıllar için kullanılan ama artık “apayrı bir dünyaya”, “karanlık korkunç ölüm dünyasına” dönüşen bir kilere toplarlar:
“Bunlardan kenarda ayakları elleri yan yana dağılıveren beş altı çocuğun cesedi bir birlerine yapışarak donmuştu. Çocukların cesetlerini başına minder yaparak onlara yaslanan yaşlı bir ninenin cesedi, aşırı şişkin teniyle dağ gibi yığılıp uzanmıştı…” (289).
Fakat öyküden göründüğü üzere, kendi ecelinle ölmek o yıllarda “iyi” ölüm sayılırdı. Bazılarının cesedi parça parça köpeklerin ağzından toplanır (“karın üzerinde saçılıp yatan cesedin kanlı parçaları”, “İhtiyar’ın Aktırnak’tan kalan parçaları”), bazı cesetlerin parçaları yamyamlık yapan babasının elinden alınır (“Küçük sabi kızın pişirilmemiş zayıf elleri ve kaburgaları orada, sekide dağılıp yatıyorlardı.”) ya da bazıları yitirdiği aklı ve bulanık bilinci yerine gelince vicdan azabına dayanamayıp kendilerini asar (“Kirişin tam ortasına kemer bağlanmış, kemerin bir ucu asılmak için düğümlenmiş ve o, Gerey’in boyun kemiğini sıkmıştı.”). Açlığa dayanamayıp ölenler, bir nevi kanı donduran açlık dehşetinden kurtulmuş olurdu. Asıl faciayı hayatta kalan ve açlıkla mücadele etmek zorunda olanlar yaşar. Böyle bir acıya dayanarak yaşamak zorunda olanların durumu vahimdi:
“Esen kalanlar da ya çok kötü şişmişler ya da kanları çekilip iyice kuruduklarından ayaklarına zar zor basıyorlardı.” (302).
Eserde henüz ölmeyen, açlıkla baş etmeye çalışan aç insanlardan bahsedilirken onlar artık neredeyse ölü, yarı yarıya ölüler dünyasına ait olan “cesetler” ve “gölgeler” olarak tasvir edilir: “Bir kez ölüp yeniden dirilen canlı cesetler”, “ölüm gölgesi”, “halsiz gölgeler”, “korkuluk gibi birisi”, “mezardan dönmüş cesetler gibi”, “zayıf, ölü suratlı, kabirden çıkmışçasına korkunç gölgeler” vb.
Açlık kimseye acımaz, büyüklerin ve çocukların üzerine aynı etkiyi yapar. Açlıktan ölmek üzere olan insanların fiziksel görünümlerinde tokluk zamanların izi dahi kalmaz:
“Bu, uzun boylu fakat zayıflayınca yanakları çökmüş, dudakları çekilerek kurumuş ve ağzını kapatamaz hale gelmiş, yüzünde ve gözlerinde ölümün rengi beliren yürüyen bir cesetti.”; “Yaşı yirmi beşten geçmese de yüzünde altmış yaşın kartlığı vardı. Yüzünün derisi sarkarak buruşmuş, benzi sararıp kararmış, yüzünün suyu çekilmişti. Küçük gri gözleri kim bilir neler düşünerek şaşkın şaşkın bakıyordu.” (287, 304).
Aç insanların ayakta kalabilmek için açlığa çare aramaları da eserde değişik şekillerde gösterilir. Önceleri bu çare, insanların kışa hazırlık olarak doğadan toplayabildikleri yiyeceklerdir:
“Yaz boyunca oturacak zaman bulamadım… Elime çuval alıp kemik topladım. İşte at kafası, işte domuz kaburgası, işte köpek, köstebek, kedi kemikleri… Tek ben miyim? Hepiniz topladınız ve kurutarak, ununu öğüterek ya da çorbaya atarak yiyorsunuz!..”; “Yazın kurbağa, sıçan, köstebek vardı. Artık onlar da yok. Topladıkları otlar, yapraklar da tükendi.” (293, 296).
Buğday ve çavdar gibi tahıllar tükenince insanlar, ekmek ve çorbayı kara pazı unundan pişirmeyi denerler. Bunları da bulamayan ve aylarca ekmeksiz kalanlar, samanı öğütüp balçıkla karıştırarak yerler:
“Beş aydır eve çavdar ekmeği girmedi… Samanı öğütüp yediler. Ondan sonra açık renkte bir toprak çıktı, yumuşak bir şey… Buna saman ya da kara pazı unu katınca taş ekmek gibi bir şey oluyor… Karınlarının kazınarak çorba istemesi karşısında aciz oldukları zamanlar şu balçıkla un karışımını ılık su ile çiğnediklerinde karın ağrıları az da olsa diniyordu.” (296).
Sonra insanlar, ellerinin altında olan ve genelde deriden yapılan nesneleri kullanmaya çalışırlar:
“Biraz düşündükten sonra tavan arasına sıkıştırılmış eski yün karışımı kalın deri eldiveni alıp yavaş ve sessizce baltayla ufak ufak parçaladı. ‘Kızım, sen şunu çalkalayıp kaynamaya koy, deri az da olsa besleyici olur diyorlar,’ dedi.” (296).
Bütün bu gibi nesneler de tükenince insanlar, artık kendilerine dost bildikleri köpekleri kesip yerler:
“Köpek kemikleriyle yavaşça kaynayan çömlekten gözlerini alamayınca dört kişi uzun süre suskun oturdular.” (315).
Köylüler arasında açlıktan henüz elden ayaktan düşmedikleri dönemde ekmeği mesleğiyle, alnının teriyle çalışarak bulanlar da vardı elbet. Örneğin, balta ustası Gerey, önceleri açlığa çareyi Rus köylerinde ufak tefek marangozluk işleri yaparak bulmaya çalışır:
“İki yerde kızak düzeltti. Birisinde bir lokma ekmek, ikincisinde yarım kilo lahana ile üç patates yedirdiler.” (310).
Zaten Gerey’in diğer gidenlerle göç etmeden köyünde kalmasının nedeni de baltasına ve ellerine güvenmesidir.
Diğer taraftan köylüler, ayakta kalacak kadar tok tutacak una sahip olmak için köyün zengini ihtiyar Namacan’a eşyalarını rehin verirler:
“Son kazanlarıydı. Gerçekten acınacak bir durumdu. O iki kadak 3 unla beş tane aç can ne yapacak?” (298).
Gerey’in damadı Minlebay ise otuz kadak una büyük zahmetlere katlanarak ağaç tomruklarından inşa ettiği evini satar:
“Minlebay, on yıl önce yaptırdığı dört köşeli, girişinde tahtadan deposu olan, beş pencereli güzel evini Muhammedşa adlı birine otuz kadak una satmış.” (310).
Eserde kadınlar, erkeklere nazaran daha acınacak durumdadır. Kimisi ekmeğini dilenerek, kimisi varlıklı bir erkeğin yatağına girerek, yani kendi bedenini satarak bulmaya çalışır. Kimisi ailesi tarafından satılarak hem ailesini, hem kendisini açlıktan kurtarmış olur. Örneğin, köyün zengini ihtiyar Namacan, kadınları ekmekle kandırarak kendi yatağına alır. Açlıktan bitkin düşen kadınların çoğu bu duruma sevinerek razı olur:
“Aralarından sadece bir kadın, ihtiyarın sözlerine cevap vererek ‘Sakalın ağarmış, nasıl utanmıyorsun?’ deyip bu tekliften rencide oldu ve çekip gitti. Diğerleri ise bir lokma ekmek için yaşlının bütün isteklerini yerine getirdiler.” (308).
Eserde Meryem adlı nazlı genç kadın için de zengin bir ihtiyarın koynuna girmek, hayatta kalmanın en kolay yolu olur:
“Meryem ‘İsteklerini yerine getirirsem belki doyana dek yemek verir.’ diye ümitlendi.” (309).
Öyküde diğer bir kadın karakter Fatma, ağabeyleri tarafından önce ihtiyar Namacan’a, fiyatta anlaşamayınca da (“İhtiyar onun için on kadak kara pazı unu ile on kadak çavdar unundan fazlasını vermek istememiş. Kardeşleri ise bir pud un istemişler.”) köyden geçen bir yolcuya “dört kadak çavdar, on altı kadak kara pazı ununa” satılır. Kız, ağlayarak dayısının evine gelir fakat birkaç gün sonra yengeleri onu geri götürür ve ağabeyleri, köyden geçen başka bir adama satarlar. Anlaşılan, Meryem’i daha açlık başlar başlamaz birçok Tatar Türkünün göç ettiği, kış mevsiminin olmadığı, ekmeğin ise bol olduğu Orta Asya’ya götürüyorlar: “Fatma, bugüne kadar görmediği demir yollardan vagonlarda gitti. Aylar sonra onu, Taşkent garında ay parçası gibi yüzlü, uzun siyah sakallı, sarıklı, yeşilli sarılı kaftan giyen bir adama dört pud beyaz una sattılar. Bu işten yaklaşık beş kişi az çok kâr etmiş oldu.” (317).
Bu, açlık yıllarında sıkça görünen bir durumdu. Örneğin, Mecit Gafuri’nin 1906 yılında yazdığı “Açlık Yıl, Yaki Satlık Kız” (Açlık Yıl Ya Da Satılık Kız) adlı hikâyesinde de kıtlık yıllarda kızları satarak açlıktan kurtulan ve servet yapan insanlar anlatılır.
A. İbrahimov’un mevcut öyküsünde bazı köylüler, açlıktan kurtulma çaresini soygunculuk ya da eşkıyalık yapmakta ve bu gibi hareketlerin devamında gelen cinayette görür: “Birileri pazardan yarım pud un, bir-iki kadak bulgur, ekmek alıp gelirse hemen o gece elinden çaldılar. Karşılık verilince öldürme vakaları da oldu.” (306).
Eserde birçok aç köylü, zengin ihtiyar Namacan’ın evine yiyecek bulma amaçlı baskın yapar ve onu boğarak öldürür. Daha sonra evinden buldukları unla bir haftaya yakın bir süre ayakta kalırlar:
“Gerey, Gıylman ve diğerleri on beş kadak unu balçığa, samana katarak üstlerine çökmekte olan ölümü bütün aileleriyle bir haftaya yakın geciktirdiler.” (310).
Açlığa en son çare olarak, eserde yamyamlık gösterilir. Aç insanların bu çareye başvurması, üç kez görülür: 1. Yaşlı kadın Zebide’nin fakir çocuklarını kandırarak evine toplaması ve geliniyle beraber onları keserek yemesi; 2. Gerey’in öz kızı sabi Nefise’yi kesip yemesi; 3. Şehirde yaşlı bir kadının şehre kaçan küçük Zeyni’yi kesip insanlara yedirmesi.
Böylece A. İbrahimov, insanların açlıktan sadece dış görünümleri ve fiziksel özelliklerinin değil, psikolojilerinin de değiştiğini anlatır. Edebiyat uzmanı G. Gubaydullin’in 1925 yılında “Vestnik Nauçnogo Obşestva Tatarovedeniya” mecmuasında (N- 1-2) yazdığı gibi,
“Mevcut eserde materyalist yazar, açlığı tasvir ederek ve ekonomik durumu orta olan köylünün en sıradan psikolojisine bu açlığın korkunç bir şekilde etki yaptığını göstererek, cinayetin ekonomiye bağlı olduğunu ortaya koydu.”
A. İbrahimov’un tasvir ettikleri, bir istisna değildi. M. Gafuri’nin aynı dönemde yazdığı “Kèşè Aşavçılar” (Yamyamlar) ve Çuvaş şair N. Şelebi’nin “Vıçlıh Melkisem” (Açlık Gölgeleri) adlı eserler, açlığın o yıllarda insan psikolojisini derinden etkilediğine, insanlarda temel içgüdüleri ön plana çıkardığına en manidar örneklerdir.
Eserde anlatıldığı üzere açlığın başlangıcında insanlar henüz acıma, ağlama, yardım etme, kızma gibi insanlık duygularını açığa vurabilirler:
“Gerey’in kurumuş beyni bir anlık kıpırdamış gibi oldu, kalbindeki son damla kanı kaynadı ve zehir olup dökülüverdi dudaklarından.”; “Ama ıstıraplar içinde kıvranan ve taş kesilen gönlü birden çözülüverdi, kalbi dayanmadı ve bu facia, canının bir yerinde korunan eski tok hayatın bir damarını harekete getirdi, eli ayağı boşalıp ağlamaya başladı.” (288, 290).
Açlıktan ıstırap çeken Meryem de utanma duygusunu henüz tamamen yetirmemiştir. O, rezil bir duruma kendi köyünde düşmektense kimsenin tanımadığı yabancı bir köye gitmeyi tercih eder:
“Zamanında tok yaşamayı öğrenmiş vücut dayanamadı, üç gün taşı kemirecek halde aç dolaştı ve sonunda ‘Ne görürsem yabancıların arasında göreyim, hiç olmazsa utancı olmaz!’ diye yola koyuldu.” (308).
Fakat açlığın şiddeti artınca aç insanlar, artık iyice elden ayaktan düşer:
“Köpekten kalan ceset için kavga edecek gücü de bulamadı kendisinde.”; “Ambar ve kilerlerin kapıları ve çatıları demirden, duvarları taştan, kilitleri de büyüktü. İsteseler de onları kırıp içeriye girmeye güçleri yetmezdi.”; “Sayıklayarak bunları düşünmekten Gerey’in de artık dayanacak gücü kalmamış, gözlerinin önü kararmıştı.” (296, 312).
Daha fazlası, artık hiçbir şey düşünemez vaziyete gelirler:
“Dili fazla dönmedi, zihninin bir köşesinde kıpırdayan diğer düşünceyi de durduruverdi.”; “Ama Gerey, bunları düşünemedi.” (288, 304).
Aylarca aç kalan insanlar, sadece düşünme kabiliyetini değil duyu ve duygularını, etraftaki güzelliği görme kabiliyetini de yitirirler:
“Kendinde sövecek gücü de bulamadı.”; “Hepsinin üstü-başı yırtık, yüzleri gülümseme veya kızgınlık gibi duyguları çoktan yitirmiş.”; “Ay ışığıyla aydınlanan bir akşamdı. Dünya güzeldi. Ama Gerey, bu güzelliği görmedi.” (288, 304, 312).
Açlıktan dolayı cereyan eden ve eskiden ahlak dışı kabul edilecek olaylar ve ölüm, aç insanlar için artık sıradan bir şey olur. İnsanlar, açlıktan ölenlerin ölümlerini bile kanıtlamadan, onları diğer ölülerin yattığı kilere götürürler:
“Bugün sabahtan onu ‘Öldü ya da nasılsa ölecek.’ diye mi buraya getirip atmışlardı.” (290).
Eskiden yerine getirilen gelenekler, toplumda sarsılmaz bir yer edinen ve toplumun ahlakını ayakta tutan örf-adetler sorgulanmaz duruma gelir:
“Ölenlerin arkasından ağlama, onları kefenleme, mezar kazıp lahit oyarak toprağa verme gibi eskiden olan tokluk zamanının iyi adetleri çoktan unutulmuştu.”; “Bu gelenek başka türlü oluyordu sanki… Bu şekilde olur mu hiç?’ gibi sorular hiç kimsenin aklına bile gelmedi.” (288, 290, 311).
Ne yazık ki dini vecibeler de toplumda artık yerine getirilemez:
“Balta, kürek gibi nesneleri eline alıp kışın sert soğuğundan donarak taş kesilen toprağı kazacak, cenaze namazı kılıp mezarlığa götürecek kuvvet kimsede yoktu.”; “Allah’ın bendeleri ibadeti tamamen unutmasınlar diye camiye götüren yolu her gün kardan açıyorum fakat gelen yok… Gerey, hiç bir şey anlamadı. Bu sözler ona çok uzakta kalmış bir rüya ya da bir zamanlar olup biten bir olay gibi geldi. Beyninde ve kalbinde buna cevap bulamadı.” (288, 297).
Açlığın dehşeti önünde çocuk sevgisi, acıma, vicdan azabı gibi duygular da körerir ve unutulur:
“Gerey, Nefise’nin yüzünü bezle kapattı ve bıçağı boğazına bir kaç defa sürttü… Vicdan azabı diye bir şey hissetmedi. Ahlak, vicdan gibi insan tokken ortaya çıkan kavramlar ve kuvvetler çoktan onun aklında sönmüştü.” (319-320).
Açlığın pençesine düşen insanlar için artık hiçbir şey -hatta günlük hayatta yer alan uyku gibi bir durum bile!– eskisi gibi olmaz:
“Fakat bu, tok karna uyunan rahat bir uyku değil… Gerçek mi, rüya mı, cehennem mi ne olduğu anlaşılmayan bir uykuydu!” (302-303).
Korkunç açlığın acısından aklını yitirip yamyamlık durumuna gelen, insani sıfatlarını kaybeden âdemlerin yaptıkları, eserde sert, hatta fotoğraf çekercesine gerçekçi, dünya edebiyatının bütün dönemlerine özgü olsa da Sovyet edebiyatı eleştiri tarihinde “dekadan belirtisi” olarak kabul edilen natüralizme özgü bir şekilde tasvir edilir. A. İbrahimov’un yaratıcılığında her dönemde natüralizm yer alır “Zeki Şekèrtneŋ Medreseden Kuvıluvı” (Şakird Zeki’nin Medreseden Kovulması, 1907), “Âdemler” (1923), “Tiren Tamırlar” (Derin Kökler, 1928), “Bèznèŋ Könner” (Bizim Günler, 1920). Tatar edebiyat uzmanı Z. Salahova, A. İbrahimov’un eserlerinde natüralizmin üç türünü vurgular. Yazarın yaratıcılığının ilk yıllarında natüralizm, hayatı olduğu gibi tasvir etmekte belirir. Romantizm usulüyle yazılan eserlerinde natüralizm, insan biyografisinde her şeyi ele alarak gereğinden fazlasıyla tasvir etmekte gözükür. Sovyet döneminde yazdığı eserlerindeyse natüralizm, artık insanın biyolojik doğasını, fizyolojik durumunu ve temel içgüdülerini ön plana çıkarır. “Âdemler” adlı öyküde natüralizmin bütün bu üç türüne de rastlamak mümkündür (Selehova, 2002: 274-278). Örneğin, A. İbrahimov açlıktan hızla buruşup yaşlanan çocukları o kadar gerçekçi anlatır ki okuyanın kalbi zor dayanır:
“Çocuklar, elden ayaktan düşmüş yatıyorlardı. Onlar ayların devamında değil, gün ve saatler geçtikçe yaşlanıyorlardı. Elleri incecik kemiğe dönüştü. Kaburgaları, göğüslerinin iki yanına dizilen çıralar gibi çıkık duruyorlardı. Boyunları bilezik misali incelip çirkin bir şekilde uzadı. Sekiz yaşında olan güzel sabi Nefise’nin yüzü kırışarak kurudu. Yüzünün kemiklerinin her biri ayrı ayrı keskin bir biçimde öne doğru çıktı, derisi gevşeyip sarktı. Buruşuklar dolu küçük, hâlsiz yetmiş yaşında bir nineye benzedi.” (312).
Ama açlık sadece çocukların değil, artık büyüklerin de dayanamadığı boyuta gelir:
“Ah bir lokma ekmek verselerdi! Ölüyorum, ah ölüyorum!.. Sanki karnımı bir şeylerle kazıyorlar. Bir şeylerle kalbimdeki kanımı çekip içiyorlar…” (318).
1925 yılında edebiyat uzmanı Aziz Gubaydullin, “Âdemler” adlı öyküyü diğer eserlerden ayırarak objektif görüşünü bildirir:
“A. İbrahimov, mevcut eserinde Tatar sosyal hayatın dar günlük hayat çerçevesinden sıyrılarak, genel olarak insanlığa özgü çok ilginç bir soruna değindi… Tatar köy hayatı fonunda açlığın temelinde ortaya çıkan yamyamlığın psikolojik evrimini tasvir etti.” (66).
Yazar, açlığın safhalarını ve verdiği acıyı kaleme en gerçekçi şekilde alır:
“Açlığın ilk beş-altı günü pek acı, dayanılmayacak kadar zor oluyor. Ondan sonra ne denk gelirse insan onu bitene dek yiyor, o da olmadı yarı ölü gibi kendini de, dünyasını da unutmuş bir makineye dönüşüyor” (308).
Evet, eserde açlığın şiddeti artınca köylülerin en son noktaya geldiği, açlıktan birbirlerini kesip yemeye başladıkları anlatılır. Tabii, ilk sırada kandırılması kolay olan sabiler kesilir. Örneğin, yaşlı kadın Zebide, daha sonra Gerey ve en sonunda şehirde yaşayan yaşlı kadın, hepsi böyle bir cinayete sürüklenir. Köylüler, yamyamlık yaptığını açığa çıkarmak için Zebide’nin evine gittiklerinde ocakta pişmekte olan etin çocuk eti olduğundan şüphe etseler de kimse daha önce âdem eti görmediği için yanıldıklarını düşünürler ve açlığa dayanamayıp buldukları eti hızla yiyip bitirirler:
“Köpek eti mi çocuk eti mi hiç düşünmeden seki üzerinde pislik içinde yatan sıcak et parçalarını lap lop yutmaya başladılar.” (293).
Fakat daha sonra çömleklerden insan eti çıkınca yanılmadıklarını anlarlar:
“Kırılmış çömleğin içinden parça parça tuza yatırılmış et döşemelere dökülüverdi. Bunların arasında üst üste dizilen küçücük eller, tuzun içinde kırmızı renkte korunan butlar, parmaklar vardı. Bunu herkes gördü, şüpheler dağıldı, önlerine ölüm dikildi.” (294).
Artık yaşlı kadının gelini, gizledikleri cinayeti nasıl var öyle anlatmak zorunda kalır:
“Ağabeylerim öldürseniz yerindedir! Biz üç aydır insan kanı içiyoruz! Kestiğimiz çocukların hesabı yok, dedi.” (294).
Çocuk Zeyni ihbarı üzerine Gerey’in evine giden köylülerin de çocuğun doğru söylediğine inanmaları için ufak bir şüphe dahi kalmaz:
“Ferah, seki altından et kesme tahtasını çekip çıkardı. Kötü, soluk ve acıklı sesle yere bir şeyler fırlattı. ‘Millet, bakın! İşte eli, işte kaburgası!’ dedi ve kendi sesine boğularak elindeki çocuk kemiklerine şaşkın şaşkın bakarak, sırtıyla miçe yaslandı.” (321).
Eserde açlığın ne büyük bir facia olduğunu en iyi şekilde, çarın huzuruna çıkarak bütün olanları anlatacağını sayıklayan Minlebay’ın ağzından dökülen şu sözler ifade eder:
“Eşim açlıktan şişerek öldü… Küçük çocuğumu kestiler yediler! Madem sen beni sevmiyorsun haydi o zaman beni kesmelerini emret ve etimi ufalayarak dünyanın bütün çarlarına gönder, diyeceğim! Onlar da insan etinin tadına baksınlar… Öyle bıyık altından gülümseyip bakmasınlar, diyeceğim!” (301).
2. Eserde Diğer Canlılar
Alimcan İbrahimov’un usta ve keskin kalemi, o yıllarda yaşanan açlığın sadece insanlar için değil, aslında bütün canlılar için büyük bir facia olduğunu anlatır. Örneğin, insanlarla yan yana öyküde Aktırnak adlı köpeğin dramı da tasvir edilir. “Açlıktan tüyleri dökülmüş, kaburgaları ve çatı kemikleri derisini yırtarak dışarıya fırlamış kızgın bir köpek” Aktırnak, daha fazla dayanamayıp avluda karın üzerinde ölüp kalan Galim’in cesedinin “içinden çekip çıkardığı bağırsakları ve ciğeri yiyordu!” (286-287). İhtiyar Namacan’ın üzerine sopayla yürümesine rağmen cesedi yolmaya devam eden köpeğin ağzından şunlar söylenir:
“Bütün kış tek nasibim bu ceset oldu zaten. Ne diye bana dokunuyorsun? dercesine kızgın bir sesle hırlıyordu.” (287).
Bir zamanlar tokluk hayatta insanlara bağlı olan, onların elinde hayat bulan köpekler, artık hayatta kalmak için insanların cesediyle beslenmeye başlar:
“Onun hassas burnu hemen bir koku ayırt etti. İnsan mı, hayvan mı ayıramadı fakat bunun önemi yoktu. Önemli olan, orada bir etin, kanın, erzakın olmasıydı. …Ne görsün, henüz donmamış, şişmiş bir gövde –insan gövdesi- yatıyor. Alelacele cesedin karnını yardı, parçalamaya başladı. Bu arada etrafta hayatta kalan diğer köpeklerde yetiştiler.” (313).
A. İbrahimov, eserde köpek Aktırnak’ı aynen insan gibi düşüncelere ve duygulara sahip, açlık faciasını insanlarla beraber ve aynen onlar kadar uçlarda yaşayan bir canlı olarak anlatır. Aktırnak kızar, rencide olur, öfkelenir, kafasını kurcalayan birçok soruya cevap arar, şüpheye düşer, korkar, hayatta kalabilmek için temel içgüdülerine sarılır:
“Birileri birden kulübenin ağzını kapatınca ‘Acaba bana da o gün mü geldi?’ diye korktu. Bütün gücüyle yuvanın ağzına hücum etti, ‘Belki kurtulabilirim.’ diye düşündü.” (313). Açlıktan insanların değiştiğinin farkına varan Aktırnak, onların yaptıklarına bir türlü anlam veremez:
“Aktırnak, içinden sızlanarak rencide olmuş bir vaziyette ‘Bu âdemoğullarının bu yıl köpek cinsine bu kadar düşman kesilmelerinin sebebi nedir acaba? Önce öyle değildi bunlar.’ diye düşünerek evine döndü.” (313).
Daha fazlası, A. İbrahimov tarafından kaleme alınan Ak-tırnak, aynen bir insan gibi geniş aileye ve dosta düşmana da sahip bir canlıdır:
“Onun çevreye dağılmış birçok yavrusu vardı. Akrabaları, dostu düşmanı da az değildi. Bu yıl onların çoğu kayboldu. Gerey ile dolaşırken komşu köyün pazarında onların derilerini görmüş, tanımıştı.” (313).
Fakat her ne kadar haftalarca aç gezen Aktırnak cesetleri yiyerek hayatta kalmaya çalışsa da, eserde onun da sonu feci olur. Gerey, çocuklarının ve kendisinin açlıktan ıstırap çekmesine son vermek için ailenin dostu sadık köpek Aktırnak’ı kesmek zorunda kalır:
“Uzun zamandır evin dostu olan Aktırnak ecelini böyle buldu.” (314).
Eserde yazar tarafından üzerine insani sıfatlar yüklenen bir köpek daha var. O, açlıktan ne yapacaklarına, nereye gideceklerine şaşıran kadınları çirkin arzularını yerine getirmek için evine alan zengin ihtiyar Namacan’ın köpeğidir. Bu köpek, artık neredeyse sahibiyle bütünleşmiş, huyu da gitgide ona benzemiştir:
“Olup bitenlerden ihtiyarın köpeğinin dahi haberi vardı. Kapıya çoluk çocuk ve erkek dilenciler geldiğinde merhametsiz bir şekilde havlıyor, gücü yettiğinde ısırıyor, dalayıp kovuyordu. Genç kadınlara ise fazla sataşmıyordu. Onlar kapıdan döndüklerinde ancak kötü havlayıp uğurluyordu.” (308).
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.