Kitabı oku: «BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU», sayfa 2
3
Ertesi sabah perdelerin açılma sesiyle uyandım. Biraz kabaca ve özensiz açılan perdelerin hareketleri henüz durmadan odada bulunan hemşirenin başka bir hemşire olduğunu fark ettim. “Günaydın” demek bir kenara, yüzüme bile bakmamıştı. Demeyiversin, güzel de değildi zaten. Odadan çıkarken hemen koridorda bulunan odacıya, “Ne zaman gelecekler bunu almaya?” diye sordu. “Kahvaltıdan sonra,” cevabını aldığında, “Ne güzel eğleniyorduk, baksana, kimseye zararı da yok,” diyerek şuh kahkahalar attığını duydum. Giden hemşirenin kıçından gözlerini ayıramayan odacı kekremsi gülüşüyle içeri girdi. Dünkü odacı değişmiş, yerine başka bir odacı gelmişti. Vardiyaları değişti herhalde, diye düşündüm. Odacı, yatağımın yanına bağlı olan masayı kaldırdı ve dikkatsiz bir şekilde kucağımın üstüne yerleştirdi. Kahvaltı tepsisini masanın üstüne bırakırken şüpheci bakışlarını bir an olsun üstümden ayırmıyor, gözlerini devire devire bana bakıyordu. Gitmek için tam arkasını dönüyordu ki kıllı, kalın bileğinden yakaladım. Ben bileğinden tutunca birden irkildi ve sırtını duvara yasladı. O öyle yapınca benim de gülmem geldi. Bir baktım ki gözü seğiriyor, çok komik bir haldeydik. Ciddiyetimi takınıp, “Aydın kahvaltıdan sonra mı geliyor?” diye sordum. Ben öyle sorunca sağa sola bakınan odacı, “He kardeşim, kahvaltıdan sonra, Aydın geliyor abicim,” diye kekeleyerek yavaş yavaş odanın kapısına doğru sıvıştı ve bir kertenkele gibi sıyrılarak odadan dışarı çıktı. Arkasına bile bakmayıp koridorda uzaklaştıktan sonra tahmin ettiğim kadarıyla kendini doktorun odasına atıp kapıyı da seslice kapattı.
Bu parodi beni güldürmüştü. Amma da korkakmış, diye düşünürken önümde duran sevimsiz tepsinin içindeki kahvaltımdan lokmalar almaya başladım. Taze sayılabilecek iki dilim beyaz ekmek, tuzsuz beyaz peynir ve vişne reçeli. Metal kabın içindeki kendinden şekerli çayımdan birkaç yudum aldım, henüz sıcaktı.
Bir süre sonra odacı doktorun yanından çıktı ve koridordan geçen hemşireye adını anlayamadığım bir iğne hazırlamasını söyledi. Hemşire, “Hangi odaya?” diye sorduğunda odacı, “Yetmiş yedi!” diye seslendi. Odamın açık kapısına baktığımda bahsettikleri odanın benim odam olduğunu fark ettim. İşin rengi değişiyordu. O esnada soluk soluğa kalmış bir şekilde Aydın girdi kapıdan içeri.
“Aydın! Nerede kaldın be kardeşim!”
“Abi… acil gitmemiz lazım.”
“Neden acil?”
Demek ki geldiğimin haberi istihbarat tarafından duyulmuştu ve güncel bilgilerin alınması için acil olarak Dolmabahçe’ye çağırıyorlardı beni. Görev beklemezdi.
“Seni deli sanıyorlar abi. Akıl hastanesine yatıracaklar.”
Hayal kırıklığı mıydı? Evet ama bunu duyduğumda yapmaya çalıştıklarının aslında bir an için mantıklı olduğunu düşündüm. “Gelecekten geldim!” diyen birisi, hangi zaman diliminde olursa olsun deli kabul edilirdi. Biraz paniklemiştim, “Ne yapacağız peki?” diye sordum Aydın’a. Arkadaki çıkış kapısını bildiğini ve oradan kaçmamızın mümkün olduğunu söyledi.
En alt kattaydı çıkış kapısı, üstelik koca binanın sadece tek bir asansörü vardı ve fakat onu da kullanamazdık. Aydın’ın ufak sesiyle hızlıca anlattığına göre, meğerse dört gündür hastanede oldukça ünlü olmuşum. Herkesin beni görmeye gelmesinden anlamalıydım zaten. Bu kattakileri atlatsam bile alt katlarda yüzümü gördükleri anda tanınırdım. Bunları düşünürken bir yandan da yatağımın karşısındaki metal dolabı açmış, kıyafetlerimi üstüme hızlıca geçirmeye başlamıştım bile. Aydın, kimsenin gelip gelmediğinden emin olmak için kapının dibinde erketeye yatmıştı. Eliyle bana “çabuk çabuk” işareti yapıyordu. Hemşire ve odacının, elinde bir sakinleştirici iğneyle odaya girmesi an meselesiydi. Eğer bu odadan çıkmadan yakalanırsam her şey için çok geç olacaktı. Giyinmem bittiğinde artık kaçış için hazırdım ama nasıl kaçacaktık? Aydın’a baktığımda yüzündeki hınzır gülüşünden kaçış planını çoktan yaptığını anlamıştım.
* * *
Kaçacak bir tipe benzemediğimi düşünmüş olacaklardı ki odanın kapısını kilitlememişlerdi bile. Kapıyı açıp koridorda yürümeye başladık. Aydın önden gidiyor, odacı, hemşire veya doktor gördüğünde hemen geri dönüp karşımda duruyordu. Ben de Aydın’ın bana önceden verdiği gazeteyi iki yana açıp yüzümü kapatıyor ve gazeteyi okuyormuş gibi yapıyordum. Önümde durup parasını bekleyen gazeteci çocuk ve gazete okuyan bir beyefendi o günün şartlarında gayet makul bir kareydi. Bir tek siyah gözlük ve şapka eksik, diye düşünürken şapka işini de yine Aydın sayesinde bulunduğumuz katın vestiyerinden halletmiştik. Doktor geliyor, hop banka oturuyoruz. Odacı geliyor, hop duvar dibi. Böyle böyle iki kat aşağı inmeyi başardık.
Bunun olması pek istenecek bir şey değildir elbette ama Allah’tan hastane yoğun günündeydi de kalabalığın arasında kaynayıp gidiyorduk. Giriş kattaki hemşirelerin çokluğundan hep gıdım gıdım ilerleyebildik. Serbest kalmama ramak kalmıştı, çıkış kapısına çok yaklaşmıştık. Gayet iyi gidiyorduk, ta ki giriş katındaki hemşirelerden biri yanımıza gelene kadar.
Aydın sessizce, “Abi kıpırdama!” diye uyardığında hemşire çoktan yanımıza yanaşmıştı bile. Ben gayet soğukkanlı bir şekilde, hiç istifimi bozmadan gazeteye bakmaya devam ediyordum. “Böyle nasıl okuyabiliyorsunuz?” diye sordu hemşire. Hiçbir şey anlamamıştım, gazeteden gözümü ayırmayıp sadece yüzümü gizlemeye çalışıyordum. “Böyle, bu şekilde nasıl okunabilir ki?” diye sorusunu yineledi. Ben gazetenin bir ucunu hafifçe eğerek Aydın’ı yokladım. O esnada Aydın da bana kaş göz işaretleri yapıyor, gözleriyle yuvarlaklar çiziyordu. “Mesela şurayı okur musunuz?” diye parmağıyla gazetenin bir yerini işaret etti işgüzar hemşire. Kahretsin! Meğerse ters tutuyormuşum gazeteyi. O esnada koridorun diğer ucunda beyaz önlüklü iki odacıdan biri, “Oradalar! Tutun!” diye bağırdı. Yanımda duran işgüzar hemşireyle göz göze geldik. Aydın’ın, “Abi koş!” demesiyle gazeteyi hemşirenin eline tutuşturup koşmaya başlamam bir oldu. Zaten çıkış kapısına çok yakındık. Kapıdan tam çıkarken jeneriklik olsun diye kafamdaki şapkayı fırlatmayı da ihmal etmedim.
Hastaneden kaçmıştık kaçmasına ama hemen peşimizde son sürat koşturan iki irikıyım odacı vardı. Ben Aydın’ı takip ediyordum. Aralarda insan kalabalığına girdiğinde dalgalı denizde bir kayık gibi gözden kayboluyor, sonra yeniden beliriyordu. Aslında bildiğim yerlerden geçiyorduk ama kaybolacağım korkusuyla Aydın’ın peşinden ayrılamıyordum. Hastane ile vapur iskelesinin arası fazla değildi ama ferah bir yaz günü olduğundan dışarısı çok kalabalıktı. Koşarken bir yandan da arkamıza dönüp bakıyorduk, odacılardan biri gözükse diğeri gözükmüyordu. Bir tanesi aniden sol arkamda belirdi. O kadar yakınımdaydı ki sıktığı dişlerinin arasından bana ettiği küfrü duyabiliyordum. Kaldırımların kalabalığından kurtulup kendimizi araba yoluna atmış ve ters yönden gelen arabaların arasından geçerek vapur iskelesine kadar gelmiştik. Odacılar bir hayli gerimizde kalmış ve hatta yorulup hızlarını kesmişlerdi.
Aydın’ı tanıyan bir gişecinin sayesinde son anda kalkmakta olan vapura atladık. Biz vapura bindiğimizde odacılar çoktan gözden kaybolmuştu bile. Yaz sıcağında nefes nefese koşarken ter içinde kalmış, yaşadığım heyecanın verdiği yorgunlukla dizlerimin üstüne çökmüştüm. Odacıları görmeyip sadece vapura yetişebilmek için koştuğumuzu düşünen olaydan bihaber vapur yolcularının da takdirini kazanmıştık. İskeleden ayrılırken vapurun çalan düdüğü Aydın’la ikimizin zafer türküsünü söylüyor gibiydi.
***
Vapurun iskeleden ayrılmasına rağmen heyecanımız henüz dinmemişti. Biraz soluklandıktan sonra yine aynı tempoyla en üst kata kadar çıktık. İçerisi nispeten boş gibiydi ama teras katının kapısını açtığımda üst güvertenin hıncahınç dolu olduğunu gördüm. Yazın ilk günleri, hava öyle enfesti ki içeride oturmak, vapur yolculuğu keyfine haksızlık etmek olurdu. Herkes rengârenk tahta iskemlelere yayılmış, Kadıköy’ün o enfes deniz manzarasını izliyordu. Martılara simit atanından tutun da garsondan çay isteyenine kadar bütün vapur yolcuları oradaydı. Elim ister istemez cebime gitti, telefonumu çıkartıp Insta’ya bir hikâye koymak istedim. Dalgalarla boomerang iyi giderdi halbuki ama 732 takipçim şansına küssün maalesef, telefon melefon yoktu ortada! Yapacak bir şey yok, çaresiz bir şekilde manzaranın keyfini çıkarmaya çalıştım. Kendi zamanımda böyle bir manzaranın fotoğrafını görsem herhalde siyah beyaz olduğundan çok kasvetli gelirdi bana. Oysa şu an içinde bulunduğum ortam, kendi zamanımdan bile daha renkliydi. Deniz daha mavi, güneş daha sarıydı. Vapurlar daha beyaz, gökyüzü daha bir aydınlıktı. Sadece renkler mi? İnsanlar daha güler yüzlü, martılar bile daha canlıydı. Aslında bizim zamanımızda da böyleydi de telefondan kafamızı kaldıramadığımız için biz mi göremiyorduk, diye düşünürken sağlı sollu geçen vapurların selam düdükleriyle kendime geldim. Her birinin kendine ait inceli kalınlı düdük sesleri vardı. Karşı vapurun diğerine verdiği düdük selamına, yolcular da el sallayarak karşılık veriyordu.
Vapurun simsiyah dumanı, İstanbul’un beyazlı mavili gökyüzüne karıştığında Haydarpaşa İskelesi’ni çoktan arkamızda bırakmış, Kız Kulesi’ne doğru yaklaşmıştık. Üsküdar sahilinde kayalara oturmuş güneşlenen ve denize atlayan insanları gördüğümde yüzüme bir gülümseme yayıldı. Mevsimden midir nedir, herkes pek bir neşeli gözüküyordu. Püfür püfür esen rüzgârda dalgalanan kıpkırmızı bayrağımıza baktığımda tüylerim diken diken oldu.
“Üşüdün mü abi?”
“Yok yahu, neden üşüyeyim? Etrafı izliyorum. Bu arada teşekkür ederim Aydın. Sen olmasaydın şimdiye deli gömleğini giydirmişlerdi bana.”
“Abi kızma ama sen neden gelecekten geldiğini söylüyorsun?”
“Çünkü ben gerçekten gelecekten geldim Aydın, 2023 yılından.”
“Seksen beş yıl sonrasından yani?”
“Maşallah, zekisin.”
“Peki 2023’te böyle herkes yıllar arasında gezinti yapabiliyor mu abi?”
Ben Aydın’ın sorularını cevaplamaya çalışırken güler yüzüyle yanımıza bir garson abi yaklaştı. Önce beni tepeden tırnağa iyice bir süzdükten sonra Aydın’a kaş göz işareti yaparak benim kim olduğumu sordu. Belli ki Aydın bu çevrede tanınan bir çocuktu. Nasıl tanınmasın ki? Her yeri köşe bucak dolaşıp gazete satıyordu. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Aydın’ın iki küçük kardeşi varmış ve çocukcağız aile bütçesine katkı olsun diye de bu işi yapıyormuş. Aydın, yüzündeki gülüşü hiç değişmediği için biraz da sinir bozucu gözüken garsona uzaktan akrabası olduğumu ve Anadolu’dan yeni geldiğimi söyledi. Garson abi gayet babacan bir tavırla bana, “Hoş geldin kardeşim,” dedikten sonra bir elimize çay, bir elimize de simit tutuşturup parasını da almadan yanımızdan ayrıldı ve diğer vapur yolcularının yanına geri döndü. Ne hoş insanlardı bunlar, pişman olmuştum sinir bozucu diye düşündüğüme. Çay-simit ritüelimizle birlikte sohbetimiz kaldığı yerden devam ediyordu.
“İyi numaraydı Aydın. Demek Anadolu’dan gelmişim ben…”
“Ne deseydim abi? Gelecekten geldi bu abi mi deseydim? Abi bu arada sen geldiğin zamanda nerede yaşıyorsun?”
“Tufan.”
“Tufan nereye bağlı abi?”
“Hayır, ismim Tufan.”
“He tamam. Tufan abi sen geldiğin zamanda nerede yaşıyorsun?”
“Burada, İstanbul’da. Hem de Kadıköy’de.”
“Ne iş yapıyorsun peki Tufan abi?”
“Henüz bir iş yapmıyorum, öğrenciyim. Mimarlık okuyorum.”
“Abi peki neyle geldin günümüze?”
Bu küçük yaşta gazete dağıtmaya başlayarak bir gazeteci kimliğine çoktan bürünmüş olan Aydın’ın soruları kesinlikle bitmek bilmiyordu. Ben de bir yandan Atatürk’ün karşısına çıktığımda söyleyeceklerimi kafamda toparlamaya çalışıyordum ama bir yandan bilinmezlik, bir yandan az önce yaşadığım heyecanla başa çıkmaya çalışmak dikkatimi dağıtıyordu. Buna Aydın’ın soru bombardımanı da eklenince kafam iyice allak bullak olmuştu.
Kız Kulesi’ni geçtiğimizde Boğaz tüm güzelliğiyle gözlerimin önündeydi artık. Köprülerden hiçbiri yerinde değildi ve tepelerin sırtları ufak tefek evlerin haricinde tamamen yemyeşildi. En güzeli ise bizim zamanımızda neredeyse gökyüzünü kapatan plazalardan bir tanesi bile yerinde yoktu. Onların yerine koca koca ağaçlarla donanmıştı Boğaz’ın sırtları. İçinde bulunduğum durum yüzünden aslında korkuyordum ama bir yandan da kendimi evimde hissediyordum, çünkü beşik gibi bir sağa bir sola sallanan balıkçı tekneleri sanki bana el sallıyor, kahkahalarıyla yeri göğü inleten martılar hep bir ağızdan, “Hoş geldin!” diyordu. “Hoş bulduk karbonhidrata alıştırdığımız etçil canlılar!”
Az ileride bembeyaz duvarlarıyla Dolmabahçe Sarayı, tüm ihtişamıyla vapurun iskele tarafında belirdi. “Geçmişte uyanıp doğruca gitmek istediğin yer neresi?” diye sorsalar, acaba kaç kişinin aklına doğrudan Dolmabahçe Sarayı gelirdi? Mevzu aslında ne saray ne de başka bir mekândı, doğruca onun yanına gitmek istiyordum çünkü anlatacaklarım vardı. O an, vatan millet sevdasıyla öyle bir ruh haline bürünmüştüm ki zamanında o Samsun’a nasıl ayak bastıysa aynı hayallerle ben de şimdi Beşiktaş’a ayak basıyordum.
4
Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye uzanan ağaçlı yol şimdi her zamankinden daha güzel gözüküyor, göğe doğru uzanan çınar ağaçlarının yaprakları arasından sızan güneş yolumuzu aydınlatıyordu. Aydın, elinden bir an olsun bırakmadığı gazeteleri etrafımızdan gelip geçen insanlara satıyor, günlük parasını kazanmaya çalışıyordu. O durduğunda ben de biraz dinleniyor ve Atatürk’le ne konuşacağımın provasını tekrar tekrar aklımdan geçiriyordum. Anlatacağım, şikâyet edeceğim o kadar çok şey vardı ki nereden başlayacağımı seçemiyordum. Zamanımızda yaşanan tüm sıkıntılar parça parça geliyordu aklıma. Geliyordu gelmesine ama hangisinden başlayacağımı ve gerisini nasıl getireceğimi bir türlü toparlayamıyordum. En baştan başlamak istesem nereden başlardım acaba? Köy enstitülerinin kapatılması zaten başlı başına bir konuydu ama ben konuya tam olarak hâkim değildim ki! Nasıl anlatacaktım? Cumhuriyet döneminde açılan fabrikaların kapatılması, eğitim sistemimiz, terör örgütleri, ekonomi, yolsuzluk… Bunların belki de hepsini tek tek sıralayabilirdim ama gerisini nasıl getirecektim. Bu kafa karışıklığıyla dalmış olmalıydım ki Aydın beni, “Tufan abi geldik,” diyerek uyardı.
Heyecandan ne yapacağımı bilemez haldeydim, geri dönmeyi bile düşündüm bir an. Kolay değildi, koskoca Atatürk’ün karşısına çıkacaktım. Karşısına çıkmak bir yana, bir de gelecekten geldiğimi ve ona haberler getirdiğimi söyleyecektim, kim olsa gülerdi buna. Güvenlik kulübesinin az ötesinde bir süre sakinleşmeye çalıştım. Soğuk bir denize iskeleden atlamak gibi bir heyecandı bu içimdeki.
Bir süre sonra kendimi toparlayıp güvenlik kapısına yöneldim, askerler esas duruşta nöbet bekliyordu. Yanlarına gittim ve askerlerden bir tanesine içeri girmek istediğimi söyledim. Karşısına geçtiğim asker hiç kımıldamadan doğruca karşıya bakıyordu. İsteğimi tekrarladım, “İçeri girmek istiyorum, Atatürk’le görüşeceğim,” dedim. Askerin yüzünde inceden, çok ufak bir tebessüm belirdi. Elindeki tüfeğin dipçiği kadar sert yüz ifadesiyle duran bir askerin yüzünü de ancak böyle bir söz güldürebilirdi zaten. Aydın, “Abi o iş öyle olmaz,” diyerek beni arkamdan çekiştirmeye başladı. Ben orada çırpınıp dururken diğer yandan başka bir asker yanımıza geldi ve ne istediğimi sordu. Kendi zamanımda henüz askere gitmemiştim ama bu son gelen askerin rütbesinin diğerlerinden üstte olduğu her halinden belliydi. Fazla vakit kaybetmeden sorusunu yineledi. Bu sefer kendimden gayet emin bir şekilde gelecekten geldiğimi, içeri girmek istediğimi ve Atatürk’e anlatmam gereken önemli konular olduğunu tekrarladım. Bir süre yüzüme baktıktan sonra bu askerin yüzünde de aynı tebessüm belirdi. Bu gülümsemeyi görmek gerçekten sinir bozucuydu. Sonrasında “hadi kardeşim, işinize” der gibilerinden sırtımı sıvazlayarak beni oradan uzaklaştırmaya çalıştı. O da haklı, in miyim cin miyim? Şapkadan çıkar gibi olmazdı bu iş ve fakat başka bir yolu da yoktu. Sanırım.
Mücadelem devam ediyordu ama ümidimi de yavaş yavaş kaybediyor gibiydim. Görüşürüm, görüşemezsin derken uzaktan bir hanımefendinin sesi duyuldu.
“Müsaade edin, ben ilgileneyim.”
Bakışlarımız ona çevrildiğinde, öyle bir şeyin bize gelmekte olduğunu gördüm ki hakikaten müsaade etmelilerdi ve benimle o ilgilenmeliydi. Omzunun üstüne düşen dalgalı saçları, zarif yürüyüşünün ufak esintisiyle sağa sola dalgalanıyor, ortaya çıkan beyaz incecik boynu zaman ve mekân algımı bir kez daha yerle bir ediyordu.
“Buyurun Şükran Hanım,” dedi rütbeli asker ve nöbet tutan diğer askerlerin yanına döndü. Şükran Hanım buyuracaktı şimdi, buyursundu zaten o, ne isterse yapsındı o. Tüm güzelliğiyle kurtarıcı bir melek gibi karşımda duruyordu. Hafif bir gülümseme sonrasında, “Sizi dinliyorum,” dedi ama mavi gözleri beni olduğum yere mıhlamış ve çenemi kenetlemişti. Büyülenmiş gibiydim. Baktı benden ses çıkmayacak, söze kendisi başladı.
“Nasıl yardımcı olabilirim size?”
“Bana zaten sadece siz yardımcı olabilirsiniz.”
“Saraya girmek istiyorsunuz anladığım kadarıyla.”
“Aynen, nereden bildiniz?”
“Valilik yazısı aldınız mı?”
“Hayır, herhangi bir yazı filan almadım.”
“Evet ama saraya ziyaretler haftada bir gün, o da şimdilik sadece salı günleri yapılabiliyor.”
“E ben şimdi gideyim, salı günü geleyim o halde.”
“Elbette, bekleriz ama gelirken valilikten yazı getirmeyi unutmayın lütfen.”
O kadar etkileyici gözleri vardı ki özel durumumdan bahsedememiş ve sözü bir türlü Atatürk’le görüşme konusuna getirememiştim. Arkasını dönüp gidiyordu işte ve ben gözlerimi ondan bir saniye bile ayıramıyordum. Bu, saraya girmek için son fırsatım olabilirdi. Henüz fazla uzaklaşmamıştı ki bir an için kendimi toparladım ve pek de kendinden emin olmayan bir sesle arkasından, “Şükran Hanım!” diye seslendim. Haliyle arkasını dönüp bana baktı. Ama o ne muazzam dönüştü öyle! “Buyurun,” diyerek gülümsediği an, orada bambaşka bir boyuta geçmiştim sanki. Yüz hatları, gülüşü, yürüyüşü beni tamamen sarmalamış ve pek de alışık olmadığım bir his, tüm vücudumda bir karıncalanma etkisi yaratmıştı. Söze “gelecekten geldim” zırvasıyla başlamayacaktım, bu sefer ikna edici ve ağırbaşlı olmalıydım.
Buralara yabancı olduğumu, kalacak bir yerim olmadığını söyledim ve Dolmabahçe’ye girmenin benim için çok önemli bir konu olduğunu anlatmaya çalıştım. Mümkün olduğu kadar nazik ama kararlı olmaya çalışıyordum ve fakat odaklanmakta çok zorlanıyordum, kelimeler birbirine karışıyordu. Ben kelimeleri toparlamaya çalışırken onun nazik ve sevecen gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmuyordu.
“Kardeşiniz mi?”
“Kim kardeşim mi?”
“Yanınızdaki ufaklık.”
Aydın’ı tamamen unutmuştum bile. Sadece Aydın’ı değil birçok şey kafamdan silinmişti. Bu sırada Aydın da beni unutmuş, elinde kalan son gazetelerini satmaya çalışıyordu. Vakit öğleni geçtiği için de zorlanıyordu maalesef.
“Hayır, kardeşim değil.”
“Öyleyse?”
“Bir arkadaşım… İstanbul’u bilmediğim için bana yardımcı oluyor. Sağ olsun, buralara geldiğimden beri yanımdan ayrılmadı. Kaybolmamam için uğraşıyor.”
“Nereden geldim demiştiniz?”
“Dememiştim.”
“Peki nereden geldiniz?”
Aydın fazla uzağımızda olmadığı için kulağı bir yandan da bizdeydi. Dayanamayıp söze karıştı ve benim Anadolu’dan geldiğimi, sadece üç beş gün önce trenden indiğimi söyledi. Yalan da sayılmazdı aslında. Gerçekten de Anadolu yakasında bir tren garından geliyordum. Aydın çaktırmadan bana göz kırptı ve “anlatsana işte” der gibilerinden kafasıyla Şükran Hanım’ı işaret etti. O sırada Aydın’ın vapurda uydurduğu pembe yalanı hatırladım ve gerisi de öylece kendiliğinden gelmiş oldu.
“Aslında Aydın’la uzaktan akraba sayılırız. Dediği gibi, ben henüz yeni geldim İstanbul’a. Mimarlık okumak için. Dolmabahçe Sarayı’nı gezmek de hep hayallerimi süslemişti. Bu sebeple buradayım.”
Şükran Hanım pek inanmış gözükmüyordu ama tam bir zarafet timsali olduğu için beni bozmuyordu da. Hatta uzaktan durumun nereye varacağını anlamaya çalışan rütbeli askere “her şey yolunda” anlamında bir mimik bile yapmıştı.
“Kalacak yeriniz olmadığını söylemiştiniz. Oturduğum evin yakınlarında boş bir daire var, üstelik sahibini de tanıyorum. Dilerseniz sizi yönlendirebilirim.”
“Çok sevinirim. Ben sizin numaranızı alayım en iyisi.”
“Ne numarası?”
“Pardon, karıştırdım ben, affedersiniz. O halde ben sizi bekleyeyim buralarda bir yerlerde. Olur mu?”
“Pekâlâ, beş sularında buradan çıkacağım. Saat kulesinin önünde görüşürüz o halde.”
“Saat kulesi?”
“Müsaadenizle…”
Ben Şükran Hanım’ın arkasından donakalmış bakarken Aydın beni çekiştirerek diğer tarafa döndürdü. Saat kulesi! Ne güzel bir şeydi bu böyle. Elbette varlığından haberdardım ve hatta kendi zamanımda neredeyse haftada bir kere önünden geçiyordum ama koskoca kuleyi hiç incelememiştim.
Saat kulesi, arka fonunda Boğaz’da tam yol giden vapurlar ve üstünde bir sağa bir sola gezinen bulutlarla birlikte zamanın ilerlediğini anlatan bir resim gibiydi ve ben de zamanda geriye gitmiş, bu canlı resme bakıyordum şimdi. Kulenin altındaki irili ufaklı ağaçlara takıldı gözüm, kim bilir benim zamanımda ne haldeydiler. Gezi Parkı geldi aklıma. Acaba nasıl gözüküyordu şimdi? Paşanın karşısına çıktığımda anlatmaya bu konudan başlayabilirdim belki de. Parkın ne halde olduğunu görmek için Şükran Hanım’ın çıkış saatine kadar gidip dönebilir miyim diye düşündüysem de onu kaçırma ihtimali beni bu fikirden vazgeçirdi.
Aydın bir süre sonra yanımdan ayrıldı. Ayrılmadan önce yaptığı iyilikler için ona defalarca teşekkür ettim. Bu taraflara yolu düşerse ne yapıp edip beni mutlaka bulmasını rica ettim. Ben onu nerede bulabileceğimi gayet iyi biliyordum. Tekrar görüşeceğimizi ümit ederek birbirimizden ayrıldık. O giderken okulun ilk günü sınıfına teslim edilmiş ve yanından ayrılan velisinden kopmak istemeyen bir çocuk gibi hissettim kendimi.
Şükran Hanım’ı beklerken saat kulesinin altına oturdum ve gözlerimle Boğaziçi’ni taradım uzun uzun. Her ne kadar kafaya takmamaya çalışsam da 1938 yılına nasıl geldiğimi düşünmeye başladım. Acaba bu bir yetenek olabilir miydi? Eğer öyleyse ve farkına varmadan bu yeteneğimi kullandıysam bir daha nasıl yapabileceğimi keşfetmem gerekiyordu. Keşfettikten sonra da anladığım kadarıyla zamanda istediğim gibi yol alabilirdim. Daha da geçmişe ve hatta belki geleceğe bile gidebilirdim. Mekânı değiştirebiliyor muydum acaba? Her hâlükârda, hayatımın bundan sonraki yılları oldukça eğlenceli geçeceğe benziyordu. Şimdi bulunduğum yerin ve zamanın fırsatlarını değerlendirmeli ve tadını çıkarmalıydım. Şu anda olduğu gibi… Yinelemeden edemeyeceğim ama Boğaz’ın bu görüntüsü beni çok şaşırtıyordu. Etrafta ne köprü vardı ne de Boğaz’ın sırtlarını kaplayan binalar. Bu sade ve gösterişsiz haline rağmen İstanbul günümüzdekinden daha güzel ve daha renkliydi. Hele ki şu deniz… Dünyanın en güzel mavisi hemen önümde duran İstanbul Boğazı’nın mavisi olmalıydı. Vazgeçtim! En güzel mavi, omzuma hafifçe dokunup ninni gibi ses tonuyla, “Artık gidebiliriz,” diyen şu güzel gözlerin mavisiydi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.