Kitabı oku: «ERICA'NIN AYNALARI»
Kitabımı,
çok sevdiğim kızlarım
Gizem Kodak ve
Ecem Kodak’a
ithaf ediyorum.
Ve böylece dışarıya çıkarak bodrum kattaki yerini almıştı Yusuf. Son kez işini yapacak, Hümeyra’yla saklambaç oynayacaktı…
Sare, Maryo’nun içeri girmesi için konağın kapısını aralık bıraktığında Hümeyra’nın içeriye süzüldüğünü görmüş ve hemen içeri girerek yerini Defne’ye bırakmıştı.
Hümeyra mutfağı araştırırken Defne de yerini Yusuf’a bırakmış, Yusuf çoktan bodrum kata süzülmüştü. Onu takip eden Maryo miyavlayarak kucağına atlamış, Yusuf’a esrarengiz oyununda arkadaşlık etmişti. Yusuf, Hümeyra’yı bodrum kata çekecek ilginç sesleri çıkarmayı başarmıştı. Çekici olmayı çok iyi bilirdi.
1. BÖLÜM
Bir Opera Melodisi, Ritüel, Gölge ve Ninni
Gölgelerin içine gizlenenler…
Beklenmedik bir anda davet edildiler…
Sessiz odada dolaştı tuhaf fısıltılar,
Defne’yi rahat bırakmadılar.
Bulunduğu sokağa tuhaf bir anlam katan eski konağın bir zamanlar ne denli muhteşem olduğu tartışmaya açık bir konu değildi. Belki de yüzyıldan fazlasını geçirmişti köşesinde. Çivit mavisi pencere çerçeveleri alışılmışın dışındaydı. Sarı, uzun saçlı bir kadın konağın giriş kattaki penceresinin ardından sokağı izlemekteydi. Çöp atmaya giden komşusu saçlarını her zamanki gibi ensesinde toplamıştı. Saçları yine yağlanmış. Hiç yıkanmaz mı bu kadın, diye düşündü dudaklarını hafifçe, bir iğrenme ifadesiyle büzüştürürken.
Sonra gözü çöp konteynerinin altında kadını bekleyen ve o yaklaştıkça miyavlamaları haykırışa dönüşen, ağızlarından sular akan kediciklere ilişti. Kirli saçlı, pasaklı bir kadının artıklarını yiyecekleri için onlar adına üzüldü. Markete gittiğinde daha fazla mama almaya karar verdi.
Sarı, uzun saçlı kadın gerçeği söylemek gerekirse son derece ince ve solgundu. Onu yeni tanıyan biri dış görünüşüne baktığında birkaç saniye içinde bayılacağını düşünebilirdi. Yanakları içe doğru çökmüş, gözlerinin altı morarmıştı. Gözleri yarı baygın bir halde bakıyordu çevresine. Çöp döken komşu bitişikteki eve girdiğinde rahatladığını hissetti. Sık sık evinin önünden geçen ve her fırsatta evini gözetleyen bu kadından hoşlanmıyordu.
Bomboş sokağı, içinde yalnız yaşadığı koca konağı düşündü bir an. Sonra omuzlarını silkerek, “Yalnız olmayı seviyorum,” diye mırıldandı. Bu cümleyi sık sık tekrarlayarak kendini avutmaya çalışırdı.
Oysa hiç de yalnız sayılmazdı. Çünkü aynı anda, aynı çatı altında, kendisinden başka mırıldananlar da vardı.
Kadın, burnunu cama dayamış dışarı bakarken, kendisini izleyen ve dinleyenlerin farkında bile değildi. Onların kendi aralarında neler fısıldaştıklarını duyamıyordu. Ne kadar farklı, tuhaf ve ürkütücü olduklarını göremiyordu. Oysa köşelerine gizlenenler kadının hayallerini görebiliyor, düşüncelerini okuyabiliyorlardı. Söylediklerinin yanı sıra henüz söylemediklerini de işitebiliyorlardı. Kadının, kendisi hakkında bilmediklerini bile biliyordu onlar… Kadının geride bıraktığını ve unuttuğunu sandığı şeylerin hiçbirini unutmamıştı onlar.
“Çok güçsüz duruyor?” diye fısıldadı en önde ve dimdik duran.
“Dayanamayacak!” diye cevap verdi asi olan.
Diğerleri konuşmuyor, sadece susuyorlardı. İçlerinden biri, en küçük olanı çok agresif görünüyordu. “Başrol benim!” diye tekrarlayarak sızlanmaya başladı aniden. Bir kez başladığında sona erdirmeyeceğini biliyordu diğerleri.
İlk konuşan ikisi onu bütün güçleriyle geriye iterek susturdular. En azından bir süreliğine… Ardından, aynı anda huzursuz bir şekilde kıpırdamaya başladılar. Zaman daralıyordu ve olacaklara henüz hiçbiri hazır değildi.
Zil sesi geniş salonun her köşesinde çınladığında fısıltılar bir anda kesildi. Sarı saçlı kadın irkilerek yerinden fırladı. Bu sesi en son ne zaman işitmişti acaba? Belki iki, belki de üç hafta önceydi. Marketten sipariş ettiği öteberiyi getiren genç çocuk gelmişti en son. Epeyce yüklü bir bahşiş aldıktan sonra mutlu günler dileyerek sevinç içinde ayrılmıştı eski konaktan.
Kadın, çekingen adımlarla kapıya yönelirken içeriye şöyle bir göz attı. Her yer düzenli ve temiz görünüyordu. Kapıyı açtığında karşısında üniversiteye gittiği yıllarda en yakın arkadaşı olan, fakat okul bittikten sonra bir daha hiç görmediği Ela duruyordu. Donakaldı uzun, sarı saçlı kadın. Okulu bitireli tam dokuz yıl olmuştu ve bu yıl aralıkta otuz iki yaşını doldurmuştu. Ela ile ilgili hatırladığı en son anı keplerini havaya fırlattıkları mezuniyet törenindeki o kısacık andı.
“Ela!” diye fısıldadı şaşkınlık, sevgi eşliğinde titreyen sesiyle. “Hayal mi görüyorum ben?”
Ela cevap vermek yerine boynuna atladı sarı saçlının.
“Benim Defne! Hayal değil, şaşırttım seni değil mi?”
Ela bunları söyledikten sonra arkadaşının kollarında gözyaşlarına boğulmuştu.
“Sakin ol lütfen. Ne oldu sana böyle?” diyerek sarıldı sıkı sıkı arkadaşına Defne.
Ela cevap veremiyordu. Sadece ağlıyordu ve Defne’ye giderek daha sıkı sarılıyordu. Yüzü, Defne’nin saçlarının arasına gömülmüştü ve hıçkırıklarından başka bir şey duyulmuyordu. Pek de iyi bir durumda olmadığı açıkça görülüyordu.
Birbirlerine sarılmış bir halde salonun ortasına kadar yürüdüler ve kanepeye oturdular. Defne arkadaşının iyi olduğunu gördükten sonra sokak kapısını kapatmak için yerinden kalktı.
O andan itibaren eski konak, hiç beklenmedik olaylara tanık olacaktı. Bulundukları yerden gizlice Defne ve Ela’yı izleyenler, bir süre sessiz kalmaya karar verdiler.
Defne, Ela’nın karşısına oturup onun elini tuttu ve sakinleşmesini bekledi, sabır ve huzur veren bir sessizlik içinde.
Sonunda Ela, “Gidecek başka yerim yok,” diyebildi. “Kabul edersen bir süre burada, seninle kalacağım.”
Defne, onayladığını belirtecek şekilde başını sallarken hissettiği derin hayal kırıklığını gizlemeye çalışıyordu. Ela bunu anlamadı fakat diğerleri hemen fark ettiler. Seni özlediği için gelmemiş, ihtiyacı olduğu için gelmiş, diye fısıldadı Defne’nin içinden bir ses.
Ela ise tamamen huzura kavuşmuş ifadesiyle Defne’ye bakarken kalacak bir yer bulmuş olmanın sevincini yaşıyordu.
“Karnım çok acıktı, yiyecek bir şeyler var mı?” diye sordu.
“Evde pek bir şey yok ama şimdi sipariş veririm. Güzel bir öğle yemeği yeriz.”
Bu sırada konakta, rüzgârla birlikte içeri girip de süzülen, bir opera öğrencisinin her yeri inleten sesi işitildi.
“La la la la lala lala laaaa! La la la la lala lala laaaa!”
Ardından, çöp konteynerinin çevresindeki kediler miyavladılar.
Kirli saçlı kadının yüreğini anlamlandıramadığı türden bir sıkıntı kapladı. Kırmızı, 9 numara şişle ve kalın bir iplikle örülmüş eski şalına sarılarak oturma odasının içinde dolaşmaya başladı.
Kocası okuduğu gazeteden başını kaldırdı ve gözlüklerinin üzerinden ona dik dik baktı.
“E otur artık bir yere, ne dolaşıp duruyorsun, başım döndü.”
Kadın derin bir of çekerek balkona geçti ve sandalyesine oturarak bir sigara yaktı.
Rüzgâr kirli saçlarını havalandırmış ve sanki kulağına, hatta kulağından kalbine, ne olduğunu bilmediği ama öğrenen herkesin tedirgin olacağı bir mesaj iletilmişti.
Dönüp konağa baktı ve nedensiz bir öfkeyle, “Tek başına nasıl yaşıyor bu uğursuz konakta?” diye söylendi.
2. BÖLÜM
Bir Opera Melodisi, Ritüel, Gölge ve Ninni
Kafası daha fazla karışıyor her geçen saniye,
Gücünü hızla kaybediyor Defne.
Beş ay sonra…
Bir kedi miyavlıyor, güzel bebek ağlıyor.
Kulakları acıtıyor bebeğin sesi.
Yere atılmış çorapları ve giyecekleri toplarken eskisinden de cılız ve solgun görünüyordu Defne. Artık yalnızlığını pek fazla düşünmüyordu. Kafası bütünüyle karışmış bir haldeydi. Ela’nın ortalığa bıraktığı boş bira kutularına ve kirli tabaklara yöneldi. Bulaşık makinesini doldururken kendinde değildi. Buzdolabından birkaç yumurta aldı ama robot gibi davranıyordu.
Ela mutfağa girdiğinde soğuk bir sesle, “Bu ne gürültü sabah sabah! Uyumak mümkün değil bu evde!” dedi.
Defne iliklerine kadar öfkeyle titrediyse de sessiz kalmayı tercih etti. Ela pencere önündeki masanın kenarına oturmuş, Defne’nin kahvaltıyı hazırlamasını izliyordu. “Çabuk ol lütfen,” dedi. “Yarım saat sonra çıkmam gerek evden.”
Defne mırıldandı.
“Akşam geleceksin değil mi?”
Ela öfke saçan bakışlarla çıkıştı.
“Ne diyorsun kızım ya! Kedi gibi miyavlıyorsun. Yüksek sesle söyle de anlayalım ne dediğini.”
“Yok, bir şey demedim,” diye karşılık verdi Defne burnunu çekerek.
“Akşam geleceğim ama geç kalabilirim. Bu akşam Bahar’la buluşacağız, yeni bir iş için. Yemeği onun iki arkadaşıyla birlikte yiyeceğiz. Eğer bu iş olursa harika para kazanacağım. Uluslararası bir turizm şirketi Türkiye’de mağazalar zinciri açıyormuş. Aradıkları özelliklere sahibim. İngilizceyi iyi konuşan ve İstanbul’un her köşesini iyi bilen bir yöneticiye ihtiyaçları varmış.”
Defne, eğer konuşursa çektiği üzüntünün anlaşılacağı korkusuyla başını sallamakla yetindi. Ela onun solgun yüzüne, ince bedenine acınası bir varlığa bakar gibi bakıyordu. En son ne zaman göz göze geldiklerini düşündüyse de hatırlayamadı. Sonra yeni iş hayaline odaklanarak tabağındaki omleti yemeğe başladı. Defne’nin giderek kötüleşen ruh hali, Ela’yı da baskısı altına almıştı. Kendini bir cendere içinde hissediyor, onu bundan böyle yalnız başına bırakamayacağını biliyordu. Defne’nin kendisini bu hale getirmesi ve hayatlarını zorlaştırmasına için için öfkeleniyor, hırçınlaşıyordu. Hemen ardından onu terslediği için büyük bir pişmanlık duyuyor ve gönlünü almak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.
Terk edilmiş gibi görünen sokakta, sadece görkemli eski konağın ışığı yanmaktaydı. Sokak lambası da bozulmuş olmalıydı, yanmıyordu. Sokak her zamankinden daha karanlıktı.
Defne giriş katta, penceresinin yanındaki rahat koltukta yerini almış, dışarıya bakıyordu. Gece yarısını çoktan geçmişti ve az da olsa sokağı aydınlatan ay, bulutların arasına gizlenmişti. Sokak bütünüyle karanlığa bürünmüştü. Defne oturduğu odanın ışığını kapatıp yeniden pencere kenarına yerleşti. Böylece daha iyi görebilecekti boş sokağı. Ela’yı bekliyordu, bir an önce gelmesi için dualar ederek. Beş aydır defalarca yaşanmıştı bu sahne ve her seferinde geri dönmüştü Ela.
Ya bu defa gelmezse?
Bu düşünceyle ani bir sıkıntı bürüdü Defne’nin kalbini. Ya gelmezse! Ya gelmezse! Bunu düşünürken bir el kalbini tutup sıkıyor, sıkıyor, sıkıyormuş gibi hissediyordu.
Bu sırada acı bir çığlık, karanlık ve sessiz sokağın her köşesinden işitilebilecek şekilde çınladı. Bu, yakınında durulacak olsa kulakları acıtacak kadar tiz bir sesti. Defne hiç tereddüt etmeden yerinden fırladı ve koşup kapıyı açtı. Çığlık şimdi, bir çocuk ağlamasına dönüşmüştü. Hatta çocuk da değil bir bebek ağlıyordu, tam da çöp konteynerinin yanında duran bir karton kutunun içinde.
Defne yaklaştıkça kutunun içindeki sakinleşiyordu sanki. Öyle ki kutunun yanına vardığında bebeğin ağlaması mırıltılara dönüşmüştü.
O anda bulutların arasından çıkarak ortalığı yeniden aydınlatan ay, bebeğin güzel yüzünde tüm gücüyle parladı. Sanki bebek için çıkmıştı yerinden.
Defne uzandı, gözlerinin üzerine düşen sarı bukleyi kenara çekerek bebeğin ortaya çıkan güzel yüzüne baktı. Gözleri ay ışığında sevinçle parlıyordu. Defne, bebeği kucaklayarak hızlı adımlarla eve döndü, içeri girip kapıyı kapattı. Pencere kenarındaki koltuğa otururken soluk soluğaydı, heyecandan dizleri titriyordu. Bebeği göğsüne yatırıp sıkıca tutarken diğer eliyle de saçlarını okşuyordu. Bir taraftan da tatlı bir ninni mırıldanıyordu.
“Bebek uyuyor, güzel bebek uyuyor…
Bebek büyüyecek, güzel bebek büyüyecek.”
Bebeği bir anda ölesiye sevdiğini hissetti, daha şimdiden bir parçasıymış gibi benimsemişti. Bu sırada nereden geldiğini bilmediği birtakım sesler duydu. Birisi yüksek sesle radyo dinliyor olmalıydı. Kirli saçlı kadın mı acaba, diye düşündü Defne. Yayın o kadar cızırtılıydı ki… Radyodaki bir kadın yerel haberleri sunuyordu sanki, fakat cızırtılardan ne dediği anlaşılmıyordu. Arkadan, bir taş plaktan yükselen nağmeler işitiliyordu.
Defne gözlerini kapattı. Taş plaktan yükselen sesi ayırt etmeye çalıştı fakat bunun aynı zamanda son dönemde hit olmuş pop müzik türünden bir şarkı olduğunu anladı. Bu yeni şarkının taş plakta çalması mümkün değildi. Üstelik de kadeh seslerinin arasından…
Defne bir kutu içindeki bebeği bulduğu anda kirli saçlı kadın balkonda sigara içiyordu ve bu sırada gözü çöp konteynerinin çevresindeki hareketliliğe ilişti. Konakta yaşayan genç kadın bu kez ne tür bir çılgınlık yapıyordu acaba?
Balkon kapısından içeriye hücum eden soğuk hava dalgası, kirli saçlı kadının kocasını sinirlendirmişti.
“Hümeyra içeri gir de kapıyı kapat artık istersen. Ev buz gibi oldu. Doğal gaz faturasını sokağı ısıtmak için ödemiyorum.”
Kocasının sevgi ve saygı ifadesinden çok uzak olan kaba ses tonuyla irkildi Hümeyra. Rüzgâr kirli saçlarını kabartmış, iyice dağıtmıştı. Hırkasına sarılıp içeri girmeden önce, çöp konteynerinin çevresini turlayan Defne’ye son bir bakış attı.
Kocasına, “Bu kadından korkmaya başladım Arif,” dedi. “Çöp kutusunun çevresinde en az yirmi tur attı. Kucağında da şal gibi bir şeye sardığı tuhaf bir şey taşıyor. Sonunda bütünüyle delirdi galiba.”
“Bırak artık şu kadını gözetlemeyi, ayıp yahu! Yakışıyor mu sana? Yapacak bir işin yok mu senin? Ne zararı var sana biçarenin!”
Hümeyra oflayıp puflayarak içeriye girdi.
Arif, hiçbir zaman eğlenceli biri olmamıştı fakat en azından eskiden bu kadar çok söylenen, şikâyet eden biri değildi. Kendisini eleştirmekten başka bir söz çıkmaz olmuştu ağzından. Bunları düşündüğü anda, Arif’in ağzından Hümeyra’yı haksız çıkartacak bir cümle döküldü.
“Bir çay demlesen de şöyle tatlı bir sohbet eşliğinde baş başa içsek!”
3. BÖLÜM
Bir Opera Melodisi, Ritüel, Gölge ve Ninni
Gün ağarmanın derdinde,
Her köşede başka bir oyun sahnelenirken
Özgür bırak kediyi. Bırak o kediyi.
Bebek nerede peki?
Ne hikâye ama…
“Bu ne be, iğrenç kokuyor burası! Defne! Defne! Ah, ölmüş mü yoksa, yok yok nefes alıyor, kalk kızım ya, nedir bu halin senin!”
Ela gördüğü manzara karşısında korkmuş, hatta dehşete kapılmış bir halde Defne’yi omuzlarından sarsıyordu.
“Bırak o kediyi! Bırak diyorum sana! Ah, Tanrım, kim bilir ne zamandan beri bu durumdasın!”
Defne, gözlerini araladığında kopkoyu bir sis tabakasının ardından kendisine öfke, korku ve şaşkınlıkla bakan Ela’yı gördü. Geldi, diye düşündü ve hemen ardından gözlerini yine kapattı. Ela, Defne’nin bilincinin açık olduğunu anladığında rahatlamıştı, şimdi daha hızlı sarsıyordu onu ve kadın kendine gelmek üzereydi. Ela’nın sesindeki dehşet, yerini yavaş yavaş şefkate bırakıyordu.
“Haydi Defneciğim, bak ben buradayım. Şimdi lütfen yavaşça aç kollarını ve kediciği özgür bırak. Lütfen, bak zavallı hayvan neredeyse ölecek.”
Defne gözlerini yavaşça açtı ve bakışları, göğsüne bastırdığı küçük kediye kaydı. Onu öyle sıkı tutmuştu ki bu kadar küçük bir kedinin elinden kurtulup gitmesi mümkün değildi. Kedi çaresizlik içinde teslim olmuş, öylece bırakmıştı kendini Defne’nin göğsünde birleştirdiği avuçlarının arasında. Zaten istese de çırpınıp direnecek, gidecek gücü kalmamıştı besbelli.
Ela, Defne’nin bileklerindeki çiziklere baktı ve kedinin bir süre direndiğini, kaçmak için çabaladığını anladı. Ardından, çekip aldı hızla yavruyu Defne’nin kolları arasından. Kedinin iskelete dönmüş bedenine bakarken tuhaf bir duygu fırtınası tüm benliğini sarsarak geçip gitti. Eğer acil yardım almazsa zavallı kediciğin ancak birkaç saat daha yaşayacağı açıkça görülebiliyordu. Kim bilir ne zamandan beri aç ve susuzdu?
“Ah, neler oluyor Defne, bu kedi ölmek üzere! Senin durumun da kedininkinden farklı değil. Baksana yüzün bembeyaz, en son ne zaman yemek yedin söylesene!”
Defne mırıldandı.
“Abartma Ela, birkaç saat önce çay içtim, yanında çörek yedim.”
Ela başını çevirip sehpanın üstündeki çörek tabağına baktı. Tabaktaki iki çörekten bir tanesinin kenarından birkaç ısırık alınmıştı. Diğeri ise olduğu gibi duruyordu ve çöreklerin ikisinin üstünü de bir küf tabakası kaplamıştı.”
“Yedin de kaç gün önce acaba! Of, ya nedir bu başıma gelen! Şuraya canımı attım sığınmak için, kalacak yer buldum diye sevindim ve kendimi yepyeni bir manyaklığın ortasında buldum. Ne bakıyorsun, sen de yardım etsene Alp. Onu şu koltuğa taşımamız gerekiyor, baksana yürüyecek durumda değil.”
Defne gözlerini aralayarak Ela’nın yanında duran uzun boylu adama baktı. Bir yabancı erkeğin karşısında düştüğü bu durum yüzünden, karnının içindeki bir yerlerin utanç duygusu eşliğinde kasıldığını hissetti. Defne bu yabancı erkeğin kollarında kanepeye taşınırken Ela da kedi için tabağa biraz süt dolduruyordu. Zavallı hayvan sütü delice bir iştahla içerken Defne de, “Bebek nerede? Nerede?” diye sayıklamaya başlamıştı.
“Ne bebeği yahu, iyice aklını kaçırdın!” dedi Ela üzüntü içinde titreyen sesiyle. Biraz mahcup olmuştu. Çünkü Alp’le tanıştırdığı ilk arkadaşıydı Defne ve onu böyle akıl almaz bir deliliğin içinde gördüğü için Alp’in ne düşündüğünü çok merak ediyordu.
Alp, isteksizce de olsa rol aldığı bu tuhaf sahnenin içinde oldukça şaşkındı ve nihayet konuşabildiğinde Defne için üzgün olduğu anlaşılıyordu. “Üzerine daha fazla gitmeyelim Ela. Kendinde olmadığı zaten açıkça belli değil mi? Ona da biraz süt ısıtsak hiç de fena olmayacak.”
Ela, “Açlıktan ölmeden önce,” diye ekledi. “Onu bıraktığımda gayet normaldi. Ne oldu da bu duruma geldi hiçbir şey anlamadım.”
Ilık süt boğazından yavaş yavaş akarken neler olduğunu anlamaya çalışıyordu Defne. Niçin bu durumdaydı? Ya bebek, ona ne olmuştu, nereye gitmişti? Eve biri gelmiş sonra da bebeği beraberinde mi götürmüştü? Ah! Yoksa bir rüya mıydı hepsi?
Kafası gerçekten de çok karışıktı ama koca bir kupa dolusu sütü içtikten sonra rahatlamış bir halde uykuya daldı. Rüyalar âlemine geçmeden önce duyduğu en son ses tavan arasındaki radyodan yükseldiğini düşündüğü cızırtıydı.
4. BÖLÜM
Sare, Kuyu ve Anne
Güneşli, tuhaf bir günde
Bakma küçük kız öyle gözlerimin içine
Hıçkırıyordu Sare,
“Çukura düşen Alis olmalıydı,
Tavşan değil,” diye.
Güneş; alışılagelmiş gürültüsüyle tatlı bir telaşın yaşandığı semt pazarının üzerinde parlıyor, satıcıların her tarafa astıkları rengârenk örtülere, giysilere göz alıcı bir güzellik katıyordu. İnsanlar daha güzelini daha ucuza bulabilmek için tezgâhlar arasında koşuştururken her cumartesi yinelenen bildik sahneyi seriyorlardı gözler önüne, tüm coşkusu ve çekiciliğiyle.
Sare de ilkbaharın bu coşkulu sabahının albenisine kapılmış, temiz havayı ciğerlerine çekerek mutlu bir halde pazara gidiyordu.
Burası, belirli aralıklarla gelip yaşadığı küçük sahil kasabasında, meyve sebzeden çok tekstil ürünlerinin ve hediyelik eşyaların satıldığı bir semt pazarıydı. Sadece kadınlar değil erkekler arasında da büyük ilgi görürdü. Ünlü modacılar tarafından da çok beğenilirdi bu cıvıl cıvıl pazaryeri.
Sare, aldıklarını taşımak için beraberinde götürdüğü boş pazar arabasını çekiyordu bir taraftan. Caddeden gitmek yerine kestirme olan arka sokağı tercih etmişti. Beyaz badanalı, iki katlı evler sokağın iki tarafına sıra sıra dizilmişti. Evleri çevreleyen bahçeler yemyeşil çimenler ve çiçeklenmiş meyve ağaçlarıyla bezenmişti. Böylesine güzel bir ilkbahar gününde evlerle bahçelerin birlikteliğiyle oluşan manzara yağlıboya tabloları andırıyordu.
Sare küçük kasabada en çok bu sokağı severdi; bakmaya doyamadığı manzarayı keyifle ve hayranlıkla izlerken bir yandan da pazardan neler alacağını düşünüyordu.
Yolun karşı tarafından Sare’ye doğru gelen anne kız, son derece mutlu görünüyorlardı bu kusursuz tablonun içinde. Anne tıka basa dolu pazar arabasını çekiştirirken bir taraftan da boşta kalan elini kızına uzatıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Damla uzaklaşma, gel elimi tut!”
Bu sırada küçük kızın adını da öğrenmiş oldu Sare.
Damla annesinin çevresinde sekerek dönüyor, mırıldandığı ve yakınlaştıkça daha iyi işitilen bir şarkı eşliğinde dans ediyordu. Annesinin onunla uğraşmaktan epeyce yorulduğu belli oluyordu. Damla’nın saçları, sağ ve sol kulaklarının üzerinde, iki uzun kuyruk şeklinde toplanmıştı. Her sıçrayışında bu kuyruklar hızla sağa sola savruluyordu. Bu haliyle neşeli bir tavşana benziyor, diye düşündü Sare tatlı tatlı gülümseyerek.
Birbirlerine yaklaştıkça Damla daha da şirin görünüyordu. O kadar hareketliydi ki bir saniye bile yerinde duramıyordu. E haliyle de yanakları kıpkırmızı olmuştu.
Sokağın ta başından dönen ve çocukla annesinin geldiği yönden gelen araba hızını azaltarak onlara doğru arkadan yaklaşmaya başladı. Sare, tam da bu sırada kendisinin yanına varan anne kızla birlikte yolun kenarındaki evin bahçesine geçti. Çünkü bu patikaya benzer sokakta kaldırım yoktu. Sağ taraftaki iki katlı evin çitle çevrelenmemiş bahçesi kaldırım görevi görüyordu. Sare, anne ve çocuk şimdi bu geniş bahçenin girişinde birbirlerine bakıyorlardı. Sare anneyi selamladığında kadın ne kadar yorgun görünse de oldukça içten bir gülücükle karşılık verdi. Araba yoldan geçip gitmişti ama iki tarafın da soluklanmak için birkaç dakika burada kalacağı belliydi.
Sare uzanıp tatlı kızın sol kulağının üzerindeki kuyruğu hafifçe çekti. “Biliyor musun, sen gördüğüm en güzel küçük kızsın,” dedi.
Yakından bakınca mavi kurdelelerin çok daha büyük olduğunu ve kadife kumaştan yapıldıklarını fark etti. Küçük kız sevinçle zıpladı ve ön dişleri olmayan bir damak, geniş bir gülümseyişle gözler önüne serildi.
“Bu mavi kurdelelerin ve iki kuyruğunla Alis Harikalar Diyarında kitabındaki tavşana benziyorsun,” diye devam etti Sare.
Küçük kızın hoşuna gitti bu benzetme, her ne kadar Alis’i ve tavşanı bilmese de… Annesi kızının elini sımsıkı tutarken başıyla onaylarcasına karşılık verdi Sare’ye.
İlgi odağı olmanın verdiği coşkuyla bir saniye önce kenarına bastığı, açık bir şekilde yere halı gibi serilmiş kolinin tam ortasını hedefleyerek bir kez daha sıçradı küçük kız.
Ne tuhaf bir sıçrayıştı bu! Köşesinde sinsice bekleyen, daima ortaya çıkmak için bir fırsat kollayan karanlığa, her yeri bürümesi için bir davet mi göndermişti? Veya devasa bir kara deliğe açılan ve tüm gizemlere konu olan, gerçekliği belirsiz, o diğer boyutlara geçişin kapısı mıydı bu?
Hadi canım… Yok artık…
Kibar olmayan kişiler bu gibi anlarda, “Yok artık devenin ayağı!” gibi kaba benzetmelerle absürdlüğün en olmaz, en olamaz haline dem vurmazlar mı?
Dünya mı durmuştu yer yerinden oynadıktan sonra ya da bu anı yaşayanlara mı öyle gelmişti? Kimsenin konuşamadığı bu kısacık an milyonlarca olasılığı içinde barındıracak kadar sonsuz muydu? Acaba herkes kendine özgü bir sonsuzluk anı mı yaşıyordu? Bunu deneyimleyenler kendi sonsuzluklarının kaç saniye sürdüğünü fark edebiliyorlar mıydı?
Minik ayaklardaki kırmızı ayakkabılar neşeli bir sıçrayıştan sonra kartonun merkezine değdiğinde karton bir anda delinmiş, parçalanmış ve içine çekmişti Damla’yı.
Açılan oyuğun ağzı küçük bir kızı yutabilmek için yeterince genişti… Dişleri olmayan ve asla doymayacak, koyu karanlık ağızlı bir canavar gibiydi…
Keşke bugün güneş hiç doğmasaydı! Hava hiç bu kadar sıcak olmasaydı! Keşke anne bu kadar yorulmamış ve elleri bu kadar terlememiş olsaydı! Keşke Damla’nın diğer eliyle de annesinin koluna tutunabilme şansı olsaydı. Ya da tutunabileceği başka bir şey bulabilseydi! Keşke yolun kenarında böyle bir kuyu inşaatı, kanalizasyon çukuru ya da her neyse o olmasaydı! Keşke bu karanlık çukurun açık duran ağzı gelişigüzel, parçalanmış bir kartonla örtülmeseydi! Keşke bir güvenlik önlemi alınsaydı ve bu kahrolası araba yola hiç girmemiş olsaydı!
Küçük parmaklar, şaşkınlıktan donakalmış annenin parmakları arasından hızla kayıp giderken küçük kız annesine kilitlediği bakışlarını bir an için Sare’ye yöneltti. Göz göze gelinen bu an yarım saniyeden kısaydı, kısacıktı. Ya da… Yok yok, bir ömür kadar uzundu.
Anne, kızının ardından kendini o karanlık çukura atmaya çalışırken Sare onu güçlükle tutuyor ve yardım çağıran çığlıklar atıyordu. Paralel sokaktaki anacaddede pazara giden kadınlar, öğle yemeği için eve giden çocuklar ve adamlar irkildiler bu çığlıkla.
Sare az da olsa sakinleştirebildiği kadına sımsıkı sarılmışken gözü, kuyunun başında, kendilerine bakan genç kadına ilişti. Yanında ergenlik çağında başka bir kız vardı. Ergen kız bir yandan kahkahalar atarken aynı anda dövünüp ağlıyordu. Kadın ise soğukkanlılıkla yardım istemek için yanlarına yaklaşanlara doğru koşuyordu. Ya da Sare’ye öyle gelmişti.
Küçük kızdan geriye asla unutulamayacak o bakışı kalmıştı. Her şeyin bittiği o andaki son bakış. Çığlık atmamıştı, bağırıp ağlamamıştı. Aslında ne olduğunu anlayamamıştı. Sadece bakmıştı. Ve o bakışın anlattıklarını küçük kızın annesi de Sare de ömür boyu dinleyeceklerdi.
Sare bomboş pazar arabasıyla evine doğru ilerlerken ağlıyordu. “Çukura düşen Alis’ti tavşan değil!” diye hıçkırıyordu. Böylesine korkunç bir olayın yaşanacağını nereden bilebilirdi o benzetmeyi yaptığında? Üstelik Alis’in düştüğü böyle bir çukur değildi ki! O anda küçük kızın Alis gibi harikalar ülkesine gitmiş olmasını diledi. Ama bu dileğinin kabul olmadığını ertesi sabah büyük bir üzüntüyle, ülkede yaşayan herkesle birlikte öğrenecekti.
Küçük Damla, iki kilometre uzaklıktaki bir kanala sürüklenmiş, cansız halde bulunmuştu. Televizyon, gazeteler ve sosyal medya bu olaya geniş yer vermişti. Gelip geçenlerin yolu üzerindeki bir noktada böyle sorumsuzca kuyu açmaya çalışan ve o karanlık çukurun ağzını açık bırakan ev sahibi suçlanıyordu.
Gel gör ki herkesin suçladığı bu adam, bu çukuru kendisinin açmadığını, onu bahçesinde keşfettiğini anlatıyor; ağzını çelik, sağlam ve ağır bir kapakla kapattığına dair yeminler ediyor, kendini savunmaya çalışıyordu. “Bu benim suçum değil. Güvenlik önlemi de aldım, ne olur inanın bana. Yolun başındaki kameraları inceleyin. Göreceksiniz. Çok çok ağır, çelikten, rögar kapağı kadar sağlam bir malzemeyle kapatmıştım çukurun ağzını. Ama birisi bu kapağı alıp götürmüş! Bu çukuru ben açmadım aslında!” diye haykırıyordu. Ona kimse inanmıyordu… Adam adliye binasının geniş koridorlarında kim bilir daha kaç kez aynı şeyleri anlatacaktı.
Suçlu ya da suçsuz olması Damla için sonucu değiştirmeyecekti elbette… Yine de herkes büyük bir merakla kamera görüntülerinin yayınlanmasını bekliyordu. Küçük sahil kasabası için pek de alışılmamış bir hareketlilikti bu yaşananlar.
Olaydan bir süre sonra adamın doğruyu söylediği, aslında bu kuyu benzeri çukuru kazmadığı, keşfettiği anlaşıldı. Su, atık su ve kanalizasyon ağı sistemleriyle ilgili her türlü bilgi ve birikimden yoksun adam, evinin bahçesindeki uzun çalıların arasında gördüğü, çukuru kapatan, asla açmaması gerektiğini sonradan öğrendiği kapağı bin bir güçlükle kaldırdığını emniyette ve savcılıkta verdiği ifadesinde açıklamıştı. Yıllar önce açılmış ve inşaatı yarım bırakılmış derin çukuru görünce bunun bir su kuyusu olduğunu düşünmüş, işi tamamlamaya karar vermiş, çukurun gürül gürül çağlayan kanalizasyon ağının kollarından birinde son bulduğunu görünce boşa uğraştığını anlamış ve ağır, döküm bir çelik kapakla kuyunun ağzını yeniden kapatmıştı.
Gerçekte bir proje kapsamında, atık su toplama sistemi ve kanalizasyon ağı inşaatının bir parçası olarak başlanan fakat projedeki değişikliğin ardından üstü kapatılan bir kuyuydu bu. Yıllar sonra böyle bir felakete ev sahipliği yapacağı hiç kimsenin aklına gelmezdi.
Bambaşka bir sahnedeyse adamın biri, evine kadar güçlükle yuvarladığı ağır çelik kapağı bahçe kapısının arkasına yerleştirmeye çalışıyordu; yaptığı işten memnun ve olanlardan habersiz. Doğrusu olayların bu noktaya varacağını bilseydi büyük ihtimalle daha farklı davranır, gecenin geç saatlerinde körkütük sarhoş bir durumda o yolda yürürken bahçedeki kuyunun ağzını kapatan ve pırıl pırıl parlayan çeliği yerinden oynatmaz, ne işe yaradığına bakardı.
Sadece dikkatsizlik denebilir mi buna? Ya da korkunç bir tesadüf? Yazgı? Ağır çeliğin ya da hangi malzemeyse bu karanlık ve aç çukurun bir canavara dönüşmesini engellediğini fark etmemişti. Yerinden güçlükle kaldırıp yuvarlarken insanların ne kadar tuhaf olduğunu düşünüyordu. Gecenin kör karanlığında geride bıraktığı karadeliği fark etmeden, çeliği yuvarlarken düşünüyordu. Böyle ağır bir malzeme sokağa atılır mı hiç? Bir şekilde çok işine yarayacaktı; bahçesinde ya da evinde.
Ve sahnede, sabahın erken saatlerinde ofisine gitmek üzere yola çıkan bir başkası vardı şimdi… O, aynı yolda yürürken karanlık ve aç çukuru görmüş, yolun kenarında duran büyük, boş karton koliyi kenarlarından yırtıp açarak bir halı gibi yere sermiş, çukurun üzerini kapatmıştı. Bunun işe yarayıp yaramayacağı hakkında hiçbir fikri yoktu ama sabahın bu saatinde de daha fazlası gelmiyordu elinden. Yere serili kartonun dört köşesine büyük birer taş yerleştirip dikkat çekmeye çalıştı fakat bunun da iyi bir güvenlik önlemi olmadığının farkındaydı. Huzursuz bir şekilde, “Saat dokuz olduğunda belediyeyi ararım. Gelip kapatsınlar bu çukurun ağzını,” diye mırıldanarak yoluna devam etti. Ama aramayı unuttu…
Yavru kedilerin sığınması umuduyla boş koliyi bahçenin kenarına bırakan kadın ise yatağında mışıl mışıl uyuyordu.
Sare yaşanan felaketin ardından birkaç saatini karakolda geçirmiş ve tanık olduğu bu korkunç olayın ayrıntılarını anlatıp yazılı ifadesini verdikten sonra evine dönmüştü. Ilık bir duşun ardından pencerenin kenarına geçip oturdu. Annesi çay ve börek getirmişti ama bir şey yiyecek hali yoktu. Çayını yudumlarken dışarı baktı. Bu sırada yolun kenarında duranları görünce şaşkınlıkla irkildi. Ergen kızla soğukkanlı kadın yolun kenarında durmuş, Sarelerin üçüncü kattaki evlerinin penceresine bakıyorlardı.
Sare şaşırdı. Canavar çukurun başında gördüğü bu insanlar evini nasıl bulmuştu ve niçin buraya kadar gelmişlerdi? Kimdi bunlar? Yaşadıkları küçük kasabada herkesi tanırdı ve daha önce bu insanları hiç görmediğinden emindi. Yerinden fırlayıp kapıya yöneldi.
Sare hızla merdivenlerden inerken, “Acaba beni mi arıyorlar? Eğer öyleyse benden ne isteyebilirler? Küçük Damla’yla mı ilgili acaba?” diye kendi kendine sorular soruyordu.
Birkaç saniye sonra yolun kenarına vardığında ortada ne mısır püskülü gibi saçları olan ergen kız ne de soğukkanlı kadın vardı. Sare yolun iki yanına da iyice baktı ama hiçbir yerde onları göremedi.
Gitmişlerdi! Belki de Sare geçirdiği şokun etkisiyle hayal görmüştü!
Eve girdiğinde kendisine şaşkınlıkla bakıp neler olduğunu anlamaya çalışan annesine, “Bir arkadaşımı evin önünde gördüm de… Ben inene kadar gitmişti,” diyebildi.
Bu iki kadını görmek aklını bütünüyle karıştırmıştı. Kulakları çınlıyor, çınlamaların arasında fısıltılar, sesler duyuyordu. Kuyunun başında gördüğü iki kadın sanki yanına gelmiş de iki kulağına birden aynı anda fısıldıyorlardı. “İçeri gir! İçeri gir!”