Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Truva», sayfa 2

Yazı tipi:

Uzun boylu, güçlü ve cesur olmasına karşın Aias oldukça aptaldı. Nadiren konuşurdu fakat daima savaşmaya hazır durumdaydı, geri çekilen son kişi o olurdu. Menelaus oldukça cesurdu ama güçlü bir vücut yapısına sahip değildi. Bununla ilgili şakalar yapar, savaşmak için gereken gücü kendinde görmediğini söylerdi. Diomede ile Ulysses ise çok yakın arkadaşlardı ve her zaman omuz omuza dövüşürlerdi. Tehlikeli maceralara atılırlar, gerektiğinde birbirlerine yardım ederlerdi.

Aulis limanından yola çıkan büyük Yunan donanmasında pek çok lider bulunuyordu. Uzun bir süre geçmiş, Helen kaçmayı başarmıştı. Kalabalık filonun Truva’ya ulaşmak için denizi aşmasıysa daha epey sürecekti. Gemileri paramparça eden şiddetli fırtınalarla karşılaştıklarından gemileri onarmak için Aulis’e dönmeleri gerekti. Tekrar yola çıktıklarında düşman adaların halkıyla savaştılar ve onların şehirlerini de kuşattılar. En çok istedikleri Akhilleus’un onların tarafında olmasıydı çünkü Akhilleus elli gemiye ve 2500 kişiye önderlik ediyordu ve insanların dediğine göre zırh üstadı ve demir işçilerinin tanrısı Hephaestus tarafından babası için yapılan sihirli bir zırh giyiyordu.

En nihayetinde filo İskiri adasına ulaştı, Akhilleus’un burada gizlendiğinden şüphelendiler. Kral Lykomedes liderleri kibarca karşıladı ve Kral’ın dans eden, top oynayan kızlarıyla karşılaştılar. Ancak Akhilleus o zamanlar çok genç ve zayıftı; güzel bir yüzü olduğundan da diğerleri arasında onu ayırt edemiyorlardı. Truva’nın onsuz alınamayacağına dair kehaneti duymuşlardı ama onu bulamıyorlardı. Ulysses hemen bir plan yaptı. Kaşlarını ve sakalını karartıp üzerine Fenikeli bir tüccardan aldığı elbiseyi geçirdi. Fenikeliler, Yahudilerin yanında yaşayan bir halktı ve onlarla aynı soydan gelmekteydi. Hemen hemen aynı dili konuşuyorlardı ancak o zamanlarda Filistin’de toprağı sürerek ve hayvan sürülerine bakarak geçimini sağlayan Yahudilerin aksine Fenikeliler hem ticarette hem de denizcilikte çok iyiydi ve köle ticaretiyle uğraşırlardı. Güzel ve nakışlarla süslenmiş kıyafetler, altın takılar ve amber kolyeleri yük gemileriyle taşır ve bunları Yunanistan ile ülkenin diğer adalarındaki kıyılarda satarlardı.

Ulysses böylece tıpkı Fenikeli bir esnaf gibi giyindi ve satacağı eşyaların olduğu torbayı sırtına yükledi: Bulduğu bir sopa parçası ile uzun saçını tepede toplayıp kırmızı denizci şapkasının altına saklamıştı. Sırtındaki eşyaların etkisiyle kamburlaşmış bir vaziyette Kral Lykomedes’in avlusuna ulaştı. Avludaki kızlar bir esnafın geldiğini duyunca ne getirdiğini görmek için o yöne doğru koşuşturdular. Akhilleus da yanlarındaydı. Her biri en çok beğendiği eşyayı seçti: Kızlardan biri altın bir taç, biri altın ve amber karışımı kolye, diğeri küpe, bir diğeri broş seti beğenip aldı. Geri kalan kızlardan biri al nakışlı bir örtü, diğeri bir duvak, bir diğeri de iki çift bilezik seçti. Torbanın en dibinde, kabzası altın kaplamalı bronz bir kılıç kalmıştı en sona. Akhilleus kılıcı eline alıp “Bu kılıç da benim olsun!” dedi. Kılıcı varaklı kılıfından çıkarıp kafasının etrafında döndürdü.

“Peleus oğlu Akhilleus! Aradığım sensin,” dedi Ulysses. “Akaların lideri sen olacaksın.” O zamanlarda Yunanlar kendilerine Akalar derdi. Bu sözcükleri duymak Akhilleus’un çok hoşuna gitmişti çünkü kızların arasında yaşamaktan çok bunalmıştı. Ulysses diğer liderlerin şarap içtiği salona kadar ona eşlik etti. Akhilleus utanmış, bir kız çocuğu gibi kızarmıştı.

“İşte karşınızda, Amazonların Kraliçesi!” diye takdim etti Ulysses savaşçı kadın Amazonlara gönderme yaparak. “Ya da kısaca Peleus oğlu Akhilleus. İşte eline bir kılıç da aldı.” Sonra herkes Akhilleus’un elini sıktı, onu aralarına aldılar. Erkek kıyafetleri giymiş, eline kılıcını almıştı. On gemiyle birlikte onu hemen evine gönderdiler. Annesi, deniz tanrıçası Thetis onun ardından çok ağlamıştı. “Oğlum, burada benimle uzun, güzel ve huzurlu bir yaşam sürme şansın olabilirdi ya da savaş kısa sürede sona erebilir ve ebedi şanına ulaşabilirdin. Buraya savaşmak için geldiysen eğer seni tekrar görmemiş olmayı dilerdim,” dedi Thetis. Ancak Akhilleus genç yaşta ölmeyi, dünya döndüğü sürece ününü elde etmeyi seçmişti. Bu yüzden babası ona elli gemi verdi; Akhilleus’tan daha büyük olan ve sonradan arkadaş olacağı Patroklus’la ona tavsiyede bulunması için Phoenix adındaki yaşlı adamı yanında görevlendirdi. Annesi ise tanrının kendi babası için yaptığı şanlı zırhla hiç kimsenin kaldırmaya bile yeltenmediği kül renkli, ağır mızrağı ona hediye etti. Prensi bulduğu için Ulysses’e övgülerini ve teşekkürlerini sunan Aka ordusuna katılmak için Akhilleus gemi yolculuğuna başladı. Savaşçıların en acımasızı, en hızlısıydı Akhilleus. Efendi biriydi, kadınlara ve çocuklara karşı nazikti. Gururlu ve iyi kalpli olsa da tepesi attığında yanına hiç yaklaşılmazdı.

Eğer Truva şehrindeki erkekler Helen’i saklamak için savaşmamış olsaydı Truvalıların Yunanlara karşı hiçbir şansı olmazdı. Ancak farklı diller konuşan, hem Avrupa’dan hem de Asya’dan savaşmak için gelen müttefikleri kendi saflarına çekmişlerdi. Yunan tarafında olduğu gibi Truva tarafında da kıyı sınırında yaşayan insanlara Pelasglar denirdi. Akhilleus’un evinden daha kuzeyde, dar denizin bir nehir misali aktığı Çanakkale Boğazı’nın çevresinde yaşayan Trakyalılar, Sarpedon ve Glaucus’un yönettiği Likya savaşçıları, farklı bir dil konuşan Karyalılar, Misyalılar ve gümüşün doğum yeri denen Alybe’li halk ve diğer pek çok halk ordularını gönderdi ve böylece bir tarafta Doğu Avrupa’nın diğer tarafta Batı Anadolu’nun olduğu bir savaş doğdu. Mısır’dan kimse savaşa katılmadı: Danimarkalılar İngiltere’yi işgal ederken Yunan ve İngiliz adaları halkı, Mısır gemilerinden inip Mısır halkına sardırırdı. Eski Mısır resimlerinde başlarına boynuzlu miğfer geçiren bu adaların savaşçılarını görebilirsiniz.

Şimdilerde söylendiği gibi Truvalı askerlerin ana kumandanı Priam’ın oğlu Hektor’du. Herhangi bir Yunanla eş düzeyde görülen cesur ve iyi bir savaşçıydı. Erkek kardeşleri de aynı zamanda askeri liderdi ama Paris uzak mesafeden ok ve yayla savaşa katılmayı seçmişti. İda dağının eteklerinde yaşayan Pandarus ile Paris, Truva ordusundaki en iyi okçulardı. Bu iki prens genellikle birbirlerine fırlattıkları ağır mızraklarla ve kılıçlarla savaşır, böylece bronz zırh giymeyen sıradan askerlerin ok kullanmalarına imkân tanırlardı. Akalar içerisindeki en iyi okçular da Teucer, Meriones ve Ulysses’ti. Dardanyalılar adlı halk, Aenas tarafından yönetilmekteydi. Aenas’ın en güzel tanrıçalardan birinin oğlu olduğu söylenirdi. Sarpedon ve Glaucus ile birlikte These, Truva için savaşmış en ünlü savaşçılardandı.

Bir tepe üzerine kurulu Truva güçlü bir şehirdi, arkasında İda dağı uzanıyordu. Şehrin ön tarafında deniz kıyısına dik inen düz bir arazi bulunuyordu. Arazi üzerinde güzel ve berrak iki nehir akmaktaydı. İki dik tümsek olarak göreceğiniz nehirler bir o yana bir bu yana saçılmıştı ancak aslında uzun zaman önce ölen savaşçıların küllerinin oluşturduğu tepeciklerden ibaretti. Bu tepeciklere, Yunan donanmasının yaklaşması ihtimaline karşılık gözcüler yerleştirilmişti, Truvalılar donanmanın yolda olduğunu böylece anlayacaktı. En sonunda donanma görüldüğünde gemilerle dolup taşan deniz kararmış ve kürekçiler karaya ilk yanaşma onurunu elde etmek için var gücüyle küreklere asılmıştı. İlk olarak Prens Protesilaos’un gemisi karaya ulaşınca yarış sona erdi ancak prens tam gemiden atlarken Paris’in oku kalbine isabet etti. Truvalılar açısından bu iyiye işaretti. Yunanlar içinse uğursuzluktu.

Yunanlar tüm gemilerini sahile yanaştırdı ve askerler kulübelerini gemilerin tam önüne kurdular. Bu yüzden gemilerin önünde uzun bir kulübe sırası olmuştu ve Truva kuşatmasının sürdüğü on yıl boyunca Yunanlar bu kulübelerde yaşadı. O günlerde bir kuşatmanın nasıl idare edilmesi gerektiğini tam olarak anlamamışlardı. Yunanların kuleler inşa edip Truva’nın çevresine hendekler kazmasını, kulelerden de yolları gözetlemesini beklerdiniz. Böylelikle içeriye erzak temin edilmesinin önüne geçilirdi. Buna bir şehre “yatırım yapmak” denir ancak Yunanlar Truva’ya hiçbir zaman yatırım yapmamıştır. Belki de yeteri kadar askeri güce sahip değillerdi. Dışarıdan şehre ulaşmak daima mümkün olmuştur ve savaşçılar, kadınlarla çocukların yiyeceği sığırlar şehre rahatlıkla girmiştir.

Dahası, Yunanlar uzun bir süre ne şehrin kapılarını açmak için zorlamış ne de çok yüksek duvarlarını merdivenle aşmaya çalışmıştı. Diğer tarafta Truvalılar ve onların müttefikleri ise hiçbir zaman Yunanları denize çekmeye çalışmamış, genellikle ya duvarların içinde beklemiş ya da duvarların hemen yanı başında düşmanla çarpışmıştı. Yunanlara saldırıp onların karargâhlarını yerle bir etmek isteyen Hektor’un aksine yaşlılar böyle savaşmak konusunda ısrar etmişti. İki tarafın da ileride Romalıların kullanacağı ağır taşları fırlatan makineleri yoktu. Yunanların yaptığı en büyük hareket Akhilleus’u takip etmek, komşudaki küçük şehirleri ele geçirip kadınları köle olarak almak ve büyükbaş hayvanların şehre girişini engellemekti. Gemilerle gelen Fenikelilerden erzak ve şarap satın aldılar. Böylece Fenikeliler savaştan büyük kâr elde ettiler.

Savaş başladıktan sonra geçen on yılda büyük kayıplar yaşanmamış, neredeyse hiçbir komutan hayatını kaybetmemişti. Gittikçe daha azı Yunanlara karşı saldırıya geçiyor ve Yunanların ölülerini yaktığı odun parçalarından tüm gece sahil yanıyordu. Yanan bedenden kalan kemikleri toprağın alt katmanlarına gömerlerdi. Bu katmanların birçoğu hâlâ Truva bölgesinde görülebilir. Veba, on gün boyunca devam edip bütün şiddetini gösterince Akhilleus Tanrıların neye kızdığını anlamak için ordudaki meclisi topladı. Meclistekiler, Tanrı Apollon’un (Truva’yı destekliyordu) gümüş yayı ile onlara görünmez oklar fırlatıyor olabileceğini düşündüler. Oysa asıl neden, ordudaki bazı grupların kötü koşullardan ve pis içme suyundan etkilenmesiydi. Yüksek güneş ışınları da hastalığa sebebiyet vermiş olabilirdi; ancak bu hikâyeyi sanki Yunanlar anlatıyormuş gibi devam etmeliyiz. Böylece Akhilleus mecliste söz aldı, bazı kâhinlere Apollon’un neye kızdığını sorulmasını teklif etti. Kâhinlerin başı Kalkhas ayağa kalktı ve gerçeği tek bir şartla söyleyeceğini belirtti. Eğer gerçeği öğrenince rahatsız olan prenslerin öfkesinden Akhilleus onu korursa, kehaneti söyleyecekti.

Akhilleus kâhinin ne demeye çalıştığını iyi biliyordu. On gün önce Apollon’un rahibi karargâha gelmişti. Kâhin, Akhilleus küçük bir şehri ele geçirdiğinde diğer insanlarla birlikte tutsak ettiği güzel kızı Chryseis için fidye teklif etmişti. Chryseis Agamemnon’a köle olarak hediye edilmişti. Agememnon en önemli kral olarak görüldüğünden mücadeleye katılmasına bakılmaksızın her zaman en iyi ganimeti de o alırdı. Hatta kural gereği mücadeleye katılmamıştı. Akhilleus’a da çok beğendiği başka bir kız, Briseis verilmişti. Akhilleus Kalkhas’ı koruyacağına dair söz verdikten sonra rahip konuştu ve aslında herkesin bildiği şeyleri söyledi. Vebaya Apollon neden olmuştu çünkü Agamemnon Chryseis’i geri vermeyerek tanrının elçisine yani kızın babasına hakaret etmişti.

Bunu duyan Agamemnon çok sinirlendi. Chryseis’i serbest bırakacağını ancak Briseis’i Akhilleus’un elinden alacağını söyledi. Akhilleus bunun ardından Agamemnon’u öldürmek için meşhur kılıcını kınından çekip çıkardı. Bu denli öfkelenmişken bile bunun yanlış olduğunu biliyordu. Dolayısıyla Agamemnon’un köpek suratlı ve kötü kalpli açgözlü korkağın teki olduğunu söyledi ve bundan sonra kendisinin ve adamlarının Truva’ya karşı savaşmayacağına ant içti. Yaşlı Nestor iki tarafı barıştırmaya çalıştı. Kılıçlar çekilmedi belki ama Briseis Akhilleus’un elinden alındı. Ulysses Chryseis’i kendi gemisine bindirip babasının şehrine götürmek için yola çıktı ve onu babasına teslim etti. Böylece babası Apollon’a vebaya bir son vermesi için dua etti. Veba artık sona ermişti. Yunanlar kampları vebadan arındırdı, kendilerini temizleyip bu pisliği denize gömdüler.

Akhilleus’un ne kadar gözü pek ve cesur olduğunu biliyoruz. Burada Agamemnon’u neden düelloya davet etmediği akıllara gelebilir. Etmedi çünkü Yunanlar hiç düelloya çıkmazdı. Hem Agamemnon’un ilahi bir güç tarafından çok önemli bir kral olduğuna inanılıyordu. Sevgili Briseis ondan alınınca Akhilleus tek başına deniz kıyısına gidip kızın ardından gözyaşı döktü. Gümüşi ayaklı, suların kadını lakaplı annesini çağırdı. Kadın, gri denizden bir sis gibi yükselip oğlunun yanına oturdu, saçlarını okşadı. Akhilleus annesine ona acı veren her şeyi anlattı. Bunu duyan kadın tanrıların huzuruna çıkacağını, Truvalıların büyük bir zafer kazanması için tanrıların en yücesi Zeus’a yalvaracağını söyledi. Hal böyle olunca Agamemnon onun desteğine ihtiyaç duyacak, yaptığı yanlışı düzeltip Akhilleus’u onurlandıracaktı.

Thetis sözünü tuttu ve Truvalıların Yunanları yenmesi için Zeus’la konuştu. O gece Zeus, bir rüyayla Agamemnon’u kandırdı. Agamemnon, rüyasında yaşlı Nestor’u gördü, Nestor Zeus’un ona zaferi vereceğini söylüyordu. Agamemnon Truva’yı tek seferde ele geçireceği umuduna kapıldı ama uyandığında kendinden o kadar da emin değildi. Zırhını giymek ve askerlerine silahlanmalarını söylemek yerine üstüne sadece cüppesini ve beyaz örtüsünü kuşanarak asasını aldı ve gidip komutanlara rüyasını anlattı. Onlar rüyadan pek de etkilenmemişti, bu yüzden Kral bir de orduyla konuşacağını söyledi. Askerleri bir araya getirdi ve Yunanistan’a geri dönmelerini emretti. Fakat askerler onun emrine uymazsa diğer komutanlar onları zorlayacaktı. Aptalca bir plandı bu. Askerler zaten güzel ülkeleri Yunanistan’ı, evlerini, eşlerini ve çocuklarını özlüyordu. Bu yüzden, Agamemnon bunları söylediği anda bütün ordu sanki batı rüzgârının etkisindeki deniz gibi harekete geçti, bağrışmalar içinde ayaklarının tozu bulutlara yükselirken gemilere doğru koşturdular. Gemiyi denize indirmeye başladılar ve prensler de bu koşuşturma içerisine sürüklenmişti, diğerleri gibi onlar da evlerine dönmek istiyordu.

Sadece Ulysses üzülüyordu, gemisinin yanında öfkeyle bekliyordu. Bunun bir parçası olmayacaktı. Kaçıp gitmenin ne kadar onursuz bir davranış olduğunu düşünüyordu. En sonunda üstünden örtüyü attı, yuvarlak omuzlu, koyu tenli ve kıvırcık saçlı olan İthakalı elçi Eurybates örtüyü yerden aldı. Akhilleus Agamemnon’u aramaya gitti ve bir general edasıyla altınla süslenmiş asasını kaldırdı. Karşılaştığı komutanlara yaptıklarının utanç verici olduğunu söyledi fakat rütbesiz askerleri asasıyla yönlendirerek buluşma yerine getirdi. Hepsi geri dönmüştü, şaşkınlık içerisindeydi. Aralarında konuşuyorlardı. İçlerinden biri öne çıktı: Topal Thersites. Çarpık bacaklı, kel, yuvarlak omuzlu biriydi, hem de saygısızın tekiydi. Prensleri aşağılayan küstahça bir konuşma yaptı ve ordunun kaçmasını nasihat etti. Bunun üzerine Ulysses onu öldüresiye dövdü ve Thersites oturup gözyaşlarını silerken o kadar aptal görünüyordu ki tüm ordu ona güldü. Thersites ve Nestor, askeri silahlanmaya ve savaşa davet ederken Ulysses’e tezahürat ediyorlardı. Agamemnon yine de rüyasındaki anlaşmanın gerçek olduğuna inanıyor, çok yakında Truva’yı alıp Hektor’u öldürmek için dua ediyordu. Bu nedenle Ulysses korkakça geri çekilen orduyu tek başına kurtardı ancak gemiler bir saat içinde hedefe ulaşacaktı. Akhilleus, onun arkadaşı Patroklus ve yanındaki iki veya üç bin kadar asker dışında Yunanlar silahlanmış, gerekli hazırlığı yapmıştı. Truvalılar da cesaretlerini toplamıştı, Akhilleus’un savaşmayacağını biliyorlardı. İki ordu karşı karşıya gelince yanında iki mızrak ve bir yay taşıyan ve zırh giymeyen Paris iki taraf arasındaki alana ilerledi ve Yunan prenslerini düelloya davet etti. Eşi Paris tarafından götürülen Menelaus bu teklif gelince, geyik veya keçiyle karşılaşan aç bir aslan misali memnun oldu ve orduyu arkasında bırakıp at arabasıyla öne atıldı. Paris ise arkasını dönüp tepedeki dar yolda büyük bir yılan görmüş gibi sinsi sinsi geri çekildi. Sonrasında Hektor Paris’i korkak olmakla suçladı. Utanç duyan Paris Menelaus’la dövüşerek bu savaşa son vermeyi teklif etti. Eğer kendisi yenilirse Truvalılar Helen’den ve onun mücevherlerinden vazgeçecek; Menelaus yenilirse de Yunanlar güzel Helen’i onlara teslim edecekti. Yunanlar anlaşmayı kabul etti ve iki taraf da ikili arasındaki dövüşü rahat rahat izlemek için silahlarını bıraktı. Dövüş sona erene ve kavga yatışana dek huzursuzluk çıkarmayacaklarına onurları üzerine yemin ettiler. Hektor askerler yemin ederken kurban edilecek kuzuları Truva’ya gönderdi.

Bütün bunlar olurken Helen evinde, üzerine Yunan ve Truva savaşlarını nakışla işlediği büyük bir mor duvar kilimi üstünde çalışıyordu. İşlediği nakış, Normanlar İngiltere’yi fethederken çıkan savaşların işlendiği Bayeux nakışına benziyordu. Loch Leven kalesinde tutsak olduğu zamanlarda nakış işlemeyi seven İskoç Kraliçesi zavallı Mary gibi Helen de nakışa bayılırdı. Belki de bu uğraş, geçmiş yaşamlarını ve üzüntülerini düşünmelerine imkân vermiyordu.

Kocasının Paris’le savaşacağını duyan Helen gözyaşı döktü ve başına parlak renkli bir duvak geçirdi. Yanındaki iki genç kızla birlikte Kral Priam’ın Truvalı yaşlı komutanlarla oturduğu kulenin çatısına çıktı. Diğerleri onu görünce bu kadar güzel bir kadın için savaşmanın hiç de boşa olmadığını söylediler. Priam “Güzel çocuğum,” diyerek kızı yanına çağırdı ve “savaş yüzünden seni değil, tanrıları suçluyorum,” dedi ama Helen küçük kızını, eşini ve evini terk etmeden önce ölmüş olmayı diledi: “Ah! Yazıklar olsun bana!” Sonrasında önemli Yunan savaşçıların isimlerini verdi. Agamemnon’dan bir baş daha kısa olsa da göğsü ve omuzları geniş olan Ulysses de vardı bu isimlerin arasında. Helen kendi erkek kardeşleri, Kastor ile Polluks’un neden orada olmadığını merak etti ve kendi işlediği suçun bedeli olarak ikisinin utanç içerisinde tenha bir yerde durduğunu düşündü. Aslına bakılırsa ikisi de kendi ülkelerinde, Sparta’nın uzağında bir savaşta ölmüştü.


Çok geçmeden kuzular kurban edildi, yeminler edildi ve Paris kardeşinin zırhını giydi: Miğfer, göğüs zırhı, bacak zırhı ve kalkan. Birçok kişi, ilk önce hangi tarafın mızrağını fırlatacağı konusunda karar vermeye çalıştı. Paris önce davranıp mızrağını fırlattı ama mızrağın ucu Menelaus’un kalkanına çarpıp büküldü. Fakat Menelaus mızrağını fırlatınca mızrak Paris’in kalkanından geçip göğüs zırhının yanına ulaştı ama sadece üzerindeki cüppeyi sıyırıp geçti. Menelaus kılıcını çekip öne atıldı ve Paris’in miğferinin tepesine vurdu ama bronz kılıcı dört parçaya ayrıldı. Menelaus Paris’i miğferinin tepesindeki at kılından yakaladı ve Yunanlara doğru sürükledi ancak miğferin kayışı koptu ve Menelaus etrafında dönerken kopan miğferi Yunan askerlerine doğru fırlattı. Arkasını döndüğünde elindeki yay ve okla kalakalmıştı. Paris orada değildi. Yunanlara göre Romalıların Venüs olarak adlandırdığı güzel tanrıça Afrodit onu karanlık bulutların ardına saklamış ve kendi evine götürmüştü. Burada onu gören Helen “Şimdi ortalıktan kaybolursan eğer bir zamanlar lordum olan yüce savaşçı seni alt edecektir! Şimdi harekete geç ve onun karşısına geç,” dedi ona. Fakat Paris’in savaşmaya niyeti yoktu artık. Tanrıça, Helen’i, artık bir korkak olduğu kanıtlanan Paris’le Truva’da kalmaya mecbur bıraktı. İlerleyen günlerde Paris daha istekli savaşıyordu; belli ki içten içe kendisinden utandığından Menelaus’tan korkuyordu.

Bu sırada Menelaus her yerde Paris’i arıyordu. Paris’ten nefret eden Truvalılar onun nerede saklandığını gösterebilirdi ama nerede olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Sonunda Yunanlar zafer kazandıklarını iddia edip Paris’in kötü bir savaşçı olduğunu ve Helen’in kendilerine geri verilmesi gerektiğini düşündüler. Böylece hepsi eve geri dönecekti.

V
Truva Zaferleri

Savaş sona ermişti ama Truvalılar için savaşan İda Prensi Pandarus’un aklından şeytani ve aptalca bir düşünce geçti. Yeminini hiçe sayarak Menelaus’u vurmayı seçti. Fırlattığı ok Menelaus’un göğsünü sıkıca saran zırhını delince kan döküldü yere. Bunun ardından erkek kardeşini çok seven Agamemnon ağlayıp sızladı ve ölmesi durumunda tüm ordunun eve döneceğini ve Truvalıların Menelaus’un mezarı üzerinde dans edeceğini söyledi. “Ordunun harekete geçmesine gerek yok,” dedi Menelaus, “Atılan ok bana hiç zarar vermedi.” Doktor oku yaradan kolayca çıkardığında söylediğinin doğru olduğu da anlaşılmış oldu.

Daha sonra Agamemnon gittiği her yerde Yunan ordusunun silahlanmasını ve barış yeminlerini bozdukları için kesinlikle hezimete uğratılması gereken Truvalılara bir saldırı düzenlenmesi gerektiği söyledi durdu. Ancak her zamanki küstahlığıyla Ulysses ile Diomede’yi korkak olmakla suçladı, halbuki Diomede gerçekten cesur bir adamdı, Ulysses ise tüm askerlerin evlerine dönmesine mani olmuştu. Ulysses bu suçlamaya insancıl bir şekilde karşılık verirken Diomede o an tek kelime etmemişti. Aklındakileri sonradan söyleyecekti. At arabasından inen Diomede’yi gören diğer komutanlar da aynısını yaptı. Arkalarında at arabaları tek sıra halinde onu takip etmeye başladılar. Mızrakçılar ve okçular da onları arabaların ardından izliyorlardı. Truva ordusu ileri atıldı, kendi tuhaf dilinde bağırıp çağırıyordu hepsi. Truvalıların aksine Yunan ordusu sessizce ilerliyordu. Çok geçmeden iki taraf karşı karşıya geldi, kalkanlar çarpışıyordu. Çıkan ses tepelerden gürül gürül akan taşkın suların uğultusuna benziyordu sanki. Askerler öldürdükleri kişinin zırhını çıkarıyor ve onun bedenini kalkan olarak kullanarak dövüşmeye çalışıyordu. Ölen askerin arkadaşları da ölüye karşı yapılan bu onursuz davranışa son vermek adına ölü bedenin üzerinden diğerini yenmeye çalışıyordu.

Ulysses yaralanan arkadaşının üzerine çıkmış savaşıyordu ve mızrağını Truvalı bir prensin kafasını hedef alıp onun miğferine sapladı. Etraftaki askerler savaşçıların fırlattığı mızraklar, oklar ve ağır kayalar altında yere yığılıyorlardı. Bu sırada Menelaus, Paris’in Yunanistan’a gittiği gemi de dahil olmak üzere tüm gemileri inşa eden adamı mızrakla vurdu. Yerdeki toz, sanki bir bulut gibi havalandı, bir sis bulutu dövüşen askerlerin üzerine çıktı. Diomede taşan bir nehir misali hızla ovanın karşı tarafına geçiyor, akan nehrin yatağı üzerinde ağaç dallarını ve ot parçalarını bırakması gibi o da ölü bedenler bırakıyordu arkasında. Pandarus, Diomede’yi okuyla yaralasa da Diomede onu öldürdü. Sapedon ve Hektor kendilerini Yunanların üzerine atınca Truvalılar savaşta geri çekilmeye başladılar. Hatta Diomede Hektor’u görünce ürperdi ve onu Truvalı askerleri öldüren Ulysses’e bıraktı. Savaş bu şekilde sürüp gitti, oklar yağmur gibi döküldü.

Kadınların tanrıça Athena’ya dua etmesini sağlamak için Hektor şehre gönderildi. Paris’in evine de uğradı. “Beni buraya kadar sürükleyenler, rüzgâr ve insanı sularında boğan dalgalardı. Elbet bir gün geçeceğini biliyordum işte!” dedi Hektor.

Sonra da sevgili eşi Andromakhe’yi görmeye gitti. Eşinin babası kuşatmanın ilk günlerinde Akhilleus tarafından öldürülmüştü. Oğlunu taşıyan bakıcıyı ve eşini buldu, kadının koynunda çocuğun güzel ve parlak başı bir yıldız gibi parlıyordu sanki. Helen, Paris’in dövüşe geri dönmesi konusunda ısrarcıydı. Andomakhe ise Hektor’un şehirde kalması ve artık savaşmaması için dua ediyordu. Eşi ölürse kendisi dul, çocuğu ise yetim kalacaktı. Kendilerini koruyacak kimsenin kalmayacağından korkuyordu. Söylediğine göre uzun bir süre duvarların arasında güvendeydiler ve ordu açık arazide değil duvarların ardında dövüşmeyi beklemeliydi. Fakat Hektor hiçbir koşulda savaşmaktan korkup kaçmayacağını söyledi ona ve ekledi: “Tüm kalbimle biliyorum ki kutsal Truva şehrini indireceğimiz gün gelecektir ve tabii Priam ve halkını da. Ama senin düşündüğün gibi ölecek olmam beni hiç endişelendirmiyor. Beni örten lahdimin başı gökyüzüne dönük olsun ki yaşayacağın tutsaklığın haykırışlarını ve hikâyesini daha iyi duyayım.”

Bunları söyledikten sonra Hektor iki elini küçük oğluna doğru uzattı ama çocuk babasının ışıldayan miğferi ve miğferinin tepesinde sallanan at kılından korkmuştu. Bu yüzden Hektor miğferini çıkarıp yere koydu ve çocuğu kollarının arasına alıp sevdi, eşini de sakinleştirmeye çalıştı. Son kez hoşça kal dedi onlara çünkü Truva’ya yeniden sağ salim ulaşamayacağının farkındaydı. Geldiği yoldan savaş alanına geri döndü, yanında görkemli zırhını giyen Paris de vardı. Savaş meydanına varır varmaz Yunan prensleri düşmanı öldürmeye başlamışlardı bile.

Hava kararana dek savaş sürüp gitti. Gece Yunanlar ve Truvalılar ölülerini yaktı. Truvalıların şehirden gelip açık arazide dövüşmeye başlaması karşısında bir güvenlik önlemi olarak Yunanlar ordugâhlarının etrafına bir hendek kazıp duvar inşa etti.

Ertesi gün Truvalılar o kadar büyük bir başarı elde ettiler ki geceleyin duvarların arkasına çekilmediler. Ovada binlerce ateş yaktılar ve her bir ateşin etrafında flüt müziği eşliğinde yaklaşık elli asker yemek yiyor, şaraplarını yudumluyorlardı. Ateşlerin sayısı bini bulmuştu. Yunanların gözü korkmuştu. Agamemnon tüm orduyu bir araya getirdi ve gece gemileri suya indirip eve dönmeyi önerdi. Bunun üzerine Diomede ayağa fırladı ve “Bana korkak demiştin ama asıl korkak sensin! Korkuyorsan gidebilirsin ama biz Truva şehrini alana dek burada kalıp savaşacağız,” dedi.

Bunu duyan herkes bağırmaya ve Diomede’yi öven sözler söylemeye başladı. Nestor gece vakti Truvalıların saldırıya geçmesi durumunda düşman askerleri izleyip yeni inşa edilen duvarı ve hendeği gözetleyecek beş bin askerin, oğlu Thrasymeds’in idaresine gönderilmesi gerektiğini söyledi. Ardından Ulysses ile Aias’ın Akhilleus’un yanına gönderilmesini, Briseis’i geri vermesi için onu yapılan saygısızlığın karşılığı olarak pahalı altın hediyeler verilip af dileneceğinin söylenmesini önerdi. Akhilleus Agamemnon ile yeniden arkadaş olursa ve eskisi gibi savaşırsa Truvalılar da kısa sürede evlerine geri gönderilecekti.

Tüm ordunun mağlup edilip gemilerin yok edileceğinden ve askerlerin öldürüleceği veya köle olarak ele geçirileceğinden ödü kopan Agamemnon af dilemeye çoktan hazırdı. Bu nedenle Ulysses, Aias ve Akhilleus’un yaşlı hocası Phoenix, Akhilleus’un yanına gidince pahalı hediyeleri kabul edip Yunan halkına yardımcı olması için onu ikna etmeye çalıştılar. Ancak Akhilleus Agamemnon’un verdiği tek bir söze bile inanmadığını söyledi; Agamemnon ondan ölesiye nefret ederdi, hep etmişti. Öfkesi dinmeyen Akhilleus sonraki gün tüm adamlarıyla denize açılacaktı, diğerlerinin de onunla gelmesini istemişti. Nadiren konuşan uzun boylu Aias ona sordu: “Neden bu kadar öfkelisin? Bir kadın için bu kadar zahmete değer mi? Sana bir sürü hediyenin yanında yedi kız da vereceğiz.”

Truvalıların kendi gemilerini yakması şartıyla Akhilleus, ertesi gün denize açılmayacağını söyledi ve Hektor’un yapacak bir sürü işi olduğunu düşündü. Ulysses, Akhilleus’un mesajını ilettiğinde Yunanlar suskundu. Diodeme ayağa kalktı ve Akhilleus olsun ya da olmasın yüreklerini ortaya koyarak savaşmaları gerektiğini söyledi ve barakalara veya barakaların önlerinde açık havada uyumaya gittiler.

Agamemnon uyuyamayacak kadar huzursuzdu. Karanlıkta parlayan binlerce Truva ateşini izliyor, neşeli flüt melodilerini duyuyordu. Acıyla inledi ve uzun saçlarını eliyle kavrayıp çekiştirdi. Ağlamaktan, sızlanmaktan ve saçlarını çekiştirip durmaktan yorulunca yaşlı Nector’un tavsiyesini dinlemeye karar verdi. Aslan derisi yatak örtüsünü alıp omuzlarını örttü, mızrağını aldı ve dışarı çıkıp soğuk havadan dolayı uyuyamayan Menelaus’un yanına gitti. Menelaus Truvalıların arasına bir casus gönderilmesini önerdi, tabii bunu yapacak kadar cesur biri varsa. Çünkü Truva kampı yanan ateşler nedeniyle aydınlıktı ve bu iş tehlikeliydi. Bu nedenle ikisi gidip Nestor ile onun yanındaki diğer komutanları uyandırdılar. Hepsi yatak örtülerine sarınmıştı ve zırhlarını çıkarmışlardı. İlk olarak duvarı gözetlemekle görevli beş bin askerin yanına gittiler, sonra da hendeği geçip dışarıda oturdular ve ne yapılabileceğini düşündüler. “Biriniz casus olarak Truvalıların arasına gidecek misiniz?” diye sordu Nestor. Hiçbir askerin kabul etmeyeceği belliydi. Diodeme eğer birkaç kişi de onunla gelirse bu riski göze alabileceğini ve eğer yanına bir arkadaş seçecekse de bu kişinin Ulysses olacağını söyledi.

“Hadi o zaman, yola koyulalım,” dedi Ulysses, “Gece sona ermek üzere, neredeyse şafak sökecek.” Bu iki komutan üzerlerine zırh giymedi, alevler arasındayken bronz kadar parlamayacağını düşünerek muhafız askerlerden deri kasket ödünç aldılar. Ulysses’in ödünç aldığı kasketin dışı domuz dişleriyle sağlamlaştırılmıştı. Agamemnon’un şehrinde bulunan Miken’in mezarında kılıçlar ve zırhlarla birlikte bu amaçla yapılan pek çok kasket bulunmuştur. Ulysses’in ödünç aldığı kasketi ise biri Hırsızların Ustası olarak tanınan büyükbabası Autolykus’tan çalmış, hediye olarak arkadaşına vermişti. Birkaç kez el değiştiren kasket en sonunda Giritli genç asker Meriones’in eline geçmişti ve şimdi Ulysses’e ödünç verilmişti. Böylece iki prens karanlıkta yola çıktı. O kadar karanlıktı ki bir balıkçılın seslerini duyuyor ama nereye uçtuğunu göremiyorlardı.

Ulysses ve Diomede ölü bedenlerin arasında iki kurt gibi karanlıkta sessizce yol alırken Truvalı liderler toplanıp ne yapmaları gerektiğini görüşüyordu. Yunanların her zaman olduğu gibi düşman yaklaştığında diğerlerini ikaz etmek için nöbetçi ve gözcü asker yerleştirip yerleştirmediğini bilmiyorlardı. Bu nedenle Hektor geceleri sürünerek ilerleyecek ve Yunanları gizlice dinleyecek askerin ödüllendirilmesini teklif etti. Ayrıca casusa Yunan kampındaki en iyi iki at da hediye edilecekti.

O sırada Truvalı askerlerin arasında Dolon adında genç bir adam vardı. Babası zengindi ve ailedeki beş kız kardeş içinde tek erkek oydu. Çirkindi ama hızlı bir koşucuydu ve atlar onun için dünyadaki her şeyden daha önemliydi. Dolon ayağa kalkıp “Atlar ile Peleus oğlu Akhilleus’un at arabasını vereceğinize dair ant içerseniz Agamemnon’un kulübesine kadar görünmeden gider, onları dinler ve Yunanların savaşa devam edip etmeyeceğini öğrenmeye çalışırım,” dedi. Dünyadaki en iyi atların ona verileceğine dair ant içilince Dolon yayını aldı, gri kurt postunu omuzlarına attı ve Yunan gemilerine doğru koştu.

Dolon’un gelişini gören Ulysses, Diomede’ye dönüp “Geçmesine izin ver, sonra da oklarınla onu gemilere doğru sürer Truva’dan atarsın,” dedi. Böylece Ulysses ve Diomede savaşta ölen askerlerin arasına uzandı, Dolon da onları geçip Yunan askerlerine doğru koşmaya devam etti. Ardından ikisi ayaklandı ve iki tazı bir yabantavşanını kovalarken onlar da Dolon’u izledi. Dolon gözcülerin yanına gelmişti ki Diomede haykırdı: “Olduğun yerde kal, yoksa ok fırlatacağım!” dedi ve Dolon’un omzunun tam üzerine bir ok fırlattı. Dolon hareketsiz kaldı, korkudan beti benzi atmıştı, dişleri birbirine çarpıyordu. İkisi yaklaştığında Dolon ağlıyordu. Babasının zengin olduğundan ve fidye karşılığında onlara altın, bronz ve demir ödeyebileceğinden söz etti.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺49,97

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
7 s. 12 illüstrasyon
ISBN:
978-605-7605-79-5
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre