Kitabı oku: «Siyah İnci»
1. BÖLÜM
İlk Evim
İyi hatırlayabildiğim ilk yer, berrak sulu bir göleti olan geniş, güzel bir çayırdı. Çayırda bazı ağaçlar eğilmiş, gölge yapıyordu ve çayırın sonunda sazlar ile nilüferler vardı. Çitin arkasında bir tarafta, sürülmüş bir tarla görüyorduk ve diğer tarafta da sahibimizin, yolun yanında yer alan evinin bir kapısını görüyorduk. Çayırın yukarısında köknar tarlası ve aşağısında da dik bir yamacın üzerine doğru eğildiği bir dere vardı.
Ben gençken, çim yiyemediğim için annemin sütüyle besleniyordum. Gündüzleri onun yanında koşuyor, geceleri de yanında uzanıyordum. Hava sıcak olduğunda gölün yanında, ağaçların gölgesinde dururduk ve hava soğukken, çiftliğin yanındaki sıcak, güzel bir kulübeye girerdik.
Çim yiyecek kadar büyüdüğümde gündüzleri annem işe giderdi ve akşamları eve dönerdi.
Benim dışımda, çayırda altı genç tay daha vardı, bu taylar, benden büyüktü: Bazıları büyük atlar kadar iriydiler. Onlarla koşardım ve birlikte çok eğlenirdik. Arazinin etrafında birlikte, tüm gücümüzle, dörtnala koştururduk. Bazen de tehlikeli oyunlar oynardık çünkü o taylar, çoğu zaman, dörtnala koşturmanın yanında ısırırlar ve tekmelerlerdi.
Bir gün, birbirimizi çok kötü tekmelerken annem yanına gitmem için kişnedi ve sonra bana:
“Sana söyleyeceğim şeyi, dikkatli dinlemeni istiyorum. Burada yaşayan taylar çok iyi taylar; ama bu taylar, yük arabasını çeken atların çocukları ve tabii ki iyi bir terbiye almamışlar. Sen iyi yetiştirildin ve soylu bir ailen var. Babanı buralarda tanımayan yok ve deden, Newmarket yarışlarında, iki kere kupa kazandı; anneannen tanıdığım en güzel huylu attı ve sanırım beni tekmelerken ya da ısırırken hiç görmedin. Umarım çok nazik ve iyi bir at olarak büyürsün ve hiç kötü huy edinmezsin. İşini gurur duyarak yap, tırıs giderken ayaklarını iyi kaldır ve asla ısırma ya da tekmeleme; oyun oynarken bile!” dedi.
Annemin öğüdünü hiç unutmadım. Onun bilge, yaşlı bir at olduğunu biliyordum ve sahibimiz onu gerçekten önemserdi. Adı Düşes’ti ama sahibimiz onu genelde Pet diye çağırırdı.
Sahibimiz, iyi, nazik bir adamdı. Bize güzel yemekler, kalacak güzel bir yer verdi ve bize karşı hep nazik davrandı. Bizimle kendi çocuklarıyla konuştuğu gibi konuştu. Hepimiz ona çok düşkündük ve annem onu çok severdi. Annem, onu kapıda gördüğünde neşeyle kişner ve ona tırıs giderdi. Sahibimiz de annemi, ona eliyle hafifçe vurarak sever, okşardı ve “Yaşlı Pet, küçük oğlun Darkie nasıl bakalım?” derdi. Benim rengim mat siyahtı, bu yüzden beni “Darkie” diye çağırırdı; sonra bana tadı çok güzel olan bir parça ekmek verirdi ve bazen annem için de bir havuç getirirdi. Tüm atlar onun yanına gelirdi ama bence, annem ve ben, onun en sevdiği atlardık. Annem, onu, pazar kurulduğunda kasabaya iki tekerlekli, hafif bir arabayla götürürdü.
Adı Dick olan bir çiftçi yamağı vardı ve arada bir bizim çayıra gelip çitten böğürtlen toplardı. İstediği kadar yedikten sonra “taylarla eğlenmek” dediği şeyi yapardı: Dörtnala koşsunlar diye onlara taşlar ve sopalar atardı. Koşup uzaklaşabildiğimiz için bu delikanlıyı pek umursamazdık ama bazen bir taş isabet ederdi ve canımızı çok yakardı.
Bir gün, yine bizimle eğleniyordu ve sahibimizin yan çayırda olduğunu bilmiyordu. Ama sahibimiz oradan neler olup bittiğini izliyordu. Hemencicik çitin üzerinden atladı ve Dick’i kolundan tuttu. Kulağına ağaç dalıyla öyle bir vurdu ki delikanlı acıdan ve şaşkınlıktan bağırmaya başladı. Ustayı görür görmez neler olup bittiğini anlayabilmek için daha yakına gittik.
“Kötü çocuk!” dedi. “Tayları kovaladığın için kötü bir çocuksun! Bu, bunu ilk kez yapışın değil, ikinci de değil ama sonuncu olacak! Al, paranı al ve eve git! Seni bir daha çiftliğimde görmek istemiyorum!” Bu yüzden Dick’i bir daha görmedik. Atlara bakan yaşlı Daniel bizim sahibimiz gibi yumuşak huyluydu, bu yüzden durumumuz iyiydi.
Av
Hiç unutmadığım o olay olduğunda iki yaşındaydım. Baharın başlarıydı; gece ayazı vardı; çiftlik ile çayırların üzerini hafif bir sis kaplamıştı. Ben ve diğer taylar, uzaklardan gelen, köpek sesine benzeyen sesler duyduğumuzda, arazinin aşağısında otluyorduk. Tayların en büyüğü kafasını kaldırdı, kulaklarını dikti ve “Tazılar geldi!” dedi. Arazinin yukarısına, çitin ötesine bakabildiğimiz ve çayırları görebildiğimiz yere doğru gitti ve biz de onu takip ettik. Annem ile ustamızın eski binek atlarından biri, yakında duruyorlardı ve her şeyi biliyor gibi görünüyorlardı.
“Yabani bir tavşan buldular.” dedi annem. “Ve eğer bu tarafa doğru gelirlerse avı görebiliriz.”
Çok geçmeden, köpekler, yanımızdaki körpe buğday tarlasından koşarak geçti. Onların çıkardığı sese benzer bir sesi daha önce hiç duymamıştım. Onlar ne havlıyordu ne uluyordu ne de kişniyordu ama en yüksek sesleriyle “Yo! Yo, o, o! Yo! yo, o, o!” diyordu. Onlardan sonra, at üstünde bir grup adam geldi, bazıları yeşil bir kaban giyiyordu, hepsi de tüm kuvvetiyle dörtnala gidiyordu. Yaşlı at, horuldadı ve arkalarından içi giderek baktı. Biz genç taylar, onlarla beraber dörtnala koşmak istiyorduk ama onlar çoktan aşağıdaki tarlalara gitmiştiler bile. Köpekler sanki buraya soluklanmak için uğramıştı, havlayarak uzaklaştı ve burunları yerde, dört bir yana doğru koşturdu.
Yaşlı at: “Köpekler, kokuyu kaybetti.” dedi. “Belki de yabani tavşan kaçar.”
“Hangi yabani tavşan?” dedim.
“Hangi yabani tavşan olduğunu bilmiyorum, çiftliğin dışındaki bizim yabani tavşanlardan biri de olabilir pekâlâ: Hangi yabani tavşan olursa olsun köpekler ve adamlar peşine düşerler.” Çok geçmeden köpekler “Yo! Yo, o, o!”larına tekrar başladı ve bizim çayıra, yamacın ve çitin dereye sarktığı yere doğru, tüm hızlarıyla geri döndü.
“İşte şimdi tavşanı görebiliriz.” dedi annem. Tam da o an yaban tavşanı korkudan çıldırmış bir şekilde koşturdu ve çiftliğe doğru gitti. Sonra köpekler geldi. Köpekler yamaçtan indi, dereden sıçradı ve araziyi ezerek geçti. Avcılar, köpeklerini takip ediyorlardı. Altı veya sekiz adam atlarıyla güzelce çitten atladılar ve köpeklerine yaklaştı. Yaban tavşanı çitten geçmeye çalıştı: Çit çok kalındı ve o, yola doğru gitmek için arkasına döndü ama artık çok geçti: Köpekler vahşi bağrışlarıyla tavşanın yanına çoktan gelmişti. Bir çığlık duyduk ve bu, tavşanın son çığlığıydı. Avcılardan biri, atını köpeklerin yanına sürdü, köpekleri kırbaçladı ve köpekler kısa bir sürede tavşanı parçalarına ayırdı. Avcı, tavşanı bacağından tutup kaldırdı, tavşan kanlar içinde ve paramparçaydı ve tüm beyefendiler çok memnun görünüyordu.
Bense öyle şaşırmıştım ki derenin yanında ne olup bittiğini ilk başta anlayamadım ama daha dikkatli baktığımda çok üzücü bir görüntü fark ettim. İki iyi at yerdeydi; birisi derede çırpınıyordu ve diğeri çimde inliyordu. Binicilerden biri, çamurla örtülü sudan çıkmaya çalışıyordu, diğeri sessizce duruyordu.
“Boynu kırık.” dedi annem.
“Boynu çok işine yaradı ama avlanırken” dedi taylardan biri.
Ben de aynısını düşünmüştüm ama annem bize katılmadı.
“Hayır!” dedi annem. “Böyle söylememelisin, ama her ne kadar yaşlı bir at olsam ve bir sürü şey görüp duymuş olsam da erkeklerin bu spordan neden bu kadar hoşlandığını anlamış değilim. Genelde kendilerinin de canı yanıyor, iyi atlarını mahvediyorlar ve çayırları ezip geçiyorlar. Bunların hepsi başka yollarla da elde edebilecekleri bir yabani tavşan, bir tilki ya da erkek geyik için, ama biz, sadece atız ve esas sebebi bilemeyiz.”
Annem bunu söylerken durduk ve baktık. Binicilerin çoğu, genç adamın yanına gitti ama onu kaldıran ilk kişi, neler olup bittiğini izlemiş olan sahibimdi. Genç adamın başı, arkaya ve elleri, yanına düştü; herkes çok ciddi görünüyordu. Şimdi hiç ses yoktu; köpekler bile sessizdi, bir şeylerin yanlış gittiğini anlamış gibiydi. Onu, sahibimizin evine taşıdılar. Sonra duydum ki binici, George Gordon’dı. Squire ailesinin tek oğluydu; yakışıklı, uzun boylu bir adamdı ve ailesinin gururuydu.
Biniciler şimdi dört bir yana gidiyorlardı: doktora, nalbanta ve tabii ki oğlunun haberini vermek için Squire Gordon’a… Nalbant Bay Bond, çimde inleyerek yatan siyah ata bakmaya geldiğinde onu iyice inceledi ve başını salladı: Bacaklarından biri kırılmıştı. Sonra birisi, sahibimizin evine koştu ve bir silahla geri döndü. Birden yüksek bir ses ve korkunç bir çığlık duyuldu ve sonrası, tam bir sessizlik oldu… Siyah at, artık hareket etmiyordu.
Annem telaşlanmış gözüküyordu. Bu atı senelerdir tanıdığını, adının Rob Roy olduğunu söyledi: Çok iyi, cesur bir attı ve içinde kötülük yoktu. Annem, daha sonra, arazinin o tarafına hiç gitmedi.
Kısa süre sonra, kilise çanının uzun süre çaldığını işittik: Kapıdan bakınca, siyah örtüyle kaplı, siyah atlar tarafından çekilen uzun, garip, siyah bir fayton gördük; bundan sonra başka bir tane ve başka bir tane daha ve bir diğeri geldi ve hepsi siyahtı, bir yandan da kilisenin çanı çalıp duruyordu. Genç Gordon’ı, kilisenin bahçesine gömmek için taşıyordular. Genç Gordon, bir daha asla ata binemeyecekti. Rob Roy’a ne yaptılar hiç bilmiyorum ama hepsi, sadece küçük bir yaban tavşanı içindi.
Benim Eğitimim
Yakışıklı olmaya başlamıştım: Postum güzel, yumuşak ve parlak siyahtı. Ayaklarımdan biri beyazdı ve alnımda parlak, beyaz bir yıldızım vardı. Çok yakışıklı olduğumu söylerlerdi. Sahibim, ben dört yaşına gelene kadar beni satmadı: O, tam olarak büyümeden gençlerin yetişkin erkekler ve tayların da atlar gibi çalıştırılmaması gerektiğini söylemişti.
Dört yaşındayken, Squire Gordon bana bakmaya geldi. Gözlerimi, ağzımı ve bacaklarımı inceledi; hepsine iyice baktı ve sonra, onun önünde yürümek, tırıs gitmek ve dörtnala koşmak zorunda kaldım. Beni sevmiş gibi gözüküyordu ve şöyle demişti: “İyice eğitildiğinde çok iyi çalışacak.” Sahibim, korkmamı ya da zarar görmemi istemediği için beni kendisinin eğitebileceğini söyledi ve hiç vakit kaybetmeden ertesi gün beni eğitmeye başladı.
Herkes, atı eğitmenin ne demek olduğunu bilmeyebilir; bu yüzden tarif edeceğim. Bir atı eğitmek, ona, yular ve dizgin başlığı taşımasını, sırtında bir adam, kadın ya da çocuk götürmesini, üstündeki kişinin istediği yönde ve sessizce gitmesini öğretmektir. Bunun yanı sıra, at, yaka, paldum ve eyer kayışı taşımayı ve bunlar kendisine giydirilirken sakin durmayı;
sonra, arkasına bağlanmış bir yük arabası ya da gezinti arabasıyla çalışmayı öğrenmek zorunda, çünkü yürürken ya da tırıs giderken arabayı da çekecek. Bunların yanında, hızlı ya da yavaş gitmeli; sürücüsü nasıl isterse. Asla gördüğü yere gitme meli, diğer atlarla konuşmamalı, ısırmamalı, tekmelememeli ya da nasıl istiyorsa öyle davranmamalı, aksine her zaman sahibi nasıl istiyorsa öyle davranmalı; aç ya da yorgun olsa da. Ama en kötüsü, koşumları takılıyken asla neşeyle sıçrayamaması ya da yorgunluktan yere çökememesidir. O yüzden anladığınız gibi bu eğitim hiç de kolay bir şey değildir.
Tabii ki uzun süre yular ve dizgin başlığı kullanmak ve arazilerde, yeşil alanlarda sessizce gezinmek zorunda kalmıştım ama şimdi gem ve başlık takmak zorundaydım. Sahibim her zamanki gibi bana biraz yulaf verdi ve bayağı bir dil döktükten sonra, gemi ağzıma vurdu ve dizgini sabitledi; iğrenç bir şeydi! Ağızlarında hiç gem taşımamış olanlar, nasıl kötü bir his olduğunu tahmin edemezler. Bir adamın parmağı kadar kalın, büyük bir parça, soğuk, sert çelik, dişlerin arasına, dilin üzerine yerleştiriliyor. Uçları ağzın köşelerinden çıkıyor ve kafanın üzerinden, boğazının altından, burnunun köşesinden ve çenenin altından kayışlarla bağlanıyor, bu yolla hiçbir şekilde bu berbat şeyden kurtulamıyorsun. Çok kötü! Evet, çok kötü! En azından ben böyle düşünüyorum ama biliyorum ki her dışarı çıktığında annem bundan bir tane takardı ve tüm atlar büyüdüğünde bunu giyerdi ve bu yüzden tadı güzel yulaf, sahibimin dokunuşları, kibar sözleri ve nazik tavrı sebebiyle gem ve başlık takmak zorundaydım.
Sonra sıra eyere geldi ama bu gem ve başlığın yanında hiçbir şeydi. Yaşlı Daniel kafamı tutarken sahibim eyeri sırtıma yavaşça yerleştirdi. Okşayarak benimle konuşurken vücudumun altındaki kayışları bağladı. Sonra biraz yulaf yedim, dolandım; yulaf ve eyeri kendim istemeye başlayıncaya kadar bunu her gün yaptım. Sonunda bir gün sahibim sırtıma bindi, beni çayırın etrafında, yumuşak çimen üzerinde gezdirdi. Gerçekten garip hissettim ama söylemeliyim ki sahibimi taşıdığım için gurur duydum ve o, bana, her gün, biraz biraz binmeye devam ettikçe ben de duruma alıştım.
Sonraki sıkıcı şey, demir ayakkabıları giymekti. Bu da başlangıçta çok zordu. Sahibim yaralanmayayım ya da korkmayayım diye benimle nalbandın dükkânına geldi. Nalbant, ayaklarımı sırayla eline aldı ve toynakların birazını kesti. Canımı yakmadı, bu yüzden hepsini bitirene kadar üç ayağım üzerinde bekleyebildim. Sonra ayağımın şeklinde bir parça demir aldı, onu ayağıma koydu ve ayakkabının içerisinden toynağıma çiviler çaktı; bu yüzden ayakkabı gayet iyi oldu. Ayaklarım çok gerginleşmiş ve ağırlaşmıştı ama zamanla alıştım.
Bu aşamalardan sonra sahibim bana koşum taktı, takılacak yeni birkaç şey daha vardı. İlki, boynuma takılan sert, ağır bir yaka ve gözlerimin yanına denk gelen, at gözlüğü diye adlandırılan büyük parçaları olan bir başlıktı. Gerçekten de bu parçalar bir çeşit gözlüktü ama bu gözlükle yan tarafları göremiyordum, sadece önümü görebiliyordum. Sırada, çirkin gergin kayışı, kuyruğumun altına kadar gelen küçük bir eyer vardı. Bu kayışın adı paldumdu. Paldumdan nefret ediyordum! Kuyruğumun katlanıp bu kayışın içerisinden geçirilmesi neredeyse gem kadar kötüydü. Hiç o anda olduğu kadar çifte atmak istememiştim, ancak tabii ki böyle bir sahibe çifte atmazdım, bu yüzden zamanla her şeye alıştım ve işimi annem kadar iyi yapabildim.
Her zaman, eğitimimin olumlu tarafı olarak düşündüğüm şeyden bahsetmeyi unutmamalıyım. Sahibim beni, iki haftalığına, tren yolunun bir tarafında çayırı olan komşu çiftçiye gönderdi. Burada, bazı koyunlar ve inekler vardı ve onların arasında uyudum.
Geçen ilk treni hiç unutmayacağım. Uzaktan gelen garip sesi duyduğumda çayırı demir yolundan ayıran sınırda sessizce otluyordum. Daha sesin nereden geldiğini anlayamadan hızla ve gürültüyle ve dumanlarını üfleyerek uzun, siyah bir çeşit tren yanımdan geçiverdi ve ben kafamı kaldırana kadar gitmişti bile. Döndüm ve çayırın en uzak ucuna, elimden geldiğince hızlı bir şekilde dörtnala koştum ve orada, şaşkınlık ve korkudan burnumdan soluyarak durdum. Gün içerisinde, pek çok başka tren geçti, bazıları daha yavaştı. Bunlar yakındaki istasyonda durdu ve bazen, durmadan önce, iğrenç bir çığlık ve homurtu çıkardı. Olayın çok korkunç olduğunu düşünüyordum ancak inekler sessizce yemeye devam etti ve siyah, korkunç şey üfleyip takırdayarak geçerken başlarını kaldırmadılar bile.
İlk birkaç gün yemeğimi huzur içinde yiyemedim ama bu korkunç yaratığın arazinin içine hiç gelmeyeceğini ya da bize zarar vermeyeceğini anladığımda onu görmezlikten geldim. Kısa bir süre sonra, ben de inekler ve koyunlar gibi trenin geçişi yüzünden korkmamaya başladım.
O zamandan beri lokomotifin sesinden ya da kendisinden ürken ve çekinen pek çok at gördüm ama becerikli sahibimin özeninin sayesinde, tren istasyonlarında, ahırımda olduğum kadar rahattım.
Bu kadar. Eğer birisi, genç bir atı eğitmek isterse yolu budur.
Sahibim, genelde, çift koşum kullanarak annemle beni birlikte götürürdü çünkü annem sakindi ve nasıl gidileceğini bana yabancı bir attan daha iyi öğretebilirdi. Bana etrafıma daha güzel davranırsam bana da daha güzel davranılacağını ve sahibimi mutlu etmek için her zaman elimden gelenin en iyisini yapmamın en akıllıca şey olacağını söyledi. “Ancak…” dedi. “Çeşit çeşit, her atın hizmet etmekten gurur duyacağı, sahibimiz gibi iyi, düşünceli adamlar var ama benim diyecekleri bir ata ya da köpeğe bile sahip olmamaları gereken kötü, zalim adamlar da var. Ayrıca, düşünmeye bile zahmet etmeyen, pek çok aptal, kibirli, cahil ve dikkatsiz adam da… Bunlar, atları herkesten fazla mahveder, sadece cahillerdir: Hareketlerini özellikle yapmazlar ama öylesine yapıverirler. Umarım iyi ellere düşersin ama bir at, hiçbir zaman, onu kimin alacağını ya da ona kimin bineceğini bilmez. Bu, hepimiz için şans meselesidir. Yine de şunu söylemeliyim, nereye gidersen git, elinden gelenin en iyisini yap ve adını kötü ata çıkarma.”
Birtwick Çiftliği
Eğitimimden sonra ahırda dururdum ve postum, karganın kanadı gibi parlayıncaya kadar her gün fırçalanırdı. Squire Gordon’dan birisi beni Hall’a götürmek için geldiğinde mayısın başlarıydı. Sahibim “Güle güle Darkie, iyi bir at ol ve her zaman elinden gelenin en iyisini yap.” dedi. “Hoşça kal!” diyemezdim, bu yüzden burnumu eline koydum. O da beni nazikçe sevdi ve ilk evimden ayrıldım. Squire Gordon’da seneler geçirdiğim için o yer hakkında bir şeyler söyleyebilirim.
Squire Gordon’ın arazisi, Birtwick köyünün kenarında yer alıyordu. Araziye, büyük demir bir kapıdan giriliyordu. Girişte bahçıvan kulübesi vardı. Sonra büyük yaşlı ağaç kümelerinin arasındaki düzgün yolda tırıs gidiyordunuz, ardından başka bir kulübe daha ve başka bir kapı… Bunlar sizi eve ve bahçelere getiriyordu. Bunların arkasında evin çayırı, eski meyvelik ve ahırlar vardı. Çok sayıda at ve araba için yer vardı ama ben götürüldüğüm ahırı anlatsam yeterli. Ahır, atlar için dört büyük odası olan, oldukça geniş bir yerdi; geniş, çift kanatlı bir pencere, avluya açılıyordu ve bu pencere, ahırın hoş ve havadar olmasını sağlıyordu.
İlk oda, geniş ve kare bir yerdi, tahta bir kapısı vardı; diğer odalar, idare ederdi, iyiydi ancak ilki kadar geniş değildi. Saman için alçak bir rafı ve mısır için alçak bir yemliği vardı. İlk odaya “rahat kulübe” denirdi çünkü içeri konulan at, istediği gibi davransın diye bağlanmazdı, serbest bırakılırdı. Rahat bir kulübeye sahip olmak müthişti!
Seyis beni bu odanın içine bıraktı. Oda, temiz, şirin ve havadardı. Bundan daha iyi bir odada olmamıştım ve yanlar o kadar yüksek değildi ama tepedeki demir tırabzanlardan ne olup bittiğini görebiliyordum.
Seyis, bana çok iyi yulaf verdi; beni sevdi, benimle nazikçe konuştu ve sonra gitti.
Mısırımı yediğimde etrafa baktım. Benim odamın yanında, kalın yeleli ve kuyruklu; güzel başlı ve kalkık, küçük burunlu; ufak, şişman, gri bir midilli duruyordu.
Odamın üstündeki tırabzanlara doğru başımı kaldırdım ve “Nasılsın?” dedim. “İsmin nedir?”
Yularının izin verdiği ölçüde arkasına döndü, kafasını kaldırdı ve “Benim adım Merrylegs. Çok yakışıklıyım, genç hanımları sırtımda taşırım ve bazen hanımefendiyi alçak bir sandalyede dışarı çıkarırım. Beni çok severler, James de sever. Kulübede benim yanımda mı kalacaksın?” dedi.
Ben “Evet.” dedim.
“Tamam, o zaman.” dedi. “Umarım iyi huylusundur, yanımda ısıran birisini istemem.”
Tam o esnada uzaktaki odadan bir atın kafası uzandı, kulakları arkaya yatmıştı, gözleri kötü kötü bakıyordu. Bu, uzun boylu, kestane renginde; uzun, güzel boyunlu bir kısraktı. Bana baktı ve “Demek beni kutumdan eden sensin, senin gibi bir tayın gelmesi ve bir bayanı yerinden yurdundan etmesi gerçekten çok garip.” dedi.
“Anlamadım.” dedim. “Kimseyi yerinden yurdundan etmedim. Beni getiren adam, beni buraya koydu ve benim bununla hiçbir ilgim yok. Tay olmam konusuna gelince de dört yaşına bastım ve ben artık yetişkin bir atım. Şu ana kadar beygirlerle ya da kısraklarla sorun yaşamadım ve benim dileğim huzur içinde yaşamak.”
“İyi.” dedi. “Göreceğiz. Tabii ki senin gibi genç bir şeyle sorun yaşamak istemem. Son sözüm de budur.”
Öğleden sonra, o gittiğinde Merrylegs bana her şeyi anlattı:
“Durum şu…” dedi Merrylegs. “Zencefil’in ısırma ve koparma gibi kötü bir alışkanlığı var. O yüzden ona Zencefil diyorlar ve o rahat kulübedeyken çok fazla ısırıp koparırdı. Bir gün James’i kolundan ısırdı ve kolunu kanattı. Bana çok düşkün olan Bayan Flora ve Bayan Jessie ahıra gelmeye korktular. Bana yiyecek güzel şeyler getirirdiler; bir elma, bir havuç ve bir parça ekmek. Ancak Zencefil, bu kulübede durmaya başladıktan sonra gelmeye cesaret edemediler ve ben onları çok özledim. Sen ısırıp koparmıyorsan umarım şimdi tekrar gelirler.”
Ona çim, saman ve mısır dışında hiçbir şeyi ısırmadığımı ve Zencefil’in başka şeyleri ısırmaktan ne zevk aldığını anlamadığımı söyledim.
“Hımm, zevk aldığını sanmıyorum.” dedi Merrylegs. “Bu sadece kötü bir alışkanlık. O, kimsenin ona şimdiye kadar kibar davranmadığından bahseder ve bu yüzden ısırmanın neresinin kötü olduğunu sorar. Tabii ki çok kötü bir alışkanlık ama eminim ki eğer söylediği her şey doğruysa buraya gelmeden önce çok kötü çalıştırılmış. John, onu mutlu etmek için elinden geleni yapıyor ve James de öyle ve sahibimiz, eğer bir at doğru davranırsa asla kamçı kullanmaz. Bu yüzden burada huyu düzelebilir. Anladın mı?” dedi zekice bir bakışla. “Ben on iki yaşındayım. Bir sürü şey biliyorum ve sana diyebilirim ki tüm ülkede bir at için buradan daha iyi bir yer olamaz. John gelmiş geçmiş en iyi seyis: On dört senedir burada. Ayrıca James gibi kibar bir çocuk daha görmemişsindir. O yüzden o kulübede olmamak tamamen Zencefil’in hatası.”