Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Siyah İnci», sayfa 2

Yazı tipi:

Güzel Bir Başlangıç

Arabacının adı John Manly’ydi, bir karısı ve küçük bir çocuğu vardı. O ve ailesi, ahırların yakınındaki arabacı kulübesinde kalıyorlardı.

Ertesi sabah beni avluya götürdü ve güzelce tımarladı. Tam da yumuşak ve parlak postumla kulübeme giriyorken Squire bana bakmaya geldi; mutlu görünüyordu.

“John.” dedi. “Aslında bu sabah yeni atı denemeyi düşünüyordum ama başka bir işim çıktı. Sen onu kahvaltıdan sonra şöyle bir dolaştırabilirsin. Otlağın ve Highwood’un yanından geçin ve değirmenin ve nehrin oradan dönün: Bu rota onun yürüyüş hızını gösterir.

John: “Tabii efendim.” dedi.

Kahvaltıdan sonra John yanıma geldi ve başlığımı taktı. Kafamı rahat ettirebilmek için kayışları takıp çıkarırken çok titizdi. Sonra eyeri getirdi, eyer sırtım için yeterince büyük değildi. John bunu hemen anladı ve daha çok uyan bir başkasını getirmeye gitti. Beni önce yavaşça sürdü, sonra tırıs ardından eşkin gittik. Biz çayırdayken kamçısına şöyle bir dokundu ve dörtnala müthiş bir koşu yaptık.

“Ho! Ho! Oğlum!” dedi beni durdururken.

“Sanırım tazıları takip etmek istiyorsun.”

Çayırdan geri dönerken Squire ve Bayan Gordon’ı yürürken gördük. Onlar durdular, John indi.

“Pekâlâ John, nasıldı?”

“Mükemmel efendim.” dedi John. “Bir geyik kadar çevik ve huyu da iyi ve dizginlere azıcık dokunmak ona rehberlik edecektir. Çayırın sonunda, aşağıda, bir gezinti arabasıyla karşılaştık, arabanın her tarafında sepetler, kilimler ve bunun gibi şeyler asılıydı. Bilirsiniz efendim pek çok at bu arabaların yanından sessizce geçmez. Arabaya iyice baktı ve sonra sessizce, usul usul yanından geçti. Highwood’un yakınlarında tavşanları vuruyordular ve bir silah yakından geçti. At, biraz çekildi ve baktı ama sağa ya da sola bir adım bile oynamadı. Dizginleri düzgünce tuttum ve onu acele ettirmedim. Benim fikrimce gençken korkutulmamış ya da kötü kullanılmamış.”

“Çok iyi.” dedi Squire. “Yarın onu ben de bir denerim.”

Ertesi gün sahibim için kulübeden çıkartıldım. Annemin ve eski, iyi sahibimin öğüdünü hatırladım; sahibim benden ne istiyorsa yapmaya çalıştım. Çok iyi bir binici ve atını gerçekten düşünen bir sahip olduğunu anladım. Eve geldiğinde yukarı doğru çıkarken karısı koridorun kapısındaydı.

“Eee, canım.” dedi karısı. “Beğendin mi onu?”

“Tam da John’ın anlattığı gibi…” diye cevap verdi. “Binmeye bile kıyamayacağın harika bir şey! Ona ne isim versek dersin?”

“Abanoz diyelim mi?” dedi karısı. “Abanoz gibi siyah o da.”

“Yok. Abanoz olmaz.”

“Amcanın eski atının ismi olsun mu: Siyah Kuş?”

“Yok. O, yaşlı Siyah Kuş’tan çok daha güzel.”

“Evet.” dedi. “Gerçekten de tam bir güzellik: Çok şirin, iyi huyu yüzüne yansımış ve çok keskin, zekice bakan gözleri var. Ona ‘Siyah İnci’ demeye ne dersin?”

“Siyah İnci. Ooo!.. Bu bence, gerçekten güzel bir isim. Sen de istersen ona Siyah İnci diyelim.” Böylece adım Siyah İnci oldu.

John, ahıra gittiğinde James’e, hanımefendinin ve beyefendinin bana, çok güzel, mantıklı bir İngilizce ad verdiğini; Marengo, Kanatlı At ya da Abdallah gibi bir isim vermediğini söyledi. İkisi de güldüler ve James şöyle dedi: “Eğer geçmişi hatırlatmayacağını bilsem, ona Rob Roy derdim çünkü daha önce birbirine bu kadar benzeyen iki at daha görmedim.”

John “Çok doğal bu.” dedi. “Çiftçi Grey’in yaşlı Düşes’inin, ikisinin de annesi olduğunu bilmiyor muydun?”

Bunu bilmiyordum! Demek avda ölen zavallı Rob Roy benim ağabeyimdi! Annemin neden o kadar üzüldüğünü şimdi anlıyorum. Atların akrabalık ilişkileri olmaz diye düşünürdüm hep; en azından, satıldıktan sonra birbirlerini tanımazlar zannederdim.

John, benimle gurur duyuyor gibiydi. Yelemi ve kuyruğumu bir hanımefendinin saçı gibi dümdüz yapardı ve hep benimle konuşurdu. Tabii ki her dediğini anlamazdım ama zamanla ne demek istediğini ve benden ne yapmamı istediğini öğrenmeye başladım. Onu çok sevmeye başlamıştım. Çok dikkatli ve nazikti. Bir atın nasıl hissettiğini biliyor gibiydi. Beni temizlediği zaman hassas ve gıdıklanan yerleri biliyordu. Başımı fırçalarken gözlerimin üstüne sıra gelince kendi gözleriymiş gibi dikkat etti ve beni asla üzmedi.

Ahırdaki yardımcı çocuk James Howard, aynı onun gibi dikkatli, nazik ve hoş birisiydi. O yüzden durumum gayet iyiydi.

Avluda yardım eden başka bir adam daha vardı ama onun Zencefil’le ya da benimle çok işi yoktu.

Bundan birkaç gün sonra, arabayı Zencefil’le birlikte sürmek zorunda kaldım. Birlikte nasıl anlaşacağımızı merak ediyordum ama ben öncülük ederken kulaklarını geriye atmak dışında çok iyi davrandı. İşini dürüstçe yaptı ve payına düşeni gerçekleştirdi. Çifte koşumda yanımda daha iyi bir arkadaş bulamazdım. Tepeye geldiğimizde adımlarını yavaşlatmak yerine ağırlığını yakaya verdi ve geriye doğru çekildi. İkimiz de aynı derecede cesurduk işimizde. John, bizi teşvik etmek yerine zapt etmeye çalışıyordu. İkimizde de hiç kırbaç kullanmak zorunda kalmadı. Adımlarımız birbirleriyle uyumluydu. Tırıs giderken Zencefil’e ayak uydurmak çok kolaydı ve bu işi daha da güzelleştiriyordu. Sahibimiz ve John, adımlarımızın bu kadar uyumlu olmasından çok memnundu. İki ya da üç kez birlikte dışarı çıktıktan sonra birbirimize çok alıştık, arkadaş olduk. Bu da beni, evimdeymiş gibi hissettirdi.

Merrylegs’e gelince onunla da çok geçmeden arkadaş olduk. O neşeli, cesur, iyi huylu küçük arkadaşımızdı, herkesin en sevdiği arkadaştı. Özellikle Bayan Jessie ve Flora onu çok severlerdi. Bayanlar ona meyvelikte binerler, onunla ve küçük köpekleri Frisky’le kibarca oynarlardı.

Sahibimizin başka bir ahırda duran iki atı daha vardı. Biri, binek atı olarak ya da eşya arabasına sürülmek için kullanılan demir kırı bir at olan Adalet, diğeri, Beyefendi Oliver adlı yaşlı kahverengi bir avcı attı. Artık çalışmıyordu ama hâlâ sahibimizin sevdiği atlardan biriydi. Sahibimiz onunla arazide koşardı. Bazen, arazide, hafif araba taşırdı ya da babalarıyla gezmek isteyen bayanlardan birini… Çünkü Beyefendi Oliver çok kibardı ve çocukları taşıma konusunda en az Merrylegs kadar güvenilirdi. Demir kırı at, güçlü, iyi yetiştirilmiş, iyi huylu bir attı ve bazen otlakta onunla biraz sohbet ederdik ama tabii ki onunla, benimle aynı ahırda kalan Zencefil’le olduğum kadar samimi olamazdım.

Özgürlük

Yeni yerimde çok mutluydum ve eğer anlatmayı unuttuğum bir şey varsa bu mutsuz olduğum için değildi. Benimle ilgilenen herkes çok iyiydi, güneş alan, havadar bir ahırım vardı ve çok iyi yemekler yiyordum. Daha ne isteyebilirdim? Tabii ki özgürlük! Hayatımın üç buçuk senesi boyunca dilediğimce özgürdüm, ama şimdi, haftalarca, aylarca, hatta senelerce, lazım olmadığım zamanlarda, bir ahırda, gece gündüz durmalıyım. Lazım olduğumda da yirmi sene çalışmış yaşlı bir at kadar dikkatli ve sessiz olmalıyım. Oraya kayış, buraya kayış, ağzıma gemlik, gözüme gözlük… Şimdi şikâyet etmiyorum çünkü öyle olması gerektiğini biliyorum. Demek istediğim şu ki kafasını istediği gibi savurabileceği, kuyruğunu sallayabileceği, tüm hızıyla dörtnala koşabileceği, dört bir yanı dolaşacağı sonra arkadaşlarına hava atacağı geniş arazilere ya da düzlüklere alışkın, gücü kuvveti yerinde capcanlı genç bir at için istediğiniz gibi davranamamak, biraz daha özgür olamamak çok zordur. Bazen her zamankinden daha az çalıştırıldığımda o kadar canlı ve hayat dolu hissediyorum ki John beni dışarıda egzersiz yapmaya çıkardığında sessiz olamıyorum, ne istersem onu yapıyorum, atlıyorum, dans ediyorum, zıplayıp oynuyorum… Biliyorum, John’ı özellikle başlangıçta bayağı sarsmışımdır ama bana karşı her zaman iyi ve sabırlıydı.

“Sakin, sakin oğlum.” derdi. “Biraz bekle. İyi bir tempo tutturacağız ve ayaklarındaki gıdıklanma hissi geçecek.” Köyden çıkar çıkmaz birkaç mil boyunca bayağı hızlı tırıs giderdi ve sonra beni önceki kadar genç ve taze geri getirirdi; onun tabiriyle huzursuzluktan kurtulmuş bir şekilde. Canlı ve hareketli atlar, yeterince egzersiz yapmadıklarında delişmen diye çağrılırlardı, bu canlılık sadece bir oyundu ve bazı seyisler, bu atları cezalandırırdı. Ancak John cezalandırmazdı: Bu delişmenliğin sadece canlılık olduğunu bilirdi. Yine de ileri gittiğimi ses tonuyla ya da dizginlere dokunarak bana anlatırdı. Ciddi ya da azimli olduğunda sesinden anlardım. Ses tonu üzerimde başka her şeyden çok etkiliydi çünkü John’a çok düşkündüm.

Diyebilirim ki bazen iki üç saatliğine özgür olurduk: Bu, yazın güneşli pazar günlerinde, gerçekleşirdi. Araba pazar günleri yola çıkmazdı çünkü kilise çok yakındı.

Evin çayırına ya da eski meyveliğe salınmak çok güzel bir histi. Çim çok serin ve yumuşaktı, ayaklarımıza güzel geliyordu, hava çok tatlıydı, istediğimiz şeyi yapabilme özgürlüğü çok hoştu: Dörtnala koşmak, yere uzanmak, sırtüstü yuvarlanmak, güzel çimi yemek… Bu, aynı zamanda konuşmak için de iyi bir fırsattı çünkü hepimiz, büyük kestane ağacının gölgesinde dururduk.

Zencefil

Bir gün, Zencefil ve ben, gölgede birlikte dururken bayağı konuşma fırsatı bulduk. Benim yetiştirilmem ve eğitilmem hakkındaki her şeyi öğrenmek istedi ve ben de anlattım.

“Vayy!” dedi. “Eğer ben de böyle yetiştirilseydim senin gibi iyi huylu olabilirdim. Bundan sonra iyi huylu bir ata dönüşebileceğimi hiç sanmıyorum.”

“Neden?” diye sordum.

“Çünkü benim yetiştirilmem bambaşkaydı.” diye cevap verdi. “Bana nazik davranan ve mutlu etmeyi gönülden istediğim at ya da adam, hiç kimsem olmadı. Bir kere, her şeyden önce, sütten kesilir kesilmez annemden alındım ve diğer genç tayların yanına gönderildim. Hiçbiri benimle ilgilenmedi ve ben de hiçbiriyle ilgilenmedim. Bana bakacak, benimle konuşacak ve yemek için güzel şeyler getirecek, seninki gibi kibar bir sahibim olmadı. Bize bakmakla görevli adam, hayatım boyunca, bana kibar bir kelime etmedi. Beni kötü çalıştırdı demiyorum ama kışın yatacak yerimiz ve yiyecek yemeğimizi vermekten başka bir şeyle ilgilenmedi. Arazinin içinden patika geçiyordu ve genellikle oradan geçen delikanlılar dörtnala koşalım diye taş atarlardı. Bana hiç taş isabet etmedi ama genç, iyi bir atın yüzü, taş yüzünden çok kötü kesildi. Sanırım o yaranın izini hayatı boyunca taşır. Onları umursamadık ama tabii ki bu durum bizi iyice vahşileştirdi ve kafamıza bu delikanlıların bizim için düşman olduğunu yerleştirdik. Çayırlarda aşağı yukarı dörtnala koşturarak arazinin etrafında birbirimizi kovalayarak sonra ağaçlarının gölgesinde durarak çok iyi vakit geçirirdik. Ancak iş eğitilmeye gelince benim için durum çok kötü olmuştu. Birkaç adam beni yakalamaya geldi ve nihayet beni arazinin bir köşesinde kıstırdıklarında biri, beni perçemimden, diğeri de burnumdan yakaladı ve öyle çok sıktı ki nefes bile alamadım. Bir diğeri alt çenemi eline aldı ve ağzımı iyice sıktı ve açtı. Yularla gemi zorla ağzıma taktı. Birisi beni yularımdan çekti, diğeri arkamdan kırbaçladı ve bu olay, insanların kibarlığına dair yaşadığım ilk deneyimdi. Hepsini zorla yaptılar; bana, ne yapmayı düşündüklerini anlama şansı bile vermediler. Soylu bir attım ve çok canlıydım. Hiç şüphesiz çok vahşiydim ve diyebilirim ki tam anlamıyla başlarına bela oldum. Sonra, özgür olmak yerine, bir odada günlerce tıkılı kalmak çok korkunçtu ve çok sıkıldım, üzüldüm ve serbest olmak istedim. Sen de bilirsin, kibar bir sahip ve onun tatlı dilli konuşması varken bile özgür olmamak zordur ki bende bunlar da yoktu.”

“Beni sakinleştirip ikna edebilecek ve istediğini yaptırabilecek bir adam vardı; yaşlı sahip Bay Ryder. Ancak yetiştirilme işinin zor tarafını oğluna ve deneyimli başka bir adama bıraktı, kendisi sadece arada bir izlemeye geldi. Oğlu, güçlü, uzun boylu, cesur bir adamdı. Onu Samson diye çağırıyorlardı ve Samson kendisini fırlatıp atacak atın daha anasından doğmadığını söyler dururdu. Babasındaki kibarlık onda yoktu; güçlü bir sesi, keskin gözleri, kaba bir eli vardı. Daha ilk bakışta yapmak istediği şeyin beni gerçekten dermansız bırakmak ve beni sessiz, alçak gönüllü, uysal bir at parçasına dönüştürmek olduğunu anladım. ‘At parçası!’ Evet. Düşündüğü tek şey buydu.” Sanki düşünmek Zencefil’i çok kızdırmıştı çünkü ayağını hızla yere vurdu. Sonra devam etti: “Eğer tam olarak benden istediği şeyi yapmasaydım çok kızardı ve beni yorgunluktan bitkin düşene kadar alıştırma sahasında uzun dizginlerle koştururdu. Bence çok içiyordu ve çok eminim ki o ne kadar içerse benim için durum o kadar kötü oluyordu. Bir gün, beni, olabilecek her şekilde kötü çalıştırdı, uzandığımda çok yorgun, üzgün ve sinirliydim ve her şey, o an, çok zor gelmişti. Ertesi sabah, beni almak için erken geldi ve yine sahanın etrafında uzun süre koşturdu. Sonraki sefer elinde eyer, başlık ve yeni bir çeşit gemle beni almaya geldiğinde daha bir saat bile dinlenmemiştim. Nasıl olduğunu tam olarak anlatamayacağım: Onu kızdıracak şeyi yaptığımda bana alıştırma sahasında biniyordu. Kızınca dizginleri savurdu. Yeni gem çok acıtıyordu ve aniden geriye doğru irkildim. Bu, onu, daha da kızdırdı ve beni kamçılamaya başladı. O an, tüm ruhumun ondan nefret ettiğini hissettim, daha önce hiç yapmadığım gibi tekmelemeye, öne, arkaya doğru gitmeye başladım ve resmen kavga ettik. Uzunca bir süre eyere tutundu ve beni kırbaçla ve mahmuzla cezalandırdı ama sinirim tepeme çıkmıştı. Tek düşündüğüm ne pahasına olursa olsun onu yere atmaktı. Sonunda, berbat bir kavgadan sonra, onu arkaya doğru fırlattım. Çime çok kötü düştüğünü duydum ve arkama bile bakmadan arazinin öbür ucuna doğru dörtnala koştum. Orada arkama döndüm ve bana eziyet eden o adamın yavaşça yerden kalktığını ve ahıra gittiğini gördüm. Bir meşe ağacının altında durdum ve izledim ama kimse beni yakalamaya gelmedi. Zaman geçti, hava çok sıcaktı, sinekler etrafımda uçuşuyor ve yan taraflarımda, kamçı yüzünden kanayan yerlere konuyordu. Sabahtan beri bir şey yemediğim için çok açtım ama çayırda bir kaza yetecek kadar bile çim yoktu. Uzanıp dinlenmek istedim ama eyer sıkıca bağlandığı için rahat değildim ve içecek bir damla suyum bile yoktu. Öğlen oldu ve sonra güneş alçaldı. Diğer tayların içeri girdiğini gördüm, iyi bir yemek yiyeceklerini biliyordum.”

“Sonunda, güneş battıktan sonra, yaşlı sahibin elinde bir elekle geldiğini gördüm. Ak saçlı, iyi, yaşlı bir beyefendiydi; sesini bin ses arasından seçerdim: Yüksek ya da alçak değildi; tam anlamıyla yeterli şiddette, sakin ve kibardı. Emir verdiğinde sesi, öyle kararlı ve sakin olurdu ki herkes, atlar ve adamlar, bilirdi ki yaşlı sahip kendisine itaat edilmesini bekliyordu. Sessizce yaklaştı, arada bir elindeki içinde yulaf olan eleği sallıyordu. Benle kibarca ve neşeyle konuşuyordu: ‘Gel kızım, gel kızım, gel, gel!’ Durdum ve yanıma gelmesini bekledim. Yulafı bana tuttu ve korkusuzca yemeye başladım. Sesi, tüm korkumu alıp götürmüştü. Yanımda durdu, yerken beni seviyor ve okşuyordu. Yan tarafımda pıhtılaşmış kanı görünce kızdı ve üzüldü. ‘Zavallı kızım! Çok kötü bir işti, çok kötü!’ Sonra yavaşça dizginleri eline aldı ve beni ahıra götürdü. Samson kapıda duruyordu. Kulaklarımı arkaya yatırdım ve ona doğru horuldadım. Sahip, Samson’a, ‘Çekil.’ dedi. ‘Yolumdan çekil! Bu kısrağı çok kötü çalıştırmışsın!’ Vahşi zalim gibi bir şey söyledi. ‘Tabi ya!’ dedi babası. ‘Kötü huylu bir adam, asla iyi huylu bir atı çalıştıramaz. Daha işin ustası olamadın Samson.’ Sonra beni kulübeme götürdü, eyeri ve başlığı kendi elleriyle çıkardı ve beni bağladı, ardından bir kova sıcak su ve bir sünger istedi. Kabanını çıkardı ve ahırdaki çalışan kovayı tutarken yan taraflarımı süngerle uzun uzun sildi. Öyle güzel sildi ki yaraların ne kadar kötü olduğunu ve çok acıdığını bildiğine emindim. ‘Ooo canım benim!’ dedi. ‘Sakin dur. Rahat dur.’ Sesi bana iyi gelmişti ve silişi de çok rahatlatıcıydı. Derim ağzımın kenarlarında öyle kötü olmuştu ki samanı yiyemedim. Saplar canımı acıttı. Ağzıma iyice yakından baktı, kafasını salladı ve adama içine yemek katılmış iyi bir kepek lapası getirmesini söyledi. Öyle lezzetli bir lapaydı ki!.. Ağzım için de yumuşacık ve iyileştirici gelmişti. Ben yemek yerken hep yanımda bekledi, beni sevdi, bir yandan da adamla konuşuyordu. ‘Böyle canlı ve atak bir hayvan…’ dedi. ‘İyi davranışla eğitilemezse asla hiçbir iş için iyi bir at olamaz.’ Sonrasında beni sık sık ziyarete geldi ve ağzım iyileştiğinde diğer eğitmen Job, beni eğitmeye devam etti. Adam ciddi ve düşünceliydi ve çok geçmeden ne anlatmak istediyse hepsini öğrenmiştim.”

Zencefil’in Öyküsü Devam Ediyor

Bir gün, yine Zencefil’le beraber çayırdayken bana, ilk evini anlattı.

“Eğitimimden sonra…” dedi. “Bir satıcı, kestane rengi bir atla birlikte arabaya sürmek için beni satın aldı. Birkaç hafta, adam, o atla beni birlikte sürdü sonra kibar bir beyefendiye satıldık ve Londra’ya gönderildik. Satıcı bana taşıma dizgini takmıştı ve bana öyle binmişti. Bundan nefret etmiştim ama bu yerde çok daha sıkı dizginlendik. Arabacı ve sahibi, bu şekilde modaya daha çok uyduğumuzu düşünüyorlardı. Daha çok Park’ta ve diğer son moda yerlerde gezerdik. Senin gibi taşıma dizgini takmamış olan bir at bunun ne demek olduğunu bilemez, ama berbat bir şey olduğunu söyleyebilirim.

Başımı bir yandan öbür yana sallamayı ve diğer atlar gibi yukarı kaldırmayı severim ama şimdi bir düşün ki başını yukarı kaldırmak ve o şekilde saatlerce durmak zorunda olsan, boynunu birden geri çekme dışında hiç oynatamasan boynun artık katlanamayacak kadar ağrısa… Bunun yanı sıra, bir değil iki gemle durduğunu hayal et; benimkiler aynı zamanda keskindi. Ben, gemlere ve dizginlere kızarken ve onlar yüzünden acı çekerken gemler, dilimi ve çenemi ağrıttı ve dilimdeki kan, ağzımdan akıp duran salyayı boyadı. En kötüsü, hanımımızı, bir parti ya da eğlencedeyken saatlerce beklemek zorunda kalmaktı. Eğer sabırsızlıktan kızar ve ayağımı yere vurmaya başlarsam da kırbaç hazırdı. Bu, bir atı delirtmek için yeter de artardı.”

“Sahibiniz sizi hiç düşünmez miydi?” diye sordum.

“Hayır.” dedi. “O sadece modaya uygun giyinmekle ilgiliydi. Bence atlar hakkında bilgi sahibi değildi. Bu işi, arabacıya bırakmıştı. Arabacı da sahibimize kötü huylu olduğumu, dizgin takmak için eğitilmediğimi ama eninde sonunda alışmak zorunda olduğumu söylemişti. Ancak bu işi yapacak gibi bir adam değildi çünkü ben, ahırda üzgün ve kızgınken kibarlıkla sakinleştirilip sessizleştirileceğime, öfkeli bir söz ya da bağırışla karşılaşmıştım. Eğer insancıl bir adam olsaydı katlanmaya çalışırdım. Çalışmaya istekliydim ve çok çalışmaya hazırdım da ama sadece zevkleri için işkence görmek beni kızdırdı. Bana eziyet etmeye ne hakları vardı? Ağzımdaki ve boynumdaki acının yanında boğazım da çok acırdı. Eğer orada uzun süre kalırsam nefes alıp vermek de zorlaşırdı. Ancak gittikçe huzursuz ve sinirli oldum. Buna engel olamıyordum ve beni kim koşuma bağlamaya çalışırsa çalışsın harekete geçiyor ve çifte atıyordum. Bir gün, bizi, arabaya bağladıkları ve başıma dizgin takmaya çalıştıklarında bunları tüm kuvvetimle savurdum ve tekmeledim. Çok geçmeden bir sürü koşum kırdım. Bu da bu evin sonuydu.

Bundan sonra Tattersall’a satılmak için gönderildim. Tabii ki günahlarımdan sıyrılamadım; orası gerçek. Yakışıklı görünüşüm ve iyi adımlarım, bir beyefendiyi, beni satın almaya teşvik etti ve böylece, başka bir satıcı tarafından alındım. Beni, her şekilde ve farklı gemlerle denedi ve eninde sonunda neye katlanamadığımı anladı. Sonunda, beni, o dizginlerle sürmeyi bıraktı ve kasabadaki bir beyefendiye gayet sessiz bir at olarak sattı. İyi bir sahipti ve onunla iyi geçinmeye başlamıştım ama eski seyisi ayrıldı ve yerine yeni birisi geldi. Bu adam da Samson gibi kötü huylu ve kabaydı. Her zaman kaba ve sabırsız bir sesle konuşurdu ve eğer odada, onun istediği zaman hareket etmezsem ahır süpürgesiyle ya da yabayla -hangisi elindeyse-dizlerimin üzerine vururdu. Yaptığı her şey kabaydı ve ondan nefret etmeye başlamıştım. Beni, kendisinden korkutmayı istemişti ama bunun için çok ataktım. Bir gün beni her zamankinden daha fazla kızdırdığında onu ısırdım ve tabii ki bu onu iyice kızdırdı ve kafama kırbaçla vurmaya başladı. Sonrasında benim odama gelmeye hiç cesaret edemedi. Ne topuklarım ne de dişlerim onun emrine amade olacaktı ve o bunu biliyordu. Ustamın yanında ise sessiz sakindim ama tabii ki adamın dediklerini dinlemişti ve yine satıldım.

Aynı satıcı beni duymuştu ve iyi olacağım bir yer bildiğini söyledi. ‘Çok yazık.’ dedi. ‘Böyle iyi bir atın, sırf şans yüzünden kötü ellere gitmesi çok yazık!’ Sonuç olarak senden kısa bir süre önce buraya geldim. Ancak adamların benim düşmanlarım olduğuna çoktan karar vermiştim ve bu yüzden kendimi korumalıydım. Tabii ki burada her şey çok farklı ama ne kadar süreceğini kim bilebilir? Çevreme senin bakış açınla bakabileceğimi sanıyordum ama yaşadığım onca şeyden sonra artık bunu yapamıyorum.”

Ben “Sanırım eğer John ya da James’i ısırsaydın ya da tekmeleseydin çok ayıp olurdu.” dedim.

“Öyle bir şey yapmam.” dedi. “Eğer bana karşı iyi olurlarsa… James’i bir kere çok kötü ısırdım ama John ‘Kibarca yaklaşmayı dene.’ dedi. Beklediğim üzere beni cezalandırmak yerine James kolu sarılı hâlde yanıma geldi, bana kepek lapası getirdi ve beni sevdi ve o zamandan beri ona hiç kötü davranmadım ve davranmayacağım da.”

Zencefil’e çok üzülmüştüm ama tabii ki o zaman onun hakkında çok fazla şey bilmiyordum, bu yüzden daha kötüye gideceğini düşünmüştüm. Ancak, haftalar geçtikçe Zencefil, daha kibar ve neşeli oldu ve yaklaşan her yabancıya gösterdiği dikkatli ve savunmacı bakışı bıraktı ve bir gün James “Kısrağın, beni sevmeye başladığına inanıyorum. Bu sabah alnını fırçalarken bayağı kişnedi.” dedi.

“Evet, evet, James. Birtwick köfteleri yüzünden… Zamanla Siyah İnci kadar iyi olacak. Kibarlık, istediği tek şey. Zavallı şey!”

Sahibimiz de değişimi fark etti ve bir gün genelde yaptığı gibi arabadan inip bizimle konuşmaya geldiğinde Zencefil’in güzel boynunu sevdi: “Canım benim! Senin için işler nasıl gidiyor? Bize geldiğin zaman olduğundan çok daha iyisin değil mi?”

Sahibimiz onu güzelce fırçalarken o da kendi burnunu adama dostça sürttü.

“Onu iyileştirmiş olmalıyız John.” dedi sahip.

“Evet efendim. Durumu iyileşti. Eskisi gibi değil artık. Birtwick köfteleri yüzünden…” dedi John. Gülüyordu.

Bu, John’ın şakasıydı. Birtwick at köftelerinin düzenli olarak verilmesinin, her zalim atı iyileştireceğini söylerdi. “Bu köfteler…” derdi. “Sabırdan ve kibarlıktan, sakinlikten ve sevgiden yapıldı. Her birinin bir libresi 250 gram sağduyu ile karıştırıldı ve ata her gün verildi.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺23,69
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6485-02-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu