Kitabı oku: «İnsan Neyle Yaşar?İlyasÇileklerKıvılcımı Söndürmezsen Ateşi Zapt EdemezsinÜç Ölüm»
Lev Tolstoy, 9 Eylül 1828 tarihinde, Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.
Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.
Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.
Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.
20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.
Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…
Elif Arslan, 1995 yılında Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İlk çalışma yıllarını TRT Dış Yayınlar’da Rusça tercüman olarak geçirdi. 2005-2007 yılları arasında İrlanda, Galway’da, 2007-2009 arası İtalya, Milano’da, 2009-2011 yılları arasında İstanbul’da, 2011-2014 yılları arasında da Azerbaycan Bakü’de çalıştı. 2014’te Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesinde İnsan Kaynakları Yönetimi Yüksek Lisans programını tamamladı. Yüksek lisans bitirme projesi için birçok çeviri yaptığı sırada çeviri sektörüne adım attı. 2017 yılından beri çevirmen ve çeviri editörü olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Çevirdiği kitaplardan bazıları: İnsan Neyle Yaşar (Tolstoy), Beyaz Zambaklar Ülkesi (Petrov), Future of Capitalism (P. Collier), A Teen’s Guide for Success (B. Bernstein), Secret of Power Negotiating (R. Dawson)
İNSAN NEYLE YAŞAR?
“Ölümden yaşama geçtiğimizi biliyoruz çünkü biz kardeşlerimizi seviyoruz. Sevmeyen ölümde kalır.” (İncil, 1. Yuhanna 3:14)
“Dünya malına sahip olup da kardeşini ihtiyaç içinde gördüğü hâlde ondan şefkatini esirgeyen kişide Tanrı sevgisi olabilir mi?” (İncil, 1. Yuhanna 3:17)
“Yavrularım, sözle ve dille değil, eylemle ve içtenlikle sevelim.” (İncil, 1. Yuhanna 3:18)
“Sevgili kardeşlerim, birbirimizi sevelim. Çünkü sevgi Tanrı’dandır. Seven herkes Tanrı’dan doğmuştur ve Tanrı’yı tanır.” (İncil, 1. Yuhanna 4:7)
“Sevmeyen kişi Tanrı’yı tanımaz. Çünkü Tanrı sevgidir.” (İncil, 1. Yuhanna 4:8)
“Hiç kimse hiçbir zaman Tanrı’yı görmüş değildir. Ama birbirimizi seversek, Tanrı içimizde yaşar ve sevgisi içimizde yetkinleşmiş olur.” (İncil, 1. Yuhanna 4:12)
“Tanrı’nın bize olan sevgisini tanıdık ve buna inandık.” (İncil, 1. Yuhanna 4:16)
“Tanrı’yı seviyorum, deyip de kardeşinden nefret eden yalancıdır. Çünkü gördüğü kardeşini sevmeyen, görmediği Tanrı’yı sevemez.” (İncil, 1. Yuhanna 4:20)
I
Karısı ve çocuklarıyla küçük bir köy evinde yaşayan bir kunduracı vardı. Kendine ait bir evi ve bir parçacık toprağı olmadan kunduracılık yaparak geçiniyordu. Ekmek pahalı, emek ise ucuzdu, tüm kazandığını yiyeceğe yatırırdı. Kunduracının karısıyla birlikte giydiği tek bir paltoları vardı, o da giyilmekten artık paçavra olmuştu; iki yıldır, palto yapacağı yeni bir koyun postu almak için para biriktiriyordu.
Sonbahara doğru biraz para biriktirmişti: Üç ruble karısının sandığındaydı, beş ruble yirmi kapik de köylülerden alacağı vardı.
Kunduracı bir sabah, koyun postunu almak için köye gitmeye karar verdi. İncecik gömleğinin üzerine karısının pamuktan yapılma eski bir ceketini, onun da üzerine bir kaftan giydi, üç rubleyi cebine koydu ve baston olarak kullanmak üzere kestiği bir dal parçasını alarak kahvaltıdan hemen sonra çıktı. “Köylülerden beş rubleyi toplarım, cebimdeki üç rubleyi de ekler koyun postunu alırım.” diye geçirdi içinden.
Kunduracı köye indi, köylülerden birine uğradı ama adam evde yoktu; karısı, kocasının borcunu gelecek hafta ödeyeceğini söyleyip hiç para vermedi. Sonra bir başka köylüye uğradı ama adam parasının olmadığına dair yemin etti ve sadece keçeden çizmeleri onardığı için borçlu olduğu yirmi kapiği verdi. Bizim kunduracı, postu veresiye alabileceğini düşündü fakat satıcı buna razı olmadı.
“Parayı getir, o zaman istediğini alırsın.” dedi satıcı. “Borç vermenin ne demek olduğunu iyi biliriz biz.”
Böylece hiçbir iş yapamayan kunduracının elinde sadece üç ruble yirmi kapik ve bir çift de pençe vurulacak keçeden çizme kalakalmıştı.
Hâline iyice canı sıkılan kunduracı, köylünün verdiği yirmi kapiğe votka alıp içti, postu falan da satın alamadan eve doğru yürümeye başladı. Sabah soğuktan donarcasına üşümüştü ama şimdi içtiği votka sayesinde, palto olmadan da ısınmıştı. Kunduracı, bir elindeki değneğini donmuş toprağa vurup, diğer elindeki keçe çizmelerini de sallayarak yürürken başladı kendi kendine konuşmaya:
“Ben işte bak paltosuz da ısındım.” dedi kendi kendine. “Bir kadeh votka içtim, tüm damarlarım harekete geçti. Cekete bile ihtiyaç yok. Dertleri unuttum, yolumda yürüyorum. İşte böyle bir adamım ben! Umurumda mı sanki? Paltosuz da yaşarım. Hiç lazım değil bana. Fakat benim kadının buna canı çok sıkılacak. Ama böyle olmaz ki! Sen bu kadar çalış, didin, adamlar bir kuruş para ödemesin. Sen dur bakalım şimdi! Parayı hele bir getirmesin, o adamın derisini yüzeceğim! Yemin ederim yapacağım bunu! Bu ne yahu? Yirmi kapik veriyor bir de! Yirmi kapikle ne yapılır ki! Ancak içilir işte böyle. Diyor ki bir de: ‘Fakirlik işte.’ Sen fakirsin de ben değil miyim? Evin var, sığırların var, her şeyin var; ya ben?.. İşte böyle dımdızlak! Senin kendi buğdayın var, ekmeğini yaparsın; ben ise her tanesine para ödüyorum o buğdayın. Sadece ekmeğe haftada üç ruble ödüyorum ben. Şimdi eve gidiyorum, ekmek bitmiş; bir buçuk ruble daha gidecek. Öyleyse öde borcunu kardeşim…”
Böyle söylenerek yolun köşesindeki kiliseye varmıştı ki kilisenin arka duvarında beyazımsı bir şey fark etti. Hava kararıyordu. Dikkatlice baktı ama o şeyin ne olduğunu seçemedi. “Taş herhâlde.” diye düşündü. “Burada daha önce böyle bir taş yoktu. Öküz mü acaba? Gerçi öküze de benzemiyor. Bir insan kafasına benziyor ama bembeyaz; olamaz. Üstelik bir insanın burada ne işi olur ki?”
Biraz daha yaklaştı; artık beyazlığı daha net görebiliyordu. Garip şey! Bu çıplak bir insandı, canlı mı yoksa ölü mü belli değildi; hareketsiz duran, kilise duvarına yaslanmış bir adam vardı karşısında. Kunduracı bir an korkuya kapıldı ve “Adamı öldürüp soymuşlar, ardından da buraya bırakmışlar.” diye geçirdi içinden. “Şimdi yanına gidersem başıma dert açabilirim.”
Böylece kunduracı, yanından geçip gitti. Adamı görmezden gelip yürüyerek uzaklaştı. Biraz yürüdükten sonra arkasına baktı ve adamın artık duvara yaslanmamış olduğunu gördü; sanki kımıldanıp kendisine bakıyordu. Kunduracı daha da korktu:
“Yanına mı gitsem, yoksa yoluma mı devam etsem? Yanına gitsem beni soyabilir, kötü şeyler olabilir. Adam neyin nesi kim bilir? Buraya hayır için gelmediği kesin. Yanına gidersem, üzerime atlayıp beni boğabilir. Kaçacak yer de yok. Öyle olmasa bile başıma başka dert de açabilir. Çıplak bir yabancıyı ne yapacaksın Semyon? Ona üzerimde kalan son giysileri de veremem ya. Tanrı yardımcısı olsun!” diye söylendi.
Derken adımlarını iyice hızlandırdı. Kilise bir hayli geride kalmıştı ki bir an yolun ortasında durdu, vicdanı sızlıyordu.
“Nedir bu hâlin? Ne yapıyorsun be Semyon? Adam orada belki ölüp gidecek, sense korkup kaçıyorsun. Çok mu zenginsin de bir şeylerini çalmasından korkuyorsun? Ah Semyon, utan kendinden!” diyerek adamın yanına gitmek üzere geri döndü.
II
Semyon adama yaklaştı, ona yakından baktı: Vücudunda yara bere izi olmayan güçlü kuvveti bir delikanlıydı, sadece çok üşümüş ve korkmuştu; duvara dayanmış oturuyordu, başını kaldırıp Semyon’a bakacak hâli bile yoktu. Öylece duruyordu. Semyon daha da yaklaştı ve adam birden gözlerini açıp ona baktı. Bakışları sıcacıktı ve o an Semyon adama ısınmıştı. Elindeki çizmeleri yere bıraktı ve kuşağını çözüp çizmelerin üzerine koydu. Sonra da kaftanını çıkardı.
“Hiç konuşma!” dedi. “Giy şu kaftanı üzerine! Haydi!” Sem-yon adamın kolundan tutup kalkmasına yardım etti. Adam ayağa kalktı. Semyon, ince yapılı ve tertemiz görünen adamın yüzüne baktı; sevimliydi. Elleri ve ayakları da biçimliydi. Kaftanı adamın omuzlarına koydu ancak o, giymeyi beceremedi. Semyon adamın kollarını kaftana geçirmesine yardımcı oldu, güzelce tüm bedenini sarmasını sağladı ve kuşağı da alıp sıkıca beline bağladı.
Eskimiş şapkasını da adama vermek için çıkardı ancak kendi başı çok üşüyünce, “Benim başım kel, onun ise kıvır kıvır saçları var.” diye düşünerek şapkayı tekrar kendi başına taktı. “Çizmeleri ona giydirsem daha iyi.”
Adamı oturttu ve çizmeleri giymesine yardım etti.
Yardım ederken şunları söylüyordu kunduracı:
“İşte oldu kardeş, şimdi biraz hareket edip ısınabilirsin. Geri kalan sorunlar sonra çözülür. Yürüyebilecek misin?”
Adam ayağa kalktı, minnettarlıkla Seymon’a baktı ama bir şey söylemedi.
“Neden bir şey söylemiyorsun? Burası çok soğuk. Eve gitmemiz gerek. Benim şu sopamı al bakalım. Kendini güçsüz hissedecek olursan, bundan destek alırsın. Hadi bakalım yürü!”
Adam yürümeye başladı. Kolaylıkla ilerliyor, geride kalmıyordu.
Yürürken Semyon adama sordu:
“Nereden geliyorsun?”
“Buralardan değilim.”
“Ben de öyle düşünmüştüm. Buralardan olsan tanırdım çünkü. Bu kiliseye nasıl düştün onu soruyorum.”
“Bunu söyleyemem.”
“Birileri sana kötülük etti sanırım.”
“Kimse bana kötülük etmedi. Beni Tanrı cezalandırdı.”
“Elbette her şey Tanrı’dan gelir. Yine de bir şekilde barınacak bir yer bulmalısın. Nereye gitmek istiyorsun?”
“Benim için fark etmez.”
Semyon şaşırmıştı. Adam serseri biri değildi, konuşması da gayet düzgündü, kibardı ama kendisiyle ilgili hiçbir bilgi vermiyordu. “Kim bilir neler yaşadı?” diye geçirdi içinden Semyon ve adama şöyle dedi:
“O zaman benim eve gel, en azından biraz ısınırsın.”
Semyon yürüyor, adam da geride kalmıyor, yanından gidiyordu. Rüzgâr şiddetlenmişti ve Semyon soğuğun gömleğinin içinden işlediğini hissediyordu, içkinin etkisi geçmiş, üşümeye başlamıştı. Burnunu çekerek yürüyor ve karısının ceketine sıkıca sarılıyordu; “Koyun postuymuş, peh! Koyun postu almak için evden çıktım, hani nerede post! Eve kaftansız dönüyorum, üstelik bir de yanımda çıplak bir adamla.” diye geçirdi içinden. “Matryona bu işe hiç sevinmeyecek!”
Matryona’yı düşündükçe içi sıkılıyordu Semyon’un. Ama yanındaki yabancıya bakıp, onun kilisedeki bakışını hatırlayınca içine bir huzur doldu o an.
III
Semyon’un karısı o gün işlerini erkenden bitirmişti. Odunları kırmış, su taşımış, tavukları yemlemiş, kendi de yemeğini yemiş, oturmuş düşünüyordu:
“Ne zaman ekmek yapsam: Şimdi mi yarın mı?”
Hâlâ koca bir parça ekmekleri vardı.
“Semyon orada yemek yediyse akşama fazla yemez, ekmek böylece sabaha da kalır.” dedi içinden.
Ekmeği alıp elinde tarttı ve “Bugün daha ekmek yapmayayım. Bir ekmeklik un var zaten. Cuma gününe kadar idare etmeliyiz.” diye düşündü.
Ekmeği dolaba kaldırdı ve Semyon’un gömleğini yamamak için masanın başına oturdu. Yamayı yaparken bir yandan da kocasının palto için nasıl bir post getireceğini düşünüyordu.
“Satıcı onu kazıklamasa bari. Benim saf adamım iyi niyetlidir. Kimseyi kandırmak aklına gelmez ama bir çocuk onu hemen dolandırabilir. Sekiz ruble çok para, bu paraya iyi bir palto alınır. Yün postundan olmasa da olur, sağlam bir palto olsun yeter. Geçen kış soğuktan donduk! Ne dereye kadar gidebildim ne de başka bir yere. Semyon dışarı çıkarken her şeyimi giyiyor, bana bir şey bırakmıyor. Sabah pek erken çıkmadı ama bu saate kadar gelmiş olması gerekirdi. İçkiye kaptırmış olmasa keşke kendini benim adam?”
O bunları düşünürken, sundurmanın basamaklarının gıcırdadığını duydu ve içeri birileri girdi. Matryona iğneyi kumaşa batırdı ve verandaya çıktı. İki kişinin geldiğini gördü: Semyon ile şapkasız, keçe çizmeli bir adam.
Matryona kocasından gelen içki kokusunu hemen aldı. “Al işte, belliydi içtiği!” diye geçirdi içinden. Bir de üzerinde kaftan değil de sadece ceket olduğunu, oracıkta sessiz, utangaç ve elleri bomboş durduğunu görünce tüm umutları yıkıldı. “Bütün parayı belli ki bu adamla içkiye yatırdı, âlem yaptılar ki adamı da alıp gelmiş.”
Matryona içeri girmelerine izin verdi, kendi de geçti, genç ve zayıf yabancının üzerinde kocasının kaftanını gördü. Kaftanın altında bir gömlek yoktu, kafasında da şapkası. Öylece hareketsiz, donakalmış, bakışlarını yere dikmiş, konuşmadan duruyordu. “Korktuğuna göre içi kötü biri.” diye düşündü Matryona. Kaşları çatık, ne yapacaklarını bekler vaziyette sobanın yanında durdu.
Semyon şapkasını çıkarıp bir şey olmamış gibi sedire oturdu.
“Eh haydi Matryona! Akşam yemeğini hazırla da yiyelim birlikte.”
Kendi kendine homurdanan Matryona, sobanın yanından kımıldamadı, bir kocasına baktı bir de adama ve başını iki yana sallayıp durdu. Semyon karısının sinirlendiğini anlamıştı ama görmezden geldi, yabancının kolundan tutup onu masaya doğru çekti.
“Otur.” dedi. “Yemek yiyelim.”
Yabancı sedire oturdu.
“Bir şeyler pişirmedin mi?” diye sordu Semyon karısına. Matryona iyice sinirlendi.
“Pişirdim ama senin için değil. Anlaşılan içki aklını başından almış. Koyun postu almaya diye çıkıp, kaftansız dönüyorsun, üstelik yanında da çıplak bir berduşla geri geliyorsun. Benim böyle sarhoşlara verecek yemeğim yok!”
“Sus Matryona, bilip bilmeden dırdır ediyorsun! Bir sor bakalım kimmiş bu adam…”
“Sen parayı ne yaptığını söyle önce.”
Semyon ceketinin cebinden kâğıt parçaları çıkartıp düzeltti.
“Al para işte, Trifonov’dan alamadım ama yakında ödeyeceğine söz verdi.”
Matryona daha da gerilmişti. Kocası post falan almamış, ellerindeki tek kaftanı çıplak bir herife giydirmiş, onu da arkasına takıp eve getirmişti.
Paraları saklamak için masadan alan Matryona, giderken söylenmeye devam ediyordu:
“Yemeğim falan yok. Tüm çıplak sarhoşları doyuracak değiliz ya!”
“Eh be Matryona, şu dilini tut biraz. Ne söylüyor evvela dinle bakalım.”
“Yeterince akıl aldım ben aptal sarhoşlardan! Sen gibi bir sarhoşla evlenmeyi istememekte çok haklıydım. Anacığımdan yadigâr keten kumaşı bile gidip içkiye yatırdın sen. Onunla post almak için evden çıkıp sarhoş eve döndün.”
Semyon sadece yirmi kapiklik içtiğini ve adamı bulduğu yeri falan anlatmak istiyordu ama Matryona bir kelime etmesine müsaade etmiyor, oradan alıyor buraya koyuyor, hiç durmadan konuşuyordu. On yıl evvel kapanmış konuları açıp duruyordu.
Matryona konuştukça konuştu sonra Semyon’un üzerine atıldı ve kolundan yakaladı.
“Çıkart ceketimi, bir tek bu kalmıştı üzerime giyecek, onu da aldın. Ver çabuk, uyuz köpek, yüzünü şeytan görsün!”
Semyon ceketi çıkarmaya çalışırken, ceketin kolu ters döndü, kadın çekiştirirken dikişleri söküldü. Matryona ceketi kapıp üzerine geçirdi ve kapıya doğru koştu. Çıkıp gitmek istiyordu ama kararsızca durdu: Öfkesini yenmeye çalışıyor, her şeyi bırakıp gitmek istiyor ama bir yandan da yabancının kim olduğunu merak ediyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.