Kitabı oku: «Davul Taşın Hikâyesi», sayfa 2
–Ha! dedi ani bir kahkaha patlamasıyla. Haydi kardeşler, transtan çıkartınız!
Kupalar yükseldi ve kupalar tokuşturuldu. Gazeteci bu kez yarım bardak birayı dibine kadar içti. Eşit yarış tersine çevrildi ve bitinceye kadar içti.
Başı görünen gazetecimiz koca kafasını eğdi. Günümüz dünyasının güzelliklerinden bahsetti ve güneş doğmadan sarı fıçıdaki bira tükenmiş ve musluk kapanmış diyerek barın önüne oturdu. Garip yanaklı adam sağ kalçasının üzerine eğildi, elini pantolonunun sol cebine sokup mavi desteden para çıkarttı ve uzattı.
–Üç bardak daha yeni biradan doldur.
III
Altı Sayfalık Bir Dilekçe Yazan Emekli, O Sırada Parça Parça Geçmişi Hatırladı
KGB’nin yeni nesil yöneticilerine yönelik şikâyetler o kadar yoğundu ki, üzülüyorlardı. Yaşlı haline bakmadan inatçı emekli, parmaklarını ovalayarak en az altı kâğıdı karaladı, işaret parmağının ucu uyuşana kadar incecik yazdı. Başını kaldırdı saat dört veya beşte bir kez çalan siyah telefonu dört beş dakika kulağına tuttu, birisi fısıldayarak şunları söyledi:
“Heh, o gazeteci… Dinle yaşlı kadın, gazeteci bütün gün bardan dışarı çıkmadı. Sarhoş olduğunu söylüyorlar.”
Gün batımından önce başını kaldırarak biraz daha yükseğe oturmaya karar verdi ve kuş tüyü yastığını alıp battaniyesini katlayarak siyah kanepeye kaşlarını çatarak uzandı. Yaşlı kadının gergin bir şekilde ona kulak verdiğini fark eden emekli şöyle devam etti:
– Konuşmakla övündüğünü söylüyor. Hatta iyi bira içtiği için övünüyormuş. Toprağı kazarlarsa bulacaklarını söylüyorlar, beni doğrudan başkana anlatacaklar ve beni cezalandıracaklar… “Sarı patikaya ot ektim.” dersin! “Zorunluluk” dersin…
Yaşlı kadın başını kaldırırken çenesi titriyordu. Yaşlı adamın ağzına baktı ve bir şey mırıldanmasını bekledi. Yaşlı söğüt ağacının altında gölgesinde dururken aceleyle gazeteye sarıldı. Bir kucak gazeteyi okuduktan sonra öğle vakti aklı başına geldiğinde: İyi misin, ihtiyar? Kötü görünüyorsun, ne oldu? diye üzülerek sorduğu eşinin birden kızarıp zorlanarak gayretle kağıda yazdıklarına engel olamıyordu. Kendi haline bıraktı. Yazma işinin arasında eline verdiği ortalığı karıştıracak gazeteyi, karısı iki defa okuyup hiçbir şey demeden yattıktan sonra;
– Kimin için, ne için övünüyordu? dedi cansız sesiyle.
– Onun gibi sarhoşlar kimin umurunda?
Yaşlı kadın kocasına üzüldü ve burnunu çekti. İhtiyar, artık sefalet yok, kim seninle aynı seviyede? Eğer eşitseniz, sizi kim asacak? dedi. Elli yıldır birlikte geçirdikleri güzel yaşamlarında, ihtiyara her zaman cesaret vermiş ve destek olmuştur. Ancak bu sefer her zamanki gibi yüksek sesle destekçi olamadı, yaşlı adam kaşlarını çattı.
–Sarhoş değil, sarhoş gibi, diye mırıldandı, arkasını dönerek.
Gazeteciyi hemen gözetim altına alan ajan, tekrar aradı ve gördüklerini, duyduklarını listelemeye devam etti. Kafası karışan sorunlu gazeteci, barı terk etmeyip kapı tarafından eğilerek geçti. Sonunda insanlarla zar zor iletişim kurmuştu. On beş dakika tek başına oturdu ama yüzü bir tabak gibiydi, beyaz tenli birinin kalçalarını sallaması cazip gelmiş olmalı ki onun yanına gitti.
Yaşlı kadın onun mırıldanmasını engelleyemedi.
–Yedinci dedi yürürken, Yedincinin hikâyesini hatırlıyor musun?
Yaşlı kadın “Hatırlamıyorum” diye fısıldadı.
“Yedinci” nedir? Hangi masalı anlatıyorsunuz? Yaşlı adam bunu hatırlamasına şaşırmıştı. “Yedinci” diyerek, insanların duymadığı bir masalı hatırlamıştı, diğerleri bu konuşmayı anlamıyordu. İkisi dışında kimse anlamıyordu. “Yedinci, yedinciyi hatırlıyor musun? Yedincide yapılabilirdi, yedincide de yapılabilirdi!” diye şakayla karışık konuştular.
Emekli okuma sevgisiyle birçok ilginç kitabı okumuştu. Halk tarafından okunan beş on sayfalık masalları ve kimsenin okumadığı masalları okuduğu bir yeri vardı. Gençlik çağında, mağaradaki gizli yeriyle ilgili olarak bir yakalanma hikâyesini de anlattı.
Bir masalı inceleme görevi almıştı. Her satırı, her kelimeyi en ince ayrıntısına kadar inceleyip, kâğıt ve kalemin rengine kadar incelemişti. Yaşlı kadına sadece bir veya iki kez zorlandığını anlatmıştı. “Kimse duymasın!” diye genç yaşında şiddetle uyarmıştı, dedi. Ayrıntılarına girmek onun seçimiydi. Masalın bir peri masalının kalıntısı olduğunu hatırlamıştı.
– İnsanoğlu Allah ile yedi kez karşılaşır. “Yedi kez, yedi dileğini söyler.” dedi emekli alaycı bir tavırla. “Hatırlıyor musun?”
– Evet, dedi yaşlı kadın iç çekerek.
– Yedinci kez buluşmasına çok yaklaşmıştı. Ah be yedinci kez buluşabilseydi böyle halk düşmanlarının yeryüzünden kaybolmasını isteyebilirdi. Yeryüzünde böyle bir acı olmazdı, böyle bir acı çekmezdik…
– Doğru, dedi yaşlı kadın.
– Sorun değil, dedi yaşlı adam sabırla.
– Kavga mı edeceksin? dedi yaşlı kadın.
– Öğrencilerime söyleyip bu kurnaza özel operasyon düzenleyeceğim. Sabah geç kalmadan başlayacaklar, dedikten sonra sustular
– Kâhinler, vardı değil mi? dedi yaşlı kadın, gazete okuduğunu hatırlayarak.
– Evet? dedi yaşlı adam, şaşkınlıkla.
– Bu olayın sonu için endişeliyim, dedi yaşlı adam. Kâhinler bu işte size yardımcı olabilir mi?
– Kâhin nerede? Ne yardımı olacak? Yaşlı adam öfkeyle ayağa kalktı.
Hayatım boyunca seni incitmedim. Dilini tutmadan çekinmeden konuşuyorsun.
“Ben bir Bahşıyım! Gözlerim açık. Ruhlar ile konuşuyorum, doğrudan diğer dünya ile konuşuyorum! Son alçağı kendi ellerimle vurduğumu biliyor musun?”
Yaşlı kadın, komünizmin yolunu tıkayan laneti, son düşmanı da kendi elleriyle ezmiş gibi eskiden anlattığı bir hikâyeyi hatırladı. Belli belirsiz hatırladı. “Sırt üstü düşerken lanet etti, Bolşeviklere beddua eden yaşlı cadı, bir kenara itildi.” Yaşlı adam da kendi elleriyle ateş ettiğini hatırladı.
– Fal açtıralım, bunun kötü bir fikir olduğunu düşünmüyorum.
– Yeterince Kâhin yok, burada. Komünist ideolojiyi yok ettiğiniz için vay halinize!
– Hadi saçma sapan konuşma. Komünistleri yok etmişim gibi konuşuyorsun! dedi yaşlı kadın. Siz asla Tanrı’nın adını ağzınıza almadan onun hakkında bir masalı anlatıyorsunuz galiba.
İkisi de tekrar sustu. Kulübede yalnız ampulün loş ışığında sessizce oturdular. Bu durumda derin bir iç çekildi. Uyuyunca kâbus başladı, KGB’nin itibarı kalmadı. Ağzı boş görünen gazeteci dişlerini gıcırdattı. Emekli, gerçeğin karşısında hayal kırıklığı içinde derin bir iç çekti. İhtiyarın akşam yemek yememesine üzülen yaşlı kadın, kanepede üzgün bir şekilde uzandı.
“Eski Vaynşteyn-Maynşteyn diyenlere benzetip, ateş etmek nasıl görünmüştü?” diye homurdanarak mırıldanan emekli geriye doğru döndü.
Vaynşteyn-Maynşteyn mi? Sakallı ve kıvırcık saçlı bir Vaynşteyn vardı. O Vaynşteyn mıydı? Hay anasını sakinleşemedi, hayallerini dinleyecek bir ruh bulamadı. Gecenin alacakaranlığında bu felaket nereden çıktı. Asla hatırlamayan kâfiri neden birdenbire hatırlattın? Sanki şeytan tarafından baştan çıkarılmış gibi akşam mırıldanan ve ismini doğru telaffuz eden Vaynşteyn-Maynşteyn kimdi? Vaynşteyn’ın vücudunun çok uzun zaman önce bulunan resmine bakarsanız, o zamanki olayları bugün gibi hatırlayabilir misiniz? Pek çok kez Davul Taş’a gittiğini hatırladı. Gecenin karanlığında gittiğini hatırladı, ay ışığında at üstünde gittiğini hatırladı. Atışların yapıldığı evin verandasında bir amirle tüfek tutmuşlardı. Yedi atar nagan5 tutmuştu, bu yedi atar naganla defalarca ateş etmişti. Sürülen insanlar derin bir uçurumun kenarına doğru koştular, elleri arkalarından bağlıydı ve onlara ateş edilmişti. Orada birçok kez bulunduğunu hatırladı. Hangisini söylüyorsun tüfeğini yüzlerine doğrultup on ikisini öldürdüğünü mü, arkası dönük on yedi kişiyi öldürdüğü günleri mi? Ayaktayken, alnına ateş ettiği, arkaları dönükken enselerine ateş ettiği günler oldu. Hangisini söylüyorsun…
Kırgız’ın, Rus’un, Müslüman’ın ve kâfirin karışık olarak vurulduğu zamanda, sakallı, beyaz kıvırcık saçlı, uzun burunlu, geniş alınlı ve yuvarlak gözlere sahip bir Moskovalı aklını kaybetmiş gibi görünüyordu. Hala acı çığlığını hatırlıyorum: “Musa kötü biridir! Sözümden geri dönmeyeceğim! Musa kötü biridir!” diye bağırdı. Babasının bırak oraya gitmeyi, aklına bile gelmeyecek olan dağların arasında öldürülmesi, kâfirlerin cesurca bağırarak haykırması neden? Kiminle yüzleşti, kime bağırdı? Kim duysun istiyorlar? Diğerleri rahat bir şekilde merhamet beklemeden: “Ölsek de komünist olarak öleceğiz, partiyi satmadık” diye haykırırken yerdeki sakallı adam ise saçma sapan kimsenin duymadığı Musa’dan bahsediyordu. Alamadığı bir öcü, öbür dünyada da sönmeyecek bir öfkesi varmış gibi sinirle haykırışı dağlarda yankılandı. Kim ifşa etmek istedi, kim tanıklık etmek istedi ve kim itiraf etmek istedi? Bu Musa kimdi? Nasıl bir kötülük yapmış olabilir. Hiç ilgilenmiyorum, sorgulamıyorum bile. Hey, Kırgız çocuk! Kelimeleri işaretle! Musa …
Çok bağırmadan, çenesini bir an önce kapatmak istiyorum, İki kaşının arasına nişan alarak pat diye vurunca “Kötü” diyemeyip, “k … k …” diye mırıldandı. Kanı aktı ve sırt üstü düştü. Daha sonra zavallı adamın Alman ya da Yahudi kökenli olduğunu ya da ikisinin karışımı olduğunu öğrenmişti. İşe yarayan saf Ruslardan değildi.
Kaderlerindeki hangi yazgı için insanlardan ayrılıp, hangi suçları için ağır cezalar almalarının doğru olduğunu düşünenler var. Onlarla nadiren karşılaşırlardı. İnsanlardan biri ölüme giderken bağırarak şunları söyledi: Allah komünistleri insanlığın mutluluğu için yarattı! “
Tek bir ampulün loş ışığında iç çeken emekli tüm bunların hemen hepsini hatırladı ve çöktü. “Halkın düşmanlarını ifşa etmek ve cezalandırmak için zamanımız olmalı! Vurulmalı ve sürülmeli! “ diye söylerdi şef.
– Keşke bütün ulus Stalin’in adına inanıp, Stalin’in kültüne tapacak kadar başarılı olabilseydik! diye iç çekti emekli.
– Hastayım dedi yaşlı kadın.
–Boğazına bakayım, dedi yaşlı adam.
– İyileşirim, dedi suçlu bir şekilde.
Emekli başını salladı, koridordaki mutfak ışığını yaktı. Elleri titreyince bakır çaydanlığın kapağı elinden fırladı.
IV
Felaket! Yoldaş Vaynşteyn’i Arayanlar Kızıl Ordu’ya Gelmiyorlarmış
Boğazından çıkan kokuşmuş tükürükten habersiz, kim bilir bu horlama ile daha ne kadar uyuyacaktı. Telefon çaldı ve sıçrayarak uyandı. Derin bir uyku çekmişti kafasını toparladı ve sabah pencerenin önünden geçen bir damperli kamyonun sesini duyup, güneşin yükselişini ve hayatın telaşını düşündü.
Bu yaşımda tek başına bira beni bu hale getiremez. Tek başına bira böyle yapmaz. Sonunda kalabalık artmış ve arka arkaya üç veya dört kez içmişti. Votkayı karıştırırken, henüz gözlerini açmadığını fark etmişti. Yastıktan kalkarken başı ağrıyordu, başını yastıkta çevirirken başı siyah bir kayadan daha ağır gelmişti. Çok hastaydı.
Aniden telefon çaldı ve sessizlik bozuldu. Yaşlı adam yerdeki kırmızı telefona uzanmak üzereyken yuvarlanmıştı.
Sanki biri onunla gelmişti. Sanki ağzı açık geyik gibi yürüyen biriydi. Nerede bu? Kafam karıştı, yüksek sesle gülüp uzaklaştı. Başlarını yastıklara koyup kıpırdamadılar mı? Altı satır için ruhunu feda etmiş gibi miydi? Ne zaman kalkıp gitti? “Ya fahişe değilse?” dedi içinden.
İlk önce giriş gerek. “Girişin düzenlenmesi gerekiyor!” diye düşündü. Dili boğazına kaçmıştı ve kanı donmuştu. Bir kâse soğuk su özlemi çekti. Musluk suyunu içip susuzluğunu giderip kendini dükkânlardan birine sürükleyerek, nefes almadan yüz gram votka içerse çirkin bir insan gibi görünürdü.
Sanki telefon tekrar çaldı. Kimi arıyorlardı? Yazı işleri bürosu mu yoksa baş editörü mü? Ağır bir ücret ödemiş gibi görünen aptallar, sanki aramıyorlarmış gibi bugün nasıl yaygara koparırlar!
Yarım dakika dayanarak bekleyip telefonu açmazsanız kapanması gerekir. Başını yün bir yastığa koyup uzandı. Yarım dakika, yarım dakika geçmesi için sabretti arayan kişi sıkılıncaya kadar çaldırıyordu. Bekledi, yine de bekledi. Hayır, salak inat edip aramaktan vazgeçmiyor, ısrarla beni arıyor.
Telefonun uzun çınlamasının yakında kesileceğini ummuştu. Doğal olarak saçma sapan kötü sözler ağzına geldi. Telefona da telefonun diğer ucundaki kişiye de küfrederek başını kaldırdı. İki metre yerde yuvarlanarak telefonu aldı. Kaşlarını çatıp yüksek sesle:
–Alo! dedi.
Karınca sürüsü gibi Rus’un olduğu yerde Kızıl-Asker’in küçük kalabalık sokaklarında yaşayan gazeteci küçük evindeki kızıl telefonundan hiç Rusça konuşamamıştı. Hiçbir zaman Rus telefon etmemiştir. Rus işi düşüp hiç aramamıştı. Bu sefer telefonun diğer ucundaki yabancı birdenbire Rusça merhaba demekten korktu!
– Merhaba, dedi kibar bir şekilde boğuk sesli biri.
Rusça konuşmasını az bilen gazeteci:
– Merhaba, dedi, kötü bir telaffuzla.
– Moskova’dan rahatsız ediyorum.
– Moskova?
– Evet evet Moskova’dan. … İsmiyle bir gazeteci arıyorum.
Moskova’dan, Moskova’dan mı arıyorsunuz? Moskovalılar önemli bir konu olmadıkça aramazlar. Karışık renkli külotla bir serseri gibi duruyordu. Ah şu konuşulan Moskova! İlk başta inanamadı. Ancak telefonun diğer ucundaki yabancı kendini iyice tanıttı ve sormaya başladı.
– Evet, evet öyle diye mırıldandı gazeteci.
– Önce kendimi tanıtmama izin verin. Benim adım Mihail. Mihail Vaynşteyn.
– Nasıl? Nasıl Vaynşteyn?
– Evet Vaynşteyn, Mihail İsaakoviç Vaynşteyn.
– Dinliyorum, Yoldaş Vaynşteyn. Ne istiyorsunuz?
Vaynşteyn’in konuşmasını yarım dakika dinledikten sonra, gazetecinin başına ağrılar girmişti. Çok susadığını hemen unuttu. “Evet! Toplu mezarlarının keşfi hakkında yazmaktan çekinmediğim doğrudur. Makalemin şöhretinin Moskova’ya kadar bu denli kısa sürede yayılmasından daha da gurur duydum” gibi bir şeyler söylemek istedi ancak Rusçası buna yetmedi ve kendisini çaresiz hissetti. Sadece iki şey söyleyebildi:
– Teşekkür ederim! Evet, yazar benim! Çok teşekkür ederim!
Ama Vaynşteyn’in sonraki sözlerini duyduğunda, beyaz, şişmiş yüzü her zamanki gibi terledi, gözü seğirdi ve gülümsedi. Yüreğini rahatlatan iyi bir haber aldı. Önündeki duvarda asılı duran aynaya gülümsedi. “Yazdıklarım hemen Rusçaya çevrilmiş, ayrıca sizi bilgilendiren ve tam adresimi verenlere de teşekkürler! Evet şimdi aynen söylediğiniz gibi mezardakilerin isimlerini belirlemeniz gerekiyor. Bir sonraki hedefim onların peşinden gitmek, KGB arşivlerini açmak! “Ah zavallı, sizin babanız da mı otuzlu yıllarda vurulmuştu” diye konuşmak istemişti. İnsanın konuşmak isteyip de konuşamaması ne kadar kötü bir şeydi.
–Sizin… babanız… Sizin babanız mı? diye kekeledi. O da mı öldürüldü? Bizim ülkemizde, Kırgızistan’da?
– Evet, son bilgilerime göre, çağının büyük bir bilim adamı olan babam Mısır Bilimci İsaak Vaynşteyn hangi suçundan mahkûm edildi de Kırgızistan’da öldürüldü ve büyük ihtimalle kemikleri senin yurdunda bir yerlerde yatıyor. Büyük dağları arasında diyerek Mihail Vaynşteyn iç çekti. Bilmiyorum, muhtemelen Davul Taş’ta yeni keşfedilenler arasında çıkacaktır.
– Belki.
Gazeteci, Vaynşteyn adlı bir adamın bu evrende yaşadığını ve onun bir bilim adamı, büyük bir bilim adamı olduğunu anladı. Endişeli insanlar birçok meslek icat eder. Uzun bir kariyeri olduğunu anladı ama “Mısır Bilimci” kelimesini anlayamadı.
Neden Kırgızistan’a geldi? Bir keresinde, yanılmıyorsam, otuzlu yıllarda göçebeleri geliştirme görevi verildiğini ve büyük Rus şehirlerinden çok sayıda gönüllünün işe alındığını duydum. Muhtemelen o da bunlardan birisidir. Geldiğinde ne iş yapmıştı?
O günden bugüne babasının mezarını arayan Mihail, telefonun diğer ucuna bir şeyler anlatıyordu. Önceki günkü votka ile birayı karıştırma alışkanlığından dolayı başı ağrıyordu. Gazeteci telefonu kulağına sıkıca tuttu ve gergin bir şekilde ayağa kalkmaya çalıştı. İşte hikâyesi böyleydi.
O zamanlarda Mihail dokuz yaşındaymış. Görünüşe göre babası İsaak Vaynşteyn’in Sovyet Kırgızistan’a sürgün edildiği yılı anlatıyordu. Of bu felakete üzüldük ama “Mısır Bilimcinizin” kim olduğunu bilemeyiz. Antik Mısır’ın efsanevi tarihini araştıran, taş oymaları okuyan ve onları araştırarak geçimini sağlayan bir adam olduğunu söylüyor. Vaynşteyn, genç bir adam olarak hayatını kazanmak için zulüm gördü ve küçük düşürüldü. Doğduğu, büyüdüğü Moskova’dan dünyanın yedi kat altına sürüldü, onun çektiklerini az kişi çekmiştir. Sonunda dibe vurmuş, kara bahtlı ve fakir biri oldu.. Evet, Mısır Bilimciydi, kara bahtlı bir Mısır Bilimci. Ala-Too’nun yamaçlarında hiç kendinize “Mısır Bilimci” demek istediniz mi? Sakin bir şekilde duran Ala-Too’muza yolunu kaybetmiş gibi “Mısır Bilimci” gelmiş mi yok mu, yoksa ayakları bu toprakları basmış yok mu kim bilebilir ki. Vaynştein’e ders vermeye gelen bilgeler “düzeltilmez burjuva” olarak anılan uzaktaki Kırgız halkına doğru kovmaya karar verdiler. “Çok fazla bilgi ve beceriniz varsa, dağlara taşınan insanların cehaletini ortadan kaldırmaya yardımcı olun” dediler. Yoksa sonsuza dek acı çekmesini sağlamak için bir komplo muydu yoksa Kırgızları bahane ederek kurtulmak mı istediler kısacası Vaynşteyn’i akla gelmeyen Frunze’ye taşınmasının nedeni buymuş.
Oturup sonuna kadar dinleyebilmek, eksik bırakmadan beyaz bir kâğıda yazabilmek için arkasına yaslanıp rahatlaması lazımdı, ilginç bir hikâyeydi. Yakınlarda sadece yüz gram votka vardı. Gazetecinin elleri titriyordu ve başı dönüyordu, öfkeleniyordu ve merak ettiklerini duymak için acele ediyordu. Söz istedi.
– Neden? dedi.
– Ne neden? Mihail Vaynşteyn, dedi.
– Sebep? Baban neden cezalandırıldı? Ne için cezalandırıldı? dedi gazeteci. Yoksa İngiltere için çalışan bir casus muydu?
İstemsizce neden ceza aldığını sordu, beni daha sonra tekrar ara yoldaş. Hay anasını ondan kurtulmak kolay değildi. On iki yaşında babasını kaybeden adam, bu soruya cevap bulamadı. Buradaki bir adamın çektiği acıyla ne ilgisi var? Din hakkında bilgisi olmayan bir öğrenci gibi uzun bir ders almak, Tevrat ve İncil tarihi hakkında uzunca konuşmak zor gelmişti! Tevrat ve İncil! Of, aylarca ve yıllarca anlatsan da asla bitmeyecek bir hikâyeyi anlatmayı ne zaman bitirecek? Telefonun yazmıyor mu? Tevrat’ı daha önce hiç görmedim ancak yazı işlerinde bazı kişilerin inandığını biliyorum, İncil’i bir kez gördüm boşuna yalan söylemeyeyim, mukavva kapaklı çok kalın bir kitaptı. Çok kalındı. Kalın kaplanmış cildinin ağır olduğunu mu söylüyorsun? Bir kıssa, birkaç peygamber hikâyesi anlatan çokça kitap var. Rastgele açıp, “Tufan geldiğinde Nuh Peygamber altı yüz yaşlarındaydı.” diye yazılan yeri görür görmüştü.
Tevrat ve İncil hakkında anlatırken, başı ağrıyan gazetecinin durumu anlaşılıyordu. Aradaki uzun konuşmayı kısaltmak için uygun bir yer bulması uzun zaman aldı, birçok hikâye dinledi. Sonra başını sallayarak oturdu.
İsaak Vaynşteyn’e yazık olmuş, yalnız değilmiş aynı yaşlardaki bir grup erkekle aynı vakitlerde sürülmüş gibi görünüyor. Sanki biri onlara öğretmiş gibi, Mısır’ın süslü taşlarıyla büyülenmişlerdi. “Mısır Bilimci” ekibin başkanı olarak kendi ekibini kurup eski yazıları okumuşlardı. Sadece okumakla kalmayıp, Tevrat ve İncil’in köklerini sorgulamaya da heveslenmişler. İşte azgın Mısır Bilimcilerinin arzusu! Mısır yazıtları olmasaydı, bu felaket başına gelmezdi.
– Nuh’un hikâyesi mi? dedi gazeteci başını kaşıyarak.
– Evet, diye cevapladı Mihail İsaakoviç. Babam bunu çok iyi ispatlayanlardan biriydi. Sümer Akad çivi yazısına dayandırmaktadır.
“Akkad-Makkad?” Baş ağrısı olduğunda söylemişti, sonrakileri anlayamadı ama soruyu tekrar etmeye bile çalışmadı. Kısacası, daha çok yalan gibi görünen bir efsane anlatıyordu. “Mısır taşlarını özenle okumuş ve gözlerini yormadan yalan olduğunu öğrenmiş” dedi.
Her Mısırlı, Nuh’un, İbrahim’in ve diğerlerinin hayatlarını araştırmaya, peygamberlerin hayatlarını tek tek incelemeye başlamıştı. İsaak Vaynşteyn, Musa’nın hikâyesini araştırmıştı. O gece gündüz çalışan birisidir.
Gazeteci müsaade etseydi, Musa hakkındaki hikâyeyi anlatmaya hazırdı. Başka bir zaman anlatın ve başka zaman dinleyeyim.
Bu arada Michael Vaynşteyn, sakin bir adamın tüylerini diken diken edecek bir şey söyledi. Gazetecinin yerinde başka biri olsa bağırıp çağırıp, hayal kırıklığı içinde çığlık atarak, telefonun kablosunu sert şekilde çekerek telefonu yerde tekmelemişti. On beş dakikadır sadece külotla olan gazetecimiz Yahudi olmayıp inançlı bir Kırgız olduğu için sevinemedi. Bunu bilerek mi söylediğini kim bilebilir?
İnsan kanına susamış ilk kişi ne Cengiz Han, ne Hitler ne de Stalin’dir. Mao Zedung mu ? O da değil. Paul Pot mu? O da değil. Kimi diyorsun? İntikam niyetli toplu kırgın yapan ilk kişi onlardan da eskiydi. Hiç böyle bir belayı duydun mu? Katilerin anası, katillerin babası vardı.
–Öyle mi? dedi gazeteci.
– Evet, Bolşevikler babamı desteklemek yerine onu İngiliz ajanı olarak görmüşler.
Zeki birisi, mesela “Veçerniy Frunze” gibi bir gazetenin keskin dilli, sakallı çalışanlarından birisi, Mihail Vaynştyeyn’in sözlerinde bir hata bulmuş gibi mırıldanarak: “Ah Mihail yalan söylemekten utanmıyorsun, baban 1937’de vurulduysa, Mao Zedung’dan bahsetmeyip, Stalin ve Hitler’i nereden biliyor?” diye eleştirirdi. Babasından bu şekilde ayrılmak istemezdi. Babasının hayatından derinden etkilenen, işinden derinden etkilenen, işi için tüm kalbiyle dua eden ve defalarca ağlayan bir adamın sözleri olduğunu anlamıştı. Muhtemelen atasının fikirlerini yerde bırakmayıp devam ettirmek istiyor.
Oldu, şimdi oldu. Şikâyetler iyi duyuldu. Gerisini yavaşça dinleyelim. Onu dinleyelim. Sadece başı ağrımakla kalmadı, mesanesi doldu ve üşüdü.
–Yoldaş Mihail dedi gazeteci. Acele bir işim var …
– Test sonuçları çıkar çıkmaz, hemen Kırgızistan’a geleceğim. Babamın el yazmalarına da bakacağım… Geldiğimde sizinle iletişime geçebilir miyim?
– Tabi ki geçebilirsiniz.
Of! dedi gazeteci, telefonu kapattı ve tuvalete koştu.
İki gün içinde! Haber iki günde Moskova’ya nasıl ulaştı. Tuvalete gittikten sonra avludaki muslukta elini yıkadı ve haberin bu kadar çabuk Moskova’ya ulaşmasına şaşırdı.
Daldığında telefon tekrar çaldı. Ellerini çırpıp koridorda asılı duran eski bir havluya hafifçe sildi, küfrederek telefonu tekrar açtı. Müdür yardımcısıymış, sesinden tanıdı.
– İyi misin?
–Arkadaşım, gelecek misin? Birçok kişi seni arıyor. Yazı işleri ofisine geliyorlar. Şöhretiniz Moskova’ya kadar yayıldı, yazı işleri bürosunu aradılar. Telefonunuzu Moskova’dan arayan birisine verdik.
– Aradı, dedi gazeteci. Onunla az önce konuştum.
– Ne diyor?
– Oo, neyini anlatayım? Otuzlu yıllarda babasını kaybeden gariplerden biriymiş, Vaynşteyn adında bir bilim adamı varmış.
– Kırgızistan’da mı?
– Evet, sürgündeyken ölmüş, hala kayıp olduğunu söyleniyor. Davul Taş’ta mı bulunacakmış?
– Ne yapacak o zavallı?
– Tevrat ve İncil’le uğraşması Sovyet yetkililerinin hoşuna gitmemiş, dedi gazeteci.
– Ne Tevrat’ı? dedi öteki.
– Eyvah dedi gazeteci alaycı bir şekilde. Benim bildiğim eline kalem alalı yirmi yıl oldu. Söylesene dostum Musa ismini duydun mu?
– Sanki kulağıma çalındı.
– Bir Rus peygamberi miydi?
– Hala bu dünyada Rusya dışında hiç kimse olmadığını mı sanıyorsun? Ha ha ha diye güldü gazeteci. Aradığı kişi bir Mısır Bilimci, en azından Mısır Bilimciyi biliyor musunuz?
– Hadi söylesene…
– Soruma cevap ver. Söylesene, bir Mısır Bilimci ne yapar? Haşlanmış mısır mı yapar.
– Mısır Bilimci mi? Bildiğim kadarıyla böcekleri ve sinekleri inceler diye güldü.
–Mısır Bilimi adında bir bilim var. Ne yaptıklarını bilmek istiyorsan araştırmalısın. Bugün başım ağrıyor.
– Söylesene Musa kimdir?
– Stalin’in müttefiklerinden biri! diyerek gazeteci güldü.
– Bunları bugün mü konuştunuz?
– Vaynştyeyn, yazdıkları için sürülmüş ve onlar için öldürülmüş. Oğlu gelecekmiş, inanmazsanız geldiğinde detaylı olarak sorarız. Kendi ağzından birlikte dinleyelim.
– Bugün yazı işleri bürosuna gelecek misin?
– Şuan çok ağrım var. Giriş yazısını yazayım, öğleden sonra gelirim.
– Gel dostum, konuşuruz. İki yüz gram votka mı böyle yaptı, girişi ben yazarım…
– Gerçekten mi?
– Hadi gel gel, seni bekliyorum…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.