Kitabı oku: «Biz Babasız Büyüdük», sayfa 2
Cakıpbekov’un eserlerinde rastlanılan bir diğer nokta ise, İkinci Dünya Savaşı sırası cephe gerisini, cephe gerisindeki sosyal gerçekliği yansıtmak olmuştur. Nitekim o, savaşta ağabeyini kaybetmiş, küçük bir çocuk olmasına rağmen cephe gerisinde yaşanılan sıkıntıları yakından hissetmiş, savaş sırasında yaşanılan yokluğu kendi gözleri ile görmüş ve tabii olarak bu durumdan etkilenmiştir. Esasında Aşım Cakıpbekov ile aynı yıllarda edebiyat dünyasında boy göstermeye başlayan birçok yazar ve şairin eserlerinde İkinci Dünya Savaşını anlatan epizotlara rastlamak mümkündür. Fakat Cakıpbekov’un eserlerinde cephe gerisinde çekilen sıkıntılar, fakirlik ve Sovyet insanının ülkesini nihaî zafere taşıyabilmek için verdiği mücadeleden çok insan gerçeği ele alınmıştır. Örneğin “Biz Babasız Büyüdük” adlı küçük hikâyesinde bir çocuğun gözüyle cephe gerisini anlatan Cakıpbekov, dikkatini insan olgusu üzerinde yoğunlaştırmış, babası savaşa giden bir çocuğun dünyasına girmeye çalışmıştır.
Cakıpbekov’un hikâye kişileri gerçektir. Onun kahramanları insanüstü güçleri olmayan, olağan üstü özellikler gösteremeyen sıradan, basit kişilerdir. “Aygaşka” adlı hikâyesindeki ihtiyar Kılıçbek bir Kırgızdır. O da hemen her Kırgız gibi atlara âşıktır. Onun için de atının yarışlardan derece alarak çıkması bir gurur kaynağıdır. Esasında Aygaşka gerçekte var olan bir attır. Kılıçbek de Şeker köyünde yaşamış ünlü bir seyistir. Belki şaşırtıcı gibi görünebilir, ama yapılan bütün yorumlar Cengiz Aytmatov’un Gülsarı adlı romanındaki kahramanlar ile “Aygaşka”daki hikâye kişilerinin aynı olduğu yönündedir.26 Aytmatov da “Aygaşka”yı okuduğu zaman kahramanları hemen tanımış ve Cakıpbekov’a bu durumu sözlü olarak ifade etmiştir. Kısacası Cakıpbekov hayat gerçekliğini ideolojiye bulaşmadan son derece ustaca yansıtmakta ve bunu yaparken de gerçek hayat kişilerinden, gözlemlediği olaylardan hatta bizzat kendi yaşadığı hatıralardan yararlanmaktadır. Örneğin günlüklerinden alınan şu satırlar dikkat çekicidir “Bugün “Bul Kanday Sezim ele” adında bir hikâyeye başladım. Küçükken Latipa ile aramızda yaşadığımız aşkı anlatıyor, hikâyem şimdilik çok güzel gidiyor, eğer sonuna kadar bozmadan böyle devam edecek olursam… (1-15, Eylül, 1957). Yazarın burada sözünü ettiği hikâyesi “Salima” adıyla bu kitapta yer alan hikâyesinden başkası değildir. Görüldüğü gibi yazar bizzat kendi yaşadığı çocukluk aşkını hikâyeleştirmiştir. Bunu yaparken de kahramanlarını olabildiğince gerçeğe yakın çizmiş ve ortaya çıkardığı hikâye kişilerinin psikolojilerini son derece ustaca tahlil etmiştir.
Kılıçbek’in atına gösterdiği ihtimam, onu beslemesi, ona şefkatle bakması, bütün baskılara rağmen satılmasına razı olmaması birbirini tamamlayan olay zincirlerdir. Aslında bu aşırı ilgi Aygaşka’ya değildir, onun temsil ettiği semboledir. Kırgız halkının yüzyıllar içerisinde kanına sindirdiği at kültürü ve sevgisinedir. Kısacası Cakıpbekov kahramanlarının psikolojisini çok iyi hesap etmekte, onu yaşından beklendiği gibi hareket ettirmekte ve oluşturduğu kahramanı millî duygularla donatarak kişilikli bir yapı kurmaktadır. Çünkü onun ortaya çıkardığı birçok hikâye kişisi aslında ya kendisi ya da yaşayan gerçek kişilerdir.
Cakıpbekov yüzünü topluma çeviren bir yazardır. Örneğin onun eserlerinde kolhozlarda inek sağan kızlar övülmez, Sovyet insanının kutsal emeğinden söz edilmez veya kapitalist dünya kötülenmez. Cakıpbekov için esas olan kendi duyguları ve toplumdur. Sosyal hayat içerisinden bulup çıkardığı sevinçleri, üzüntüleri, kederleri hikâyeleştirmiştir. Devlet bütün özel mülkleri kolektif çiftliklerin hesabına geçirecektir. Cakıpbekov günlüğüne not ettiği: “Şayet ‘Aygaşka’da yansıttığım, Parti’nin bozuk siyasî işlerine inanacak olsaydım övmek istemesem bile kendiliğinden Parti’yi öven bir eser çıkardı ortaya. Fakat inanamadığım bir şeyi nasıl överim… Başka halklar bir kenara, Kırgız gibi yüzyıllardır şahsî mal edinmeye alışmış bir halkı malından ayırmanın zamanı mı? Halk buna hazır değil. Bu fikirlerimin ne kadar doğru olduğunu önümüzdeki bir iki yıl içinde göreceğiz…” (10 Ağustos 1961) şeklindeki satırlarla bu yanlış politikaya isyan etmekte ve düşüncelerini eserlerine de yansıtmaktadır. Nitekim onun “Aygaşka” hikâyesinde işlediği ana fikir şahsî mülklerin devlet tarafından gasp edilmesini eleştirir niteliktedir. Yazarın bu noktadaki asıl kaygısı at kültürünün yok olması, beraberinde at ile oynanan oyunların da unutulmasıdır.
Cakıpbekov’un Kırgız kültürü ve dili ile alâkalı hassasiyetini en son kaleme aldığı hacimli romanı Tengri Manas’ın konusundan da anlamak mümkündür. Dünyanın en uzun destanını romanlaştıran yazar böylelikle Kırgız kültürünün ortaya çıkardığı en önemli sanat eserlerinden birisini de yeniden işlemiş ve ölümsüzleştirmek istemiştir.
Cakıpbekov’un hikâyelerinde genellikle seçtiği mekânların köylük yerler olması da aslında bundandır. Şehir, devrimin ortaya çıkardığı yeni kültürün sembolüdür. Şehirlerde Rusça konuşulur, Rus kültürü hâkimdir. Köyler ise geleneği temsil eder. Çünkü hâkim ideolojinin kolları köylere kadar uzanamamaktadır. Nitekim köy yerindeki hâkim dil Kırgızcadır, insanlar Kırgızdır, gelenekler Kırgız geleneğidir. Cakıpbekov, kendi toplumuna âşıktır, üst kültür olarak nitelendirilen Rusları ise bilinç altında sevmemektedir. Bu konuyu açıklaması bakımından günlüklerinden yaptığımız şu alıntı manidardır:
Geçen hafta Tölmiş ile Agış’a Ruslar dayak atmışlar. Otobüstelermiş. Onlar iki, Ruslar ise on beş kişiymiş diyorlar. Sarhoş Ruslardan biri, zayıf bir Kırgız’a sataşmış, ‘Koyun, dağlı, dağına git’ demiş. Tölemişler de duyunca dayanamayıp araya girmişler. Onların araya girmesiyle kavga çıkmış. Polisler aklınızı başınıza almazsanız biz getiririz demişler.
Milliyetçilik gittikçe güçleniyor. Büyüklerse kendi başlarının yanacağından korkup her olayda Ruslara boyun eğiyor. Süreli basın, Parti’nin siyasetinden olsa gerek her şeyi açıkça yazamıyor.
Dışardan bakıldığı zaman bizim yaşadığımız hayat, halklar arasındaki dostluk “harika” deyip övünüyoruz, öyle de görünüyor. Fakat içeride intizamsızlık kol geziyor… Nereden çıkıyor bütün bu problemler?
Frunze’de27 Kırgız şehrinde, Kırgız’dan çok Rus var. Ruslar haliyle baskın geliyor…
Zavallı Kırgızım, cesaretin olmasına var da, koyun gibi sakinsin. Bütün yiğitliğini, namusunu ayaklar altına alıyorlar. Ya medeniyetin Batı medeniyeti gibi değil… Ya da sayın biraz daha çok olsaydı ya… Bir avuçsun. Hakir görülüyorsun! Tamam, Ruslarla kıyamete kadar dost ol, ya da Rus’a karşı çık, ona da tamam… Fakat hepsi bir. En sonunda bir şekilde seni yutup, yok edecekler…” (18 Temmuz, 1960)
Cakıpbekov’un eserlerine yansıyan bir diğer özelliği ise Kırgızca’yı kullanmaktaki marifetidir. Salican Cigitov’un da “Şimdilerde Kırgızca’yı onun kadar ustaca kullanan yazar maalesef edebiyatımızda yok.”28 satırlarıyla ifade ettiği gibi Cakıpbekov eserlerinde Kırgızcayı son derece maharetle kullanmıştır.
“Yazara Dönük Eleştiri Kuramı” 29 çerçevesi dâhilinde değerlendirdiğimiz takdirde günlüklerinden faydalanarak Cakıpbekov’un eserlerindeki millî hassasiyeti ve neden Kırgız diline önem verdiğini de anlamamız mümkündür:
Özellikle Rus dilinden Kırgız diline çevirme işlerinde, aydınların kendi aralarındaki konuşmalarında, şehirli Kırgızların çocuklarını yetiştirmesinde Rus modası giderek yerleşmeye başladı. Kırgız dilinin zenginliği, kelime varlığı ölüyor. 1. Karşılık gelen kelimeler olsa bile çevirme işlerine yeteri kadar önem verilmiyor 2. Kendi aralarında Rusça konuşuyorlar. 3. Kendi öz çocuklarını küçüklüğünden itibaren Rusça konuşturmaya özendiriyorlar, daha sonra o çocuklar kendi ana dillerini bilmeden yetişiyorlar. Burada benim asıl düşüncem Rus dilini bir kenara atmak değil, Kırgız’ın kendi ana dilini bütün ifade gücüyle öğrenmesi, ana dili bir kenara bırakmaması, ana dilimizi zenginleştirip, geliştirmesidir… (29 Ocak 1955)
Görüldüğü gibi Cakıpbekov 1955 yılında daha genç bir öğrenciyken şimdilerde de tartışma konusu olan millî kimlik ve dil meseleleri üzerinde düşünmüş ve kendince bir sonuca varmıştır. Görüldüğü gibi Cakıpbekov genelde yazılarında kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır.
Netice itibariyle Cakıpbekov’un son derece başarılı bir hikâyeci olduğunu belirtmek gerekir. Onun eserleri merakla okunmuş, özellikle “Aygaşka”, kaleme alındığı dönemin nesli üzerinde derin izler bırakan bir hikâye olmuştur. Fakat zamanının büyük bir kısmını Aytmatov’un eserlerini Kırgızca’ya çevirmek için harcayan Cakıpekov, ustalık dönemi olarak nitelendirilebilecek en olgun dönemlerinde tercüme faaliyetleri ve Tengri Manas adlı romanla meşgul olmuştur. Bu yüzden ortaya çok az eser çıkaran yazar, bu eserlerin büyük bir kısmını 1960–70 yılları arasında kaleme almıştır.
Günümüzde ise Kırgız edebiyatı çevrelerince unutulmak üzere olan yazarın, hikâyelerinin yeni baskıları yapılmamakta ve onun ismi geniş okur kitleleri tarafından tanınmamaktadır.
HİKÂYELER
BİZ BABASIZ BÜYÜDÜK
Bu yıl öğretmenlikteki ilk senem. Hâlâ çocukları birbirinden ayıramıyorum. Özellikle soyadlarını çok karıştırıyorum. Böyle durumlarda “Sen kimin çocuğusun?” demek uygun düşüyor. “Şunun oğluyum, bunun kızıyım.” diyorlar, “Baban var mı?” diye ister istemez ağzımdan çıkıveriyor soru. “Var” diyor çocuk hayretler içerisinde. O zaman içimden kendi kendime kızıyorum. Nedense her zaman bu soru çıkıyor ağzımdan: “Baban var mı?..”
Biz küçükken ihtiyarlar çok sorardı. Biz “Yok.” derdik…
O zamanlar batıda, uzaklarda bir yerlerde savaş var. Oradaydı bizim babalarımız. Biz çocuklar okula gidiyoruz. Okulda öğretmenler soyadlarımızla çağırırlardı. Biz de “baba” diye birşeyin var olduğunu ancak o zaman anlardık. Yoksa, herhangi bir zamanda birbirimizle tartışacak ya da dövüşe duracak olsak, duraksamadan “Seni anneme söyleyeceğim” derdik. Annelerimizin hepsi de güzelliğinin en endamlı günlerindeki gelinler. Sabahtan akşama kadar işteler. Nadiren onları güldürecek bir olay yaşanmayacak olsa hepsinin de asıktı suratları. Issız evde sadece anne ile çocuk. Birbirimize destek olan yine biziz, ayrı düşecek olursak telaşa kapılırdık, rahatımız kaçardı…
Bazı zamanlar akşama doğru oyun oynamak için sokağın başına çıkacak olsak otlattıkları bir iki hayvanın başını, ellerindeki bastonlarına dayanmış düşünceli gözlerle yere bakarak bekleyen ihtiyarları görürdük. “Sizin babalarınız taa uzaklardaki kan kaynayan yerde” derlerdi bizlere güneşin battığı tarafı göstererek. Gösterdikleri tarafa baktığımızda gerçekten de bulutların kırmızı renge boyandığını görürdük. “Artık sizin babalarınızın emanet canını bir defa daha görüp, onların ellerinden mezarımıza toprak görsek, öyle ölsek, Allah’a bin şükür ya” deyip ihtiyarlar yeniden kara toprağa bakmaya başlardı.
Fakat “baba” denilenin nasıl bir şey olduğunu bilmezdik..
Günlerden bir gün sınıf arkadaşım Temir’in babası gelmişti. Uzun boylu, geniş vücutlu birisiymiş. Parıldayan kara çizmeleri kar tutmuyor, her adımda “gıc gıc” ses çıkarıyordu. Vücudu demirden yapılmış gibi dimdikti. Gömleğinin iki yakasına iliklenmiş küçük yıldızcıklar vardı. Biz çocuklar bu adamın yanına yaklaşmaya çekinir, arkasından yürürdük. Temir ise elinden tutmuş, yanında gider, bizi kendine artık denk saymadığından görmezlikten gelirdi.
– Baba… derdi o kolundan tuttuğu adama, bir şeyler söylerdi. Baba, nereye gidiyorsun?
Babası gülümseyerek Temir’in kafasını okşar, -Yürü benimle… derdi.
Bizim gözümüze Temir’in babası çok başka birisi gibi görünürdü. Annem söylemişti:
–Senin baban da erlik gösterseydi, Temir’in babası gibi gelirdi. Bir ay kalıp gitse bile ne kadar iyi olurdu.
–Neden göstermiyor?
–Neyi?
–Hani söyledin ya… erliği.
Annem düşünceli bir halde içini çekmiş, -Ah kurban olduğum, öyle hemen gösterebilmek için elde değil ki bu, demişti.
Fakat ben hiçbir şey anlamamıştım. Anneme bir daha sormak istesem de, yüzünün kederli olduğunu görünce vazgeçmiştim. Varmamıştı dilim bir daha sormaya.
Babası olan çocuğun nasıl olduğunu sonraları daha iyi anladık.
Defter yok, eski kitapların sayfalarına yazıyoruz; kalem ucu yok, kamışların ucunu sivriltip yazıyoruz; mürekkep yok, mısır koçanlarının kara köklerini ya da böğürtlenleri ezip yazıyoruz. Temir’in babası ise ona çok güzel bir defter alıp vermiş. Bakınca gerçekten de yaprakları parıldıyor, mürekkepli kalem denilen şeyi alıp vermiş, ne kadar yazarsan yaz mürekkebi tükenmiyormuş. “Bunların hepsini babam Almanlardan ganimet almış.” diyor Temir, imrenen gözlerimizin içine bakarak. Hadi bunlar neyse de gümüş balığına benzeyen çok güzel bir ağız mızıkası almış babası Temir’e, dudaklarına değdirsen bile hemen ses çıkarıveriyor. Fakat Temir bize vermiyor.
–Versene, bir defalığına biz de üfleyelim, diyerek yalvaran gözlerle bakıyoruz Temir’e.
–Vermem diyor, razı olmuyor Temir, elleriniz kirli, mızıkamı kirletirsiniz.
Biz daha da ister oluyor, imreniyoruz. Peşini bırakmadan arkasından yürüyoruz. Daha düne kadar hemen hepimizden dayak yeyip gezen sulu göz Temir, bizim için ulaşılmaz yüce bir mevkide gibi görünüyor. İçimiz o kadar yanıyor ki Temir’in de mutluluğu biran önce bozulsun istiyoruz. Böyle mutluluğu şimdiye kadar içimizden kim görmüş, “Temir, mutluluktan nasıl oluyor da ölmüyor?” diye hayretler içerisinde kalıyoruz.
Baba denilenin nasıl bir şey olduğunu Temir’in babasını görünce öğrendik.
Köyde ne zaman ufak bir toplantı veya şenliğe benzer bir şeyler yapılacak olsa mutlaka Temir’in babası da çağrılır, her konuk gittiği evde şeref misafiri olarak baş köşeye oturtulurdu. Tabiî ki Temir de babasının dizinin dibinde. Ev sahipleri, gelinler birbirleri ile yarışırcasına cepheden gelen askere bono, yiyecek ikram eder, babasına eli yetmeyenler Temir’i sevindirip türlü yemekleri ağzına tıkıştırırlardı. Biz ise bunlar olurken kendi kendimize küsüp eşiğin önüne toplaşır, kendimizi alamaz, birbirimizin üzerine çıkar, içeride olan bitenleri izlerdik.
Gel zaman git zaman o kadar kötü duruma düşmüştük ki, babası bir an önce yeniden savaşa gitse diye bütün çocuklar aynı şeyi diler olmuştuk.
Bir ay sonra gitti babası Temir’in.
Temir, çaresiz, eskisi gibi yeniden bizim aramıza karışır oldu. Fakat biz onu yanımıza yaklaştırmadık. Temir’e karşı içimizde biriken kinimizi kustuk.
–Git buradan, git babana yap nazını!
–Ee, artık baban gitti, ne yapacaksın bakalım?
–Mızıkanı şimdi de mi vermeyeceksin?
Fakat Temir, bizim ne halde olduğumuzu anlamaz, -Ne olmuş yani sizinle oynamadıysam. Eğer “er” ise sizin de babanız gelsin de görelim! derdi.
Bunları duyunca sesimizi çıkarmadan kendi dünyamıza dalar, sonra hemen hepimiz babalarımızı düşünmeye başlardık: “O da erlik gösterip gelse olmaz mı?.. Eğer Temir’in babasının köyde nasıl karşılandığını bilecek olsa bir değil bin erlik gösterirdi, ama…”
Babalarımız bilmiyordu bunları, üzüntü içinde beklettiler bizi.
O sene kış çok ağır geçmişti.
Köydekiler her ev başına para topladılar. Bu toplananlar cephedekilere gidecekmiş. Büyüklerde bir telaş, kalabalık… Biz çocuklar da onlara bakıp telaş ediyor, arkalarında koşup duruyoruz. Cepheye gönderilecek para makbuzlarının üzerindeki asker resimleri çok ilgimizi çekiyor, hayretle bakıyoruz onlara. Üzerlerinde kurşunî renkli kaputlar var, başlarında demirden şapkalar, tüfeklerini doğrultmuş ileri doğru atılıyorlar. Tankların küçük resimleri de var, onlar daha çok ilgimizi çekiyor, “İçi sıcak olsa gerek, bizi de bindirip oynatsalar” diye düşünüyoruz.
Sonra köy halkı askerlere hediye hazırlamaya başladı. Gelinler bir arada ev ev gezip verilenleri topluyor: Bir evden kısa yünlü gocuk, başkasından deve yününden dokunmuş eldiven, iki kat yün çorap… Köyde böyle giyinen insan görmek çok zor. Bütün bu giysilerin nereden çıktığına kimsenin aklı ermiyor. Yiyecek de topluyorlar: heybe heybe kavut30, yufka, tere yağı, kavurma. Böyle yiyecekleri dilimizin en son ne zaman tattığını hatırlamıyoruz bile!
Bir mahallenin verdiği hediyeleri bizim eve toplayıp başına benle Temir’i gözcü diktiler. Oturuyoruz. İkimiz de kendi alemimize dalmış, ses çıkarmıyoruz. “Giydikleri, yedikleri eğer bunlarsa, asker olmak iyi bir şeye benziyor.” diyorum ben içimden.
O sırada Temir konuşmaya başlıyor:
–Ağzımın suyu akıyor, ne olduysa?
–Bilmiyorum, benimki de aynı.
Sonra ikimiz de anlaşmış gibi aynı anda heybelerden birinin dikili ağzını biraz açıp kavuttan epey bir tattıktan sonra yufkaların da tadına bakmaya başlıyoruz. İkimiz de çok susamış olacağız ki eşikteki su dolu kovanın içine düşen buzların çıkardığı şangırtılarla soğuktan titreyene kadar su içiyor, cepheye gönderilecek hediyelik elbiselere sarılarak yatıyoruz. Temir titreyerek babasının Almanları nasıl yendiğini anlatıyor. Onun anlattıklarını nereye kadar dinlediğimi hatırlamıyorum, uyuyup kalıyorum.
Savaş girmiş rüyama. Ben de savaştayım. Etrafım toz duman içinde. Gökyüzünde kan rengindeki bulutlar ağır ağır süzülüyor. Üzerimde annemin hazırladığı yün giysiler.. Çantamda kavut var, yufka var. Tüfeğimi ileri doğru uzatmış babamla birlikte yürüyorum. Sağımızda da solumuzda da nedense sesi çıkmayan tanklar yavaş yavaş geçip gidiyor bizi, önümüzde ise şekillerinin nasıl olduğunu tam anlayamadığım vahşi hayvanlar kaçıyor. “Şu önde kaçanlar düşmanlarımız” diyor babam. Düşmandan korkmadığıma, hatta onların benden korkarak kaçtığına çok seviniyor, gururlanıyorum. Sonra karnımın acıktığını hissediyorum. Babamla ikimiz buz gibi suyu olan bir pınarın başına oturuyoruz. Ben çantamdan kavutu alıp yufka ile yemeye başlıyorum. Babama da veriyorum. Babamın yeyip yemediğini hatırlamıyorum, sonra pınarın soğuk suyundan içiyoruz. Biz ayağa kalktığımızda artık görünmüyor düşman.
–Baba artık eve gideriz değil mi? diyorum ben.
–Evet oğlum, diyor babam, Almanlar kaçtı, artık eve gidebiliriz.
Sonra… Sonra nereye gittiğimizi bilmiyorum.
Ertesi sabah uyandığımda kendi odamda, kendi yatağımda buluyorum kendimi. Yanımda hediyeler de Temir de yok. Başımda gömleğimi düzelten annem oturuyor.
–Kalk, diyor annem, kalk güneş doğdu artık. Yatağımın sıcaklığı beni kendine çekiyor, biraz daha uyumak istiyorum. Yorgana sıkıca sarılıp yatağın diğer tarafına doğru sürünüyorum. Adeti olduğu üzere annem ne zaman soğuk ellerini koynuma sokup, beni ürpertecek diye bekliyorum. Fakat annem benimle ilgilenmiyor. Başımı kaldırıp ona baktığım zaman onu biraz önce bıraktığım gibi buluyorum. Gözlerinde iyiden iyiye seçilen bir hüzünle oturuyor. Gözlerinin altı şişmiş, böyle iç çekerek üzüntülü, uzun zamandır oturuyormuş gibi bir hali var.
–Ana, diyorum, birden hatırlayarak, babama kavut göndermiş miydin?
“Babama” derken annem birden başını çevirip bana bakıyor, o an ağlamamak için kendini zor tuttuğunu, biriken damlalardan gözlerinin parladığını görüyorum. Gülümsüyor annem, sallıyor başını hafifçe. Fakat bu gülümsemeden odaya bir hüzün yayılıyor. Hemen yerimden kalkıp boynuna sarılıyorum. Annem de beni sıkıca kucaklıyor ve fısıldayarak kederli bir sesle yavaşça konuşmaya başlıyor:
– Baban, zavallı, zor durumda olsa gerek. Acaba ne haldedir?… Aç mı, tok mu?.. Ne yapsın, bunun adı savaş… Bizim Kök-Say değil ki… Mektupları da kesildi…
Sonra konuşmama kalmadan başımı bağrına sıkıca bastırıp hasretle öpmeye başlıyor.
–Sen ona mıkçıma31 vermiş miydin? diyorum, daha da sıkı sarılarak.
–Verecek olsam yok ki… Rüyama girdi… diyor annem.
–Ben rüyamda yufka vermiştim, diyorum kafamı kaldırıp, övünç dolu gözlerle anneme bakarak.
–Ahmağım benim, diye konuşuyor annem, başımı okşayarak, babana vermeden kendin yemişsin ya!
–Hiii…
Sonra… geceleyin Temir’le yaptıklarımız aklıma geliyor bir anda, o an dilim tutuluyor.
Gerçekten de düşümde, pınarın başındayken babam benim verdiğim yufkadan yememiş, nedense bana darılmış gibi bakarak oturmuştu. Demek ki köyden gönderilen hediyelerden ona gitmemiş. Başka askerler doyana kadar yemiş, babama ise “Senin payını oğlun yedi” denmiş…
Tüh!..
O günden başlayarak kendimce babama azık toplamaya başladım. Anneme göstermeden biriktirdiğim azığı babama göndereyim, herkesi şöyle bir şaşırtayım, yaptığım ayıbı temizleyeyim, babama bir de mektup yazıp sevindireyim diye düşünüp gayretlendim. Yediğim ekmeklerden, kavuttan artırıp, yüklüğün yanındaki boşluğa saklamaya başladım. Bir gün baktım ki küçük küçük ekmek parçaları ben farkına varmadan epey çoğalmış. Ekmekler kurumuş, bazılarının üzeri küf tutmuş. Kavutun tadına baktım, o da ekşimiş. Anneme gösterip, sırrımı ortaya dökmek istemedim. Ekmekleri ayrı, kavutu ayrı bağladım ve bir de mektup yazdım:
“Babacığım, karnın aç mıydı? Geçenlerde sana gönderdiğimiz azıktan az bir şey yemiştim, bana darılmadın değil mi? İşte, bu ekmekleri sana gönderiyorum. Bana darılma, tamam mı babacığım?.. Bir an önce evimize gel, iyi mi? Temir’in babası gelip gitti. Sen neden gelmiyorsun? Erlik gösterip sen de gel olur mu? Sonra bana Temir’inki gibi mızıka al, defter al, kalem al, öyle gel olur mu babacığım?”
Hemen o gün yazdığım mektubu ekmeklerin arasına sıkıştırıp, ağzını iyice bağladıktan sonra, yükümü alıp postacı dedeye gitmiştim. Postacı dede sallanarak yürüyen atıyla ileriden görünmüş, önüne geçip selamlayarak karşılamıştım onu. Dede, selamımı alıp, uzun kirpiklerini beni nereden tanıdığını hatırlamaya çalışırcasına kırpıştırıp durdurmuştu atını.
–Dedee, bunu babama verir misiniz?
–Bu elindeki ne?
–Azık…
–Azık böyle gönderilir miymiş. Sen kimin oğlusun bakayım?
–Aralbay’ın…
İhtiyarın yüz hatları bir anda gerilmişti.
–Aralbay’ın mı dedin?..
O gün postacı dede “Vay benim başıma gelenler!” diyerek, kamçısıyla giydiği kaftanın eteklerini sert bir hareketle toplamış ve atını sürüp gitmişti. Elimde azık çıkını, tek başıma sokağın ortasında kala-kalmıştım. İhtiyar biraz gittikten ve benim anlayamadığım bir şeyler mırıldadıktan sonra atının yönünü bana çevirip yeniden yanıma gelmişti. Göz göze gelmemeye çalışmıştı benimle.
–Gel, gel yavrum, kurbanın olayım, ver azığını, ver, demiş aceleyle elimden hazırladığım çıkınları alarak yüzüme bile bakmadan ayrılmıştı yanımdan.
Akşamleyin annem işten gelince, “Sırrımı nasıl açsam, annemi nasıl sevindirsem?” diye düşünüyor, neşeyle gülümsüyordum. O sırada kapının önünde ayak sesleri duyuldu. Dışarıdan ihtiyar nineler ve dedeler geldi. İçlerinde postacı dede ve köyün muhtarı da vardı. Nedense korkmuşa benziyordu annem, gelenleri sorgulayan gözlerle süzüp öylece ayakta kaldı. Gelenler de bir an için ne yapacaklarını şaşırmışlar gibi anneme bakıyorlardı. Sonra kadınlardan biri beni dışarıya çıkardı, cebinden küçük bir ekmek parçası çıkararak tutuşturdu elime, yanağımdan öpmüştü. Yüzüme iki damla ılık su damladı. Tam o sırada içerden annemin acı çığlığı duyuldu…
Sonraları Temir’in annesinin de böyle bağırdığını duymuştum.
Git gide böyle çığlıklar köyün hemen her evinde sıkça duyulur oldu…
İşte!..
“Baban var mı?” diye sorduklarında “Yok!” demeye o günlerde alıştık biz…