Kitabı oku: «Çiğdemleri Solan Bozkır», sayfa 2
MUHTEREM
Emir Kalkan’a
İki katlı, uzunca bir bina idi ortaokul. Upuzun bir koridor, koridorun iki yanında, kapıları koridorun içine doğru açılan derslikler… Ön tarafında koca bir levha: “Kaman Ortaokulu.” Köylü, kasabalı, zengin, fakir… Hepimiz burada okurduk. Biz, köylerden gelen çocuklar bir ev tutardık. Tek odalı, yıkık dökük kerpiç evler. Yemeklerimizi kendimiz pişirir, bulaşıkları kendimiz yıkar ve kendimiz okurduk.
Köyden ilk ayrıldığımızda bir gariplik çökerdi üstümüze. Bazı geceler sessizce ağlar, analarımızın gelmesini beklerdik.
Haftada bir, çarşamba sabahları gelirdi analarımız. Koyunlarında bir haftalık hasret, dillerinde kurban, gada, ölüyüm…
Birbirine ne çok benzerdi analarımız. Başlarında boncuklu yazma, sırtlarında allı fistan, kolsuz yelek, bacaklarında pazen don… Ayaklarında, garipliği, mahzunluğu bir mühür gibi tabanlarına vuran kara lastikler olurdu. Kara lastik! Kışın dondurur suya giderken. Yazın yakar, kavurur arpa biçerken. Hepsinin yüzünde, aynı kalemden çıkmış bir yazgı. Yokluk, yoksulluk, sefalet… Alınlarında, yüzyıllardır biriken çizgi çizgi efkâr; kat kat hüzün. Yavrularına yiyecek taşıyan bir serçe gibi, korkulu, tedirgin, ürkek hepsi de. Güneş doğmadan tozlu yollara düşüp traktörün vagonunda sarsılmış bedenleri ve uykulu, mahmur gözleriyle tan yeri ağarırken inerlerdi Hanın Önü’ne.
Köyden satmak için getirdiklerini telaşla traktörlerden indirir, yan yana dizelerdi. Bir batman süt, iki helke yoğurt, iki topak tere yağ, beş on yumurta…
Bizim için getirdiklerini başka bir köşeye yığarlardı. İki çuval tezek, beş koşum bulgur, bir helke yoğurt, birkaç büküm yufka ekmek…
Getirdiklerini birkaç seferde yoğurt pazarına taşırlardı. Ar sayıp sağa sola bakamazlar, başları önde giderlerdi çarşıda yürürken. Şaşırsalar yol sormaya cesaretleri yoktu. Vakti, saati güneşe bakarak hesap ederler, sattıklarının hesabını kitabını hiç bilmezlerdi. Alıcılar ne verirse…
Her çarşamba bir öncekinin tekrarıydı. Sabahleyin köyden gelen ne varsa birkaç saat içinde satılırdı. Ablalarımıza işlengi ipliği, patiska, kanaviçe; bize kalem, defter, kitap…
Ceket, gömlek, ayakkabı… bunlar pahalıydı. Yılda bir kez, sıra gelirse, harman zamanı…
İlçede, ortaokulda okuyan tüm köy çocukları, analarımızın geleceğini bilir, çarşamba sabahları erkenden Hanın Önü’ne dizilirdik. Emişme vakti, anasını bulamayan kuzular gibi sağa sola koştururduk.
“Teyze, anam geldi mi?”
“Bibi anamı gördün mü?” diye varırdık yanlarına. Kimi, koynuna soktuğu ve daha soğumadan yavrusuna yetiştirdiği “döndermeli” dürümü çıkarır, kimi “Yumurtlamıyor gıran giresiceler,” diye tavuklara kızarak köydeki kardeşlerimizin boğazından kestiği haşlanmış yumurtayı uzatırdı. Ağzımızdaki tat değişiverirdi birden. Bir ana sıcaklığı sarardı bizi, üşütmezdi ayaz çarşamba sabahları…
Önce köyden gelen bir haftalık erzakı çekerdik kaldığımız köhne kerpiç evlere. Tezek, yufka, yoğurt, bulgur… Erzakı eve taşıdıktan sonra yoğurt pazarına gider analarımızın duluğuna dikilirdik. Babalarımıza isteklerimizi kolayca söyleyemez analarımızın dalına binerdik. Pazarın o kalabalık, uğultulu ortamında analarımıza anlatırdık tüm dertlerimizi. Köyde çektikleri yetmezmiş gibi sırtlarına yeni şelekler yüklerdik. Bizdik ortaokulda okuyan; ama mektebin tüm yükü, okuma yazması bile olmayan bu gariplerin sırtına binerdi.
Her Çarşamba, yoğurt pazarında, yoğurtların satılmasını beklerdik. Her oğulun ayrı bir derdi, her ananın bin derdi vardı…
“Anaa, beden eğitimi hocası eşofman istiyor. –Eşeofmansız geleni derse almam- diyor.”
“Eşortman mı!?”
“He ana, beden eğitimi dersinde giyeceğiz.”
“Güzün pantul, cekat aldık ya guzum.”
“Eşofman ana, eşofman…”
“İlazımlı bir şey mi? Kaçaymış?
“Beş…”
“…Alırık yavrum. Baban haftaya danayı satacak…”
“Anaa, benim matematik kitabım da yok. Geçen hafta ödevimi yapamadım, öğretmen…”
“Bıldırkı kitabından çalış oğlum, İdare et bu sene…”
“Olur mu ana!? Ben orta ikiye geçtim.”
“Alırık guzum, gaçaymış?”
“İki buçuk lira.”
“İki buçuk mu!? Hele şu yoğurdu satalım bir…”
“Anaa, elişi dersine de mukavva ile uhu lazım.”
“Hokavva ney, huhu ney gadasını aldığım?”
“Biri karton, biri de yapıştırıcı ana.”
“Alırık yavrum, haftaya iki tavuk getiriyim de…”
“Ana gıız?”
“Anan gurban olsun, ne ki gadasını aldığım?”
“Müzik öğretmenimiz de flüt istiyor. Hepsinden önemlisi de flüt. Bir de beş çizgili müzik defteri… Yeni bir müzikçi geldi, flüt getirmeyeni dövüyor ana…”
“Ben hangi dertten ölüyüm oğlum, hokavva, eşortman, hülüt… Ablana patiska, kanevçe de alacaağam… Hocalarınız da insan halından bilseler ne var? Yoklu mu, yoksul mu diyen yok…”
***
O çarşamba, analarımızın zihninde bir flüt sorusu kaldı.
“Hülüt ne ki gadasını aldığım?”
Yoğurt paralarının bir kısmını, ablalarımızın çeyizlerinden keserek gönülsüzce uzattılar elimize. Hepsi aynı şekilde yakındılar o hafta.
“Biz uşağı okusun, adam olsun diye mektebe salıyok, hocalar düdük çaldırıyo anam, ben böyle derde ıras gelmedim…”
Hepimiz analarımızın düdük dediği flütlerden aldık o hafta. Sarı, kırmızı, mavi, beyaz flütleri öttürerek vardık ortaokulun bahçesine.
Nusret Hoca gelmeden önce ortaokulda müzik hocası yoktu. Müzik ve yabancı dil hocaları olmazdı zaten. Flütü biz de bilmezdik. Nusret Hoca, daha ilk derste flütün ne olduğunu bağırarak öğretti bize. Biz de koşup analarımıza öğrettik…
Çoğumuz sefil, perişan köy çocuklarıydık. Değiştirmeye gömleğimiz, kazağımız olmazdı. Bazen yollar kapanır gelemezdi analarımız. Haftalarca aynı gömlekle giderdik okula. Yakalarımız kirden ışılardı. Ağabeylerimizden, amca çocuklarından kalma ceketlerin kolu ellerimizi yutar; cepleri dizkapaklarımıza kadar inerdi. Pantolonların beli düşer, elimizin biri, belimizde olurdu hep. Elimizin biriyle pantolonumuzun belini tuttuğumuzdan koşularda yenilirdik. Hoca birimizi tahtaya çıkarsa, resmimize bakar gülerdik. Hep bir şeylerimiz eksik olurdu. Yazılılarda çizgili kâğıt, başlık yazmak için kırmızı kalem, bekâr evinde yağ, teneke sobada tezek, çayımızda şeker…
Nusret Hoca’nın korkusundan müzik dersine noksansız girerdik. Bir flüt, beş çizgili müzik defteri ve bir türlü ezberleyemediğimiz; ezgisi, sözleri bizden olmayan o tuhaf, soğuk, donuk şarkılar…
İlçede oturan çocuklar bizden biraz farklıydı. Biz köy çocukları, sürünün içindeki yadırgı koyun gibi seçilirdik onlardan. Kilimcinin Murtaza, Nalbantların Bayram, Nurukâlerin Arif, Kötüköylü Ercan, Karakütüklü Şaban…
Hangi rüzgâr savurmuştu, hangi tipi sürüp getirmişti bilinmez. Bir de Abdalların Muhterem vardı sınıfımızda. İçimizde en gariban da o idi. Abdallar Mahallesinden gelirdi. Zurnacı Bağrıyanık’ın oğluydu. Meşhur bir zurnacıydı babası. İlçede herkes tanırdı onu. Muhterem’i de tanırlardı. Yaz tatillerinde babasının yanında köylere düğünlere giderdi. Babası gibi o da zurna çalardı. Düğün çalan, meclislerde oturan bu iri yarı abdal oğlu, ilkokulu nerede okumuştu, ortaokula nasıl, niye gelmişti, kimse bilmezdi.
Muhterem, kara yağız, kavruk tenli, bize göre uzun; boylu poslu bir oğlandı, yanakları tombul, gözleri üzüm karası… Zurna çalan parmakları etli, iriceydi. Aynı sırada otururduk. Ben onun ödevlerini yapardım, o da düğün çalıp geldiği haftalarda bana “kırık leblebi ve keçiboynuzu” alırdı. Bıyıklarımız daha terlememişti bizim. Ama Muhterem birkaç gün tıraş olmadığı zaman bıyıkları belirginleşir, pazartesi günleri İstiklal Marşının ardından hocaların hışmına uğrardı. Bıyıkları yüzünden bazı hocaların hiddetli tokatları çarpardı esmer yanaklarına. Sorguya çekerlerdi onu. Muhterem hep aynı cevapları verirdi. Kesin ve kısa cevaplar….
“Niye tıraş olmadın lan?”
“Cilet yok hocam.”
“Boğazlı kazak giymek yasak demedik mi?”
“Köyneğim yok hocam.”
“Ceketin niye yırtık?”
“Anam yok hocam.”
“Düğünlerde içiyor muşsun?”
“Tövbe, vallaha yok hocam…”
Hiç bir mazereti kabul görmezdi Muhterem’in. Her pazartesi; “pat, pat” iki tokat inerdi tombul yanaklarına. Hiç sarsılmazdı; umursamazdı. Elini bile siper etmezdi yüzüne. Suratını azdırır, hazır ol vaziyetinde bekler, tokadını yer, sakince sırasına geçerdi.
Sadece jileti, gömleği değil defteri, kalemi, kitabı, eşofmanı, flütü de olmazdı. Dayak yer, aşağılanır, horlanır ama yılmaz, inatla okula gelirdi. Babasını tanıyan, onun bir abdal oğlu olduğunu bilen hocalar pek ses çıkarmazlardı. Hatta teşvik ederlerdi Muhterem’i. Yazılılarda sağa sola bakarak yazmasına karışmazlardı pek. Sınıfı geçmesi için biraz da yüksek not verirlerdi. Ama ilçe dışından gelen, onu tanımayan hocalar, bir zulüm bulutu olur Muhterem’in üzerine yağarlardı.
“Sözlüye kalk Muhterem.”
“Efendim hocam.”
“Anlat bakalım Anzavur ayaklanmasını.”
“Anzavur, eee, Anzavur....”
“Otur, BİR!”
“Tahtaya çık Muhterem.”
“Buyur hocam.”
“Oku bakalım kunut duasını.”
“Allahümme inna… Allahümme inna…”
“Muhterem, sözlüye kalk bakalım.”
“Efendim hocam…”
“Gelmek fiilinin, şimdiki zamanın hikâyesi, ikinci tekil şahsa göre çekimini yap bakalım…”
Muhterem’in her ders “çektiğini” bilir, fazla çektirmezdi Yaşar Hoca, ipucu verir, cevabı kendi buldururdu…
“Ge-li- yor- sun…”
Hiçbir sorunun cevabını tam veremezdi, Türkçe dersi hariç sözlülerden hep “bir” alırdı Muhterem.
Yetişkin bir adamın hatları vardı yüzünde. Kaşlarını çatınca alnında derin çizgiler oluşurdu. Farklıydı. Duruşu, oturuşu, kalkışı diğer çocuklara hiç benzemezdi. Teneffüslerde yalnız gezerdi. Bizden üst sınıfta bir kıza dalardı gözleri. Ayakları o kızın olduğu tarafa götürürdü Muhterem’i. Yaklaşamaz, uzaktan bakar, uzaktan severdi. Bilirdik. O, bir şeyler anlatırken bir ihtiyar adam konuşurdu sanki. Hocaların anlattığı hiçbir şey sarmazdı onu. Sınıfın duvarları kuşatamazdı Muhterem’i. Derslerle de pek ilgilenmezdi. Çukur ayna, tümsek ayna, Frigyalılar, Urartular, çember, daire, üçgen… Vız gelir tırıs giderdi zihninden.
Nusret Hoca gelmeden önce, müzik dersimize, Türkçe hocası gelirdi. O, dilinden bal damlayan adam: Yaşar Bey. Müzik dersinde her birimiz birer türkü söylerdik. Kırk dakika bir su gibi akar; neşe içinde biterdi. Ne solfej ne nota ne de diyez, bemol… “Sol anahtarından hiç haberimiz yoktu. Yaşar Hocaya bir türkü söyledik mi, tüm kapılar kendiliğinden açılırdı. “Bir bölü birlik, bir bölü dörtlük, sekizlik, onaltılık….” Ne notalar, ne vuruşlar varmış, hiçbirini bilmezdik ama mutluyduk. Müzik deyince yanık bir türkü gelirdi aklımıza. Türküler gibiydi zaman, bazen şen şakrak, neşeli, bazen de dertli…
Nusret Hoca gelmeden önce, müzik dersinde en başarılı öğrenci Muhterem’di. Bize, diğer derslerdeki başarılarımıza göre bir not veren Yaşar Hoca, Muhterem’e cömert davranırdı. Muhterem o yanık sesiyle “aydooost!” diye bir bozlağa asılır; “on” alıp otururdu.
Muhterem hariç herkesin sadece bir türküsü vardı. Kilimcinin Murtaza, “Kızım sana fistan aldım vardı mı da vardı mı?” Nalbantların Bayram, “Bahçeye bider ektim de kız Meyrem, Meyrem,” Nurukâlerin Arif, “Bağa gel bostana gel” diye başlarlardı. Çoğumuzun türkülerini yarıda keserdi Yaşar Hoca. Muhterem, her hafta farklı bir türkü söylerdi. Onun türkülerini hiç kesmez, sonuna kadar dinlerdi. Bir başka olurdu onun türküleri:“Karadır bu bahtım kara, Ağ ellerin sala sala gelen yar…” Bazen hüzünlenirdi Yaşar Hoca. Bir türkü söylerdi ki Muhterem, yaralı, ölgün, içli bir türküydü. Bir ateş gibiydi ezgisi. Muhterem’in göğsünden kalkan yalım Yaşar Hocayı da sınıfı da yakardı. Hepimiz sessizce dinlerdik.
“İp attım ucu kaldı
Tarakta kücü kaldı.
Ben sevdim eller aldı
Yürekte acı kaldı.
***
Nusret Hoca’nın daha ilk derste estirdiği korku rüzgârı, köylerdeki analarımızı bile savurmuştu. Analarımız, gönülsüz de olsa birer flüt parası çıkarıp vermişlerdi o hafta…
İstanbulluydu Nusret Hoca. Havası, suyu, insanları, türküleri farklı şehirden. Kolayca telaffuz edemediğimiz “konservatuar” mezunuydu. Bu kelimeyi duyduğumuzda gözlerimiz nasıl da iri iri açılmıştı.
“Konservatuar!”
Gözleri çil maviydi Nusret Hoca’nın, gözleri donuk, mat, soğuk… Hiddetlenince, gözlerinde çok korkunç ve okunmaz ifadeler olurdu. O hiddetlenince, bakışlarımız sıraya çakılır, kafamızı kaldıramaz, gözlerine bakamazdık…
Müzik dersi vardı, flütlerimizi ve beş çizgili defterlerimizi alıp geldik o gün. Hoca tebeşir tozuna batırdığı bir ip ile tahtaya beş çizgi çekip çizgilerin baş tarafına bir de anahtar koydu. Sınıf bir mahpushane, o beş çizgi de demir parmaklıklara dönüştü birden. Ve o anahtar: “Sol anahtarı!” Hiç birimiz, hiçbir kapıyı aralayamadık onunla. Ritm, solfej, tam vuruş, yarım vuruş, ince re, kalın do, si bemol, fa diyez… Anlamsız çığlıklar ve flüt. Bir helke yoğurt parasına aldığımız o kâbus, rüyalarımıza giren o alet! O günden sonra ezgilerimiz yarım kaldı, türkülerimiz dilsiz…
İngilizceden, matematikten korkmazdık. Müzik dersi olduğu günler ise bir tedirginlik çökerdi üstümüze. “Nusret Hoca beni kaldırmasa” diye bildiğimiz tüm duaları okur; hatim indirirdik. Bir türkü söyleyip “yedi, sekiz, on” aldığımız günler, aah, o günler ki, sisler, dumanlar içinde kaybolan uzak hatıralar gibiydi. El yetmez, göz görmez hatıralar…
Nusret Hoca flütü öttürüp sorardı:
“Bu hangi ses?
“Fa.”
“Aç elini! ”
“Pat, pat, pat, pat.”
“Geç yerine, senin yerinde eşek olsa öğrenirdi.”
“Do, re, fa, bir vuruşluk, dört vuruşluk…” bir türlü tutturamazdık. Beyaz değnek elimize inip inip kalkardı. Elimizi yalayıp geçerdik sıramıza.
Bir bahar günüydü. Çarşambaydı. Analarımıza uğrayıp gelmiştik. Matematik dersinden yeni çıkmış, fa, sol, la sol, mi mi, re mi… bir şeyler ezberlemeye çalışıyorduk. Muhterem oralı bile değildi. Bize bakıp gülüyordu.
Nusret Hoca derse girdiğinde, sınıfın içine ölü toprağı serpildi. Derin bir sessizlik çöktü. Gözlerimizi kaçırdık hep birlikte. Muhterem ile ben orta sıralarda kafamızı önümüze eğdik; bir çift keklik gibi pustuk. Hoca flütü ile bir parça çaldı. Sonra melodisiyle birlikte söyledi.
“Oooooo, mavi bilye gibi dünyaaaaaaa!
Tüm dünyanın çocuklarııııııı!
Gelin oynayalıııııııııım.
Mavi bilyelerleeeee;
Dostluk kardeşlikleeeeeeeeeeeeee…”
Bu sözler hepimize bir tuhaf gelmişti. Zihnimizde hiçbir acıya, ateşe, ağıda, türküye karşılık gelmiyordu. Gülmek istiyor, korkudan gülemiyorduk. Yaşar Hoca olsa kahkahalar atardık. O da gülerdi bizimle.
Nusret Hoca şarkısını bitirdi ve anlamını bir türlü çözemediğimiz, belki de hiç çözemeyeceğimiz acayip seslerle bağırmaya başladı.
“Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
Muhterem usulca fısıldadı:
“Bu ne bağırıyo gurban olduğum? Göçün ardında kalmış deve köşeği gibi…”
Dudaklarımı ısırdım. Küçükken ağladığımda ebem söylerdi bu sözü. Muhterem de gülecekti. Kendimizi zor tutuyorduk. Muhterem’in gözlerinin içi parlıyordu. Yanaklarımız iyice gerilmişti. Korkmasak pıskıracak; kahkahayı basacaktık. Hoca fısıldadığımızı gördü. Korktum, tahtaya bakamıyordum. Muhterem de kaşlarını çatıp ciddileşti, yüzündeki ifadeler değişti. Nusret Hoca gözlerini ağarttı, gözlerinde çil mavisi iki bilye dönmeye başladı. Bakışları ürkütücü, soğuktu. Sınıfa şöyle bir göz gezdirdi. Bize doğru ilerledi. O gelirken küçüldük iyice, pustuk sıraya. Hoca, Muhterem’in ensesinden tutup.
“Tahtaya çık,” dedi.
Muhterem ölüm fermanı okunan bir mahkûm gibiydi. Tahtaya çıktı. Ceketinin altında gömleği yoktu. Bir kazak giymişti ve kravatı da çıplak boynuna bağlamıştı. Nusret Hoca, sağ elindeki flütü sopa gibi sallayıp sol eline vuruyordu. Muhterem’in önünde sağa sola gidip geldi, birden geriye döndü ve gürledi:
“Nerde flütün!”
“Flütüm yok hocam.”
“O zaman söyle!. Ooooooo mavi bilye gibi dünyaaaaaaaaa…”
Muhterem bir bozlağa asılır gibi asıldı.
“Ooooo….”
“Sus! Sus! İğrenç! Bu köylü türküsü mü be! Kes! Verin şuna bir flüt, al bakalım şu flütü. Çal! Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
Eline zurnayı alınca yanık yanık öttüren Muhterem’in, zurnanın deliklerinde ahenkle inip kalkan o iri parmakları, flütün üzerinde anlamsızca gezindi. Etli, tombul parmakları titriyordu. Avurtlarını şişirip bir iki daha denedi. Olmadı. Nusret Hoca artık yerinde duramıyordu. Zurnayı, “karadır bu bahtım kara, sözüm kar etmiyor yâre” diye acı acı inleten, zurnaya “eyvah, eyvah” dedirten Muhterem, bu küçük alete hiçbir şey söyletemiyordu.
Muhterem, “düürt, düürt” bir iki ses daha çıkardı ama Nusret Hoca’nın istediği sesler değildi. Hocanın gözleri döndü, iyice hiddetlendi:
“Çal ulaaan! Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
“Düdüdüüt, düt, düdüdüt.”
“Olmuyor, olmuyor! Eşek bile…”
“Bunu çalamıyorum hocam.”
“Çalacaksın, çal!”
“Hocam zurna…zurna…”
Muhterem sözünü tamamlayamadı. Nusret Hoca, zurna kelimesini duyunca gözlerindeki mavilikler kayboldu. Çıldırdı, ağzından köpükler saçılıyordu:
“Zurna mı! Zurna mı ! Zurna…!
Elindeki flüt ile Muhterem’in kafası gözü neresi denk gelirse vurmaya başladı. Korkudan sıralarda eridik. Yapıştık sıralara. Kafamızı kaldırıp bakamıyorduk. Flüt, Muhterem’in başında ikiye ayrıldı. Flütün baş tarafı fırladı gitti. Yüzünde tokatlar patlıyordu. Muhterem bir heykel gibi hareketsiz duruyordu. Yanağına patlayan tokatlardan yılmıyor, sadece tokat inerken gözlerini kısıyordu. Hepimizin yüzleri gerilmişti, ağlayacaktık, ağlayamıyorduk. Muhterem’e vurulan tokatlar bizim de yüzümüze iniyordu. Hoca iyice azıttı. Kızlardan biri feryadı basıp ağlamaya başladı. Nusret Hoca birden kendine geldi. Durdu. Şaşkındı. Ne yaptığını bilmiyordu. Donuk mavi gözlerini sınıfa dikti. Burnundan soluyordu. Hiçbirimiz onun gözüne bakamıyorduk…
Muhterem, hocanın gözlerinin içine içine baktı, göz göze geldiler. Muhterem’in sesi boğuk, ağlamaklıydı. Ağlamadı. Boynundaki kravatı çıkardı. Usulca seslendi.
“Öfken geçti mi hocam,”dedi, sıraya doğru yavaş yavaş geldi. Yanıma oturacak sandım. Sıranın kenarına doğru çekildim. Sıranın gözünde bir tane defteri vardı. Eğilip defterini aldı, koltuğunun altına sıkıştırıp sınıfın kapısına doğru yürüdü. Kapıyı yavaşça açtı ve çıktı…
Ertesi gün, sonraki gün… Muhterem bir daha okula gelmedi. O, gömleği olmadığı için kravatı çıplak boynuna takan, düğün çalıp geldiğinde bize keçiboynuzu, kırık leblebi alan, üst sınıftaki çifte belikli kıza uzaktan bakan kara yağız yiğit oğlan yoktu… Sınıf eksik, onun oturduğu sıra garip, mahzundu.
Birkaç hafta sonra… Bir Çarşamba günüydü. Birkaç arkadaş yoğurt pazarında analarımızın yanına dikildik. Yoğurtlar satılacak, biz de harçlığımızı alıp okula gidecektik. Kıştı. Soğuk, ayaz… Muhterem’i gördüm. Sırtında bir çuvalla gidiyordu. Koşup çağırdım arkasından.
“Muhterem, Muhterem!”
Sırtındaki çuvalı indirmeden geriye döndü. Yüzüme baktı. Çuvalın sahibi de durdu. Cevabını bildiğim halde sordum.
“Muhterem okula niye gelmiyorsun?”
Bıyıkları iyice gürleşmişti. Bıyığının altından güldü. Bir cümle çıktı ağzından.
“Sabahın ayazında yüzüne gezdireyim müzük hocanızın!”
Donup kaldım. Yükün sahibi Muhteri’e seslendi:
“Haydi, sallanma oğlum, yürü…”
Umursamaz bir tavırla döndü ve yükünü taşıdığı adamın ardından iki büklüm yürüdü.
****
Atatürk’ün ilçeye gelişinin yıldönümüydü. Her yıl temsili bir karşılama yapılırdı. Davullar gümbür gümbür dövülür, zurnalar yiğitçe öter, halk o günü yaşıyormuşçasına meydana dökülürdü. Ortaokul öğrencileri, Atatürk heykelinin önünde sıraya dizilmiş bekliyorduk. Okul müdürü, ortalıkta telaşlı telaşlı koşturuyordu. Sıraları bozduğumuzu görünce yanımıza gelip bizi azarladı.
“Peynir kurdu gibi kaynaşmayın lan! Geçin sıranıza, sessiz durun!”
Okul müdürü sıkıntılıydı. Yanındaki Yaşar Hocaya yakınıyordu:
“Olmaz ki Yaşar Bey, vallahi yalvar-yakar zor getirdim Bağrıyanık’ı. -Küstüğüm dağın odunu yakmam- dedi, diretti. Gelmiyordu. Kaymakam Beye rezil olacaktık vallahi. Bağrıyanık’tan başkası da istediğimiz gibi çalamaz ki kardeşim. Yıllardır o çalar törenlerde. Ah, Nusret Hoca! Ne istedin garipten. Yaşar Bey, hatırlar mısın? Zavallı Bağrıyanık, nasıl da hevesle getirmişti oğlanı, okusun diye. Hangi birini söyleyeyim Yaşar Bey, elin İstanbullusu ne bilir bu garip Bozkırı! Burayı Beyoğlu sanıyor canım… Yine de kırmadı bizi, geldi adam… Bağrıyanık’ın yerinde ben olsam, gelmezdim vallahi… Garip bir abdal oğlu, ne bilsin notayı, flütü…”
Nusret Hoca yanımıza geldi az sonra. Beşerli sıraya dizilmiştik. Birkaçımızın elinde kâğıt bayraklar vardı. Nusret Hoca ceketinin düğmelerini iliklemiş, esas duruşta, önümüzdeydi. Onun korkusundan sırayı bozamıyorduk, put gibi bekliyorduk. Az ilerde zurnacı Bağrıyanık ve Muhterem de törenin başlamasını bekliyorlardı. Muhterem ile ara sıra göz göze geliyorduk. Artık özgürdü o, elini kolunu sallayıp bize gülüyordu. Ara sıra, başıyla Nusret Hoca’yı işaret ediyor ardından elindeki zurnayı gösteriyordu. Biz ona bakıp gülüyorduk. Biraz sonra:
“Vurun ustalar! Vurun!” diye bir ses duyuldu.
Atlılar, tören alanına doğru alkışlar arasında ilerliyordu. Davulcular davula gaydasıyla vurmaya başladılar. Bağrıyanık ve Muhterem avurtlarını doldurdular. Zurnaların dilinden bir karşılama havası başladı. Muhterem zurnasını bize karşı tutup var gücüyle üflüyor, Muhterem’in tombul iri elleri zurnanın deliklerini bir kapatıp bir açıyordu. Zurnaların inleyen sesindeki karşılama havası, meydandakilerin gönlünü coşturuyordu. Baba oğlun zurnaları öyle ahenkli ötüyordu ki, Nusret Hoca belki de ilk kez duyduğu bu sese kulak kabarttı. Hemen önünde, Bağrıyanık’ın yanında zurna çalan kara oğlanı iyice süzdü. Sağına soluna baktı ve Yaşar Hoca’nın yanına gelip hayretle sordu.
“Yaşar Bey, şu çocuk, şu, şu, zurna çalanı diyorum. Bizim öğrenci değil miydi?”
“Evet,” dedi Yaşar Hoca.
“Bu çocuk… Bu…”
“Flüt çalamayan oğlan,” dedi, güldü Yaşar Hoca.
Nusret Hocanın gözleri iri iri açıldı.
Muhterem kendini zurnanın sesine vermiş, gözlerini kapatmış, duluklarını şişirip şişirip boşaltıyordu.
Nusret Hoca hayretler içindeydi. Elini ağzına götürdü, gözlerini Muhterem’e dikti. Boş, anlamsız bakıyordu.
Muhterem babasına koşulmuş, aşk ile çalıyordu karşılama havasını…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.