Kitabı oku: «ESRARENGIZ KELIMELER 2-MALIKANEDEKI YABANCI»
Teşekkür
Yanımda hayallerimi ve fikirlerimi ne kadar uçuk kaçık olsalar da, paylaşmaktan çekinmediğim harika insanlar var. Sükûnetiyle beni dengeleyen, desteğini hiç esirgemeyen yol arkadaşım sevgili Hülya Şat’a; her daim, tebessümle ve ışık hızıyla yardıma koşan sevgili Ayşegül Uçan’a; “seyyar beyin fırtınası” sevgili kızım Alara’ya çok teşekkür ederim. Sadece kalemiyle değil, kalbiyle de çizen sevgili Hande Ünver’e de çok teşekkür ederim.
“Şah Gambiti” için sevgili kardeşim Kürşat’a çok teşekkürler…
Ve Esrarengiz Kelimeler’i severek okuyan, güzel sözleriyle beni maceranın devamını yazmaya teşvik eden herkese minnet dolu teşekkürler…
1. Bölüm
Malikâneye Dönüş
Gece çöktüğünde, malikânenin arka tarafındaki koru yolundan gelen motosiklet, görkemli yapıya yaklaşınca yavaşladı. Motosikletin sesi, rüzgârın sesine karışmıştı. Uğuldayan Tepe Yolu’nun rüzgârı haklı unvanını korumaya çalışıyor gibiydi; öyle ki yaz kış dinlemez, özellikle geceleri uğultusu bitmezdi.
Ufacık motosikletiyle yalnızca iri yarı cüssesi değil, üzerindeki takım elbisesi de tuhaf bir zıtlık oluşturan adam, kaskını ve sırt çantasını çıkardı. Gözlerini hafifçe kısarak yapıya baktı. Güneşte kızıla çalan saçları ve kahverengi gözleri o anda, üstündeki giysiler kadar siyah görünüyordu. Ağzını bir tarafa yamultarak hafifçe gülümsedi. Hayallerinizdeki Okul, diye düşündü, sonunda geri döndüm. Okuldan uzakta geçirdiği aylar, ona olduğundan çok daha uzun gelmişti.
Motosikleti göze çarpmayacak bir yere park etti. Ön kapıyı kullanmaya niyeti yoktu. O sırada okulun boş olduğunu tahmin ediyordu. Ancak yine de temkinli davranmalıydı. Oradaki varlığı bir süreliğine, tek bir kişi dışında kimse tarafından bilinmemeliydi. Yıllardır okulda çalışanların bile bihaber olduğu arkadaki daracık girişe yöneldi. Hafifçe gıcırdayan menteşeler, burayı ondan başka kimsenin kullanmadığını ispatlamaya çalışıyor gibiydi.
Karşısına çıkan birkaç basamağı inip pek de kısa olmayan karanlık koridoru çevik adımlarla aştı. Sonra bir diğerini… Yapının her köşesini gözü kapalı dolaşacak kadar iyi biliyordu sanki. Labirenti andıran koridorlardan birinin sonundaki ahşap kapıyı, çantasından aldığı anahtarla açtı.
Geniş sayılabilecek bir odaya girmişti. Aslında küçük bir apartman dairesinden farksızdı. Malikânenin içi, dilediğinde yaşamını gözlerden uzak sürdürmesi için uygundu. Elektrik düğmesine basıp bir an gözlerinin ışığa alışmasını bekledi. Her şey bıraktığı gibiydi. Duvarlardaki, tanınmış ressamlara ait olan tablolar, odanın farklı köşelerine serpiştirilmiş aile yadigârı antika eşyalar, masif ahşap mobilyalar… Evet, kesinlikle her şey bıraktığı gibiydi. Her yanı saran toz tabakası ve kurdukları ağlarla odada hüküm süren örümcekler dışında…
Üstü kitapla kaplı çalışma masasına yaklaştı. Öyle doluydu ki, çalışacak yer yoktu. Çantasından çıkarttığı dizüstü bilgisayarına yetecek kadar yer açtı. Orada olmadığı zamanı telafi etmek için hemen işe koyulacaktı. Uzaktan da olsa okulla ilgili gelişmeleri takip etmişti; yokluğunda kabul edilenler olduğunu da biliyordu. Onun onayı olmadan hem de!.. Başını bu durumdan hoşnut olmadığını gösterircesine salladı. Hayallerinizdeki Okul’a biraz hareket katmanın vakti geldi, diye düşündü. Bakalım yeni öğrenciler kabul edilmeyi gerçekten hak etmişler miydi? Gözlerinde belli belirsiz bir kıvılcım yandı. Hemen hazırlıklara başladı.
Mert malikânenin yüksek tavanlı girişinde öylece ayakta dikiliyordu. Ne duvarları kaplayan yağlı boya resimleri ne de tavandaki birbirini tamamlayan renkleri görüyordu gözü. Koyu renk mermer zeminde, olduğundan daha beyaz duran spor ayakkabılarının parlaklığı başka zaman olsa Mert’i rahatsız ederdi. Ama o, bunu da fark etmemiş gibiydi. Sırt çantasının askılarına iki yandan elleriyle asıldı. İçinde Esrarengiz Kelimeler vardı. Mert’e o okulun kapılarını açan kitap! Hayatını değiştiren kitap! Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atarken, Hayallerinizdeki Okul, diye geçirdi içinden.
Tam o sırada, yanında duran Sarp, Mert’in düşüncelerini sezmişçesine, “Sonunda okula kabul edilmeyi başardık.” dedi.
Bunun üzerine Mert, yeni fark ediyormuşçasına onunla birlikte bekleyen küçük gruba baktı. İdil, Nesli, Sarp ve tanımadığı iki çocuk daha, en az Mert kadar heyecanlıydılar. Tam da okulun el ilanında yazdığı gibi, her biri okula kabul edilen sınırlı sayıdaki öğrencilerdendi.
Sarp, “Gerçi ben zaten bizim gibi öğrencileri kaçırmayacaklarına emindim.” diye devam etti. “Hele benim gibi örnek bir öğrenciyi kabul etmemeleri hata olurdu. Okuduğum kitap sayısını ve çözdüğüm zor şifreleri göz önüne alırsak…”
Nesli kendini tutamayıp gözlerini devirdi. Sarp’ın endişelerinden sıyrıldığı an bilgiçlik taslaması dayanılır gibi değildi.
Sarp, Nesli’yle birlikte okula kabul edilmelerini sağlayan kitapları çözdükleri andan beri böyleydi. Oysa şifrelerle ve bilmecelerle boğuşurken ekip çalışmasının önemini dilinden düşürmemişti. Büyük başarılara bireysel değil, el birliğiyle ulaşıldığını tekrarlayıp durmuştu. Kim bilir kaç kez, dayanışma şart, demişti. Dayanışma kelimesinin anlamını bile açıklamıştı. İdil üşenmemiş, yanından ayırmadığı sözlüğünü çantasından çıkarıp bakmıştı. Sarp’ın, kelimenin anlamını sözlükten ezberlediği belliydi!
Nesli, “Çözdüğün zor şifreler mi?” diye çocuğun sözünü kesti. “Senin kitabındaki son şifreyi çözen Mert oldu. Eğer o olmasaydı okula nasıl girecektin, merak ediyorum. Üstelik çözebileceğimizden umudu artık iyice kesmişken!..”
Sarp, arkadaşına etkili bir cevap vermek istese de bir şey diyemedi. Kabul etmek işine gelmiyordu ama Nesli haklıydı. Mert sadece onun kitabındaki son şifreyi çözmekle kalmamış, her iki kitaptaki diğer şifrelerin çözümüne de hepsinden daha çok katkı sağlamıştı. Buna rağmen bir an bile böbürlenmeye kalkmamıştı. İdil bu konuda Mert’i tebrik ettiğinde ise ilgisizce omuzlarını silkmiş, “El birliğiyle çözdük.” demişti. Tuhaf bir çocuktu şu Mert! Niye bu kadar mütevazıydı ki? Sarp’ın tam tersine, böbürlenmek kelimesi Mert’in sözlüğünde yoktu. Diğer yandan o küçük gruplarında böbürlenmeyi seven yeterince kişi vardı.
O sırada Nesli gözlerini Sarp’a dikmişti, cevap beklediği belliydi. Ancak gülümseyerek yanlarına yaklaşan Bilge Öğretmen, Sarp’ı düştüğü bu sıkıntılı durumdan kurtardı. Çünkü Nesli de diğerleri gibi tüm dikkatini öğretmene verdi.
Kadının yalnızca dalgalı kızıl saçlarıyla çevrili yüzü değil, yeşil gözleri de gülümsüyordu. “Hoş geldiniz!” dedi. “Ben Bilge Öğretmen.” İsmini söylerken Mert’in de tanımadığı o iki çocuğa bakmıştı. Ne de olsa İdil ve Nesli’yle tanışıyordu, Mert ve Sarp ise uzun zamandır öğrencisiydi. “Heyecanlı olduğunuzu tahmin ediyorum, aslında haksız sayılmazsınız.” diye gülümsemeyi sürdürerek devam etti. “Çünkü hayalini kurduğunuz okuldasınız ve daha önce geçirmediğiniz türde bir yaz sizi bekliyor.” Ardından bir sır veriyormuş gibi sesini alçalttı. “Ama en azından bugün biz bizeyiz, okul sadece bize ait! Yaz dönemi haftaya başlayacağı için şu anda etrafta kimse yok, dilediğimizce dolaşabileceğiz.”
Bilge Öğretmen, sözlerinin yarattığı etkiyi anlamaya çalışırcasına bakışlarını çocukların üzerinde dolaştırdı. Kısacık bir an ise İdil’de takılı kaldı. Bu, kızın okuldaki ikinci yazı olacaktı, aslında tur sadece yeni öğrenciler içindi. Ancak İdil en başından beri hem Mert’in hem de Nesli’yle Sarp’ın kitaplarını çözerken öyle çok çaba harcamıştı ki, tura katılmak istediğini söyleyince onu geri çevirememişti. Birden aklına gelmiş gibi, “Okulu dolaşmaya başlamadan önce, siz de kendinizi tanıtmaya ne dersiniz?” diye sordu.
Sarp hiç vakit kaybetmeden, “Benim adım Sarp.” diye atıldı. “Kitap okumayı çok severim, hatta en büyük tutkum kitap okumaktır, diyebiliriz. İflah olmaz bir kitap kurduyum. Ne kadar çok kitap okuduğumu arkadaşlarım bilir. Bilge Öğretmen de bilir, kaç senedir onun öğrencisi olduğumdan…”
Bilge Öğretmen, “Adını ve ilgi alanını söylemen yeterliydi, Sarp.” diye araya girdi.
Sarp alınmışa ve susacağa benzemiyordu. “İşte ben de onu söylüyordum, öğretmenim. Kitaplara ne kadar düşkün olduğumu…”
Nesli yine kendini tutamadı. “Söylemiyordun, anlatıyordun. Seni tutmasak okuduğun kitaplarla ilgili…”
Bu defa, o ana dek sessizce duran İdil, kuzininin sözünü kesti. Nesli’yle Sarp’ın birbirlerine laf yetiştirmeleri sonu olmayan bir yarışa dönüşebilirdi. Bu duruma Bilge Öğretmen’den daha önce el koymaya karar vermiş olmalı ki, kısaca, “Adım İdil, yazma becerimi geliştirmek için buradayım.” dedi.
Nesli, İdil’in cümlesi biter bitmez, “Benim adım Nesli.” diye atıldı. Bir an durdu. “Ben de yazma becerimi geliştirmek için buradayım.” diye ekledi. İdil’in kurduğu cümlenin aynısını tekrar etmekten memnun değildi ama o sırada aklına daha etkileyicisi gelmemişti. Kuzinini taklit etmiş sayılır mıydı? Bakışlarını İdil’e çevirdi, bu durumu umursamış gibi görünmüyordu.
Mert sağ elini hafifçe havaya kaldırdı. “Adım Mert, bateri çalmayı öğrenmek için buradayım.”
Sarı saçları, atkuyruğu gibi toplandığı hâlde, neredeyse beline kadar inen kız, “Adım Narin, müzik bölümüne kabul edildim, gerçek olamayacak kadar harikuladeee!” dedi. “Uzun zamandır şan dersleri alıyorum.” Ağzının içinde kelimeleri yutuyormuş gibi konuşuyordu. Harikulade derken kelimeyi yuvarlayıp uzatmıştı. Öyle ki, diğerleri ne dediğini anlamak için kulak kesilmişlerdi. Şan dersi alan birine pek de uyan bir konuşma şekli değildi. Diğer yandan kızın ismi ufak tefek yapısıyla uyum içindeydi. Hatta kocaman kahverengi gözleri küçücük yüzünde olduğundan daha iri duruyor, narinliğini iyice vurguluyordu.
Geriye kendini tanıtmayan tek bir çocuk kalmıştı. Sanki bir soru sorulmuş da söz almak istiyormuş gibi elini kaldırdı. Dikkatleri üstüne toplamak için hafifçe öksürdü ama zaten Bilge Öğretmen de dâhil hepsinin bakışları çocuğa çevriliydi. Sıcak havaya rağmen, sırtına inen mavi çizgili beyaz kazağının kollarını boynuna dolamıştı. Kazağıyla takım bermudası ve bembeyaz spor ayakkabılarını gören, okulu dolaştıktan sonra tenis oynamaya gideceğini sanabilirdi.
“Adım Feridun.” dedi. Ardından yandan ayırdığı, kahverengi düz saçlarını eliyle düzeltip tekrar hafifçe öksürdü. “Büyükbabamla aynı adı, ismi taşıyorum; köklü ailemde bir gelenektir bu. Yeteneği, kabiliyeti küçük yaşta keşfedilmiş bir ressamım. Yurt dışında, ünü sınırları aşan birkaç okulda eğitim gördüm; çok zor kimi yetenek, istidat sınavlarını büyük başarılarla aşarak…”
Nesli, bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı ama sonra vazgeçti. Çocuğun kendini övmek için diyeceklerine dair duyduğu merak ağır basmıştı. Bir de aynı anlama gelen kelimeleri art arda mı söylüyordu yoksa Nesli’ye mi öyle gelmişti?
Feridun, Nesli’nin bu merakını boşa çıkartmak istemiyormuş gibi devam etti. “Dünyaca ünlü resim öğretmenlerinden aldığım özel, hususi dersler bir yana…”
Tabii Feridun, Bilge Öğretmen’in lafın gereksiz yere uzatılmasına dayanamadığını henüz bilmiyordu. Bunu en iyi Mert’le Sarp bilirdi. Özellikle Sarp! Kadın, tam da o ikisinin tahmin ettiği gibi gözlerini kocaman açıp, “Okulumuzda da kendini geliştirme fırsatı bulacağına eminim, Feridun.” dedi.
Ardından hepsine hitap ederek, “Okul büyük, zamanımızı iyi değerlendirip hızlı hareket etsek hiç fena olmaz.” diye devam etti. “Üstelik içeri dolan uğultuya bakılırsa rüzgâr şiddetini gittikçe arttırıyor. Okuldan vakitlice çıksanız iyi olur. Hazırsanız tura başlayalım. Çantalarınızı burada bırakabilirsiniz, sırt çantalarının taşıdıkça neden ağırlaştığı, cevabı henüz açıklanamamış bir soru!” Bu sırada topukları üzerinde dönüp yürümeye başlamıştı bile.
Sarp, “Öğretmenim, yorulduğumuz için…” diye ağzında geveledi. Sırt çantalarının ağırlığına dair dâhiyane bir şey söylemek istiyordu, ancak cümlenin sonunu getiremedi. Hemen ardından, “Hazırız!” demesi ise Bilge Öğretmen’in ayak sesleri arasında kaybolup gitti.
Büyük bir hızla çantalarını bir kenara bırakıp öğretmenin peşi sıra yürümeye koyuldular.
2. Bölüm
Biraz Hızlı Bir Okul Turu
Onca zamandır hevesle bekledikleri okul turu başlamıştı. Mert tüm dikkatini etrafına vermek istese de, Sarp’ın her zamanki gibi konuşası vardı. Mert’e doğru eğildi ve gözleriyle Feridun’u işaret edip, “Benden daha ukala biriyle karşılaşmak ilginç oldu.” dedi. “Kendini yere göğe koyamamak böyle bir şey olsa gerek!” Fısıldamasına rağmen, sesi koridorda beklediğinden yüksek çıkmıştı. Sözlerini yalnızca Mert değil, yanlarında yürüyen Nesli’yle İdil de duymuştu.
Nesli, “Çok önemli bir tespitte bulundun.” derken kendini tutamayıp güldü. “Yaptığın ukalalıkların farkında olduğunu bilmiyordum.”
İdil, “Birbirinize laf yetiştirmeyi bırakın da hızlanın.” diye araya girdi. “Bilge Öğretmen, Narin ve Feridun arayı açtılar bile. Hem bilmem farkında mısınız ama Hayallerinizdeki Okul’u keşfetmek üzeresiniz!” Nedense o gün her zamankinden daha ciddiydi.
Sarp sessiz kalıp adımlarını hızlandırdı. Yüzü belli belirsiz kızarmıştı. Söylediğinin öğretmeni ve o iki çocuk tarafından da duyulmamış olmasını umdu.
O sırada Bilge Öğretmen’in sesi duyuldu. Bir yandan yürüyor, bir yandan da kolunu yana doğru uzatmış anlatıyordu. “Oyun salonunu gezdirmeme gerek yok, diye düşünüyorum. Yaz boyu, orada vakit geçirmek için her fırsatı değerlendireceğinize şüphem yok.”
Yine de hepsi birden adımlarını yavaşlatarak sonuna kadar açık kapıdan içeri göz atmadan edemediler. Eski yüzlü koltukları, aşınmış ahşap sehpaları ve sehpaların üzerindeki masa oyunlarıyla ferah ve insanı kucaklayan bir havası vardı.
Mert’in aklı birkaç ay öncesine, arkadaşları ve Oğuz Öğretmen’le birlikte, bir satranç oyununun çevresindeki koltuklarda oturdukları güne gitti. Hayallerinizdeki Okul’a kabul edildiğini duyduğu o anı hayatı boyunca unutmayacaktı. Öylesine şaşkın ve heyecanlıydı ki! Aslında aynı heyecan tarafından yine ele geçirilmişti.
Bilge Öğretmen’in sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Kadın, “Öğle yemeklerini oyun salonunun hemen dışındaki çardağın altında yiyebilirsiniz.” diye ekledi. “Sağ taraftaki basamaklardan tiyatro salonuna çıkılıyor.” derken ise salona yönelmişti. “Aranızda oyunculuk derslerine katılacak kimse yok ama yine de arada uğramanızı öneririm. Provaları izlemek eğlenceli olduğu kadar besleyicidir! Hem Oğuz Öğretmen’i de görürsünüz.”
Nesli, “Oğuz Öğretmen tanıdığım en gaddar antikacı!” diye atıldı. Sarp’ın ya da İdil’in cevap yapıştırabileceklerini düşünüp hemen ardından, “Tabii aslında tanıdığım tek antikacı!” diye eklemeyi de ihmal etmedi. “Ama kabul etmeliyiz ki, gaddardı!”
Kuzini ve arkadaşları da aynı fikirdeydi, ancak konuyu uzatmamak için sustular. Oğuz Öğretmen’in ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu, nasıl da kılıktan kılığa girerek çocukların karşısına çıktığını öğrendiklerinde anlamışlardı. Gaddar antikacı olarak da oldukça inandırıcıydı.
Hep birlikte tiyatro salonuna girdiler. Boş olduğunda nedense biraz hüzünlü ve aynı zamanda ürkütücü görünüyordu. Sahnenin yere kadar uzanan bordo perdeleri iki yana çekilmişti. Sahneyi kaplayan panodaki oldukça büyük şamdanlar ve yerden yükselen sis görüntüsü, üzerinde çalışılacak oyuna dair ipucu vermek istiyordu sanki. Salonu çevreleyen birkaç kişilik balkonlar ise gizemli bir hava yaratıyordu. İdil, “Operadaki Hayalet sahnelenecek olmalı!” dedi. “Geçen sefer izleyememiştim ama dekorunu hatırlıyorum.”
Narin’le Feridun, İdil’e baktılar. Kızın daha önce okula geldiği belliydi. Yine de o grubun arasında ne işi olduğunu sormadılar.
Nesli, “Tiyatro uyarlamasını izlemeden önce kitabını okumalıyım.” diye atıldı. Kuzininden geri kalmadığını göstermek için her fırsatı değerlendiriyordu.
Sarp ise Operadaki Hayalet’in ne kitabını okumuş ne de oyununu izlemişti. Yine de konuya dâhil olmak için “Balkonlara bakabilir miyiz?” diye sordu. “Tabii hayaletle karşılaşmayacaksak!..” Diğerlerinin de bu söylediğini komik bulacağını düşünüp güldü. Oysa ondan başka gülen olmadı.
İdil, “Sanmam.” diye karşılık verdi. “Hem olsa olsa mahzende karşılaşabilirsin, çünkü Operadaki Hayalet aslında hayalet değil, Paris Opera Binası’nın mahzeninde herkesten gizlenerek yaşayan biri!”
Mert kimseye belli etmeden gülümsedi. Bunun nedeni İdil’in Sarp’a laf yetiştirmesi değildi elbette. Bu zaten olağan bir durumdu, hatta kimi zaman özellikle Nesli’yle Sarp arasındaki sonu gelmeyen laf yarışı Mert’i rahatsız bile ederdi. Ancak İdil o gün fazlasıyla sessiz ve ciddiydi. Okula daha önce geldiği hâlde, o tura katılmayı çok istemişti. Diğer yandan, Mert arkadaşının bu konuda kendini rahatsız hissettiğini de seziyordu. Aralarında olmak hakkı değilmiş gibi… Mert, İdil’in sessizliğini işte buna yoruyordu. Gerçi Mert’e göre böyle hissetmesi gereksizdi; başka birinin yerini alıp aralarına katılmamıştı ki! Hem okulu tanıma turu İdil’siz yapılsaydı hiç aynı olur muydu? İdil’in varlığı Mert’e güven veriyordu. Bu yüzden Mert, arkadaşının her zamanki gibi konuşmaya başlamasına memnun olmuştu.
Sarp vızıldamak için, İdil’in Operadaki Hayalet’le ilgili açıklamasını fırsat bildi. “Kitabın sonunu söylediğin iyi oldu! Aramızda okumayanlar olduğunu düşünmeden!..” Gözü Nesli’ye kaymıştı o sırada, kızın da kendisini destekleyeceğini sanıyordu. Oysa umduğu gibi olmadı. Nesli, Sarp’ın sözleriyle ilgilenmedi bile.
İdil ise oldukça sakin bir sesle arkadaşına karşılık verdi. “Operadaki Hayalet’in insan olduğunu yazar kitabın en başında açıklıyor zaten. Kitabın sonunu söyler miyim hiç! Okuduğunda sen de göreceksin.”
Sarp hafifçe kızardı. Kendi ağzıyla, kendini ele vermişti. Konuyu uzatmadı.
Gerçi Bilge Öğretmen de oyalanmaya niyeti olmadığından buna fırsat vermezdi. İdil’le Sarp’ın arasında geçen son diyaloğu duymazlıktan gelip, “Tiyatro salonunu keşfetmek için zaman bulacağına eminim, Sarp.” dedi. “Ama şimdi değil. Devam edelim.”
Oradan dans derslerine ayrılmış salona geçtiler. Oldukça büyüktü ve dört bir yanı aynalarla çevriliydi.
Ardından girdikleri müzik odalarından birinde ise Mert’in gözleri heyecanla parladı. Tam karşısında pırıl pırıl parlayan bir bateri duruyordu. Bilge Öğretmen’le sessizce bakıştılar. Mert bunun kendisine verilmiş bir izin olduğunu düşünerek baterinin başına geçti. Sık sık dinlediği bateri sololarından birini zihninden geçirdi. Nasıl çalınacağına dair bir fikri yoktu. Yine de bagetleri eline aldı. Davullara ve zillere vurmak için inanılmaz bir istek duysa da vuruyormuş gibi yapmakla yetindi. Kulağa hoş gelecek bir ritim yerine, korkunç sesler çıkma olasılığı yüksekti. Sarp’ın dilinden kurtulamayacak olması bir yana, Narin ve Feridun da ne düşünürdü! Daha ilk andan, beceriksiz biri olduğu izlenimini bırakmak istemedi. Ne de olsa söylediklerine göre her ikisi de kendi alanlarında eğitimliydiler.
Gerçi o sırada Narin, “Harikulade!” diye kendi kendine mırıldanarak diğer müzik aletlerini incelemekle meşguldü. Mert’in bagetlerinden çıkacak ritim ne kadar kötü olursa olsun, umursayacak gibi görünmüyordu.
Hemen ardından hızla diğer müzik odalarını da dolaştılar. Bu odalar sadece Mert’le Narin’in değil, diğerlerinin de ilgisini çekmişti.
Nesli, “Dokunduğum anda hepsini çalacakmışım gibi geliyor.” dedi.
Mert anlayışla arkadaşını onayladı. “Bana da öyle geliyor ama sonra bir müzik aletinin başına geçince gerçekle yüz yüze geliyorsun!” Konuşurken gülümsemesine engel olamıyordu. Bateri çalmayı öğrenecek olmanın düşüncesi bile sevindiriyordu Mert’i.
Narin yine kelimeleri yutarak, “Müziğin büyülü dünyası…” diye söze girdi. Ancak o sırada Sarp piyanonun başına geçip birbiriyle en uyumsuz notalara basmaya başlayınca hafifçe yüzünü buruşturarak sustu.
Heykel atölyelerinde, yüksek, tabureyi andıran masalar sıralıydı. Duvar dipleri ise farklı boylarda ve renklerde heykellerle çevriliydi. Bilge Öğretmen, “Geleceğin heykeltıraşlarıyla dolu olduğunda görmenizi öneririm.” dedi. Oradan hemen resim atölyelerinden birine geçtiler.
Atölyenin bir tarafı yere kadar boydan boya pencereydi. Malikânenin en ışık alan odalarından birinin özellikle seçilmiş olduğu belliydi. Nesli’yle Sarp’ın gözleri Feridun’a çevrildi. Aslında çocuğun kendini övmek için ne diyeceğini merak ediyorlardı ama hevesleri kursaklarında kaldı. Feridun, farklı boylardaki şövalelere, paletlere, fırçalara ve rengârenk boya tüplerine bakmak yerine, aralarından geçip duvarlara asılı tablolardan birinin önünde durdu. Bir eliyle çenesini tutup gözlerini hafifçe kıstı. Tabloya önce biraz geriden baktı, sonra dibine kadar yaklaştı. Ağzını bir tarafa doğru yamulttu. Yalnızca Nesli’yle Sarp değil, Bilge Öğretmen de dâhil hepsi gözlerini çocuğa dikmişti. Feridun sanki önceden ezberlediği hareketleri bir bir sıralıyordu. Bu hareketi Sarp yapmış olsaydı, Nesli hiç vakit kaybetmeden, antika tablo uzmanı, diye sataşırdı. Ancak uzman pozu veren Feridun’u henüz tanımıyordu, hem Bilge Öğretmen yanlarındaydı; laf çarpmanın ne yeri ne zamanıydı.
Bilge Öğretmen’in, “Devam edelim.” diyen sesiyle hepsi dikkatini kadına yöneltti. Feridun ise artık ilgi odağı olmadığından poz vermeyi bıraktı. Sırtındaki kazağı düzeltip diğerlerinin peşine takıldı.
Öğretmenin ardından ilerlediler. Bilge Öğretmen koridoru takip ediyordu. Koridorun kıvrıldığı yerin tam karşı tarafında ise içerlek bir boşluk vardı. Duvarların arasına gizlenmiş gibi duruyordu. Sarp merakına engel olamayıp bir anlığına gruptan ayrıldı, o loş alana girdi. Kendi kendine, “Boş!” diye omuzunu silkti. Gerçi doğru kelime “unutulmuş” olurdu belki ama o anda Sarp’ın aklına gelmedi. İçerlek alan her ne kadar dar olsa da göründüğünden daha uzundu.
Sarp tedirgin adımlarla yürüdü. Evet, kesinlikle boştu. Sadece en dipte, boşluğun bittiği yerde bir kapı vardı.
Bilge Öğretmen’in adını seslendiğini duyunca hemen diğerlerinin yanına döndü. “Gruptan ayrılmayalım.” diye uyardı öğretmeni.
Sarp, “Ayrılmadım, öğretmenim.” diye kendini savunup geçerli bir açıklaması olduğunu göstermek istedi. “Şu içerlek boşluğa bakıyordum. Dip kısmında bir kapı var. Demir bir kapı! Acaba nereye açılıyor?”
“Bodrum katına olmalı, Sarp!”
Sarp sanki bodrumu hayatında ilk kez duyuyormuş gibi gözlerini açtı. “Yaa, bodrum katı mı? Mahzen gibi mi? Neye benziyordur acaba?”
“Herhangi bir bodrum katı gibidir. Tabii malikânenin boyutlarını düşünürsek epey geniş olduğunu tahmin etmek zor değil.”
“Orayı da turlayacak mıyız öğretmenim?”
“Gerek olduğunu sanmıyorum, Sarp.”
Bilge Öğretmen’in sabır seviyesi şaşılacak düzeydeydi. Ancak Nesli için aynısı söylenemezdi. “Bu kadar çok merak ediyorsan inip kendi gözlerinle görmende fayda var bence. Hatta tur bitene kadar, sen yer altındaki kısımda vakit geçir. Sonra bize de anlatırsın.”
Sarp, Bilge Öğretmen’e ne kadar olgun olduğunu kanıtlamak için Nesli’ye karşılık vermedi. Onun yerine sözlerini onaylamadığını gösterircesine başını sallayıp hafifçe kaşlarını kaldırdı. Öğretmen kararlı adımlarla okuma salonuna yönelince konu zaten kapandı.
Adam malikânenin girişindeki işini bitirmişti. Sarp’la öğretmenin arasında geçen konuşmayı da duymuştu. Çocuğun kapıyı görmesi iyi oldu, diye aklından geçirirken kurnazca gülümsedi.
Bilge Öğretmen yaratacağı etkinin farkında olduğundan, yüzünde hafif bir gülümsemeyle okuma salonunun girişinde kısa bir süre durdu. Yanılmamıştı; İdil dışındakiler gözlerine inanamıyormuş gibi bakıyorlardı.
Mert kendini tutamayarak hafif bir ıslık savurdu. Sarp, “Buraya okuma salonu dendiğine emin misiniz, öğretmenim?” diye sordu. Aklına, sosyal medyada gördüğü kimi kütüphane fotoğrafları gelmişti. “Sizce de dünyaca bilinen kütüphanelere benzemiyor mu?” Sorularına cevap beklemiyor, sırf konuşmuş olmak için soruyordu. Nesli’nin ise şaşkınlıktan kelimenin tam anlamıyla çenesi düşmüştü.
Malikânenin bir kanadındaki bu kısım, iç içe geçen, oldukça yüksek tavanlı ve geniş ahşap kapılarla ayrılmış, büyüklü küçüklü odalardan oluşuyordu. Burası gerçekten de ihtişamlı bir kütüphaneydi. Ancak okulun öğrencileri, seçtikleri kitapları da o alanda okumayı tercih ettikleri için olsa gerek, okuma salonu deniyordu.
Belirli aralıklarla kondurulmuş oval pencereler tavana oldukça yakındı ve içeri sızan güneş, toz bulutuyla kaplıymış gibi duran ışıklar saçıyordu. O ışıklara, kitapları seven herkesin ciğerlerine doldurmaktan çok hoşlandığı yoğun bir kitap kokusu karışıyordu.
Odaların tümünde duvarlar kitaplıklarla kaplıydı. Kimisi asma katlarla çevriliydi. Asma katlar üst raflardaki kitaplara ulaşma imkânı sunuyor, üstelik buralarda duvarların tamamı kitapla örülüymüş gibi duruyordu. Kimi odalarda, oyun salonundakine benzer rahat koltuklar ve alçak sehpalar göze çarpıyordu.
İdil, “Yüzyıllık kitaplar var.” dedi. Okulun en sevdiği bölümüydü. “Kitap sayısını tam olarak bilmesem de, fark ettiğiniz üzere çok kitap var. Dersleri göreceğimiz yer ise…” deyip onu izlemelerini işaret etti. Arka tarafa doğru yürüdüler.
İdil artık kesinlikle Mert’in alışık olduğu İdil’di. Kitapların arasında olmak kıza yetiyordu.
Odaları birbirine bağlayan iki kanatlı kapıların hepsi açıktı. En dipteki oda ise ovaldi ve tavanı diğerlerine göre daha basıktı. Yine duvarları çevreleyen kitaplarla, iki tane oval ve geniş masa içeriye hükmediyordu.
İdil, “İşte burası.” diye cümlesini tamamladı. Bir yandan kollarını iki yana doğru açmıştı. Genellikle yüzünü gölgeleyen siyah dalgalı saçları da iki yana doğru açılmıştı. Yüzünü örten tek şey kalın siyah çerçeveli gözlüğüydü. Gözlerinin parıltısı gözlüğün merceklerini delip geçiyordu.
Nesli, heyecanla, “Birkaç gün sonra bu masalara oturacağımıza inanamıyorum.” dedi.
Sarp, “Şimdiden oturacağımız yeri seçebilir miyiz, öğretmenim?” diye o sırada sorulabilecek en gereksiz soruyu sordu.
Ancak o zaman Bilge Öğretmen’in yanlarında olmadığını fark ettiler. Nesli, Sarp’a, “İşte sonunda saçma sapan sorularınla Bilge Öğretmen’i kaçırdın!” diye söylendi.
“Daha neler!” Sarp, Nesli’nin sözlerini ciddiye alıp alınmıştı. “Öğretmenim benim sorularıma alışkındır.” diye kendini savundu.
Mert, İdil’e döndü. “Başka görülecek yer var mı? Yoksa biz de geri dönelim.” Bilge Öğretmen’in yanlarından ayrılması turun sonuna geldiklerini mi gösteriyordu?
İdil, “Hepsi bu kadar!” diye karşılık verdi. “Bildiğim kadarıyla…”
Okuma salonunu gerisin geriye yürümeye başladılar. Yürürken gözlerini raflardaki kitaplardan alamıyorlardı.
Sarp bir ara, “Öğretmenim.” diye seslendi. Cevap alamadı. Nesli’nin sözlerinde haklılık payı olmadığını biliyordu; Bilge Öğretmen’i kaçıracak değildi ama nedense kendini suçlu hissetmişti.
Kitapları, dersler başlayana dek arkalarında bırakmak üzereyken yan odalardan gelen bir gürültü duyuldu.
Sarp, “Bilge Öğretmen!” dedi. Belli ki kadın kitaplara düşkün bu çocukları biraz kendi hâllerine bırakmıştı ve bu sırada oyalanıyordu.
Hep birlikte sesin geldiği odaya daldılar. Evet, orada biri ayakta dikiliyordu. Ancak Bilge Öğretmen’e hiç benzemiyordu. Uzun boylu, göbekli, geçkin yaşına göre kahverengi saçları fazlasıyla gür bir adamdı bu. Öyle ki adamın peruk taktığını düşündüler. Yelekli takım elbisesi, sanki saçlarına uysun diye seçilmişti; saçıyla tıpatıp aynı tondaydı. Elinde birkaç tane ciltli kitap tutuyordu. Çocuklarla karşılaştığına hiç de şaşırmışa benzemiyordu.
Mert herkesin sessizce birbirine bakmakla yetindiğini görünce konuşma gereği hissetti. “Affedersiniz, içeri böyle girmek istemezdik, ses duyunca…”
Adam, yüzünde küçücük duran yuvarlak tel çerçeveli gözlüğünü hafifçe indirip, “Kitapları düşürdüm.” dedi. “Ağır olduklarında çıkardıkları ses de artıyor.”
Bu cevap öylesine tuhaftı ki, ne diyeceklerini bilemeden dikilmeyi sürdürdüler. Sonunda Mert, “Aslında öğretmenimizi arıyoruz.” diye devam etti. “Gördünüz mü acaba?” Bir an Bilge Öğretmen’i tarif etmeyi düşündüyse de vazgeçti. Adını söylemesi yeterli olacaktı muhtemelen.
Sarp, Mert’ten önce davranıp, “Bilge Öğretmen’imizi.” dedi.
Adam başını olumsuzca salladı. “Sanmam, karşılaşsak hatırlardım.” Ardından raflara dönüp kitap seçmeye devam etti.
Nesli adamdan yeterince uzaklaştıklarına karar verince kuzininin kulağına doğru eğildi. “Tavrı sana da başka birini hatırlatmadı mı?” diye sordu.
İdil, “Oğuz Öğretmen’i!” diye karşılık verdi. “Ama eğer öyle olsaydı, Bilge Öğretmen onun da okulda olduğunu bize söylerdi. Ya da Oğuz Öğretmen kendini tanıtırdı.”
Nesli başını hafifçe sallayarak kuzinini onayladı.
Adamın kim olduğuna dair İdil’in bir fikri yoktu; geçen yaz okulda görmemişti. Gerçekten de kılık değiştirmek konusunda çok başarılı tiyatro öğretmenlerinden biriydi belki de. Aynı Oğuz Öğretmen gibi! O da, Mert’in kitabındaki ipuçlarının peşindeyken çocukların karşısına her seferinde farklı kılıkta çıkmış, kimi zaman çocukların anlam veremedikleri cümleler sarf etmişti.
Okuma salonunun girişine geldiklerinde, Bilge Öğretmen’in koşar adım kendilerine yaklaştığını gördüler.
Sarp sevinçle, “Sizi arıyorduk öğretmenim, öyle çok merak ettik ki!” diye atıldı. “Kayboldunuz sandık. Hele ben!” Abartmak konusunda Sarp’ın üstüne yoktu. Feridun’la Narin, Sarp’ın huyunu bilmedikleri için söyledikleri karşısında şaşırmışlardı. Nesli gözlerini devirmekle yetindi. İdil’le Mert ise hiç tepki göstermediler.
Bilge Öğretmen’in yüzüne, hiç huyu olmadığı hâlde abartılı bir gülümseme yayıldı. “Buldunuz işte!..”
“Sizi ararken biriyle karşılaştık.” Sarp neredeyse kadının cümlesini tamamlamasına izin vermeyerek devam etti. “Kimdi ki o? Hem bugün okulun sadece bize ait olduğunu söylememiş miydiniz?”
Mert, Sarp’ın başka yersiz sorular sormasına engel olmak için kısaca karşılaştıkları adamı tarif etti.
Bilge Öğretmen yüzünde aynı gülümsemeyle, “Okulun emektarıdır.” diye geçiştirdi. “Peki okuma odalarını nasıl buldunuz?”
“Çok beğendim. Kitapları incelemek için sabırsızlanıyorum, öğretmenim.”
“Ders dışındaki her anımı burada geçireceğim. Blog’umu bile burada yazabilirim.”
“Aile kütüphanemizden daha zengin olduğunu kabul etmeyelim.”
“Harikulade, göz ucuyla da olsa gördüğüm müzik seçkileri gerçekten harikuladeee…”
Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Mert’le İdil dışında hepsi bir şeyler söyledi. Onlar ise bakışmakla yetindiler. Konu birden değişivermişti; her ikisi de Bilge Öğretmen’in bunu nedense bilerek ve büyük bir beceriyle yaptığını hissetmişti.
Öğretmen, “Seveceğinizi tahmin etmiştim.” diye karşılık verdi. Ardından hızlı adımlarla okulun giriş kapısına yöneldi. “Sanırım yağmur bastıracak, gökyüzü karardı. Oyalanmadan evlerinize dönseniz iyi olacak. Birbirinize eposta adreslerinizi ya da telefon numaralarınızı verebilirsiniz. Okul açılana kadar iletişimde kalmak için… Çünkü ne de olsa hayatınıza yön verecek bir dönemin ilk gününe burada birlikte adım attınız. İlk kez, burada kurduğunuz bu arkadaşlık hayatınız boyunca devam edecektir. Arada anlaşmazlıklar, çekişmeler olsa bile devam edecektir. Lütfen bunu düşünerek hareket edin ve bunun bir oyun olmadığını aklınızdan çıkartmayın!” Bilge Öğretmen’in sesi her cümlede biraz daha yükselmişti.