Kitabı oku: «ESRARENGIZ KELIMELER», sayfa 2
3. Bölüm
Kütüphanedeki Buluşma

Mert, İdil ile buluşacağı saatten daha önce kütüphaneye geldi. Doğrudan kütüphanecinin bulunduğu bankoya yaklaştı. “Affedersiniz!” diye söze girdi.
Kadın yaptığı işten başını kaldırıp Mert’e baktı, çocuğu tanımıştı.
Mert, “Acaba dün akşamdan beri hiç kayıp bir kitap için size başvuran oldu mu?” diye sordu.
Kadın, “Şu adı olmayan ve kütüphanemize ait olmayan kitabı kimse arayıp sormadı.” diye karşılık verdi. Ardından, sandalyesinden kalkıp arka taraftaki dosyaları karıştırmaya koyuldu.
Bunun üzerine Mert orada öylece dikilmemek için giriş katındaki masalardan birine oturdu. Kapıdan gözünü ayırmadan beklemeye başladı. Tam İdil ile buluşacağı saatte, kütüphanenin iki kanatlı, geniş cam kapısından ufak tefek bir kız girdi. Ortadan ayırdığı dalgalı siyah saçları, iki yandan sarkıp yüzünü perdeliyordu. Kalın siyah çerçeveli gözlüğü ise hem yüzünün kalan kısmını, hem de kocaman siyah gözlerini kapatmak için seçilmişti sanki. Üstünde ona birkaç beden büyükmüş gibi duran bir kazakla palto vardı. Boynuna yılan gibi dolanan atkısının bir ucu neredeyse yere değiyordu.
Kızın araştıran gözlerle etrafına bakındığını gören Mert ayağa kalktı. Elini hafifçe kaldırarak selam verdi. Bunun üzerine kız hızlı adımlarla Mert’e doğru yürüdü.
“Merhaba, ben İdil.” diyerek elini uzattı.
Mert de aynı şekilde karşılık verdi. “Ben Mert… Memnun oldum.”
Dışarıdan bakan biri, tuhaf bir ikili olduklarını düşünebilirdi. Çünkü Mert, İdil ile yaşıt olmasına rağmen oldukça uzun boyluydu. Kısacık kül rengi saçları, kızın siyah saçlarının yanında olduğundan daha soluk görünüyordu. Ela gözleri ise gözlükle maskelenmediği için olduğundan daha büyük…
İdil, Mert’in karşısındaki sandalyeye oturup atkısını çözmeye koyuldu. Mert ise bu sırada sırt çantasını açıp adsız kitabı çıkardı. Sözü uzatmadan, “İşte bu!” diyerek masanın üstünde koydu.
İdil eski bir kitap uzmanıymış gibi, dikkatli hareketlerle kitabı önüne çekti. Ardından yavaşça ilk sayfasını çevirdi. “Birinci bölüm.” diye fısıldadı. Ne de olsa bir kütüphanedeydiler. Gözleri satırlar arasında hızlıca kaydı. Hemen ardından en arkadaki sayfaya baktı. Satırlar sayfanın ortasına kadar iniyordu. Kitap büyük harflerle yazılmış SON kelimesiyle bitiyordu. Bu defa birinci bölümün bittiği sayfayı buldu. Yine hızlı hareketlerle gözlerini ikinci bölümün ilk satırlarında kaydırdı. Kitap ayracına bakıp tekrar yerine koydu. Sonra Mert’in sözünü ettiği tiyatro biletini incelemeye koyuldu. Gözlüğünü düzelterek, “Sence de tuhaf değil mi?” diye sordu.
“Nedir tuhaf olan.”
“Tiyatro oyununun ismi. Venedik Taciri’nin Bir Yaz Gece Rüyası. Aslında Shakespeare’in Venedik Taciri ve Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı iki farklı oyunu var.” Ardından omuzlarını silkti. “Yeni bir uyarlama olmalı. Tiyatrocuları bilirsin, yaratıcılık konusunda üstlerine yoktur.”
Mert tiyatrocuları bilmezdi. O yüzden sesini çıkartmadı.
İdil tiyatro biletini de aldığı sayfaların arasına bırakmaya özen gösterdi. Kitabı incelemeyi bırakıp Mert’e döndü. “Bu akşam bende kalabilir mi?” diye sordu.
Mert beklemediği bu soru karşısında irkilmişti. Hiç tereddüt etmeden, “Hayır.” diye karşılık verdi. “Kitabı, sahibinden başka birine vermek istemiyorum ya da kütüphaneden kim ödünç aldıysa, ondan başkasına… Gerçi kütüphaneci kadın, buraya ait olmadığında ısrarcı… Ama kitap mutlaka birine ait… Tiyatro bileti de…”
İdil öyle kolay kolay vazgeçecek biri değildi. Üstünde adı bile yazmayan bir kitabı satır satır okuma fırsatı ayağına kadar gelmişti, nasıl kaçırırdı? Diğer yandan ısrar etmenin bir faydası olmayacağını da anlamıştı. “Adımı nereden bulduğunu anlatacaktın.” diyerek konuyu değiştirdi.
Mert, “Kütüphaneci söyledi…” diye söze girdi. Başına gelen çarpışma olayını ve ardından kadınla arasında geçen konuşmayı bir çırpıda anlattı. Kayıt numaralarının karıştırılmış olabileceğinden şüphelendiğini de ekledi.
İdil düşünceli bir tavırla, “Hımm…” dedi. “Özetle; bu adı olmayan kitabı aslında benim ödünç alıp sonra başka birine ödünç verdiğimi ve ödünç verdiğim kişinin de düşürdüğünü düşündün.”
Mert başıyla onayladı.
İdil, “Aslında sorun şu ki!..” dedi çok önemli bir açıklama yapacakmış gibi. “Ödünç alınan kitapların kenarlarına not alınmaz ya da satırlarının altı çizilmez. Okunur ve teslim edilir. Üstelik bu kitabın kimi sayfaları kopuk. Kitabın kütüphaneye ait olduğunu ben de sanmıyorum, numaralı olsa da… Çarpıştığın adamın kendi kitabı olduğu belli. Bu durumda sahibini bulmak bize kalıyor.”
Mert şaşırmıştı. “Bize mi?”
İdil başını dikleştirdi. Saçları hafifçe havalansa da hâlâ yanaklarının bir kısmını örtüyordu. “Tek başına bulmak istiyorsan… sen bilirsin tabii…”
Mert bakışlarını kitaba çevirdi. Kimin olduğunu ancak kitabı inceleyerek bulabilirdi. Belki bir köşesinde çarpıştığı adama ait göremediği bir telefon numarası, bir isim ya da özel bir not vardı. Ve karşısında oturan kız, kitapların dilinden iyi anlıyordu. En azından Mert’ten daha iyi…
Mert, “Tamam.” diye onayladı. “Ama onu alıp götüremezsin, beraber inceleyeceğiz.”
İdil, “Anlaştık.” derken, bir yandan da, hiç yoktan iyidir, diye aklından geçirdi.
Mert, “Hemen başlayalım mı?” diye sordu.
İdil zaten sabırsızlık içindeydi. “Tamam, yalnız önce alçak sesle konuşmak zorunda kalmayacağımız bir yer bulalım kendimize. Neredeyse kendi söylediklerimi kendim duyamıyorum. Alt katta bir kafe var. Gerçi bodrum katı olduğu için güneş ışığı almıyor ama ışıklandırması fena değil.”
“Kütüphanenin bir kafesi olduğunu bilmiyordum.”
İdil omuzlarını silkti. “Herkes bilmez. Ben orada çok vakit geçiriyorum da ondan. Kimi zaman makalelerimi bile kafede yazıyorum.”
Mert, yine başladık, diye düşündü. Bu kız böyle konuşarak kendine hava vermeye mi çalışıyordu?
Küçücük kafede yer bulmakta zorlandılar. Sonunda birer içecek alıp o sırada boşalan bir masaya yerleştiler. Mert, “Kafenin varlığını benim dışımda herkes biliyormuş.” dedi. Fısıldamak zorunda kalmadan konuşmak çok rahattı.
İdil sabırsızca, “Açalım bakalım kitabı!” diye atıldı. Aslında ilk satırından itibaren okumaya başlamak için can atıyordu.
Ancak Mert, “Sayfaların kenarlarındaki notlara göz atmaya ne dersin?” diye sordu. “Sahibi kişisel bir bilgi not ettiyse, işimiz kolay.”
“Tamam.”
Böylece kimi zaman ufacık harflerle kenara köşeye sıkıştırılmış, kimi zaman ise kocaman harflerle yazılmış notları okumaya başladılar. Bir süre sonra Mert, “Bunların hiçbir anlamı yok.” dedi.
İdil de aynı fikirdeydi. “Notlar cümlelerin kenarlarından oklar çıkartılıp yazılmış. Sanki kitaptaki cümlelere eklemeler yapılmış. Kişisel bir bilgi göze çarpmıyor. Şu numara dışında…” İdil ilk sayfalardan birine rastgele yazılmış sayıları işaret etti.
Mert, “34342.” diye okudu. “Telefon numarasına benzemiyor.” Sonra gözleri heyecanla büyüdü. El ilanındaki o okula yazdığı mesaja ev adresini eklemişti. Adreste de böyle beş sayıdan oluşan bir numara vardı. Sadece sayılar farklıydı. “Posta kodu.” dedi. “Bu bir posta kodu.”
İdil, Mert kadar heyecanlı görünmüyordu. “Olabilir, ama tek başına bir işimize yaramaz. Hangi semtin posta kodu olduğunu bulsak bile, kapı kapı dolaşıp kitabın sahibini arayamayız. Bize başka ipuçları lazım.”
“Yine de bir başlangıç sayılır.”
İdil yüzünü buruşturdu. “Ya da son! Kişisel bilgi yoksa, kitap sana kaldı demektir!”
Mert üzülmüşe benziyordu. “Kütüphanenin giriş kapısına bir yazı mı assak acaba, ne dersin? Adsız bir kitap bulunmuştur, içinde bir de tiyatro bileti var, diye.”
“İstersen gazeteye kayıp ilanı verelim!”
Mert, kızın dalga geçtiğini anlayıp karşılık vermedi. İçeceğini bitirmeye koyuldu.
İdil bu durumu fırsat bilip kitabın ilk sayfalarını okumaya başladı.
Mert son yudumu höpürdetirken, İdil kaşlarını çatıp, “Çok tuhaf.” diye mırıldandı. Burnunu kelimenin tam anlamıyla kitaba sokmuştu. “Gerçekten çok tuhaf.” diye tekrarladı. “Şu altı çizili satırlar, sanki sonradan eklenmiş gibi… Anlatılan hikâyeyle hiç ilgileri yok.”
Mert, kızın söylediğini saçma bulmuştu. “Sonradan nasıl eklensin ki!” diye karşı çıktı.
“Eklenemez tabii, basılı kitap! Sadece öyleymiş gibi duruyorlar.” Birkaç sayfa daha çevirdi. Sonra yeniden başa döndü.
Mert, “Belki de o yüzden altları çizilidir.” diye fikir yürüttü. “Yanlış oldukları için.”
İdil gözlerini kısarak Mert’e baktı. “Mantıklı!” Ancak yine de kafasını kurcalayan bir şey varmış gibi görünüyordu. Çantasına el atıp kâğıt kalem çıkarttı ve işaretli cümleleri yazmaya koyuldu. İşi bitince Mert’e okudu. “Geçerdim basıp birtakım izlere. Eğildim, biraz dikkat ettim yere. Bu izler benim, hep benim izlerimdi.”
Mert, “Hepsi bu mu?” diye sordu.
“Hepsi bu. Böyle art arda sıralandıklarında anlam kazanıyorlar. Yoksa yerlerini şaşırmış gibi duruyorlar.”
“Haklısın, tuhaf! Ama cümlelerin kitabın kimin olduğunu bulmamıza bir faydası yok.”
O sırada İdil gözlüğünü çıkartıp merceklerini kazağının koluna sildi. Yeniden taktığında, birkaç ince tüyün de katkısıyla öncekinden daha kirli görünüyordu. Yazdığı satırları mırıldanarak tekrar okudu, sonra bir daha… “Geçerdim basıp birtakım izlere. Eğildim, biraz dikkat ettim yere. Bu izler benim, hep benim izlerimdi.”
Mert, kızın biraz çatlak olduğunu düşünmeye başlamıştı ki, İdil, “Biliyordum!” diye atıldı. “Daha önce bu satırlarla karşılaştığımı biliyordum.”
Mert gülmemek için kendini zor tuttu. Kızın kullandığı kelimeler de en az kendisi kadar ilginçti.
İdil, Mert’in yüzünün aldığı şekli fark etmeden heyecan içinde devam etti. “Aslında ‘dize’ demek daha doğru olacak. Geçen yıl farklı şairlere ait şiirlerin toplandığı bir kitapla ilgili yazı yazmıştım. Orada geçiyordu.”
Mert, makale, demediği için, içten içe İdil’e teşekkür etti.
İdil, “Şiirin kime ait olduğunu bulursak, belki bir ipucu yakalamış oluruz.” diye devam etti. “Sen kal, yerimiz kapılmasın, hemen dönerim.” Fırlayıp gitti.
Az sonra geri geldiğinde ağzı kulaklarındaydı. Sandalyeye otururken, “İşte!” diye gösterdi. “Yanılmamışım, burada. Altı çizili cümleler, Tevfik Fikret’in şiirlerinden birinin son dizeleri.”
Mert, İdil’in gösterdiği sayfaya şöyle bir baktı. “Yani adsız kitabı kaybeden Tevfik Fikret mi?” diye sordu.
İdil gözlerini devirerek, “Sanmam!” diye karşılık verdi. “Çünkü hayatta değil. Sadece şiir ona ait.”
Mert bozulduğunu gizlemeye çalışarak, “Peki, bu buluşunun bize ne faydası var?” diye terslendi.
İdil omuzlarını silkti. “Bilmiyorum… Galiba yok… Ama tuhaf işte!” Şimdi saçları neredeyse yüzünün tamamını kapatıyordu.
Mert, kendisine yardım etmeye çalışan birine kötü davrandığını düşünerek ses tonunu yumuşattı. “Esrarengiz bir kitap!”
Kızın aniden gözleri parladı. “Öyle mi olduğunu düşünüyorsun gerçekten?”
“Tabii ki şaka yapıyorum. Eski, sıradan bir kitap işte.”
“Hiçbir kitap sıradan değildir. Her biri kendine özgüdür, özeldir. Örneğin; birinde okuduğun bir cümleye diğerinde rastlayamazsın. Kelimeler aynı olsa bile, anlatılanlar birbirinden farklıdır. Her kelime yanındakiyle değişir, güçlenir… Öyle işte…” Nedense alınmıştı.
Mert, “Notalar gibi…” diye mırıldandı, ama İdil onu duymadı. Gözlüğünü bir kenarından tutmuş yüzüne bastırıyordu. Üstelik daha iyi görebilmek için gözlerini de kısmış, kafenin diğer tarafına bakıyordu. Mert kızın yüzünün yavaş yavaş kızardığını fark etti.
İdil neredeyse burnundan soluyarak, “İnanamıyorum, burada!” deyip çantasını kaptığı gibi ayağa fırladı. “Yine beni izlemiş.”
Mert neler olup bittiğini anlayamamıştı. “Kim burada?” diyebildi.
İdil’in cevabı oldukça kısaydı: “Baş belası kuzinim!” Ardından uçarcasına kafeden çıktı.
4. Bölüm
İlginç Tesadüfler ve Karşılaşmalar

Mert canı sıkkın bir hâlde eve döndü. İdil niye öylesine öfkelenmişti ki? Bir kuzin ne denli baş belası olabilirdi?
Akşam yemeğinden sonra bilgisayarının başına geçti. Kulaklıklarını takıp bateri solo dinlerken, bir yandan da oyun oynamaya koyuldu. Ama bir türlü kendini oyuna veremiyordu. En sonunda kaybetmekten sıkılıp bıraktı. Aslında İdil’e itiraf etmese de, gerçekten biraz esrarengiz bulduğu kitabı alıp birkaç sayfasını karıştırdı. Ardından bilgisayarına 34342 diye tuşladı; tahmin ettiği gibi posta kodu olup olmadığını merak ediyordu.
Evet, yanılmamıştı! Öyle bir posta kodu vardı ve Bebek semtine aitti. Bu defa İdil’in masada bıraktığı, dizelerin yazılı olduğu kâğıdı eline aldı. İdil dizeler için, Tevfik Fikret’in bir şiirinden demişti.
Mert hızla bir şeyler yazdıktan sonra birkaç tuşa bastı. Karşısına çıkan bilgileri emin olmak için iki üç kez okudu. Gözlerini ekrandan ayırmadan düşünmeye koyuldu. Okudukları ilginç bir tesadüften ibaret olabilir miydi? Peki İdil başka ne demişti: Tuhaf! Haklı olabilir miydi?
Mert edindiği bilgiyi kızla paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Gerçi kafede, kitapla ilgili söyledikleri yüzünden İdil ona bozulmuş olabilirdi. Yine de hiç vakit kaybetmeden kızın blog’una girdi. Birkaç saniye sonra mesajını göndermişti bile:
“Acilen konuşmalıyız. ÖNEMLİ!”
Büyük harflerin İdil’in cevabını hızlandıracağını umuyordu. Sonraki birkaç dakika geçmek bilmedi.
Sonunda ekranda tek bir işaret belirdi: “?” Kendini işaretle ifade etmek, konuşmayı ve yazmayı seven birine uygun değildi. İdil niye böylesine alınmıştı ki?
Mert cevap olarak, ekran fotoğrafını çektiği sayfayı göndermekle yetindi. Kuracağı cümlelerden daha etkili olacağını düşünmüştü. Ve ışık hızıyla gelen cevap yanılmadığını gösterdi:
“Kitabın esrarengiz olduğunu artık gerçekten düşünüyor musun?”
“Esrarengiz olmasa bile, ilginç bir tesadüf!”
“İlginç ne kelime! Tevfik Fikret’in eskiden yaşadığı evin posta kodu 34342’ymiş. Sence kitap mesaj mı veriyor?”
“Bilmem.”
“Bunu bilmenin tek bir yolu var.”
“Neymiş o?”
“Gidip şairin müzeye dönüşen evini görmek.”
“Aşiyan’a mı gideceğiz?”
“Neden olmasın!”
“Nasıl gidildiğini bile bilmiyorum.”
“Öğrenmek için birkaç tuşa basman yetecektir. Yarın saat 8.00’de kütüphanenin önünde buluşalım.”
“Yarın cumartesi, uyumayı planlıyordum.”
İdil, Mert’in cevabını görmezden gelmişti.
“Kitabı getirmeyi unutayım deme sakın!”
Ertesi sabah Mert tam vaktinde kütüphanenin önündeydi. Ancak İdil ortalarda görünmüyordu. Bir süre öylece ayakta dikildikten sonra, üşümeye başlayınca içeri girdi. Yine girişi görebileceği masalardan birine oturdu. Beklemekten başka çaresi yoktu. Sık sık saatini kontrol ediyordu. İdil yarım saat gecikmişti bile. Onu pek iyi tanımıyordu, ama en azından dakik olduğunu anlamıştı. Gelmekten vazgeçmiş ya da uyuya kalmış olabilir miydi? Biraz daha bekler, sonra eve dönerim, diye aklından geçirdi.
Bu arada oyalanmak için sırt çantasından kitabı çıkarttı. Hem kütüphanede etrafa bakınarak öylece oturmak garip bir durumdu. Kitabı gelişigüzel karıştırmaya koyuldu. Tam arkasını çevirip son sayfasını açmıştı ki, kulağının dibinde bir ses duydu. “Öyle hemen kitabın sonunu okumak olmaz!”
Mert ister istemez irkildi. Kafasını kaldırıp Sarp’la göz göze gelince, yüzünü buruşturdu. Görmek isteyeceği en son kişiydi. Çocuk ise merakla Mert’in elindeki kitaba bakıyordu. Mert kitabı hızla kapatıp kolunu üstüne koydu. “Sonunu okuduğum yok!” diye karşılık verdi.
Sarp, Mert’i sinir etmeye kararlıydı. “Kütüphanedeki en ince kitabı mı aldın? Senden beklenen de budur! Bir de benim seçtiğim kitaba bak, adı Üç Silahşörler ve senin elindekinin en az dört katı kalınlığında…” Bir yandan gerçekten oldukça kalın olan kitabı, iki eliyle tutup salladı.
Mert bu ukalaya haddini bildirmek için dayanılmaz bir istek duydu. En azından Bilge Öğretmen’in sözlerini hatırlatabilirdi. Ancak o sırada İdil nefes nefese kapıdan içeri girdi. Mert’in yanına gelir gelmez, “Ne yapıyorsun burada? Hemen gidiyoruz.” diye azarlarcasına konuştu, sanki geç kalan kendisi değilmiş gibi… Sarp’ın varlığını fark etmemişti bile. Mert kitapla çantasını alıp ayağa kalkınca, “Bu taraftan…” diyerek, çocuğu neredeyse çekiştirdi. “Arka kapıdan çıkıyoruz.”
Mert, Sarp’tan kurtulduğu için memnundu. Sarp yüzünde sersem bir ifadeyle arkalarından bakakalmıştı. Diğer yandan İdil’e neler olup bittiğini sormak için de sabırsızlanıyordu.
Otobüs durağına varana dek, İdil sürekli etrafını kontrol ederek koşturdu. Duraktaki otobüse, numarasına bile bakmadan atladı. Mert de peşinden…
Yer bulup oturduklarında Mert, “Neler oluyor?” diye sordu. “Nereye gidiyoruz?”
Soluk alışı düzene giren İdil, “Aşiyan’a…” diye karşılık verdi.
“Ama bu otobüs o tarafa gitmiyor.”
“Biliyorum, birkaç durak sonra değiştiririz. İzimi kaybettirdiğimden emin olmam lazım. Evden çıktığımdan beri peşimde… Niye geciktiğimi sanıyorsun?”
“Kim peşinde?”
“Kim olacak! Tabii ki taklitçi kuzinim!”
Mert, İdil’in abarttığını düşünüyordu. “Taklitçi mi?” diye sordu. “Baş belası olduğunu sanıyordum!”
“Hem baş belası hem de taklitçi! Ben ne yaparsam o da aynısı yapmak ister. Benim blog’um olduğunu öğrenir öğrenmez, o da blog açtı. Ve bil bakalım ne yazıyor?”
“Kitaplarla ilgili yazılar mı?”
“Hem de ben hangi kitapla ilgili yazarsam, o da aynı kitabı yazıyor. Düpedüz taklit ediyor! Dün bizi kütüphanenin kafesinde elimizde kitapla gördü ya… Adını öğrenmek için yanıp tutuştuğuna eminim. Bütün derdi aynısını bulup okumak ve benden hızlı davranıp blog’una yazmak. Daha önce de denedi. Neredeyse başaracaktı da… Ben yokken eve gelip odamı karıştırmış, hangi kitabı okuduğumu öğrenmiş. Neyse ki durumu zamanında fark ettim. Saatlerce gözümü kırpmadan, o kitabı okuyup makalemi tamamladım.”
Mert sıkkın bir ifadeyle, “İşin zor görünüyor.” dedi. Gerçi hâlâ İdil’in abarttığını düşünüyordu. Sırt çantasına hafifçe vurdu. “Kitap emin ellerde… Hem adını öğrenmesi imkânsız, çünkü yok.”
İdil sesine gizemli bir hava verdi. “Belki bir eşi de yoktur.” Ardından, “Ama kuzinim bunu bilmiyor.” diye ekledi.
O sırada otobüs durağa yanaşmak üzereydi. İdil, “Burada inelim.” diyerek ayağa fırladı.
Doğru otobüse bindiklerinde artık sakinleşmişti. Yine de Aşiyan Müzesine varana dek, her taşıt değiştirdiklerinde etrafına şüpheli bakışlar atmaktan geri kalmadı.
Mert bu çılgın kuzinin dış görünüşünün neye benzediğini bilmiyordu. İdil kafeden apar topar çekip gittiği için, kim olduğunu göstermesini isteyememişti. Yoksa o da izlenip izlenmediklerini kontrol edebilirdi.
Müzeye giden yokuşu çıkmaya başlayınca, İdil sanki ne kuzinini ne de niye oraya geldiklerini hatırlıyordu. Hatta hiç konuşmadan, Mert’le birlikte hızlı adımlarla yürüyordu. Beyaz badanalı, kimi yerleri taşla örülü evin önüne vardıklarında, ikisinin de nefesi kesilmişti. Hem yorgunluktan hem de karşılarında uzanan Boğaz manzarasının güzelliğinden…
İdil, “Olağanüstü!” diye mırıldandı. Hava soğuktu soğuk olmasına ama gökyüzü bulutsuz ve pırıl pırıldı.
Mert sabırsızlandığını hissediyordu. “Sonra seyredersin.” dedi. “Manzara için gelmedik.”
“Evet, haklısın. Kitabın bizi niye buraya gönderdiğini öğrenmek için geldik.”
“Neden kitaptan canlı bir varlıkmış gibi söz ediyorsun? Altı çizili birkaç cümleyle birtakım sayıların, birbiriyle bağlantısı olduğunu düşünerek kendimiz geldik buraya, kitap göndermedi.”
İdil zaten zor bir sabah geçirmişti. Kuzinini atlatmak yeterince yorucu olmuştu. Bir de şimdi Mert’e laf anlatmakla uğraşacaktı. Yüzünde bezgin bir ifadeyle, “Cümle değil, dize!” dedi. “Hem bağlantıyı ortaya çıkaran da sendin! Ayrıca kitaptan canlı bir varlıkmış gibi söz etmiyorum. Ama yol göstermek konusunda kitapların üstüne yoktur. Kimi zaman beyaz badanalı bir evin yolunu gösterirler, kimi zaman ise hayatınla ilgili arayıp da bulamadığın yolu…”
Mert, İdil’in konuşurken ne kadar ciddi olduğunu fark etti. Ve nedense ufacık kız gözüne olduğundan daha büyük göründü. Konuştukça boyu uzayacak değildi ya!
“Affedersin! Kurduğum bağlantı birden gözüme çok saçma göründü.”
İdil omuzlarını silkti. “Saçma olsa ne fark eder? Güzel bir müzeyi ziyaret etmiş oluruz, fena mı?”
Tevfik Fikret’in bir zamanlar yaşadığı odaları, kulaklık yardımıyla bilgi aldıkları, rehber görevi gören bir cihazla dolaştılar. İdil haklıydı. Müze ziyareti hiç fena olmamıştı.
Yeniden dışarı çıktıklarında, öğle güneşi etrafı biraz olsun ısıtıyordu. Müzenin hemen alt kısmındaki banklardan birine oturdular. Hem az sayıda ziyaretçi olduğundan hem de şehrin gürültüsü oraya kadar ulaşamadığından, etraf sessizdi.
Mert sırf bir şey yapmış olmak için esrarengiz kitabı sırt çantasından çıkarttı. “Kitabın sahibinin, yani çarpıştığım adamın müzede çalıştığını bile düşündüm.” dedi. “Ama tel çerçeveli gözlüklü, siyah bıyıklı biri yoktu.”
İdil kütüphanenin kafesinde söylediğini tekrarladı. “Kitap sana kaldı demektir! Okumama izin verirsin herhâlde.”
Mert tam bir şey söyleyecekti ki, yanlarına elinde bastonuyla yaşlı bir adam oturdu. Neredeyse Mert’i itekleyerek bankta kendine yer açtı. “Merhaba gençler!” diye selamladı onları.
İkisi bir ağızdan, “Merhaba!” diye karşılık verdiler. Mert etrafta başka boş banklar varken, adamın niye yanlarına oturduğunu düşündüyse de sesini çıkartmadı.
Yaşlı adam, “Gençlerin müzeleri ziyaret ettiklerini görmek ne güzel!” diyerek gülümsedi. Kelimelere takırtılar karışmıştı. Mert, adamın takma dişlerinin konuşurken kucağına düşeceklerinden korktu.
Yaşlı adam, “Hele kitap okuyan gençleri görmek daha da güzel!” diye devam etti, takırtılar eşliğinde. O sırada esen rüzgâr, kafasının kel kısmını kapatmak için bir tarafa doğru taradığı saç tutamını savurdu. Bu durumu hiç umursamadan, kahverengi yaşlılık lekeleriyle dolu olan elini Mert’e uzattı. “Bakabilir miyim kitaba?” diye sordu.
Mert kabalık etmemek için kitabı verdi.
Yaşlı adam, “Bakalım adı neymiş?” diye kendi kendine konuşarak, kapağını kaldırdı. Bu arada kitabı daha rahat karıştırmak için, bastonunu bankın kenarına dayamıştı.
Mert, “Adının yazılı olduğu sayfalar kopuk.” diye açıkladı.
Yaşlı adam, “Yazık!” diye karşılık verdi. “Oysa insan okuduğu kitabın adını bilmeli.”
İdil, “Biz ona esrarengiz kitap diyoruz.” diye atıldı.
Yaşlı adam kitabı geri verirken, Mert’in gözlerinin içine bakıp dudak büktü. “Esrarengiz ha! Oysa her kitabın kendine yaraşır bir adı olmalı. Önce gerçekten esrarengiz mi, onu keşfetmeli. Sonra belki uygun bir ad bulunur.”
Mert ürperdiğini hissetti. Başıyla onaylamakla yetindi. “İyi günler!” diyerek ayağa kalktı. Arkadaşının hareketine bir anlam veremeyen İdil onu takip etti.
Yaşlı adam, “Size de evladım, size de iyi günler!” diye karşılık verdi. “Ben zaten buraya sohbete değil, hafiften esen rüzgâr eşliğinde, gözlerimi kapatıp İstanbul’u dinlemeye geldim. Aslında siz de öyle yapmalısınız. Gözlerinizi kapatıp İstanbul’u dinlerseniz, göreceklerinize hayret edersiniz.”
Çıktıkları yokuşu gerisin geriye inmeye henüz başlamışlardı ki İdil durdu. “Niye öyle birden kalkıp gittiğimizi söyler misin? Ne güzel dinleniyorduk.”
“Yaşlı adamı görmedin mi?”
“Gördüm, tam senin yanında oturuyordum.”
“Çok komiksin! Gerçekten fark etmedin mi?”
İdil omuzlarını silkti. “Takırdayan takma dişleri ve uçuşan saçlarıyla sevimli bir ihtiyardı işte.”
“Onu demiyorum. Bakışları ürkütücüydü. Bir de neydi o söyledikleri?.. Kitabın adıyla ilgili… İstanbul’u dinlemekle ilgili… ‘Gözlerinizi kapatıp İstanbul’u dinlerseniz, göreceklerinize hayret edersiniz’ gibi bir şeyler…”
“Belki zararsız bir bunaktır.”
“Belki…”
Yeniden yürümeye koyuldular. Çok geçmeden İdil bu defa zınk diye durdu. Mert’in, “Yine ne var?” demesine kalmadan, gözlerini kısarak arkadaşına baktı. “Adamın ne dediğini tekrar eder misin?”
Mert, “Yanımda değil miydin sen?” diye takıldı. Ancak hemen ardından yaşlı adamın sözlerini hatırladığı kadarıyla tekrarladı.
İdil gözlerini bu defa kocaman açtı; gözlüğünün merceklerini delip geçecek gibiydiler. “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. Önce hafiften bir rüzgâr esiyor… Orhan Veli Kanık’ın en çok bilinen şiirlerinden birinin ilk iki dizesi. Hiç duymamış olamazsın!” Heyecan içindeydi. “Hadi geri dönüp yaşlı adamı bulalım.”
Mert, “Saçmalama!” diye itiraz etti. “Bulup da ne diyeceğiz adama?”
“İstanbul’u dinlersek ne göreceğimizi sorarız.” İdil az önce oturdukları banka yönelmişti bile. Mert de çaresizce peşinden gitti.
Bankın oraya geldiklerinde yaşlı adamdan eser yoktu. İdil, “Buralarda bir yerde olmalı.” dedi. “Elinde bastonuyla bu kadar kısa sürede ortadan kaybolamaz.”
Hemen müzenin çevresine ve girişine göz attılar. Hatta girişteki birine, yaşlı adamı tarif ederek onu görüp görmediğini sordular. Yoktu. Sanki yer yarılıp içine girmişti.
İdil’in omuzları çöktü. “Anlaşılan bulamayacağız.”
Mert pek de üzülmüşe benzemiyordu. “Böylesi daha iyi.”
İdil, “Peki şimdi duyacaklarına hazır mısın?” diye sordu. Mert’in cevap vermesine fırsat tanımadan cümleler bir çırpıda ağzından döküldü. “Burada bir de mezarlık olduğunu biliyor muydun? Aşiyan Mezarlığı. Orada pek çok şair, yazar, sanatçı yatıyor ve aralarından biri de Orhan Veli Kanık. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”
Mert iyice şaşırmıştı. Belki de başka ilginç bir tesadüfle karşı karşıyaydılar. Diğer yandan bu ilginç tesadüflerin sayılarının artması, aslında tesadüf olmadıkları anlamına gelmez miydi?
İdil parıldayan gözlerle bakıyordu. Mert, “O hâlde gidip bulalım bu mezarı.” dedi.
Onca mezar taşının arasında, aradıklarını bulmaları hiç de kolay değildi. Üstelik her ikisi de bir an önce oradan uzaklaşmak için can atıyorlardı.
Sonunda Mert, “Bu böyle olmayacak.” dedi. “Birinden yardım istemeliyiz.”
İdil, “Kimden?” diye sormadan edemedi. Kollarını iki yana açtı. Etrafta sadece mezarlar vardı. “Burada kimden yardım istemeyi düşünüyorsun?”
“Yakınlarda mutlaka bir görevli olmalı.”
“Ben kimseyi görmüyorum.”
“Girişe doğru gidelim, belki birine rastlarız.”
Az sonra bir görevliyle değil, ama birkaç gençle karşılaştılar. Mert, “Orhan Veli Kanık’ın mezarı ne tarafta biliyor musunuz?” diye sordu.
Aralarından biri, “İç taraflara doğru gidin.” diyerek, eliyle bir noktayı işaret etti. “Mezar taşı dikkatinizi çeker.”
Gencin işaret ettiği yere vardıklarında, gerçekten de tarif edildiği gibi o dikkat çekici mezarı buldular. Taş, farklı yontulmuş, bilindik mezar taşlarına benzemeyen, kocaman bir kütleydi.
“Eee, şimdi ne olacak? Gözlerimizi kapatıp İstanbul’u mu dinleyeceğiz?” Mert’in sorusu cevapsız kalmıştı. Mezarın bir köşesinde öylece dikilip durdular.
Çok geçmeden, az önce karşılaştıkları grubu yeniden gördüler. Mezarı işaret eden genç yanlarına gelip, “Buldunuz demek.” dedi.
Mert hafifçe başını salladı. “Bulduk, ama aradığımızın Orhan Veli Kanık’ın mezarı olup olmadığını bilmiyoruz aslında.”
İdil birden, “İstanbul’u dinleyecektik…” dedi. Saçmaladığının farkındaydı.
Genç, duydukları karşısında gülümsedi. “Orhan Veli’yle birlikte dinlemek isterseniz İstanbul’u, sahildeki parkta heykeli var. Yakın sayılır. Oraya gidin derim. Buradan daha canlı, hareketli bir yer!” Son cümleyi nedense sır verircesine, kısık sesle söylemişti.
İdil bir yandan, “Teşekkür ederiz.” derken, diğer yandan başıyla Mert’e, gidelim, diye işaret etti. Ürpermişti; bir an önce kalabalığa karışmak istiyordu.
İkisi hızlı adımlarla mezarlığın girişine doğru yürürlerken, genç arkalarından, “Korkutmak istememiştim.” diye seslendi.
Sahil yoluna indiklerinde, İdil genci kastederek, “Pek yardımseverdi!” dedi.
Mert, “En azından varlığından haberdar olmadığımız bir heykelin yerini söyledi.” diye karşılık verdi. Ne de olsa o gruba mezarın yerini soran kendisi olmuştu.
Çiçekler ve yeşillikler arasındaki heykeli bulduklarında, İdil, “İstanbul’u dinlemek için uygun bir yer.” diye itiraf etti.
Heykel, elinde sayfaları açık bir kitapla, kocaman bir taşın üstünde oturuyordu. Hemen arkasında yükselen diğer taşın üstünde ise beyaz bir martı heykeli göze çarpıyordu.
İdil ve Mert herhangi bir ipucu bulmak umuduyla, heykeli ve çevresini incelemeye koyuldular.
Mert, “Keşke ne aradığımızı bilseydik.” diye hayıflandı.
“Bir not, işaret ya da şekil olabilir. Aklıma başka bir şey gelmiyor.”
“Hey! Selam!” Her ikisi de arkalarından gelen sesle oldukları yerde korkuyla sıçradılar. İdil hafif bir çığlık bile savurdu. Ardından, soruyu kimin sorduğunu görünce korkusunun yerini öfke aldı. Ellerini beline dayayıp neredeyse hırlar gibi, “Sen… senin ne işin burada?” diye çıkıştı. Başını karşısındakine saldıracak bir boğa gibi hafifçe eğmişti. Saçları yüzünün tamamını kapatıyordu.
Mert arkadaşının yüzünü göremese de burnundan soluduğunu tahmin edebiliyordu. Hatta İdil’in, kendisi gibi ufak tefek olan kıza gerçekten saldıracağını sandı.
Oysa kız hiç de İdil’den korkmuşa benzemiyordu. Pişkin bir tavırla, “Size yardıma geldim.” diye şakıdı.
“Senden yardım isteyen oldu mu? Hem bizi nasıl buldun? Sana izimi kaybettirdiğime eminim.”
Kız aynı İdil gibi üstüne birkaç beden büyük gelen siyah paltosunu açıp boynundan sarkan ufacık dürbünü gösterdi. Dürbünün askısı, kahverengi uzun saçlarına ve boynuna birkaç kez sardığı atkıya dolanmıştı.
Mert, kızın İdil’in kuzini olduğunu anlamakta gecikmedi. İlk bakışta kardeş oldukları bile düşünülebilirdi. Saç renkleri dışında aralarındaki diğer tek fark, kızın gözlük takmıyor olmasıydı.
İdil hayretler içinde, “Bizi dürbünle mi gözetledin?” diye atıldı.
“Ne yapayım, uzaktan takip gerekiyordu. Üstelik ne yapacağınızı kestirmek imkânsızdı. Kaç taşıt değiştirdiğinizin farkında mısınız? Oysa nereye gideceğinizi söyleseydiniz, ben sizi daha kısa yoldan getirirdim.”
Mert, “Sana izimizi kaybettirmek içindi…” diye araya girdi.
“Ah, o hâlde sizin için üzgünüm, çünkü gördüğünüz gibi başaramadınız.”
Mert de öfkelendiğini hissediyordu. Bir de İdil’in ukala olduğunu düşünmüştü. Bu kız ondan beş beterdi. Yine de kendine hâkim oldu. Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarırdı. O yüzden, “Bak, ben bir araştırma yapıyorum, İdil de bana yardımcı oluyor.” diye açıkladı.
Kız gözlerini şüpheyle kıstı. “Araştırma demek!” dedi. Hiç de inanmış gibi görünmüyordu. Ardından başıyla Mert’in sırt çantasını işaret etti. “Onun içindeki kitabı mı araştırıyorsunuz?.. Dün sizi gördüm. İdil kitabın sayfalarını karıştırırken, öylesine heyecanlıydı ki! Demek ki çok özel bir kitap!”
İdil’in gözlerinden ateş fışkırıyordu. “Her kitap özeldir.” diye tısladı.
Ancak karşısındaki ikna olacak gibi değildi. “Beni de alın aranıza, araştırmayı çok severim.”
İdil, “Ah, onu biliyorum işte!” diye atıldı. “Benden gizli odamı bile karıştırmaya kalktın!”
“Bence geçmişi unutup beyaz bir sayfa açalım. Hem barış güvercini de barışmamızı isterdi.” Bir yandan dik taşın üstündeki kuşu işaret etti.
“O barış güvercini değil, martı!”
“Ne fark eder kuş işte, hem rengi de beyaz. Uzatma artık İdil beni de aranıza alın.”
İdil sabrının taştığını hissediyordu. “Asıl uzatan sensin. Mert söyledi ya, araştırmasına yardım ediyorum. Başka birinin daha yardımına gerek yok!”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.