Kitabı oku: «KADIM SEHRIN SIFRELERI», sayfa 2
Işıl öğretmen bu teorisini çok mantıklı buldu ve mektubun üstünde daha fazla durmamaya karar verdi. Okul yönetimini de şimdilik haberdar etmemek en doğrusuydu. Karışıklık yaratmanın anlamı yoktu.
Ancak tam öğretmenler odasına girmek üzereydi ki, içini kaplayan o huzursuzluğun onu terk etmeyeceğini anladı. Öğrencilerinin tehlikede olabileceğiyle ilgili en ufak bir kuşku bile beyninin zonklamasına neden oluyordu. Bu konuda yapabileceği bir şey olmalıydı, ama ne?
3. BÖLÜM
Hazine Avı Başlıyor
Çocuklar otobüse biner binmez ayrı yerlere dağıldılar. Kaan bulduğu ilk koltuğa oturdu ve çantasından eline ilk geçen kitabı çıkarıp okumaya başladı. Okumak, kimseyle konuşmak zorunda kalmamak için iyi bir taktikdi. Ceren okuldan eve dönerken her zaman yaptığı gibi yine kulaklıklarını takıp müzik dinlemeye koyuldu. Ateş ise otobüsten inip tramvaya binecekleri durağı kaçırmamak için gözünü dışarıya dikti. Evine okul servisiyle değil de otobüsle döndüğü için diğerlerine göre daha deneyimli sayılırdı. Trafik yoğun değildi. Belki de henüz öğlen olmadığı içindir, diye kendince fikir yürüttü. Günün o saatinde hep okulda olurdu.
Farklı şeylerle uğraşıyor gibi görünseler de aslında hepsi bir an önce Milion Taşı’nın olduğu yere ulaşmak ve ikinci şifreyi öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı.
Sultanahmet’e varıp tramvaydan inince, Kaan hemen aldıkları şehir planını açtı. İstanbul’un kimi noktalarının numaralandırılmış olduğu bu plan işlerine yarayacak gibiydi. Üçü de taşın yerini görmek için başlarını plana doğru eğdiler.
Kaan parmağını bir noktaya koyup, “İşte burada!” dedi. Ayasofya’nın karşısındaki köşede, birkaç yolun kesiştiği noktadaydı. Başlarını şehir planından kaldırıp çevrelerine şöyle bir göz atmaları yeterli oldu. Yağmurun kesilip güneşin yüzünü göstermesini fırsat bilen birkaç turist taşın başındaydı. Kaan arkadaşlarına belli etmeden Sultanahmet’e daha önce geldiği hâlde Milion Taşı’nı fark etmediği için içten içe hayıflandı.
O tarafa doğru yürürlerken Ateş, “Acaba ilk gelen ekip biz miyiz?” diye sordu.
Ceren omuzlarını silkti. “Etrafta bizden başka öğrenci yok gibi görünüyor. Ya çoktan gelip gittiler ya da gerçekten biz hızlı davrandık. Tabii bir de üçüncü seçenek var. Yani şifreyi yanlış anlamış ve yanlış yere gelmiş olabiliriz.”
Ateş cep telefonunu çantasından çıkarırken, “Umarım ikinci seçenektir.” dedi. “Burada fotoğraf çekinelim mi? Ne dersiniz?” diye sordu. “Hem buraya geldiğimizin kanıtı olur hem de hatıra…”
Ceren yine omuzlarını silkti. “Neden olmasın.” Ardından Ateş’in elinden telefonunu alıp Milion Taşı’nın önünde bir fotoğrafını çekti.
Fotoğraf çekme sırası Ateş’e gelince Ceren’le yer değiştirdi. Elindeki cep telefonu sanki profesyonel bir fotoğraf makinesiymiş gibi davranıyordu. Doğru açıyı yakalamak için bir ileriye bir geriye doğru hareket ederken biriyle çarpıştı. Adamcağız sendelemişti. Ateş’in sırt çantasına tutunup dengesini sağlayınca yere düşmekten son anda kurtuldu.
O sırada yoldan geçen birkaç kişi dönüp ne olduğuna baktı.
Ateş, “Affedersiniz! İyi misiniz?” diye sorarken adam telaşla, “İyiyim, iyiyim! Biğ şeyim yok!” dedi ve yürüyüp gitti.
Ceren, “Adamcağızı neredeyse yere indirecektin.” diye söylendi.
Ateş ise çarpışmanın bu kadar şiddetli olmasına bir anlam verememişti. Hızlı hareket etmiyordu ki! “Bana çarpan oydu!” diyerek kendini savundu. “Hem çantamı öyle bir çekiştirdi ki, yere inecek biri varsa o da bendim!” Sonra da konuyu değiştirmek için Milion Taşı’nı çevreleyen ahşap yola kazınmış şehir isimlerinden bazılarını ve tanıtıcı levhayı yüksek sesle okudu.
O da bitince sabırsızlık içinde cep telefonunu kontrol etti. “Acaba biz mi Işıl öğretmene mesaj atsak?” diye sordu. Birkaç dakika öncesine dek kendine duyduğu güven yerini endişeye bırakmıştı. “Belki de gerçekten bir yerde hata yaptık.”
Ceren, “Eğer öyleyse şifreyi yeniden gözden geçiririz.” diye karşılık verdi. “Hem benim daha iyi bir fikrim var. Burada durup endişe içinde beklemek yerine meydanın çevresindeki kafelerden birinde karnımızı doyuralım. Çünkü mesaj gelirse yemeğe fırsat bulamayabiliriz. Gelmezse zaten moralimiz bozulup iştahımız kaçacağı için yiyemeyiz. Yarışmayı düzenleyenler şifreyi çözüp buraya geldiğimizi görmüşlerdir mutlaka. Özellikle az önceki çarpışmadan sonra!”
Ateş tam yine, ama bana çarpan oydu diyecekti ki, vazgeçti. Yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleştirip, “Evet, tarihî mekâna biraz hareket katmanın iyi olacağını düşündüm!” dedi.
Bu sözüne diğerleri güldüler. Bunun üzerine Ateş midesini ovalayıp, “Bir şeyler atıştırmak hiç de fena bir fikir değil.” diyerek Ceren’e katıldı.
Kaan, “Benim bildiğim bir yer var ama meydanda değil.” diyerek parmağıyla ilerisini işaret etti. “Yukarıya doğru tramvay yolunu izlersek pek uzakta sayılmaz.” Ardından burnunu kaşıyarak, “Bir süre önce kuzenimle gelmiştim de…” diye itiraf etti. “Üstelik terasından Sultanahmet Meydanı görünüyor.”
Ateş, “İyi fikir!” diye onayladı.
Ceren, “Tam da terasta yemek yenecek hava ya!..” diye söylense de sorun çıkarmadan Kaan’ın peşine takıldı.
Hep birlikte kısa bir süre yürüdüler. Tam Kaan, “İşte şurası…” diye işaret ediyordu ki, üçünün de arka arkaya cep telefonları titreşerek çaldı. Ateş sevinç içinde, “Işıl öğretmenden mesaj gelmiş olmalı.” dedi. Yanılmamıştı.
Öğretmenleri şifreyi aktarmadan önce çocukları kısaca tebrik etmeyi ve ardından da yine “iyi şanslar” dilemeyi ihmal etmemişti. Ancak onları asıl ilgilendiren, mesajın şifreyle ilgili olan kısmıydı. Oradaki bir ağacın gövdesine dayanıp her biri kendi telefonundan sessizce ikinci şifreyi okumaya koyuldu. Aslında üçü de dâhiyane bir fikirle şifreyi hemen çözmek ve böylece diğerlerini şaşırtmak için can atıyordu.
Ateş o birkaç satırı içinden defalarca okuduğu hâlde tek başına altından kalkamayacağını anlamıştı. Ceren ve Kaan’ın da sesleri çıkmadığına göre onların durumu da benden farklı değil demek ki, diye düşündü. “Burada böyle boşuna durmayalım.” diye söze girdi. “Hem bir şeyler yer ve ısınırsak, belki çözüme daha kolay ulaşırız.”
Böylece Kaan’ın sözünü ettiği kafeye oturup hiç vakit kaybetmeden başlarında dikilen garsona siparişlerini verdiler.
Kaan şifreyi yine kâğıda yazmayı önerdi. Bunun üzerine Ceren defterinden bir sayfa yırtıp şifreyi büyük harflerle cep telefonundan kâğıda geçirdi. Yan masadakilerin duymamasına özen göstererek yeniden okudu.
Gün ışığında bulamazsın, tam 15 yüzyıldır kralsız olan sarayı.
Sudan yükselir, heybetli mermer ağaçları.
Sonu gelmezmiş gibi görünse de, 336’dır ağaçların sayısı.
Olduğun yerden uzaklaşmadan yaklaş ona.
Ama yaklaşınca dikkat et yılan kadar acımasız o kadına,
Eğer dönmek istemezsen sonsuza dek kocaman bir taşa.
Ateş, arkadaşlarına umutsuzluk dolu bir bakış attı. “Bu defa ipucu da yok.”
Kaan, “Evet, ama şehir planımız var.” diyerek haritayı çıkarıp masaya yaydı.
Ceren, “İlk satırdan başlayalım.” dedi.
Kaan, “Gece aramamız gerektiğini mi söylüyor acaba?” diye sordu. “Ya da en azından hava karardıktan sonra…”
Ateş ağzını bir tarafa yamulttu. “Belki geceleri ışıklandırıldığı için daha kolay fark edilen bir yerdir. Ama yine de gündüz görülmüyor olması anlamsız!”
Ceren cümlenin kalanını okudu. “Bu kısmı işimizi kolaylaştırıyor. En azından aramamız gerekenin ne olduğunu söylüyor: Bir saray. Şehir planına bakıp İstanbul’daki sarayları listeleyebiliriz.” Hemen ardından defterinden bir kâğıt daha kopardı.
Ateş, “Acele etme!” diye uyardı. “Şaşırtmaca olabilir. Diğer cümlelerden bir şey çıkarabiliriz belki.”
Kaan gözlerini şifreden ayırmadan, “İlk şifrede bizi yönlendiren aslında son cümleydi.” dedi. “İkinci şifrede ise bu görevi dördüncü cümle görüyor. Yani, ‘Olduğun yerden uzaklaşmadan yaklaş ona.’ Demek ki bulmamız gereken yakında bir yer.”
Arkadaşının sözleri üzerine Ateş’in gözleri parladı. Ancak bir şey söylemeye fırsat bulamadı. Çünkü garson elinde sipariş ettikleri içeceklerin ve yiyeceklerin olduğu tepsiyle yanlarında bitivermişti.
Kaan şehir planını hızla katlarken Ceren kâğıtları toparladı. Garson gittikten sonra bir yandan atıştırıp bir yandan da çevrede şifreye uyabilecek yerleri düşünmeye koyuldular.
Ceren, “Yakınlardaki tek saray, Topkapı Sarayı.” dedi.
Ateş, “Öyle, ama Topkapı Sarayı 15 yüzyıl boyunca padişahsız kalmadı ki!” diye karşı çıktı. “Hem Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldığına göre 15 yüzyıl önce değil…”
Ceren, “Ancak 15. yüzyılda yaptırılmıştır.” diyerek sözlerini tamamladı. “Işıl öğretmen şifreyi gönderirken hata yapmış olabilir mi?”
Hiçbiri buna ihtimal vermedi. Bir süre sessizce yemeklerini yediler.
Ateş, “Diğer cümlelere geçelim.” diyerek sessizliği bozdu. “‘Sudan yükselir, heybetli mermer ağaçları.’ derken neyi kastediyor sizce?”
Ceren, “Belki sarayın denize yakın oluşunu…” diye fikir yürüttü.
Kaan, “Ama sayı vermiş.” diye karşı çıktı. “Topkapı Sarayı’nın bahçesinde 336 ağaç mı var yani?”
Ateş’e de Ceren’in fikri doğru gelmemişti. “Bir de son cümledeki şu ‘yılan kadar acımasız o kadın’ var. Görünen o ki üstün güçlere sahip!” Portakal suyundan kocaman bir yudum aldı.
Bu sırada Ceren yemeğini bitirip sırtını sandalyesine yasladı. “Eğer daha iyi bir fikriniz yoksa Topkapı Sarayı’na gidip bir göz atalım. Belki bizi şaşırtacak bir şeyle karşılaşırız.”
Ateş’le Kaan, Ceren’i başlarıyla onayladıktan sonra hiç zaman kaybetmeden beliren garsona hesabı ödeyip kalktılar.
Sultanahmet Meydanı’na geldiklerinde Ceren, “Turistlerin sayısı mı artmış yoksa bana mı öyle geliyor?” diyerek güldü.
Ateş başıyla onayladı. “Bu defa da turistleri izlersek bir işe yarar mı acaba?”
O sırada kalabalık bir grup rehberlerinin eşliğinde Sultanahmet Camii’ne yönelmişti. Kaan birden olduğu yere çakılıp kaldı. Gözleri heyecanla kocaman açılmıştı. “Buradan…” diyerek arkadaşlarını camiinin karşı tarafına sürükledi. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin önünde durunca arkadaşları soran gözlerle ona baktılar.
Kaan’ın müzenin önündeki tabelayı işaret etmesiyle Ceren’le Ateş’in yüzlerinin aydınlanması bir oldu. Müzenin adının altında İbrahim Paşa Sarayı diye yazıyordu.
Ateş, “Yani burası hem müze hem de saray mı?” diye sordu.
Ceren, “Demek ki yakınlardaki tek saray Topkapı Sarayı değilmiş.” diye hayretle mırıldandı.
Kaan, arkadaşlarını şaşırttığını görünce içten içe sevindi. Önceki geziden aklında işe yarar bilgiler kaldığı için de… “Hayır, aslında artık yalnızca müze…” diyerek Ateş’in sorusunu cevapladı. “Ama zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı olan İbrahim Paşa’nın sarayıymış. Ben gezdim burayı. Bahçesinde sudan yükselen ağaçlar yoktu ama yine de isterseniz girip bir göz atalım.”
Avlusunun güzelliğine ve sergilenen değerli eserlere rağmen müzeye girmeleriyle çıkmaları neredeyse bir oldu.
Ceren hayal kırıklığına uğramıştı. “Şifreyle örtüşen hiçbir özelliği yok.”
Ateş’in yüzüne buruk bir gülümseme yerleşmişti. “Eserlerin sergilendiği cam kutulardan birinde yılana benzeyen bir kadın heykeli dursaydı iyi olurdu.”
“Eee… peki şimdi ne yapıyoruz? Topkapı Sarayı’na mı gidiyoruz?”
Kaan’ın sorusuna diğerleri bir süre cevap vermediler. Sonunda Ateş, “Kitaplar olmadan bu işi beceremeyeceğiz anlaşılan.” dedi. “Önce bir kitabevi bulsak iyi olacak. Hem böylece zaman kaybetmemiş oluruz. Topkapı Sarayı’nın büyüklüğünü düşününce…”
Tramvay yoluna geri döndüklerinde Ceren, “Baksanıza!” diye heyecanla diğerlerini uyardı. “Durağın oradakiler… Size birilerini hatırlattı mı?”
Ateş bir an arkadaşının kimleri kastettiğini anlamak için gözlerini durağa dikti. Sırt çantalı küçük bir grup heyecan içinde gözleriyle çevreyi tarıyorlardı. Ardından, “Evet, hatırlattı.” dedi. “Bizi!.. Gerçi rozetlerini bu mesafeden ayırt etmek zor ama öğrenci oldukları kesin… Eğer onlar da hazinenin peşindelerse umalım da henüz ilk şifreyi çözmemiş olsunlar.”
Ceren’le Ateş konuşurken nedense Kaan’ın sesi çıkmıyordu. Ateş, “Kaan nereye kayboldu?” diye söylenirken ufak tefek çocuğun, küçük bir dükkânın önünde kartpostal seçen bir turist kafilesine karışmış olduğunu gördü. Kartpostal almanın tam da sırasıydı!
Kaan, Ateş’in söylendiğini duymuş gibi ona doğru baktı; gülümsüyordu. Arkadaşlarına eliyle gelmelerini işaret etti.
“Bakın ne buldum!” derken bir yandan da bol resimli bir şehir rehberinin kapağını gösterdi. “Yedi Günde İstanbul!”
Dükkân sahibinin turistlerle ilgilenmesini fırsat bilip aynı şehir rehberinden birer tane aldılar ve incelemeye koyuldular.
Ceren, “Sultanahmet ve çevresindeki yerleri paylaşıp okuyalım.” diye önerdi. Böylece her biri göz atacakları sayfaları belirlediler ve hızla işe koyuldular.
Az sonra Ceren, “Ayasofya’yla ilgili bilgiler şifreye uymuyor.” diye homurdandı. “Topkapı Sarayı ise gerçekten öyle büyük ve öyle çok bilgi var ki!.. Nedense en çok bilgi içeren yerler benim payıma düşmüş!.. Bir de Haseki Hürrem Hamamı var. Bana suyu çağrıştırdı. Ama kitapta hamamda yılan kadar acımasız bir kadın olduğuna dair bir ifade yok!” Umutsuzlukla omuzları düştü.
Kaan, “Üç yılanın birbirine dolandığı sütun!” diye mırıldandı. Ardından arkadaşlarına bakıp, “Sizce olabilir mi?” diye sordu. “Belki de bu yılanlar kadını çağrıştırıyordur!”
Ateş, “Nerede?” diye sordu.
“Meydanda! Meydandaki üç sütundan biriymiş.”
“Ben meydanda sadece iki sütun gördüm.”
“O ikisi yüksek oldukları için dikkatini çekmiş demek ki. Bir de aralarındaki Yılanlı Sütun var.” Kaan bir yandan hafızasını yokladı. Ancak Milion Taşı’nı hatırlamadığı gibi yılanları da hatırlamıyordu. Okumaya devam edince şimdi nedeni anlaşıldı, diye düşündü. “Yılanlı Sütun’daki yılanların kafaları artık yokmuş. Bu durumda görmüş olsak bile çağrışım yapmaması doğal.”
Ceren, Kaan’ı biraz da ürküten gözlerini kocaman açmış, çocuğu dinliyordu. “Tamam da hem gün ışığında görülüyor o sütunlar hem de adı üstünde sütun! Biz bir saray arıyoruz.”
Kaan başını yeniden kitaba eğip, “Belki de eskiden orada bir saray vardı!” diye ağzında geveledi. Ama hemen ardından, “Saray değil, hipodrom varmış.” diye düzeltti. Bu sırada Ceren’in onaylamaz bir tavırla başını salladığını görmedi.
Ateş’in dikkati dağılmıştı. Arkadaşlarını dinlemiyordu. Şehir rehberinin aynı sayfasını bir öne bir arkaya çevirip duruyordu. Yüzüne yavaşça bir gülümseme yayıldı. “Sıkı durun!” diye haykırdı. Öyle ki, yanlarındaki birkaç turist ne olduğunu anlamak için dönüp baktılar.
Ateş, “Şunu dinleyin!” diye devam etti. Bu kez sadece arkadaşlarının duyabileceği bir tonda konuşmuştu. “Her birinde 28 tane olmak üzere 12 sıra sütun, yani toplam 336 sütunlu bir yer! Öyle ki sütunlar bir ormanı hatırlatıyormuş!”
Ceren sabırsızlık içinde, “Peki neredeymiş bu sütunlar?” diye sordu.
“Yerebatan Sarnıcı’nda!”
O sırada Kaan şehir planını açıp, “Nasıl düşünemedim.” diye hayıflandı. “Yerebatan Sarnıcı’na aynı zamanda Yerebatan Sarayı da denir! Ziyaretçi kuyruğu çok uzun olduğu için o zaman içeri girememiştik.” Ardından şehir planında sarnıcın yerini aradı. “İşte burada! İnanmayacaksınız ama Milion Taşı’nın dibinde! ‘Olduğun yerden uzaklaşmadan yaklaş ona.’”
Ceren, “Eğer şifrenin kalanı da uyuyorsa bulduk demektir.” dedi.
Bu sırada üçü birden Ateş’in açtığı sayfaya baktılar. Yerebatan Sarnıcı’yla ilgili bilgiler küçük resimlerle desteklenmişti.
Ateş, “Resimlerden pek bir şey anlaşılmıyor.” diye yakındı.
Ceren üç şehir rehberini de kapıp aldıkları yere yerleştirirken, “Hadi hemen gidip kendi gözümüzle görelim.” dedi.
Girişte sıra olmamasına sevindiler. Zaten burunlarının dibindeki bir yeri bulamadıkları için gereksiz yere vakit kaybetmişlerdi.
Tam kapıdan girerken Kaan sarnıcı tanıtan levhayı arkadaşlarına gösterdi. “532 yılında yapılmış yani 6. yüzyılda!”
Ateş, “Küçük bir matematik hesabı yaparsak; 15 yüzyıl önce!” diye atıldı.
Biletlerini alıp merdivenlerden aşağı inerken Ceren bir yandan durakta gördükleri çocuklara bakındı. İçinden onlarla karşılaşmamayı diledi.
Sarnıca indikleri an büyülenmiş gibi hissettiler. Etraf loştu ve ışıklandırma sayesinde etrafa yayılan kızıllık oldukça etkileyiciydi.
Ateş sütunlara bakarak, “Sudan yükselen mermer ağaçlar.” diye fısıldarcasına konuştu. Kimi sütunların üstündeki oymalar gerçekten de ağaçları hatırlatıyordu.
Ceren, “Niye kralsız olduğunu anlamak zor değil.” dedi. “Çünkü gerçek bir saray değil.”
Kaan, “Niye gün ışığında bulunamayacağını da…” diye ekledi. “Çünkü yer altında…”
Sütunların arasındaki iskelelerin üstünde yürürken sütunların suya yansımalarına ve suda kayan kocaman balıklara hayranlıkla bakmaktan kendilerini alamadılar.
Ateş, “Kesinlikle doğru yerdeyiz.” dedi. “Ama yine de yılan kadar acımasız kadınla tanışmadan dışarı çıkmayalım!”
Bir turist kafilesinin kümelendiği yere doğru ilerlediler. İşte oradaydı. Hem de iki ayrı sütunda kaide görevi gören iki ayrı kadın başı vardı; yılan gibi saçları olan… Başlardan biri ters, diğeri ise yan duruyordu. Turist rehberi bir efsaneye göre yılan saçlı Medusa’nın kendisine bakanları taşa çevirme gücü olduğunu anlatıyordu.
Orada durup rehberin anlattıklarını dinlerken birer fotoğraf çekmeyi de ihmal etmediler. Sonra Ateş birden, “Hemen buradan gidelim!” diye arkadaşlarını uyardı. “Cep telefonum çekmiyor.”
Hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdüler. Kaan, “Işıl öğretmenden şifre gelene kadar sarnıcın kafesinde soluklanırız diye düşünmüştüm.” dedi. “En azından su alabilir miyiz?”
Birkaç dakika oyalanmanın sorun olmayacağını düşünerek sularını aldılar. Bir yandan içerek, sudaki öbek öbek balıklara ve sarnıcı ilgiyle gezenlere bakmaya başladılar. Çoğunun yabancı turist olduğu birbirine karışan farklı dillerden anlaşılıyordu.
Ateş, “Tek bir kelimesini bile anlamadığımız ne kadar çok dil var…” derken, Ceren neredeyse ağzındaki suyu püskürterek, “Olamaz!” diye inledi. İlgi çekmemek için sadece kaşıyla ve gözüyle durdukları iskelenin gerisini işaret etti. “Bunlar, durakta gördüğümüz çocuklar değil mi? Bu durumda hazine avına katılan okullardan birinin ekibi oldukları kesinleşti! İşin kötü tarafı, demek ki onlar da şifreyi çözmüşler.”
Ateş heyecan içinde etraflarına bakıp aralarında konuşan çocuklara gözünü dikti. Şaşkın bir hâlleri vardı. Herhâlde biz de dışarıdan böyle görünüyoruz, diye düşündü. Ancak bu düşüncesini arkadaşlarıyla paylaşmadı. Onun yerine daha çok kendine cesaret vermek istercesine, “Ama onlardan önde sayılırız; kapıya daha yakınız!” dedi. Duyduğu belli belirsiz endişe sesine yansımıştı. “Yine de elimizi çabuk tutalım.”
Daha fazla vakit kaybetmeden açık havaya çıktılar.
Telefonlar kapsama alanına girer girmez arka arkaya mesajlar geldi. Ateş hemen telefonlarına el atan arkadaşlarını, “Önce buradan uzaklaşsak iyi olacak.” diye uyardı. “Mesajı başka bir yerde okuyalım. Biz diğer ekipleri fark ediyorsak diğerleri de bizi fark edebilir!”
Ceren karşı çıkmak için ağzını açtıysa da vazgeçti. Başını onaylarcasına sallayıp Kaan’la birlikte Ateş’in peşine takıldı.
4. BÖLÜM
İki Tuhaf Takipçi
Bir süre sessizce ilerlediler. Çok geçmeden turistlerin oluşturduğu kalabalık arkalarında kaldı. Yerini, günlük koşuşturmacasını yaşayan şehrin insanına bıraktı. Yol üstündeki kamyonlardan dükkânlarına eşya taşıyan esnafların arasından sıyrılarak yürümeyi sürdürdüler.
Kaan, “Artık mesajı okuyalım mı?” diye önerdi. “Bu şekilde zaman kaybediyoruz.” Sabırsızlık içindeydi. Şifreleri çözmekte zorlanıyor olsa da bu oyun çok hoşuna gitmişti.
Ceren, “Aslında bir yere oturup okusak fena olmaz.” diye katıldı. “Böyle ayaküstü ne okuduğumu anlamıyorum. Hem artık etrafta ‘şüphe uyandıracağımız’ öğrenci kalmamıştır herhâlde!”
Ateş, arkadaşlarına dönüp tamam, dercesine başını salladı. O sırada gözü karşı kaldırıma kaymıştı. Bir an için dikkati dağıldı ama sonra kendini toparlayıp, “Bir bank görünce oturalım.” dedi.
Birkaç yüz metre sonra Ceren, “İşte!” diyerek yolun ilerisini gösterdi. “Şurada bir tane var. Tam zamanında, sırt çantam her adımda ağırlaşmaya başladı sanki.”
Ateş, Ceren’in gösterdiği banka bile bakmadan, “Aslında banka oturmak iyi bir fikir değil!” diye karşı çıktı. “Şifreyi bir kafede incelersek daha rahat ederiz.”
Ceren, “Ama sen az önce…” diye hatırlatırken Ateş, kızın sözünü kesti. “Biliyorum bank benim fikrimdi…” diye geveledi ve sustu. Bu sırada arkadaşlarını uyarma gereği bile duymadan önüne çıkan ilk ara sokağa saptı. Hızlı adımlarla Ceren’le Kaan’ın birkaç metre önünde yürümeye koyuldu. Bir yandan sık sık karşı kaldırıma ya da dönüp arkasına bakıyordu.
Çok geçmeden daracık başka bir sokağa girdi. Oradan bu defa az önce yürüdükleri ana caddeye bağlanan başka bir sokağa daldı.
Sonunda Ceren dayanamayıp, “Anladım!” diye homurdandı. “Kaybolmak için elinden geleni yapıyorsun. Bu arada sürekli arkana bakıp bizi kontrol etmene gerek yok! Geliyoruz işte! Bu soğuk havada koşturmaktan ter içinde kaldık ama sorun değil!”
Ateş, kızın sözlerine kulak asmıyormuş gibi görünüyordu. Yine de ana caddeye çıkar çıkmaz ilk köşedeki kafeye daldı; Ceren’le Kaan da peşinden…
Ateş kafenin kuytu ama girişini gören köşesindeki masaya yerleşti.
Ceren sırt çantasını yere bırakıp sandalyeye çökerken yüzünü buruşturmaktan kendini alamadı. Ateş’e, “Delirdiğine karar verdim!” dedi. Kaan’ın nefesi öylesine kesilmişti ki hiç sesini çıkaramadı.
Ateş sesine gizemli bir ton katmaya çalışarak, “Tabii ki delirmedim; izlendiğimizi fark ettim.” diye açıkladı.
Ceren alaylı bir ifadeyle, “Şifreleri hızla çözmemizden faydalanmak isteyen bir öğrenci grubu tarafından mı?” diye sordu.
Ateş, “Öğrenciye benzemiyorlardı.” diye karşılık verdi. Oldukça ciddi bir havası vardı. İkisi de orta yaşlı ve tıknaz bir kadınla bir erkekti… Ama sanırım atlatmayı başardık. Arkamızdan kafeye dalmadıklarına göre…” Bir yandan kapıya kaçamak bir bakış atarken diğer yandan da kadınla adamın sokağın bir köşesinde durup kafeden çıkmalarını bekleyebilecekleri ihtimalini aklından geçirdi.
Ceren cep telefonunu çıkarırken ilgisizce, “Eminim atlatmışızdır.” diye onayladı. “Güzergâhımızı düşününce!.. Hem bizi kim, niye izlesin ki?”
Sonunda Kaan nefesini düzene sokmayı başardı. “Belki de yarışmacıların kurallara uyup uymadığını kontrol eden müfettiş gibi birileridir.”
Ateş, arkadaşlarının rahat tavırlarına karşılık, oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Söyleyip söylememekte kararsız gibiydi.
Bunu fark eden Ceren gözlerini cep telefonundan ayırdı. “Hadi çıkar ağzındaki baklayı!”
“Galiba peşimizdekilerden biri bana çarpan adamdı!”
Kaan’ın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Gerçekten mi?”
“Gerçi bizi izleyenlerin yüzlerini iyi seçemedim, ama adamın vücut yapısı ve giysilerinin rengi, bana çarpanla aynıydı.”
Ceren, “Evet, tabii!” diye karşılık verdi. Bu konuyu kapatmak ve bir an önce şifreye yoğunlaşmak istiyordu. “Çünkü İstanbul’da tıknaz görünümlü ve koyu renk giysili birine rastlamak olağan dışı bir durumdur! Unuttun mu, bu bir hazine avı; dedektifçilik oynamıyoruz!”
Ateş dudağını büküp kaşlarını kaldırmakla yetindi. Kafenin girişine yeniden hızlı bir bakış attıktan sonra, o da mesajı okumak için telefonunu çıkardı.
Işıl öğretmen tebrik ve iyi dileklerle ilgili kısmı, bu kez gülen yüz işaretleriyle geçiştirmişti. Mesajın tamamı şifreden oluşuyordu.
1348 yılında yaşadığını farz edersen ve Ceneviz kolonisinin kuzey sınırına gidersen, karşılaşırsın onunla.
Nice güzellikler uzanıp gider dört bir yanında.
Kalabalığın arasından sıyrılıp fark ettirir kendini, kule gibi uzun boyuyla.
Yangın çıkarsa, görüp koşsun diye yardıma.
Kaan, “Ben bir şey anlamadım!” diye mırıldandı.
Ateş, “Al benden de o kadar!” diye karşılık verdi. “Sanki önceki şifrelerden daha kısa, ama daha zor görünüyor.”
Ceren, “Takipçileri atlatmak için bir kafeye değil de kitabevine sığınmalıydık!” diye söylendi.
Ateş, kıza cevap vermek yerine garsona eliyle işaret etti. Adam yanlarına yaklaşınca, “Yakında bir kitabevi var mı?” diye sordu.
Adam hayretle kaşlarını kaldırdı. “Kitabevi mi? Burası Cağaloğlu, her sokakta bir kitabevi var. Hatta isterseniz yayınevleri de var! Gerçi artık birçoğu buradan taşındı…” Sonra da masaya birer menü bırakıp başka bir masanın siparişini almak üzere uzaklaştı.
Ateş, “Bir şeyler içip dinlenirken en azından akıl yürütmeyi deneyelim.” dedi.
Ceren yine görev edinmiş gibi şifreyi kâğıda geçirmeye koyuldu.
Kaan, “Her şifreyi ele veren bir cümle var.” dedi. “Bence burada üçüncü cümle… Hatta metafor bile olmayabilir.”
Ceren, “Ama bu çok kolay olurdu.” diye itiraz etti. “Ne yani, bulmamız gereken bir kule mi?”
Kaan, “Neden olmasın?” diye cevap verirken yine hafifçe kızarmıştı.
O sırada yeniden yanlarına gelen garsona birer sıcak içecek siparişi verdiler.
Ateş, “Eğer öyleyse işimiz gerçekten kolay!” dedi. “İstanbul’daki kulelerin listesini çıkarırız.”
Ceren ikna olmuşa benzemiyordu. “Eee… Sonra da teker teker kuleleri mi dolaşacağız? İstanbul’da kim bilir kaç kule vardır. Bu günler sürer. O hâlde önce Ceneviz kolonisinin kuzey sınırı neresi, orayı buluruz biz de, değil mi?! 1348 yılında yaşadığımızı farz ederek elbette!.. Eğer bir de aradığımız şey kule değilse yandık o zaman!..”
Kaan gözlerini kıstı. “Yangın çıkarsa, görüp koşsun diye yardıma.” diye şifrenin son cümlesini okudu. “Benim bir fikrim var ve eğer düşündüğüm gibiyse işimiz gerçekten kolay!” Bakışlarını destek beklercesine Ateş’e kaydırdı. “Bir kütüphaneye gitmeye ne dersiniz?”
Sorusuna cevap alamadan garson dumanı tüten içeceklerle geri geldi. O içecekleri servis ederken, Ateş, adama, “Buralarda hiç kütüphane var mı?” diye sordu.
Garson, “Her gün sizin gibi kitap meraklısı gençlerle karşılaşmıyoruz.” diyerek gülümsedi. “Beyazıt Devlet Kütüphanesi var. Buraya uzak sayılmaz. Kapalıçarşı’nın içinden geçip gidebilirsiniz.”
Ateş, adama teşekkür ederken, Kaan arkadaşlarına, “Bize kulelerin tarihini anlatan bir kitap lazım.” dedi. “Daha da önemlisi öyle bir kitabı önerecek bilgili bir kütüphane görevlisi.”
Ceren, “Tabii eğer aradığımız gerçekten bir kuleyse…” dedi inatla.
Kafeden çıkıp garsonun yol tarifi sayesinde Kapalıçarşı’ya girene dek Ateş şüphe dolu bakışlarla etrafı süzmeyi sürdürdü. Ancak sözünü ettiği tıknaz ikiliyi görmemiş olacak ki sesini çıkarmadı. Ne Ceren ne de Kaan bu konuda tek bir söz söylediler. Yalnızca olabildiğince hızlı adımlarla yürüdüler. Bir an önce kütüphaneye ulaşmayı ve gün bitmeden üçüncü şifreyi de çözmeyi umuyorlardı.
Kapalıçarşı’ya girdikleri an karşılaştıkları kalabalık biraz ürkmelerine neden oldu. Her taraftan insan fışkırıyordu sanki. Etrafı meraklı bakışlarla inceleyen turistlere, alışverişe gelmiş yerli halk karışıyordu.
Kaan, Ceren ve Ateş’ten daha rahat görünüyordu. “Kuzenim geldiğinde buradan da geçmiştik.” dedi. “Çok büyük bir yer ve sokaklar labirent gibi. Bu yüzden insan çok kolay kaybolabilir. İçinde hanlar bile var. Yaklaşık 4000 dükkân olduğunu duyunca inanamamıştım. Hatta o zamanlar sokaklar iş kollarına göre ayrılmış, bunu anlamak için sokak isimlerine bakmak yeterli!”
Ceren, “Ben ilk defa geliyorum.” dedi. “Siz de fark ettiniz mi? Havada insanı içine çeken tuhaf bir gizem var sanki…” Kendi çevresinde dönerek hayranlıkla baktı. “Duvarlara yüzyılların ağırlığı yapışmış, kokusu sinmiş gibi.”
Ateş dükkânların ışıl ışıl, rengârenk vitrinlerine bakarak, “Benim de ilk gelişim.” diye atıldı. “Keşke dolaşacak zamanımız olsaydı.”
Terlikçiler adındaki sokaktan dümdüz ilerlerken, Ceren hayretle, “Ama burada terlikten başka her şey satılıyor!” dedi.
Kaan omuzlarını silkmekle yetindi.
Arada yan yollara girerek, birkaç kez kaybolma tehlikesi atlattılar. Kaan bir ara, “Kaybolabileceğimizi söylemiştim…” demek üzereyken kelimeleri ağzında gevelemekle yetindi. Özellikle Ceren’in hışmına uğramaya niyeti yoktu. Kız sırt çantasının ağırlığı yüzünden neredeyse iki büklüm olmuş hâlde yürüyordu.
Sonunda Kapalıçarşı’yı boydan boya aşıp Fesçiler Kapısı’ndan çıkınca kendilerini yeniden açık havada buldular. Henüz kalabalığın arasından sıyrılamamışlardı ki Ateş gözlerini hayretle kocaman açtı. “Bu da ne?”
Sorusu aslında daha çok Kaan’aydı. Ne de olsa aralarında oraya daha önce gelen tek kişi Kaan’dı. Ancak Ateş’in arkasında yürüyen Kaan da en az iki arkadaşı kadar şaşırmıştı. Çünkü o da burayı ilk defa görüyordu.
Ateş, “Biz bir açık hava kütüphanesi aramıyorduk değil mi?” diye devam etti.
Ortasında demir korkuluklarla korunan birkaç ağacın yükseldiği küçük bir meydana çıkmışlardı. Ama asıl çarpıcı olan o alanı çevreleyen birbirine yapışık sıra sıra dükkânlardı; yalnızca içleri değil kapılarının önü de kitap yığınlarıyla doluydu.
Ceren, “Belki de burada şifreyi çözmemizi sağlayacak bir kitap bulabiliriz.” dedi. Böylece gözlerine kestirdikleri bir dükkâna girdiler. Dükkânın hem giriş kapısının bir yanı hem de içerideki rafların bir bölümü eski görünümlü kitaplarla doluydu.
Ceren’in gözlerini raflar boyunca gezdirdiğini fark eden dükkân sahibi, “Ne aramıştınız?” diye sordu.
Ceren, “Kulelerle ilgili bir kitap!” diye karşılık verdi. Bir yandan da dükkân sahibinin bu yığının arasında hangi kitabın nerede olduğunu nasıl bildiğini düşündü.
Ateş, “İstanbul’daki kulelerle ilgili…” diye belirtti.
Kaan, arkadaşlarını şaşırtarak, “Aslında daha çok yangın kuleleriyle ilgili bilgi edinmek istiyoruz.” dedi.
Dükkân sahibi gevrek bir kahkaha attı. “Yangın kulesi mi? Kitabını ne yapacaksınız? Gidip kendisini görsenize!”
Üçü birden heyecan içinde, “Kendisini mi?” diye sordu.
“Evet. Kitapta resmini görürsünüz. Ama az ilerde İstanbul Üniversitesi var ve onun bahçesinde de Beyazıt Kulesi. Çok eskiden İstanbul’da sıkça çıkan yangınları gözlemek için kullanılırmış.”
Ceren, “İşte bu harika bir haber!” deyince, adam şaşkın bir ifadeyle kıza baktı.
Ateş, “Biz yine de kitaplara da bakalım.” dedi. Temkinli davranıyordu. “Hem üniversitenin öğrencisi değiliz, içeri girmemize izin vermeyebilirler. Kulelerle ilgili bir kitap var mı sizde?”
Adam, “Burası Sahaflar Çarşısı gençler!” diye karşılık verdi. “Eski cazibesini kaybettiğine bakmayın siz, yine de aradığınız her kitap bulunur! Kitap meraklıları buraya yolu düştüğü için gelmez yolunu özellikle düşürür. Tarih buradaki kitapların arasında saklıdır.” Ardından rafları araştırmaya koyuldu.
Kaan, “Tabii ya, nasıl düşünemedim!” diye hayıflandı. Aslında üçü de Sahaflar’dan söz edildiğini daha önce duymuştu. Kütüphaneden çok farklı bir yerdi elbette ama dükkân sahibi, bir kütüphaneci kadar kitaplarla ilgili bilgisi varmış gibi davranıyordu.
Adam az sonra ansiklopedi büyüklüğünde ciltli, kalın bir kitabı çekip aldı. “Eskiliğine bakmayın ikinci eldir ama burada istediğinizden de fazlasını bulursunuz.” diyerek uzattı.
Ateş, “Sakıncası yoksa sadece göz atabilir miyiz?” diye sordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.