Kitabı oku: «RAUF VE 2125’LILER KULÜBÜ – GEÇMISTEN GELEN SÖVALYE», sayfa 2
3. BÖLÜM
HURDACI DÜKKÂNINDA
Hurdacı dükkânına yaklaştıklarında rüzgâr daha kuvvetli esmeye başlamıştı. Sanki mümkünmüş gibi gece gözlerine daha karanlık görünüyordu. Birbirlerine yakın ilerliyorlar, bir yandan da çevreye göz atmayı ihmal etmiyorlardı. Sadece İrene kimseye belli etmeden kıs kıs gülüyordu. Hologram taşıyıcıyla Rauf’u korkuttuğu günler aklına gelmişti. Ancak dükkânın kapısının önüne vardıklarında o da ciddi bir havaya büründü. Laboratuvarı gözünde canlandırması öyle kolay olmayacaktı. Üzerinden epey zaman geçmişti. Arkadaşlarının birkaç metre önündeydi. Dükkânın anahtarını Hurdacı’nın bıraktığı yerde buldu.
Kapıyı açmak biraz zaman aldı. Paslı kilit zorluk çıkarıyordu.
Eris sabırsızca, “Kapıya omuz atsak açmıştık bile.” diye söylendi. Kayla, “Ona kapıyı açmak değil, kırmak denir.” diye karşılık verdi. O sırada kapının korkunç gıcırtısı rüzgârın uğultusunu bile bastırınca çocuklar ister istemez irkildiler. İrene zafer kazanmış bir tavırla güldü. Birer birer hurdaların, tozun, kirin ve karmaşanın içine daldılar.
Rauf hepsinin arkasındaydı. İçeri adım atmadan önce sokağa yeniden göz gezdirdi. Yerde uçuşan kâğıtlar ve çer çöp dışında hareket yoktu.
Rauf’un ardından kapının kapanmasıyla, gölgelerin arasından Sedna adındaki kara kuru adamın çıkması bir oldu. Erislerin evinden beri gizlice çocukları takip ediyordu. Barakanın dışında beklemiş, içeride konuşulanları dinlemeye çalışmıştı. Ama rüzgârın uğultusu buna izin vermemişti. Duyduğu bölük pörçük cümleler yetersizdi. Yine de çocukların bir iş çevirdikleri belliydi. Ne olduğunu öğrenmeden peşlerini bırakmaya niyeti yoktu. Dükkânın penceresine yaklaşıp içeri göz atmayı denedi. Kirden kararmış camlar bunu mümkün kılmadı. Umutsuzca hayıflandı. Hazırlıksızdı. Metrelerce uzaktaki konuşmaları dinlemesini sağlayacak cihazlarını yanına almaya fırsat bulamamıştı. Kapının önünde gizlenip dışarı çıkmalarını beklemekten başka şansı yoktu.
Kayla, “Ne kadar karışık ve pis!” diye söylendi.
Rauf etrafa göz gezdirirken, “Hep böyleydi.” dedi. Hurdacı’yla ilk karşılaştığı an aklına geldi. Ama anılarla kaybedecek zamanları yoktu. İrene laboratuvara yönelmişti bile. Diğerleri de onu izlediler.
Kalın perdeyi araladılar. Laboratuvarın yerinde hurda yığınları görmeyi bekliyorlardı. Oysa karşılarında duran odanın hurdacı dükkânıyla hiç ilgisi yoktu. Aslında şık bir otelin kral dairesinden farksızdı.
İrene’nin yanında dikilen Çağla, “Bu da ne böyle?” diye haykırdı. İrene de en az arkadaşı kadar şaşkındı. “Hiçbir fikrim yok! Ama hologram değil de gerçek olmasını isterdim! Şuranın konforuna baksanıza!”
Eris, “Hurdacı yanlış bir hologramı devreye soktu herhâlde.” diye fikir yürüttü.
İrene hemen atıldı. “Saçmalama Eris, Hurdacı’dan söz ediyoruz. Böylesine bir hata yapması mümkün değil.” Bir yandan da odanın içinde yürümeye başlamıştı. Tam birkaç adım atmıştı ki, “Ahhh!” diye bağırdı. Bacağını sehpaya çarpmıştı. Diğerleri ne olduğunu anlamak için İrene’ye döndüler. Konuşurken kızın sesi titriyordu. “Çocuklar, bu hologram değil! Gerçek bir oda!”
Kimse ne söyleyeceğini bilmiyordu. En sonunda Rauf, “Biri dükkâna yerleşmiş!” dedi. Bir yandan da rahat görünen koltuğa kendini bıraktı.
İrene panik içindeydi. “Yani artık laboratuvar yok mu?” diye soran sesi bu kez ağlamaklı çıkıyordu. “Öyleyse Hurdacı’ya ait eşyalar nerede?”
Çocuklar çaresizlik içinde birbirlerine bakarlarken, odanın dip tarafından, “Hepsini dükkânın arka tarafına yığdım.” diyen bir ses duyuldu. Üstüne birkaç beden küçük gelen bir kazakla ve kısa bir etekle karşılarında dikilen kızı gören Rauf, “Sen de kimsin?” diye sordu.
Kız kendinden emin adımlarla çocuklara yaklaştı. Kısacık siyah saçları ve cesur tavrı, Rauf’a kuzininin eski hâlini hatırlatmıştı. Üstündeki o zevksiz ve küçücük giysilerle odadaki eşyaların görüntüsü öylesine zıttı ki! Siyah gözlerini kocaman açarak, “Adım Yasemin.” dedi.
İrene, az önceki çaresiz hâlinden sıyrılmıştı; kıza sanki onu parçalayacakmış gibi bakıyordu. Hışımla, “Sana ait olmayan bir mülke yerleşmişsin!” diye atıldı. “İzin almadan başkalarının eşyalarını karıştırmaya hiç hakkın yoktu!”
Yasemin bir an sessiz kaldı. Ama hemen ardından gözlerini kısarak İrene’ye baktı. “Bu dükkân uzun zaman önce terk edildi. Üstelik ben kimsenin eşyasını karıştırmadım. Yalnızca arkadaki odaya taşıdım. Hepsi orada duruyor. Gidip bakın!”
İrene dişlerinin arasından hırlayarak atıldı. “Elbette bakacağız!”
Rauf, İrene’ye sakinleşmesini işaret etti. Ardından kıza doğru birkaç adım atıp, “Peki bu eşyalar nereden çıktı?” diye sordu. “Onları buraya nasıl soktun? Kapının kilidi paslıydı. Uzun zamandır kullanılmadığı belli.”
Kız omuzlarını silkti. “Eşyalar aileme aitti. Şimdi de hepsi bana kaldı. İçeriye sokmak pek kolay olmadı. Dükkânın arka tarafındaki büyük kapıyı kullandım. Eşyaların çoğunu parçalarına ayırıp tekrar monte etmek zorunda kaldım. Örneğin, yatağı düzinelerce parçaya ayırdım. En çok da şilteyi içeri sokarken zorlandım. Neyse ki hurdaların arasında eşyaları taşımama yardımcı olacak tekerlekli küçük bir araba vardı…”
İrene dayanamayıp hırçın bir tavırla, “Taşınmanın detaylarını dinlemek istediğimizi de kim söyledi?” dedi. “Burası özel bir mülk. Şimdi de mülkün sahipleri geldi, yani biz! Hemen çık buradan!”
Yasemin gözlerini iyice kıstı. Şimdi birer çizgiye dönüşmüşlerdi. “Dükkânın tapusunu göremiyorum.” diye tısladı. “Beni korkutup kaçıracağınızı ve sonra da eşyalarıma sahip olacağınızı sanıyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Kalabalıksınız diye kendinize güvenmeyin! Ben sizin gibilerle nasıl başa çıkılacağını iyi bilirim.”
İrene kollarını iki yana sarkıtmış, yumruklarını sıkmıştı.
İşlerin iyice içinden çıkılmaz bir hâle geleceğini fark eden Kayla, arkadaşlarının önüne geçti. Hurdacı’nın mektubunda yazdıklarını hatırlayarak, “Hologramın davetsiz bir misafire engel olamadığı ortada.” dedi. “Hem belki de işlevini çok önceden yitirmişti. Gereksiz yere durumu olduğundan zor bir hâle sokmayalım.”
Ardından Yasemin’e döndü. Kararlı bir sesle, “Eşyalarını sahiplenmek ya da gecenin bu saatinde seni sokağa atmak gibi bir niyetimiz yok.” diye devam etti. “Ama içeride biriyle karşılaşmayı beklemiyorduk. Bu yüzden çok şaşırdık. O taşıdığın eşyaların arasından almamız gereken bir şey var ve şimdi onu alıp buradan gideceğiz. Yine de sana ait olmayan bir yere izinsiz girip yerleşmen kesinlikle yanlış. Kendine yaşayacak daha uygun bir yer bulup kısa sürede buradan gitmen en doğrusu olacak.”
Kayla’nın sözleri etkisini göstermiş olacak ki, Yasemin sakinleşmiş görünüyordu. Omuzları çöktü, kolları iki yana sarktı. Zor duyulur bir sesle, “Gidecek başka bir yerim yok…” diye mırıldandı. “Ailemi bir süre önce kaybettim ve artık yalnızım. Burayı gözüme kestirmiştim. Boş olduğunu görünce de yerleşmekte bir sakınca görmedim.”
O ana kadar sessiz kalmış ve portakallı kek sayesinde az da olsa gücünü yeniden kazanmış olan Jak hafifçe öksürerek dikkati üstüne topladı. “Hurdacı’nın bu konuyu dert edeceğini sanmıyorum.” dedi. “İstediği şeyi alıp buradan gitmeliyiz. Boş yere vakit kaybediyoruz.”
Kayla, “Jak haklı!” diye atıldı. “Gidip şu not defterini bulalım.”
İrene bu duruma biraz bozulmuştu. “Defteri hep birlikte aramamız gerekecek.” dedi. “Artık bu kızın onu nereye tıktığını bile bilmiyoruz.”
Rauf, “O hâlde elimizi çabuk tutalım.” diye atıldı. Ardından Yasemin’e döndü. “Bu karışıklığı yaratan sen olduğuna göre, bize yardım etmek zorundasın. Kahverengi kapaklı küçük bir not defteri arıyoruz ve fazla zamanımız yok.”
Yasemin’in gözlerinin içi güldü. Uzun zamandır yalnız yaşayan bu kızın arkadaşlara ihtiyacı olduğu belliydi. Tamam dercesine başını salladı.
Hep birlikte dükkânın arka tarafındaki depo benzeri odaya daldıklarında, bu işin hiç de öyle kolay olmadığını anladılar.
Yasemin laboratuvardaki eşyaları gelişigüzel yığmıştı. İrene, Hurdacı’ya ait eşyaların bir kısmını orada göremeyince adamın onları yanında götürmüş olmasını umut etti. Yasemin nasıl bir bilim adamının laboratuvarını dağıttığının farkında bile değildi.
Rauf, “Hurdacı mektubunda, defterin bir çekmecede olduğunu yazmış.” dedi. “Önce çekmeceleri karıştıralım.”
Eris, “Etrafta çekmece gören var mı?” diye sordu. Bir yandan da ne olduğunu kestiremediği bir yığının üstünden atlıyordu.
O sırada Çağla’nın heyecan dolu sesi duyuldu. “Çocuklar şuraya bakın!” İrene hepsinden önce arkadaşının yanına gitti. Çağla sevinçle, “Çalışma masasının çekmecelerini karıştırmakla işe başlayabiliriz.” dedi. Büyük bir keşif yapmış gibiydi.
Üstü ve çevresi tıklım tıklım dolu olan çalışma masası neredeyse görünmüyordu. İki kız hemen masanın çevresini boşaltmaya giriştiler. Diğerleri de onlara katıldı. Yasemin de kollarını sıvayıp işe koyuldu. Ama çekmeceleri boşalttıklarında hayal kırıklığına uğradılar. Defter benzeri bir şeye rastlamamışlardı.
İrene oflayarak bir kitap yığınının üstüne oturdu. Oturmasıyla da yeri boylaması bir oldu. Üst üste karmakarışık dizilmiş kitaplar kızın altından kayıvermişlerdi.
İrene kıpkırmızı kesilmiş bir hâlde söylenirken, diğerleri kendilerini tutamayıp güldüler. Kayla yerden kalkması için ona elini uzattı ama İrene doğrulmaya yeltenmedi bile. Gözlerini kocaman açmış ayağının altındaki şeye bakıyordu. Bu, kalınca bir lastik bağı olan, kahverengi deriyle kaplı eski tip bir not defteriydi. Defteri alıp üstündeki tozu koluyla sildi.
Kayla da en az İrene kadar şaşkındı. “Harikasın İrene!” diye bağırdı. Diğerleri gülmeyi kesip ne olduğunu anlamak için yaklaştılar.
İrene zafer kazanmış bir tavırla elindeki defteri havaya kaldırdı. “Buldum!” diye haykırdı. “Buldum, ben buldum!” Hurdacı’nın ona verdiği görevi başarmanın sevincini yaşıyordu.
Hepsi derin bir nefes aldı. Rauf, kuzininin elindeki defteri alıp lastiğini çıkardı. Tam da Hurdacı’nın dediği gibi sayfalar formüllerle doluydu. Rahatlamış bir sesle, “Doğru defter!” dedi.
İrene, Kayla’nın yardımıyla yerinden doğruldu. Bir yandan da kendi kendine, “Buldum!” diye tekrarlamayı sürdürüyordu.
Eris, “İkinci adım, Geleceğin Anahtarı!” dedi. “Elimizi çabuk tutalım. Her zaman bu kadar şanslı olamayız.”
Hep birlikte kapıya yönelmişlerdi ki, Yasemin onları durdurdu. Umutla, “Sizinle gelebilir miyim?” diye sordu.
Kayla, “Nereye gittiğimizi bile bilmiyorsun ki!” diye karşılık verdi. Yasemin bunun bir önemi olmadığını anlatmak için omuzlarını silkti.
Kayla, “Bizimle gelemezsin, ama yakında başka birinin kapını çalacağına emin olabilirsin.” dedi. Arkadaşları sorarcasına Kayla’ya baktılar. O ise muzipçe güldü. Yasemin’le ilgilenecek birini tanıyordu. Aslında o kişiyi hepsi tanıyordu.
4. BÖLÜM
YENİDEN GELECEĞİN ANAHTARI’NDA
Geleceğin Anahtarı binasına yaklaştıklarında, Eris saatine göz attı. “Güneşin doğmasına daha vakit var.” dedi. Diğerlerinin sorarcasına baktıklarını görünce, “Yani gece karanlıkta kimseye görünmeden binaya girip çıkabiliriz.” diye açıklamada bulundu. İçinde, evden çıktığından beri izlendiklerine dair bir his vardı. Ancak diğerlerine bir şey belli etmedi.
Rauf başını kaldırmış binaya bakıyordu. Binanın çıkıntılarındaki, insanın içini ürperten vahşi yaratık heykelleri kararmaya yüz tutmuştu. Hatta yer yer nereden çıktığı belli olmayan ince bir yosun tabakasıyla kaplanmışlardı. Mimarlıkta devrim yarattığı söylenen binanın, eski görkemini yeniden kazanması için iyi bir bakıma ihtiyacı olduğu belliydi. Aklına, Geleceğin Anahtarı’ndan içeri ilk kez adım attığı an geldi. Umutsuzluklarla dolu günlerdi; neyse ki geride kalmışlardı. Kayla’nın, “Hadi Rauf!” diyerek kolundan çekiştirmesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. “Sadece bir taş yığını.” diye mırıldandı. Kayla onun kafasından geçenleri biliyordu. “Hep öyleydi Rauf.” demekle yetindi.
Binadan içeri girdiklerinde, Rauf sırt çantasından el fenerini çıkardı. Feneri sallayınca önleri parlak, beyaz bir ışıkla aydınlandı.
Çağla tedirginlikle çevresine bakınıp, “Arkadaşlar bina uzun bir süredir boş.” dedi.
Eris alayla gülümsedi. “Gerçekten mi?”
Çağla yüzünü buruşturarak aynı alaycı tonla arkadaşına, “Bir şeyi çok merak ediyorum!” diye karşılık verdi. “Burası boş olduğu için, büyük bir olasılıkla asansörler çalışmıyordur. Binanın yüksekliğini düşünürsek, en üst kata uçarak mı çıkmayı planlıyorsun?”
İşte bu hiçbirinin aklına gelmemişti. Eris, “Yukarı çıkmayı başarsak bile bu saatler sürer.” diye mırıldandı. Yıkılmış görünüyordu.
Kayla, “Bunu anlamanın bir tek yolu var.” diye atıldı. Ardından hızlı adımlarla az ilerideki asansöre yöneldi. Diğerleri de onu izlediler. Karanlığa gömülmüş duran büyük cam kutunun işlevini çok önceden yitirdiğini anlamak için sadece bakmak yeterliydi. Kayla yine de umudunu yitirmeden cam kapının üstündeki tüm işaretli noktalara bastı. Yapacak bir şey yoktu.
Eris, önlerinde uzanan merdivenlere umutsuzca bakıyordu. Diğerlerine göre çelimsiz bir çocuktu ve binlerce basamağı çıkıp çıkamayacağından emin değildi.
İrene ise deli gibi söylenmeye başladı. “Nasıl oldu da bunu daha önce düşünemedik. Bir de akıllı geçiniriz. Hurdacı bize güvendiğine pişman olacak!”
Eris, “Bir çaresi olmalı…” diye kendi kendine konuşmaya başladı. “Bir çaresi olmalı…”
Rauf birdenbire coşkuyla gülümsedi. “Evet bir çaresi var.” Bir yandan da gözünü Jak’a dikmişti. Çocuk ürkerek birkaç adım geriledi. Bu grubun içindeki çocukların hepsinin biraz tuhaf olduklarını düşünüyordu. Ancak aralarında en tuhaf olanı kesinlikle Rauf’tu.
İrene, kuzeninin aklından geçenleri anlamıştı. Sevinçle ellerini çırptı. Diğerleri ise şaşkınlıkla bu görüntüyü izliyorlardı.
Rauf, Jak’a, “O sihirli ayakkabılarına yine ihtiyacım var.” dedi. Çocuk yere oturdu ve ayakkabılarını çıkardı. Rauf’a uzatırken, “Binanın en üst katına kadar yükselir mi bilmiyorum.” dedi.
Rauf, ayağına birkaç numara küçük gelen ayakkabıları aldı. “Birazdan öğreniriz. Tek şansımız bu ayakkabılar.” Ardından diğerlerinin meraklı bakışları altında ayakkabıları ayaklarına geçirdi. Topuğunun yarısı dışarıda kalmıştı. Ayağından çıkmasınlar diye, bağcıkları sıkıca bileğine bağladı. İşi bitince, “Hazırım!” dedi. “Siz beni burada bekleyin. Hologram taşıyıcıyı bulup hemen geri döneceğim. Az sonra görüşürüz.”
Kayla, yalnızca kendisinin duyabileceği kadar alçak bir sesle, “Umarım…” diye mırıldandı. Eris, dostça bir tavırla arkadaşının omzuna vurdu. Çağla ve İrene, Rauf dengesini sağlamaya çalışarak yavaşça yükselirken ellerini kaldırıp arkadaşlarını selamladı.
Jak ise 22. yüzyıldaki çocukların tuhaf değil, kesinlikle kaçık olduklarına karar verdi.
Sedna, Geleceğin Anahtarı’nın önüne dek çocukları sessizce izlemişti. İçeri girdiklerini görünce yine dışarıda beklemeye başladı. “Anlaşılan bu geceyi sokakta nöbet tutarak geçireceğim.” diye kendi kendine homurdandı. Ne tür bir iş karıştırdıklarını merak ediyordu, ama peşlerinden içeri dalıp çocuklar tarafından görülme riskini göze alamazdı. Rüzgâr hızını iyice arttırmıştı. Alnına dökülen saçlarını geriye itti. Ceketinin yakasını kaldırıp ellerini ovuşturdu. İşi gereği gece takiplerine alışıktı. Ancak bu kez gerçekten hazırlıksız yakalanmıştı. Ona yardımcı olacak tek şey içgüdüsüydü.
Rauf ayağındakilerle, İrene’yi korkutmak için bir evin ikinci katına yükselmekle bir gökdelenin en üst katına yükselmek arasındaki farkı anladığında iş işten geçmişti. Ara sıra katlardan birinde duruyor, bozulan dengesini yeniden sağlamaya çalışıyordu. Merdivenleri yürüyerek çıksa belki ancak bu kadar yorulurdu. Cesaretini toplamak için, “Az kaldı. Birazdan varacağım.” diye kendi kendine konuşuyordu. Ama çıt çıkmayan binada, yalnızca kendi sesini duymak cesaretini kırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Arkadaşlarının sabırsızca beklediklerini bilmek, acele etmesine ve dengesinin bozulmasına neden oluyordu. On beşinci katta neredeyse tepetaklak olmuştu. Yirmi ikinci katta sol ayakkabısının bağı çözülmüştü; ayakkabı tam ayağından çıkmak üzereyken yakalamıştı. Yine de şanslı sayılırım, diye geçirdi içinden. Hâlâ hayattayım!
Sonunda en üst kata vardığında rahat bir nefes aldı. Kısa koridoru, aslan kafalarını ve tam önünde yükselen Santini’nin ofisinin kapısını görünce durdu. Aslan kafaları gözlerinden kırmızı ışıklar saçmadıklarında nasıl da zararsızlardı.
Rauf biraz çekinerek elini kapıya uzattı. Neyse ki kilitli değildi. İçerisi son gördüğü hâliyle duruyordu… Rahat deri koltuk oradaydı. Büyük çalışma masası aynı yerdeydi. Tek fark, üstünün boş oluşuydu.
Rauf işe nereden başlaması gerektiğini bilmiyormuş gibi çevresine bakındı. Sonra çekmeceleri karıştırdı. Gördüğü her dolap kapağını açıp içine baktı. Hologram taşıyıcıdan iz yoktu. Derin bir nefes aldı. Arkadaşları yanında olsaydı, aradıklarını çok daha kolay bulacaklarına emindi.
O sırada deri koltuğa gözü kaydı; oturmak için dayanılmaz bir istek duydu. Ardından koltuğu tekerleklerinin üzerinde yüz seksen derece döndürüp üzerine oturarak, cam duvarın ardında, ayaklarının altında uzanan şehri seyretmeye koyuldu.
Şehir ışıl ışıl parlıyordu. Sanki gökyüzündeki yıldızlar yere inmişlerdi. Birkaç dakika öylece oturdu. Tam artık odaya son bir kez daha göz atıp arkadaşlarının yanına dönmesi gerektiğine karar vermişti ki, cama yansıyan o görüntüyü fark etti. Korkudan buz kestiğini hissetti. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atarken hızlı hızlı soludu. Görüntü tanıdık birine aitti ve Rauf’a alaylı bir tavırla gülümsüyordu. Rauf koltuğu hızla çevirip arkaya döndü. Oda boştu. Oysa yalnızca birkaç saniye önce odanın ortasında Santini’nin ayakta dikildiğine emindi. Hayal görecek değildi ya! Adamın görüntüsü cama yansımıştı. Yüzündeki o, insanı huzursuz eden alaycı gülümsemesiyle Rauf’a gözlerini dikmişti.
Rauf kendini odadan dışarı attı. Kapıyı ardından kapatmaya gerek bile duymadı. Hızla basamakları inmeye başladı. Katları birer birer geride bırakırken nefes nefese kalmıştı. Bir yandan da sık sık dönüp izlenip izlenmediğini kontrol ediyordu. Neden sonra ayakkabıları kullanmak aklına geldi. Bu kez dengesini daha rahat sağlıyordu.
Arkadaşlarının meraklı bakışları altında yere indiğinde artık bacaklarının yorgunluktan tutmadıklarını fark etti.
İrene hepsinden daha sabırsızdı. “Nerede?” diye sordu. “Hologram taşıyıcı nerede?”
Rauf, “Yok!” diye cevapladı. “Biri bizden önce davrandı sanırım.”
Bu hiçbirinin beklemediği bir cevaptı. Kayla duyduklarına inanamıyormuş gibi, “Başka biri aldı, öyle mi?” diye sordu.
Rauf, evet dercesine başını salladı. “Ve sanırım kimin aldığını da biliyorum.”
Beş çift göz merakla Rauf’a dikildi. Rauf inlercesine, “Santini!” dedi. “Sanırım biz geldiğimizde de binadaydı.”
Kayla çığlık atmamak için ağzını eliyle kapadı.
Eris nefes almakta güçlük çekiyormuş gibi görünüyordu. “Burada mı? Sen bunu nereden biliyorsun?” diye sordu.
Rauf, “Onu gördüm.” deyince, Kayla bu kez kendini tutamadı. Hafif bir çığlık atarak korkuyla etrafına bakındı.
Rauf, “Sanırım artık yok, gitti.” dedi. “Biz de buradan çıksak iyi olacak.”
Eris düşünceli bir tavırla, “Peki ya şimdi ne olacak?” diye sordu. Rauf’un omuzları çaresizce düştü. “Bilmiyorum.”
İrene, “Ben biliyorum.” diye atıldı. Yine dünyaya meydan okuyan bir tavır takınmıştı. “Mektup açacağını alıp, biraz da yiyecek yüklenerek Hurdacı’nın yanına gidiyoruz.”
“Hurdacı, geri dönüp eksikleri tamamlama fırsatımız olmayabilir, diye yazmış.” Rauf mektubu cebinden çıkarıp İrene’ye uzattı.
Oysa inatçı kız hiç de kuzenini umursuyormuş gibi görünmüyordu. Ellerini beline koydu. Neredeyse parmaklarının ucunda yükselmişti. “Yani Hurdacı’nın yanına gitmiyor muyuz?”
Rauf kaşlarını çattı. “Böyle bir şey demedim ben! Sadece mektupta yazılanları hatırlattım.”
İrene tam karşılık verecekti ki, Kayla araya girdi. “Gidip olanları Hurdacı’ya anlatmak en doğrusu olacak. Santini’nin elinde hologram taşıyıcı olduğunu bilmeli.”
Rauf arkadaşının gözlerinin içine baktı. Başını sallayarak, “Haklısın, hem de en kısa zamanda bilmeli.” diye mırıldandı. Ardından diğerlerine döndü. Sesi eski gücünü kazanmıştı. “Evlere dağılıp ihtiyacımız olacak birkaç parça eşyayı yanımıza alalım. Sonra da barakada buluşalım.” Bakışları Jak’a kaydı. “Jak bize yolu gösterecektir.”
Jak, Rauf’u başıyla onaylamakla yetindi. Evine dönmek için sabırsızlanıyordu.
Çocukların binadan çıktıklarını gören Sedna karanlık bir yere sindi. Takip yeniden başlıyor, diye düşündü. Ancak hiç beklemediği bir şey oldu. Çocukların her biri başka bir yöne dağıldı. Birbirleriyle vedalaşmamışlardı bile. Adam bir an kararsız kaldı, ama hemen ardından çocuklardan birinin peşine düştü. Eris yapacaklarını aklından geçirmekle öylesine meşguldu ki, bu kez izlendiğini hissetmedi bile.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.