Kitabı oku: «SON KOLEKSIYONCU»
“Okumak, insanların beyinlerine yazılım yüklemeleri gibidir.”
(Manchester Central Library’den alıntı.)
Aklımda birbirinden kopuk onlarca fikir uçuşurken, “Neden distopya yazmıyorsun?” diyen sevgili kızım Alara’ya; aştığı yüzlerce kilometre için, beyin fırtınası için, değiştirmeden iyileştirdiği için, sevgili editörüm Hülya Şat’a; hayalleri aşan illüstrasyonlar için O. Selçuk Özdoğan’a teşekkürü borç bilirim.
Kitabı yazdığım sıradaki boğucu sıcakları gölgesiyle hafifleten kiraz ağacına, serinliğiyle sindiren “kuzey rüzgârına” ve Manchester’ın zihnimi açan kütüphanelerine de teşekkürler…
Dilerim bu kitapta yazdıklarım hiçbir zaman gerçek olmaz. Ancak olsa dahi biliyorum ki, kitapları kurtaracak cesur, zeki ve iyi kalpli çocuklar hep var.
Son Koleksiyoncu onlara ithaf olunur.
Giriş
Doğal afetlerin ve savaşların getirdiği yıkımlar dünyayı kasıp kavurmuştu. Yaşamın devamını sağlayan kaynaklar neredeyse yok olmak üzereydi. Açlığın ve susuzluğun neden olduğu hastalıklar yüzünden, insan nüfusu gittikçe azalmış ve gücünü yitirmişti. Tüm bunlardan doğan kaosu ortadan kaldırmak için uygulanan karartmanın ardından ise dünyanın düzeni hızla değişmeye başlamıştı. Değer verdiği her ne varsa kaybeden insan ırkı için yaşamak, hayatta kalma mücadelesinden öteye geçmiyordu. Sınırlı yaşam alanları içinde karnını doyurabilen, barınacak yer bulabilen şanslıydı! İnsanların bir zamanlar hayatlarını kolaylaştırmak için ürettikleri yapay zekâ, artık bu düzenin sağlayıcısı durumundaydı.
Yeni düzeni hızla kabullenen insanoğlu her şeye uyum sağlamaya başlamıştı. Fazla değil, birkaç nesil sonra ise karartma, gerçek anlamda bir karanlığa dönüşmüştü. Sanki öncesi hiç yoktu. Bilgilenmek kavramıyla birlikte, kitaplar da çoktan unutulmuştu. Yalnızca, kendilerine Kitap Koleksiyoncusu diyen bir grup, kitapların yeryüzünden silinmemesi için uğraşmıştı. Ancak zamanla onlar da yok olup gitmiş, geriye sadece tek bir Koleksiyoncu kalmıştı.
Ada
Gözlerini açıp yatağında doğruldu. Yer altında, güneş ışığının sızmadığı bir yerdeydi. Yine de güneşin doğmak üzere olduğunu biliyordu. Aynı saatte uyanmaya alışmıştı. Eli baş ucundaki akım kesici düğmeye uzandı. Tavandan sarkan kırık lambaların cılız ışığı titreyerek yandı. Jeneratör gücünü gittikçe kaybediyordu. Bulunduğu oldukça geniş alan hafifçe aydınlandı. Etrafı, neredeyse tavana kadar istiflenmiş yığınlarla kaplıydı. Binlerce kitaptan oluşan yığınlarla…
Işığa alışan gözleri yığınların üzerinde kaydı. Bir süredir belli aralıklarla adanın üzerinde kol gezen muhbirler, harekete geçmesi gerektiğini gösteriyordu. Kontrollerin sıradan olduğunu düşünüp içini rahatlatmaya çalıştı. Diğer yandan, gördüğü her şeyi kaydeden ufak, saydam topların geri dönebilecekleri ihtimali midesine kramplar girmesine neden oluyordu. Orayı bulmaları her şeyin sonu demekti.
Yatağından kalkıp kenardaki uzunca tahta masaya yerleşti. Yan yana dizili duran, kimi sayfaları yıpranmış üç kitaba baktı. Küçük bir çocukken onu kurtaran kitaplar olmuştu. Şimdi ise kurtarmaları gereken başka bir şey vardı.
Aklı, adaya ayak bastığı ilk günlere gitti. Kimsesiz, bir deri bir kemik kalmış güçsüz bir çocuktu. Adının Koleksiyoncu olduğunu söyleyen bir adam, şehir yıkıntılarının arasında bulmuştu onu. Neredeyse yerle bir olmuş evlerin pencereleri kocaman deliklere benzerdi. Yağmur yağdığında yollar çamurdan derelere dönüşürdü. Soğuktan buz keser, sıcaktan nefessiz kalırdı insan. Geceleri farelerin kemirme sesleri çalınırdı kulağına. Fareler daha şanslıydı, çünkü o çoğu zaman kemirecek bir şey bile bulamazdı.
Koleksiyoncu, onu açlıktan perişan bir hâldeyken alıp adaya getirmişti. Karnını doyurması için yiyecek verirken, “Hayatını kitaplara borçlusun.” demişti. “Taşların arasına sıkışmış olan bu kitabı fark etmeseydim, seni de görmezdim.” Bu sırada çantasından çıkardığı üstünde yazılar olan kâğıtları elinde sallamıştı.
O ise sessiz kalmıştı. Karnını doyururken adamı incelemekle yetinmişti. Koleksiyoncu geniş omuzlu, iri yarı biriydi. Saçı sakalı kırlaşmış, birbirine karışmıştı. Ama aslında göründüğü kadar yaşlı değildi. Bunu anlamak için hareketlerine bakmak yeterliydi. Hızlı ve kendinden emindi. Hele omzuna çapraz astığı tıka basa dolu çantayı taşımak güç isterdi. Konuşması tuhaftı; çocuğun daha önce duymadığı kelimeler kullanıyordu. Özellikle kelimelerden birini sürekli tekrar ediyordu: kitap! Ne anlama geldiğini sormasına gerek kalmamış; anlamıştı. Aslında o anda sadece anladığını sanmıştı. Herhangi bir nesneden öte, çok güçlü bir araç olduğunu kavraması zaman aldı. Kitap insan aklını bir yerden başka bir yere taşıyordu. Başka dünyalara, başka yaşamlara, başka zamanlara, sınırsız hayallere…
Kitapların kimisi bütündü, kimisi eksikti. Ön ya da arka kapağı ya da yarısı yoktu. Koleksiyoncu çantasından çıkardıklarını önce şimdi onun oturduğu masaya yığmıştı. Sonra da günlerce incelemişti. Sonunda kitapları kendince ayırıp o geniş alanı dolduran diğerlerinin arasına yerleştirmişti. Yerleştirirken hiç aceleci davranmamıştı. Bu işten keyif aldığı belliydi.
O ise zaman geçtikçe büyümüş, güçlenmiş, adadaki yaşama alışmıştı. Okuması ilerlemişti.
Koleksiyoncu daha ilk gün, “Merak etme.” demişti. “Buradaki düzen sayesinde aç kalmadan yaşarız. Aynı anda onlarca insanın karnını, binlerce insanın beynini doyuracak kadar gıda var.”
Konuşkan biri değildi. Zaten çoğu zaman da yoktu. Havayı kollayıp denize açılırdı. Günler sonra yine çantasında ana karada bulduğu kitaplarla geri dönerdi. Sanki dünyada gizli saklı kalan kitapların tümünü toplamaya niyetliydi. Yokluğunda okuması için kitaplar seçerdi ona. Bir de kitaplara göz kulak olmasını tembihlerdi. Her defasında şimdi önünde duran üç kitabı gösterirdi. Bıkmadan aynı sözleri tekrarlardı.
“Eğer adaya geri dönmezsem ve tehlikeli bir durum olduğunu hissedersen…”
Koleksiyoncu’nun adaya taşıdığı kitapların sayısı azaldıkça, yüzündeki endişe artmıştı. Sonra bir gün açıldığı denizden geri dönmemişti. Aylar süren endişeli bekleyişin ardından, adamın başına bir şey geldiğini düşünmüştü.
Böylece Koleksiyoncu’nun yerini almaya karar vermişti. Kitapları toplamaya devam edecekti. Bu kararını vakit geçirmeden uygulamaya başlamıştı. Adanın farklı yerlerine gizlenmiş teknelerden biriyle denize açılmıştı. Kitap toplamak tahmin ettiğinden zordu. Yıkıntılar arasındaki hayat ise hatırladığından daha acımasızdı. Hele bir çocuk için… Her defasında, yalnızca kopuk birkaç sayfayla eli boş dönmüştü adaya. Zamanla da adadan ayrılmaz olmuştu.
Yıllar sonra, artık aynaya her baktığında, karşısında Koleksiyoncu’yu görüyordu sanki. Gittikçe ona benzemişti. Henüz saçları ağarmamıştı elbet, daha gençti. Ama bakışlarına ve hareketlerine bilgeliğin ağırlığı çökmüştü.
Düşüncelerinden sıyrılıp dikkatini masadaki üç kitaba verdi. Kitapları uzun zamandır planladığı yolculuk için hemen o gün hazırlamalıydı. Sarıp içlerine yerleştireceği kutular yalnızca suda batmamalarını değil, zarar görmemelerini de sağlayacaktı. Kutuları açmanın tek bir yolu vardı.
İşi bittiğinde saat epeyce ilerlemişti. Kutuları kucakladı. Çevresini saran kitapların başına bir şey gelmemesi için adadan ayrılmıyordu. Ama yine de onlara bir şey olsa bile, bu üç kitap kurtulacaktı. Tek dileği muhbirlere yakalanmadan hepsinin doğru kişilerin eline geçmesiydi. Yer altından açık havaya çıkarken duvara asılı metal tabelaya baktı; “MAHZEN” yazıyordu. Eski bir mahzenin, dünyada kalan tek kütüphane olduğunu kim tahmin edebilirdi!
Bir süre etrafta muhbir olup olmadığını kontrol etti. Ardından gölgelere sığınarak kayalıklara doğru ilerledi. Elindeki üç kutuyu adanın farklı taraflarından denize fırlattığında sanki hafiflemişti.
Üç Kutu, Üç Çocuk
Küçük çocuk nefes nefese koşarken, bir eliyle eski püskü hırkasının önünü sıkıca kapatmıştı. Diğer elinde ise metal bir kova taşıyordu. Attığı her adımda kovadan etrafa sular sıçrıyordu. Aradığı kişiyi uzaktan görünce kovayı taşıdığı elini havaya kaldırıp sallayarak, “Ela!” diye seslendi. Bu sırada üstüne dökülen suya aldırmadı.
Ela, kendisine doğru gelen çocuğa bakıp kaşlarını hafifçe çattı. Yine ne oldu, diye düşündü. Çocuk yanına varınca kovaya gözü kaydı. İçinde ufacık bir balık vardı. Ne yaparsa yapsın kardeşine kızamıyor, sadece kızmış gibi davranıyordu. Kaşlarını iyice çattı.
“Tüm Birim’i doyuracak kadar balık yakalamışsın Siro!”
Çocuk, “Balığı boş ver!” dedi. “Acayip bir şey yakaladım.”
Ela’nın yüz ifadesi aniden ciddileşti.
“Muhbirlerin seni kaydetmediğine emin misin?”
“Eminim. Dikkatliydim.” Durup, “Bu defa.” diye ekledi.
Ela, kardeşinin sözlerine güvenemedi.
“Metal parçası yüzünden başımızı derde sokacaktın ya!”
Birkaç hafta önce, Siro elinde çengele benzeyen bir şeyle yine böyle eve koşturmuş, peşi sıra iki kontrol görevlisi antropoit kapıya dayanmıştı. Kontrol görevlisi antropoitler, eğitmen antropoitlerden yalnızca gri-siyah renkteki giysileriyle değil, sürekli ciddi duran yüzleriyle de ayrılırlardı. Kardeşinin bulduğu nesne, devriye gezen saydam toplardan biri tarafından kaydedilmişti. Görevliler nesneyi inceleyip zararsız bulmuş olsalar da iki çocuğu uyarmışlardı. Bulunan hiçbir nesne saklanmayacak, kaydettirilecekti.
Ela, “Bu defa ne? Tahta parçası mı, metal mi?” diye sorarken gözleriyle çevresini taradı. Gelen olmadığına göre, demek ki kardeşi gerçekten dikkatli davranmıştı. Ama balık tutmaya çıktığında, işe yaramaz nesneler bulmaktan vazgeçse iyi olacaktı.
Siro sır veriyormuşçasına fısıldadı. “Burada değil, evde görürsün.”
Ela, “Şimdi olmaz!” diye söylendi. “Tarladaki işim yeni bitti. Akşama yiyecek yok. Bu balık kime yeter!”
Siro, “Acayip bir şey.” diye tekrar etti. O sırada ablası dönüp gitmişti bile. Kovayı kapının önünde bırakıp eve girdi. Yatağının kenarına oturup hâlâ sıkı sıkı tuttuğu hırkasından elini çekti. Ufak bir kutu bacaklarının üzerine kaydı.
Onu, balık tutmak için mesken edindiği kayanın dibinde bulmuştu. Hafif dalgaların eşliğinde kayaya çarpıp duruyordu. Balık tutmayı bırakıp kutuyu yakalamıştı.
Kutuyu evirip çevirdi. İçinde ne olduğu anlaşılmıyordu. Açmak için sabırsızlansa da cesaret edemedi. En iyisi Ela’nın kızgınlığının geçmesini beklemekti. Kutuya ve içindekine zarar vermeden açmanın yolunu bulurdu o. Ne de olsa elinden her iş gelirdi. Tarlada, Birim’deki tüm çocuklardan daha hızlı çalışırdı. Evdeki işler de ona bakardı. Isınmaları için dal ve kozalak toplar, sobayı yakardı. İçecekleri suyu damıtır, yemek pişirirdi. Tabii yiyecekleri olursa… Tarladaki mahsulden paylarına düşen onlara yetmiyordu. Siro’nun tarladaki işi biter bitmez balık tutmaya gitmesinin nedeni buydu. Kutuyu yatağının altına itecekken birden vazgeçti. Merakı ağır basmıştı. Ela’yı daha çok kızdırmamayı umarak dışarı çıktı.
Tahmin ettiği gibi ablası rezene otu topluyordu. Kenarda dikilip kıza baktı. Siyah saçları tek örgü hâlinde sırtına iniyordu. Yüz hatları keskindi; çıkık elmacık kemikleri, burnunun sivriliğini dengeliyordu. Siro, ablasının gözlerinin kızgın olduğunda birer kora dönüştüğünü aklına getirmemeye çalıştı. Aslında iki kardeş birbirine benziyordu ama Siro ne kadar kızgın olursa olsun, ablası gibi yeşile çalan gözlerinin rengi değişmezdi.
Kardeşini göz ucuyla fark eden Ela, başını kaldırmadan, “Balık çorbası yerine ot çorbası!” demekle yetindi.
“Bulduğum şeye bakarsan gidip büyük balık tutarım.”
Ela, “Büyük balık tutacakmış!” diye burun kıvırdı. “Sanki deniz büyük balık dolu!” Başını kaldırdı. Kardeşi kararlı olduğunu göstermek için kollarını göğsünün üstünde birleştirmişti. Bunun üzerine, “Bakalım!” dedi. “Eğer ilginç bir şey değilse hemen kaybol!”
Siro’nun gözleri ışıldadı. “Kıyıya gidip kaybolurum.”
Ela daha fazla uzatmayıp eve yöneldi.
Siro kutuyu uzatırken, “Hafif olmasına aldanma, boş değil.” dedi. “Sallayınca anladım.”
Ela metal parçasını andıran nesneye baktı. Bütündü; girintisi çıkıntısı yoktu. Lehim yapıldığını gösteren bir iz de yoktu. Hafifçe kaşlarını çattı. “Gerçekten acayip!” diye mırıldandı.
Siro başıyla onayladı; haklı çıkmıştı işte! Ela, “Kırmayı deneyelim.” deyince hemen karşı çıktı. “Kutu işimize yarayabilir.”
“Açamazsak işimize yaramaz. Hem ne sakladığını merak eden sen değil misin?”
Siro cevap vermedi. Meraktan delirecekti.
Ela bu defa, içindekine zarar vermeden kutuyu nasıl kırabileceğini düşündü. Kısa kenarında karar kıldı. Mutfak olarak kullandıkları köşeye geçti. Aynı zamanda dışarının ışığının pencereden içeri dolduğu evin en aydınlık yeriydi burası. Buğday öğütmek için kullandığı tokmağı eline aldı. Kardeşi gözlerini bir an bile üstünden ayırmıyordu. Kutuyu tezgâha dayadı. Tokmağı var gücüyle indirecekken kutuya kazılı işareti fark etti. Aleve benziyordu. Ani bir hareketle tokmağı bırakıp ocağa yaklaştı. “Kırmayacağım, yakacağım.” dedi. Siro gözlerini şaşkınlıkla açsa da, itiraz etmedi.
Ela kutunun alev almamasını dileyerek ocakta ucunu yaktığı tahta parçasını tam işaretin üstüne tuttu. Kutunun kenarı şaşılacak bir hızla alev almadan eridi. İki kardeş şaşkınlıkla bakıştılar.
Ela kutuyu ters çevirince elinden biraz daha büyükçe bir paket tezgâha düştü. Kız sessizce paketi açtı. Şimdi ikisi de daha önce hiç görmedikleri bir nesneye bakıyorlardı.
Siro, “Bu da ne?” diye sordu.
Ela kısa bir süre düşündü. Uygun bir kelime bulmaya çalıştıysa da bulamadı. “Üstü yazılı kâğıtlar.” dedi. Sonra parmaklarını, kâğıtları bir arada tutan kahverengi cildin üzerinde kaydırdı. Kalbi neredeyse yerinden çıkacaktı.
“Ne işe yarıyor?”
“Bilmiyorum, ama sence de güzel değil mi?”
Siro hevesle başını salladı. Bulduğu şey acayip olduğu kadar güzeldi.
***
Öğle paydosunun başladığını bildiren düdük ötünce Atlas yaptığı işi bıraktı. Hızlı adımlarla deniz kıyısına doğru yürüdü. Az sonra, çalıştığı fabrikanın karmaşası ardında kaldı. Günün tek sevdiği saatiydi bu. Kumlara oturup yemek yerken denize bakardı.
Denizin ötesinde ne olduğunu merak ediyordu. Dünya, yaşadığı Birim’den ve denizden mi ibaretti? Başka yerler var mıydı? Ya başka Birimler?.. Bu soruları ilk defa, onu çalışacak yaşa gelene dek eğitip büyüten antropoitlerden birine sormuştu. Antropoit E48 ise Birim’i iyi tanımaya odaklanmasını istemişti. Yapacağı işleri öğrenmeli, muhbirlerin dikkatini çekecek davranışlardan sakınmalıydı. Bilmesi gerekenler bundan ibaretti! E48 konuşurken gülümsemişti. Zaten hep gülümserdi ama aynı zamanda ciddi olmayı da başarırdı. Atlas da gülümserken ciddi görünmeyi denemiş ama becerememişti. Yüzündeki kaslar buna izin vermiyordu. Antropoidin yüzü alaşımdandı, her ne kadar görüntüsü insandan farksız olsa da…
Atlas, E48’i başıyla onaylamıştı. İyi anladığını göstermek için de Disiplin’de öğretilenleri hızla öğrenmeye odaklanmıştı. Birim’e ait tüm görüntüleri hafızasına kaydetmişti. Fabrikadaki işinde de hata yapmaksızın çalışıyordu. Birim’in en güvenilir gençlerindendi. Ancak o gün cevabını alamadığı soruları kendine sormaktan hiç vazgeçmemişti. Büyüdükçe o sorulara yenileri eklenmişti.
Atlas muhbirlerin üretildiği fabrikada çalışmayı hiç sevmiyordu. Küçük saydam topların duygularını kaydedemeyeceklerini biliyordu. Ama yine de yüzünde kayıtsız bir ifadeyle işini yapıyordu. Büyük bir dikkatle, içlerindeki şeffaf teller arasındaki bağlantıları kuruyordu. Muhbirlerin parça parça algıladıkları görüntüler, bu teller sayesinde bütünlük kazanırdı. Bağlantılar olmasa, görüntüler yapbozun gelişigüzel bir araya getirilen parçalarından farksız olurdu.
Kimi zaman, kendi kafasının içinde de teller olduğunu düşünmeden edemiyordu. Yanlış bağlandıkları için kimsenin sormadığı soruları kendi kendine soruyordu belki de. Üç kardeşin en büyüğüydü. Bir gün, antropoide sorduklarının benzerini kardeşlerine de sormuştu. Ne demek istediğini anlamıyormuşçasına bakmışlardı Atlas’a. Ardından da o gün tarlada yaptıklarını anlatmaya devam etmişlerdi.
Atlas yanında getirdiği, patatesten oluşan öğününü yemeye koyuldu. Son günlerde patatesten başka bir şey yiyemez olmuştu. Oysa kardeşlerinden, iyi mahsul toplandığını duyuyordu. Onca şeyi kim yiyordu? Antropoitler mi!
Kafasındaki soruları savuşturmaya çalıştı. İlerideki kayalıklara ve gözleriyle aynı renkteki uçsuz bucaksız uzanan maviliğe bakıp yemeğini bitirdi. Fabrikaya dönmenin vakti gelmişti. Anlamak için saate ihtiyacı yoktu. Öğle paydosu, fabrikadan kıyıya gidip geldiği ve yemeğini yediği zaman aralığı kadardı. Her gün aynı şeyleri yapınca sanki beynin komut vermesine gerek kalmıyordu. Beden otomatik olarak hareket ediyordu. Uyan, çalış, yürü, yemek ye, uyu…
Ayağa kalktı. Üstüne yapışan kumları silkelemeye koyulduğu sırada gözüne bir şey takıldı. Az ileride, kumların arasındaydı. Kıyıya sık sık ya yosun ya da denizanası ölüsü vururdu. Bu da yosun yumağına benziyordu ama diğer yandan parlıyordu da. Atlas merakına yenilip yakından bakmak istedi. Önce gözlerini etrafta gezdirdi. Öğle paydosunu kıyıda geçirmeye başladığı ilk günlerde, muhbirlerden biri tarafından izlendiğini fark etmişti. Ancak her gün aynı sahneyi kaydeden muhbir, bir süre sonra bu takibi gereksiz bulmuş olmalı ki peşini bırakmıştı.
Atlas tehlike olmadığına karar verince gidip nesneyi aldı. Üstüne yapışmış yosunları ve kumu temizlediğinde ortaya çıkan şeye şaşkınlıkla baktı. Dikdörtgen kutuyu evirip çevirdi. Denizden çıkabilecek en acayip şeydi. Onu orada bırakamazdı. Fabrikaya gecikmemek için kutuyu, hızla çıkardığı ceketiyle sarıp koltuğunun altına sıkıştırdı.
***
Çalıştığı han ailesinindi. Yakınında yerleşim bulunmayan, yol üstünde bir yerdi. Az parayla karnını doyurup geceyi geçirmek isteyenler uğrardı buraya. Müşterileri genellikle tüccardı. Kimi zaman parası çıkışmadığından ödeme yapmamak için hır çıkaranlar olurdu. Kimi zaman ise para vermek yerine, konaklama karşılığı elindekini takas etmek isteyenler… Babası hır çıkaranı kapıya koymasını bildiği gibi, ihtiyacı olana yardım etmesini de bilir, takas edeceği her neyse geri çevirmezdi. “Zor zamanlar.” derdi. “Herkes yaşam mücadelesinde.”
Annesi bu sözler karşısında köpürürdü. “Biz sanki mücadele etmiyoruz! Bugüne dek takas ettiğin hangi hırdavat işimize yaradı!” Söylenirken bir yandan iş yapmaya devam ederdi. Kaybedecek bir dakikası bile yoktu.
Ugo elindeki patates çuvalını mutfağın taş zeminine bıraktı. Birkaç odunla sobanın ateşini canlandırdı. Üstünde bayat ekmekler kızaracaktı. Annesinin sözlerini haksız bulmuyordu. Diğer yandan, babasının sobanın arkasındaki boşluğa yığdığı, takas edilen eşyaları merakla incelemekten geri kalmazdı. Adamcağız böylelikle onları karısının gözünün önünden uzak tuttuğunu sanıyordu. Ugo’nun ağzının kenarında alaycı bir gülümseme belirdi. Elbette annesi, hırdavat dediği şeylerin nerede istiflendiğinin farkındaydı. Ama bir de bunun için söylenmeye hâli yoktu.
Ugo, annesi mutfağa gelmeden yığını eşelemeye başladı. Bir defasında aralarından bir düdük çıkmıştı. Paslı bir çakıyı da pasını temizlemek üzere kenara ayırmıştı. Ağaç dallarını yontup şekil vermeyi seviyordu. Tam annesine hak verip, hırdavattan başka bir şey yok, diye düşünürken yığının yan tarafına kaymış duran kutu dikkatini çekti.
Boydan boya işaretlenmişti. İşaretin, kontrol görevlilerince verilen onay olup olmadığını anlamak için kutuyu eline aldı. Babasının takas konusunda tek titiz davrandığı konu buydu. Onaysız eşya kabul etmezdi. Tüccarların gitmediği yer yoktu. Bu yüzden çantalarında muhbirlerin gözünden kaçan, kayıtsız eşyalar bulunması mümkündü. Babasının bir gecelik konaklama karşılığında, başını derde sokacak bir eşyayı takas etmeye niyeti yoktu.
Ugo işaret sandığı şeyin yanık izi olduğunu anladı. Kutunun bir kenarı sobadan yayılan ısıyla erimişti. Kutuyu hafifçe salladı, boş değildi. Açık olan tarafını yere doğru eğdiğinde, içinden kayıp düşen paket duyduğu heyecanı arttırdı. Mutfak kapısına göz atıp kimsenin gelmediğine emin oldu. Hızlı hareketlerle, sıkıca sarılmış paketi açtı. Paketten çıkan şeyin ne olduğunu anlamasına fırsat kalmadan annesinin seslenerek mutfağa yaklaştığını duydu. Kadın mutfağa girmeden, nesneyi gömleğinin içine sıkıştırdı. Paketle kutunun kalanını sobaya attı. Tam zamanında davranmıştı. Annesi, “Sobanın ateşini mi canlandırıyorsun?” diye sorunca başıyla onayladı.
***
Akşam fabrika paydos ettiğinde karanlık çökmek üzereydi. Artık işe yaramayacak maddeleri imha etmekle görevli bir grup genç, içinde ateş yanan varillerin etrafında kümelenmişti. Fabrikaya herkesten önce gelir, evlerine herkesten sonra dönerlerdi. Fabrikanın en vasıfsız işi onlarındı. Hepsi Atlas’la yaşıt sayılırdı. Ama Atlas hiçbiriyle konuşmazdı. Yaptıkları işi küçümsediğinden değil; zorunlu kalmazsa kimseyle konuşmazdı. Her akşam yanlarından sessizce geçip evinin yolunu tutardı. Belki de iri yarı oluşu ve ciddi duruşu diğerlerinin de ona yaklaşmasını engelliyordu.
Ancak anlaşılan o akşam içlerinden biri cesaretini toplamıştı. Kızın adı Ladin’di. Aslında Atlas’ı uzun zamandır tanıyordu. Fabrikaya geliş gidiş saatlerini, paydosları kıyıda geçirdiğini biliyordu. Önce etrafına bakındı; fabrikanın boşalıp boşalmadığını kontrol eden antropoitler yeterince uzaktaydı. Atlas’ın karşısına geçti. Bir an duraksadı, ne diyeceğini bilemedi. Gözü kolunun altına sıkıştırdığı cekete kaydı. Sırf bir şey söylemiş olmak için, “Üşümüyorsan, onu ben alayım.” dedi.
Atlas cevap vermeden yoluna devam etmek yerine, durdu. Kızın gerçekten ceketine ihtiyacı olup olmadığını düşündü. Gerçi onun üstündekinin de Atlas’ın eski püskü ceketinden bir farkı yoktu. Kızın niyeti huzursuzluk çıkarmak mıydı? Öyle bile olsa, Atlas durumu antropoitlere bildirmeyi ne kendine yedirebilir ne de göze alabilirdi. Ceketini kolunun altında daha çok sıkıştırdı. Arasında hâlâ o gün kıyıda bulduğu kutu vardı. Bu hareketi sadece kızın değil, oradaki başka birkaç gencin daha dikkatini çekmişti.
Aralarından biri yanlarına geldi. “Fabrikadan izinsiz bir şey mi aldın?” deyip birden cekete asıldı. Atlas’ın kolunu hızla geri çekmesiyle kutu ceketin arasından sıyrıldı. Üçü de o an yerdeki kutuya bakakaldı.
Genç, Atlas’tan önce davranıp kutuyu varilin içine attı. “İşe yaramayan şeyleri ne yapıyoruz?” derken sırıtıyordu.
Atlas göz ucuyla antropoitleri kontrol etti; olanları fark etmemişlerdi. Ani bir hareketle varili devirdi. Karşısındakinin sırıtışı yüzünde donup kaldı. Erimeye başlayan kutu, birkaç atıkla birlikte dışarı fırlamıştı. Atlas hiç duraksamadan, bir kısmı yanmış kutuyu aldı. O sırada elini sardığı ceketinin bir kenarının yanmasını umursamamıştı bile. Tek laf etmeden hızlı adımlarla oradan uzaklaşmaya başladı. İşi uzatmayacaklarını biliyordu. Birim’dekilerin hiçbiri ne antropoitlerin ne de muhbirlerin dikkatini çekmek isterdi. Zaten Atlas arkasına baksaydı, gencin diğerlerinin yardımıyla varili kaldırdığını görecekti. Ladin’in ise üzgün bir ifadeyle baktığını… Çünkü kızın amacı Atlas’ı zor duruma düşürmek değildi. Sadece çalıştığı gruptaki kaba saba gençler dışında biriyle konuşmak istemişti.
Atlas eve dönmeyip yine kıyıya yöneldi. Öğlen yemek yediği yere vardığında nefes nefese kalmıştı. Ama koştuğu için değil, duyduğu korkuyla karışık heyecan yüzünden…
Kumların üstüne bağdaş kurdu. Artık üst kısmı olmayan kutuya baktı. İçindeki, ucu yanık paketi ağır hareketlerle açtı. Paket dikdörtgen bir nesneyi muhafaza ediyordu. Nesneyi bacaklarının üstüne koyup cildini kaldırdı. Neyse ki zarar görmemişti. Bir araya getirilmiş aynı boydaki yüzlerce kâğıda neredeyse nefes almaya çekinerek baktı. Dalgaların hafifçe kıyıya vuran sesine, kalbinin gümbürtüsü karışıyordu.
Alaca karanlık görmesini zorlaştırsa da kâğıtların üzerindeki yazılar anlaşılıyordu. Fabrikadaki işi, sayıları ve kelimeleri hızlı okumasını gerektiriyordu. Gerçi tüm okuduğu, telleri bağlarken ekranda çıkan verilerdi. Ama kâğıttakilerin de onlardan bir farkı yoktu. Sayıların ve harflerin şekilleri benzerdi. Birkaç kâğıdı çevirdi. Sonra bir tanesinde karar kılıp ağır ağır okumaya başladı.
“Denizin üstünde batmakta olan güneş, sanki karşısına çıkan her şeyi kızıla boyamak istiyordu. Dalgaların köpüğünü, bulutların beyazını, yelkenlerin tüm kıvrımlarını… Yalnızca yelkenlidekiler değil, uçan kuşlar bile bu eşsiz manzarayla büyülenmişti. Güneş ise izleyiciler gösterinin tadını çıkarabilsinler diye, işini ağırdan alıyordu. Çok geçmeden, tekne o yakıcı parlaklığa doğru yelken açtı…”
Atlas ani bir hareketle cildi kapattı. Kahverengi cilde kazınmış resmin üstünde parmaklarını gezdirdi. Altın yaldızları yer yer dökülmüş olsa da resmin detayları anlaşılıyordu. Dalgalı denizin üstündeki bir taşıt yukarı doğru kalkmış burnuyla ve upuzun direkleriyle dalgalara meydan okuyordu. Çok güzeldi. Atlas daha önce hiç görmediği, adını o anda öğrendiği yelkenlinin içinde olmak istedi.
Aniden hızla ve ardında iz bırakmayacak şekilde her şeyi toplayıp ceketine sardı. İçini tanımlayamadığı bir heyecan kaplamıştı. Bu şeyi kaydettirmeye niyeti yoktu. Onu muhbirlerden ve antropoitlerden saklayacaktı. Hatta kardeşlerinden de… Kutudan geriye kalanı ise eve döner dönmez ocağa atacaktı.
***
Ugo aniden uyandı. Hanın sessizliğe bürünmesini beklerken yorgunluğuna yenik düşmüş, mutfak masasında uyuyakalmıştı. İlk aklına gelen gömleğinin içine sıkıştırdığı nesne oldu. Bakmanın tam zamanıydı. Kahverengi kapağın üstünde bir resim vardı. Altın yaldızla çizilmişti. Annesinin fark etmemesini umarak, aynı anda iki lambayı birden yaktı. Tilyum madeninin ışığı etrafı aydınlattı. Bu gizemli nesneyi incelemeye koyuldu. Takas eden her kimse, belli ki kutunun içinde ne olduğundan habersizdi. Yoksa elinden çıkarmazdı.
Kapağı kaldırıp ilk kâğıttaki yazıyı okudu: Saklı Şehrin İzinde
Kâğıdın kalanı boştu. Rastgele bir yerinden açıp diğer yazılara baktı. Babası, daha küçükken okuma yazmayı öğretmişti ona. “Hanın işlerini takip etmen için şart!” demişti. Ama o kâğıtlarda yazılanlar, hanın ihtiyaç listesinden çok başkaydı. Dudaklarını hafifçe kıpırdatarak güçlükle okumaya başladı. Daha önce duymadığı için kimi kelimelerin anlamını bilmiyordu. Ancak arka arkaya gelip birbirlerini tamamladıklarını anlayabiliyordu. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Heyecanının nedeni anne babasına yakalanma korkusu da olabilirdi, elinde tuttuğu bu acayip nesne de…
***
Ela’nın gözüne uyku girmiyordu. Sessizce kalkıp Siro’nun bulduğu şey koyduğu yerde mi diye baktı. Dolabın içindeki birkaç parça giysinin altında duruyordu işte! Aklına saklayacak başka yer gelmemişti. Bir ara paniğe kapılmış, iyice sarıp mutfak penceresinin hemen dışına gömmeyi düşünmüştü. Ama içinde yazılanları öylesine merak ediyordu ki gömerse okuyamazdı. Birim’de daha önce böyle bir şey ne görülmüş ne de duyulmuştu. Kendi kendine mırıldandı. “Bir adı olmalı, her şeyin adı olur.” Kendisinin, kardeşinin, Birim’deki diğer çocukların, kullandıkları eşyaların, topladıkları ürünlerin adı vardı. Antropoitlerin adları sadece harflerden değil, numaralardan da oluşurdu ama yine de vardı.
Uygun bir ad bulmasına yardımcı olur umuduyla gözlerini kahverengi cilde dikti. Bir grup çocuk resmedilmişti. Altın yaldızdan çizgiler hafifçe parlıyordu. Çocuklar dimdik durmuş, yere kadar uzanan bir pencereden dışarı bakıyorlardı.
Ellerinde Ela’nın tuttuğu nesneyi tutuyorlardı. Güneş var gücüyle ışıldıyor, pencereden içeri doluyordu. Duvarlar da boydan boya yine o nesnenin yüzlercesiyle, belki de binlercesiyle kaplıydı.
Ela cildi kaldırdı, ilk kâğıttaki yazıyı mırıldanarak okudu: Yeni Dünyanın Muhafızları
Adı bu muydu? Emin olamadı. Kâğıtları çevirmeye koyuldu. Kapaktaki resmin aynısını, bu defa siyah beyaz çizgilerle görünce durdu. Parmaklarını yan kâğıttaki kelimelerin üzerinde kaydırdı. Bulmuştu! Ayın pencereden süzülen soluk ışığında mırıldandı: Kitap! Uygundu. Daha önce hiç görmediği bir şeye karşılık, hiç duymadığı bir kelime…