Kitabı oku: «SON KOLEKSIYONCU», sayfa 2
Alba
Alba henüz gün ışımadan uyandı. Yıkıntıların arasında sabahlamaktan perişan hâldeydi. Üstü başı kir içindeydi. Gümüş rengine çalan saçları tozdan koyu griye dönmüştü. Kızdaki parıldayan tek şey kocaman siyah gözleriydi.
Yıkıntıları ardında bıraktı. Çevreye uyum sağlamak istercesine rengini kaybetmiş ağaçların arasındaki yola yürüdü. Tüccarların oradan geçtiklerini duymuştu ve kuzeye giden bir tüccarın kamyonetinde yer bulmayı umuyordu.
Madenlerden yükledikleri tilyumu taşıyan tüccarlar, yolcuların yüzüne bile bakmazlardı. Kazançları iyiydi, yolcuların verecekleri kuruşlara ihtiyaçları yoktu. Çoğu zaman muhbirlerin eşlik ettiği o araçlara zaten yolcular da yaklaşmaya cesaret edemezlerdi. Diğer yandan, günü kurtarmaya bakan ufak çaplı tüccarlar da vardı. İşte Alba onları kolluyordu. Hoş, cebindeki birkaç kuruş karşılığında ne kadar yol gidebileceğine dair bir fikri yoktu ama yine de şansını deneyecekti.
Gerçi dara düştüklerinde, tüccarların takasla bile yolcu taşıdıklarını duymuştu. Takas edecek neyim var ki, diye düşündü. Elbette birkaç parça eşyasını koyduğu bez torbasını kimse önemsemezdi. O eski giysilerin yüzüne bakacak değillerdi. Değerli neyi vardı? Eli ister istemez boynundaki, annesinden kalma madalyona gitti. Annesinin Alba’ya verdiği iki şeyden biriydi o madalyon. Diğeri ise adıydı; Alba annesiyle aynı adı taşıyordu. Parmaklarını madalyonun yüzeyindeki kabartmanın üzerinde gezdirdi: yüzleri birbirine dönük hâlde iç içe geçen iki yeni ay… Hayır, madalyonu takas edemezdi; kendisini annesiyle babasına bağlayan tek şey oydu.
Kaybettiği anne babasını düşününce gözleri doldu. Bir zamanlar maden işçisiyken, doğacak bebeklerinden ayrılmamak için madenlerden kaçmışlardı.
Bebekler doğar doğmaz ebeveyninin elinden alınıp antropoitlerce büyütülüyordu. Madende çalışan gözü yaşlı çiftler, bebeklerinin daha iyi bir geleceğe sahip olacaklarını düşünüp avunurlardı. Nereye götürüldüklerini bile bilmeden… Kaderlerine razı olmayanlar ise Alba’nın annesiyle babası gibi çareyi kaçmakta bulur, yıkıntıların arasında hayatta kalmaya çalışırlardı. Antropoitler, kaçanların yıkıntılardaki yaşam şartlarına uzun süre dayanamayacaklarını bildiklerinden onları kendi hâllerine bırakırlardı. Nasılsa eninde sonunda hastalıklar yakalarına yapışırdı.
Sonunda, Alba’nın annesiyle babası da korkunç şartlarla baş edememişlerdi. Babası bu dünyadan göçüp gitmeden önce, Alba’nın elini iki avcunun arasına almış, gözlerinin içine bakmıştı. Varla yok arası bir sesle kuzeye gitmesini söylemişti.
“Bana söz ver.” demişti. “Kuzeye gideceğine dair söz ver.”
Alba, babasını yormamak için soru sormamıştı. Ne kadar kuzeye gidecekti? Orada ne vardı? Dilinin ucuna gelen soruları kendine saklamıştı. Başını sallayıp, “Söz…” diye mırıldanmakla yetinmişti. Bu acı dolu anıyla gözyaşlarına boğulmak üzereyken ileride bir hareketlenme olduğunu fark edip hızla o tarafa koştu.
Suratsız tüccar burun kıvırsa da kızın uzattığı iki kuruşu cebine attı. Konuşmaya tenezzül etmeden, başıyla eski püskü kamyonetin kasasını işaret etti.
Alba hırdavatla dolu kasaya oturunca derin bir nefes aldı. On altı yaşında olduğu hâlde, ufak tefek yapısıyla yığınların arasında kaybolmuştu. Kamyonetin kasasında, kendisi gibi kir pas içinde birkaç yolcu daha vardı. Kız onların yüzlerine baktı. Nereye gidiyorlardı? Gittikleri yerde ne bulmayı umuyorlardı? Ya Alba ne umuyordu?
Saatler sonra, kamyonetin sarsılarak durmasıyla uyandı. Nerede olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı. O rahatsız kasanın içinde nasıl uyuyakaldığına şaştı. Tüccarın sesi duyuldu; tükürürcesine, “Buraya kadar!” diye bildirdi.
Yolculardan en yaşlı olanı, “Dağ başında mı bırakıyorsun bizi?” diye itiraz etti.
Oysa tüccarın umurunda bile değildi. “Dağ başı değil, yol ortası! Yol üstünde han var.”
Alba diğerlerinden önce kamyonetten atladı. Gerçekten de yol ortasıydı. Tüccar yola devam edecekmiş gibi görünmüyordu. Kız kamyonetin bozulduğunu tahmin etti. Karanlık çökmeden hanı bulmak için yürümeye koyuldu. Oyalanmaya gelmezdi. Çok geçmeden, itiraz eden yolcular ve tüccar arkasında kalmıştı.
Yol üstüne park etmiş kamyonet olmasaydı, karanlığa gömülmüş olan hanı fark etmeyecekti. Temkinli adımlarla bakımsız yapıya yaklaştı. Öylesine sessizdi ki, bir an terk edilmiş olduğunu sandı. Ancak, kapıdan içeri girer girmez yanan sobayı görünce rahatladı.
Sobanın ateşini canlandıran on iki, on üç yaşlarındaki çocuk kapıya ilgisizce baktı. Saçları ve gözleri, içerisinin loşluğunda kopkoyu görünüyordu. Üstüne küçük gelen giysileri onu olduğundan daha uzun gösteriyordu.
Alba, “Boş odanız var mı?” diye sordu. Çocuk ateşi karıştırdığı demir sopayı dipteki tezgâha doğru uzattı. Alba tezgâha doğru yürürken, çocuğun meraklı bakışlarını sırtında hissediyordu.
Tezgâhın ardındaki adam, çocuğun yirmi yıl sonraki hâli gibiydi. Alba adamın, onun babası olduğunu tahmin etti. Yüzünde kederli bir gülümsemeyle bakıyordu. Demir bir halkaya bağlı anahtarı Alba’ya uzatırken, “En güzel odamız.” dedi.
Alba cebinde kalan son birkaç kuruşu da çıkartıp tezgâha bıraktı. Yetmeyeceğini biliyordu ama yine de şansını denemek istemişti. Diğer eli ister istemez boynundaki madalyona gitmiş, korumaya çalışırcasına madalyonu kapatmıştı.
“En güzel odaya gerek yok.”
Adam, kızın hareketini fark ettiğini belli etmedi. Ugo’dan birkaç yaş büyük olmalıydı. Boğazının düğümlendiğini hissetti. Bir anda yıllar öncesine, artık başkasınınmış gibi görünen bir hayata geri dönmüştü. Şimdi o da neredeyse bu yaşlardadır, diye düşündü. Ardından, “Ugo.” diye seslendi. “Misafirimize odasını göster.”
Ugo üst katın merdivenlerini çıkınca karşıdaki kapıyı işaret etti. Tam aşağı inmek üzereydi ki durup, “Yemek servisi bitti.” dedi. “Ama mutfağa inersen çorba var. Kızarmış ekmek de…” Hanın kapısından tüccarlardan başka kimse girmez, üstelik çoğu da kaba saba olurdu. Ugo soru sormazlarsa hiçbiriyle konuşmazdı. Oysa bu kıza karşı elinden geldiğince konuksever olmak istiyordu. Neredeyse akranı sayılacak biriyle en son ne zaman karşılaştığını düşündü.
Kız hafifçe gülümseyerek onayladı. “Adım Alba.”
“Ugo.”
“Az önce duydum.”
Ugo başka bir şey söylemeden gerisin geriye basamakları indi.
***
Alba çorbanın hayatı boyunca midesine inen en lezzetli şey olduğunu düşündü. Ugo’nun annesi yemek servisi bittiği hâlde çorba ısıtıp ekmek kızartmaktan hoşnut olmasa da sesini çıkartmamıştı. Kızın hâli ona da dokunmuş olmalıydı. Çünkü Ugo, annesinin Alba’ya şefkatle baktığına emindi, hatta sanki gözleri dolmuştu. Kadıncağız hanın diğer işlerini görmek için mutfaktan çıkınca bir süre sadece kaşığın kâseye çarpma sesi duyuldu.
Ugo sonunda merakına yenik düşüp, “Nereden geliyorsun?” diye sordu. Doğduğundan beri neredeyse handan başka bir yer görmemişti. Sadece birkaç kez, babasının tüccarlara ve hancılara özgü o izin kâğıdı sayesinde, hanın ihtiyaçlarını karşılamaya gitmişti. Bir tek yakın çevrenin neye benzediğini bilirdi.
“Yıkıntılardan. Nerede olduğunu biliyor musun?”
Ugo “hayır” anlamında başını salladı.
“Buranın güneyinde, çok uzak sayılmaz.”
“Nasıl bir yer?”
Alba’nın korkunç demeye dili varmadı.
“Yaşam şartları ağır bir yer. Çok eski bir şehrin yıkıntıları arasında hayatta kalmaya çalışıyor oradakiler.” “Oradakiler” derken boğazı düğümlendi. Çünkü o sabaha kadar kendisi de onlardan biriydi. Sırf çocuğun, ailesiyle ilgili bir soru sormasından çekindiği için, “Şehir ne demek biliyor musun?” diye ekledi.
Ugo “evet” dercesine başını salladı.
Alba inanmaz gözlerle baktı. “Nereden duydun?”
Ugo alınmıştı. “Duymadım.” Başını dikleştirdi. “Okudum.”
Alba’nın elindeki kaşık gürültüyle kâsenin içine düştü. Bir şey yok olduğunda, ona karşılık gelen kelime de zamanla kullanılmamaktan unutulup giderdi. “Şehir” de o kelimelerden biriydi. Alba, annesiyle babasından duymuştu. İkisi de yıkıntılarda yaşayanlara göre oldukça zengin bir dil kullanırdı. Ancak yazılı olması imkânsızdı! Sadece…
“Okudun mu? Nerede?”
Alba gözlerini o kadar çok açmıştı ki Ugo ürktü. Bulduğu şeyi kıza gösterip göstermemekte kararsız kaldı. Sonunda karşısındakini daha da şaşırtma isteği ağır bastı. Hem bu sayede kızın saygısını bile kazanabilirdi. Konuşmasından Ugo’yu küçümsediği anlaşılıyordu. Sobanın arkasındaki ıvır zıvırın en altına sakladığı nesneyi çıkarttı. Annesinin temizlik bezlerinden birine sarmıştı. Bezi açıp nesneyi masaya koyduğunda, kızın benzinin attığını gördü.
Alba ne olduğunu anlamıştı. Titreyen ellerini uzatıp eski cilde dokundu. Üzerinde, yaprakların sarıp sarmaladığı çok katlı binaların resmi vardı. Binalar dev boyutlardaki, dikdörtgen ağaçlar gibiydi… Birbirlerine yakın çizilmişlerdi. Çizgilerin üstündeki yaldızlar yer yer dökülmüş olsa da resmin bir şehre ait olduğu anlaşılıyordu. Yıkıntıların bir zamanlar bu resme benzeyip benzemediğini düşündü. Bitkilerle iç içe, ışıltılı bir yer miydi? Cildi açtığında Saklı Şehrin İzinde yazdığını gördü. Kızın gözleri doldu. Ugo yaratmak istediği etkinin bu olmadığını düşündü.
Sonraki dakikalar, Ugo’nun mutfağa doğru ayak sesi gelip gelmediğine kulak kesilmesiyle geçti. Bu sırada Alba, kâğıtları insanı çileden çıkartan bir ağırlıkla çevirdi.
Sonra, yalnızca dudaklarını kıpırdatarak, gözüne çarpan bir yeri okudu.
“Büyük yapraklı sarmaşıklarla sarılı camdan binalar, dikey ormanları hatırlatıyordu. Gündüzleri güneş ışınlarının rengârenk oyunlar oynadığı pencerelerden, gece çöktüğünde kristal ışıklar süzülürdü. Uzun sofralarda, gümüş tepsilerde sunulurdu yemekler. İştah açıcı kokuları, karnı tok bir insanı bile cezbederdi. Piyanolardan, arplardan yükselen notalara kimi zaman kahkahalar karışırdı. O evlerde yaşayanların hepsi seçkindi! Dünyanın en güzel köşesi onlara ayrılmıştı…”
Neden sonra, bir rüyadan uyanırmışçasına Ugo’ya, “Nerede buldun?” diye sordu Alba. Gözlerinin parıltısı, mutfağı tilyum lambalarından daha çok aydınlatıyordu.
Ugo kısaca anlattı.
“Ne olduğunu biliyor musun?”
Ugo, “Yazılı kâğıtlar…” diye söze girmişken kız sözünü kesti.
“Yazıların muhafızı! Aslında adı kitap! Rivayet olduğunu düşündüğüm çok oldu. Bir tür şehir efsanesi! Oysa şimdi elimde tutuyorum.” Kederle gülümsedi. “Annemle babam ve onların birkaç arkadaşı, kitaplardan ve kitap koleksiyoncularından söz ederlerdi, özellikle birinden. Kitapları toplayıp saklayan gizemli insanlardan!” Alba karanlık hayatlarını, bir umudun ışığıyla aydınlatmak için aynı sözleri tekrar ettiklerini düşünmüştü hep. “Karartmadan önce bunlardan milyonlarca varmış. Sonra bir bir yok olmuşlar. Geriye sadece kitap koleksiyoncularının topladıkları kalmış. Aslında nerede oldukları bilinmiyor, gerçekten var olup olmadıkları da.”
Ugo sessizce dinlemekle yetiniyordu. Alba acayip şeyler anlatıyordu. Başka bir zaman olsa, deli olduğuna inanırdı. Ancak bulduğu şey de kızın anlattıkları kadar acayip değil miydi? Kitap, diye geçirdi içinden. Yüksek sesle söylemeye çekindi.
Alba, “Onu bana verir misin?” diye sordu.
Ugo ani bir hareketle kitabı kendine çekti. Kıza gösterdiği için birden pişman olmuştu. Ancak Alba’nın davranışı beklediğinden farklıydı. Kitaba uzanmak yerine, ellerini kucağında birleştirdi. Sır verircesine fısıldayarak konuştu. “Kitapların yazıların muhafızlığını yapmak dışında bir özelliği daha olduğunu söylerlerdi. Bir tür güç! Eline alan onlardan bir daha asla vazgeçemezmiş.” Ardından kalkıp odasına gitti.
Ertesi sabah, Ugo babasından, kızın handan erkenden ayrıldığını öğrendi. Haber vermeden gitmesine üzülmüştü. Kalsaydı kim bilir daha neler anlatırdı! Niye kaçarcasına gitmişti? Sonra birden mutfağa koştu. Sobanın arkasındaki yığını deli gibi etrafa savurdu. Yoktu! Onun yerine bir not buldu: Muhafızı ödünç aldım. İyi saklayacağıma söz veriyorum. A.
Ödünç almamıştı, çalmıştı! Ugo’nun gözlerine yaşlar hücum etti. Geldiği yeri sormuştu da, nereye gittiğini sormak aklına gelmemişti. O da yola düşse, kızı bulabilir miydi?
Paylaşılan Sır
Siro kitap denilen o nesneyi bulduğundan beri yerinde duramıyordu. Akşamları aceleyle bir şey yiyor, sonra da Ela’nın peşinden ayrılmıyordu. Her akşam birkaç kâğıt okuması için ısrar ediyordu. Ela tilyum lambasının soluk ışığında alçak sesle okuyor, ardından da kitabı ocağın içine saklıyordu. Orada olduğunu unutup ateşi yakarsa kül olacağını bildiği hâlde. Diğer yandan evdeki en güvenli yer orasıydı. Siro, ablasının endişelendiğini görünce, “Unutmayız.” diyordu. “Benim hep aklımda.”
Aslında kitabı sadece düşünmek Siro’ya yetmiyordu. Başkalarına ondan söz etmek, içinde yazılanları anlatmak istiyordu. Dilini zor tutuyordu. Ela bu durumu fark edince gözlerini çocuğun yüzüne dikip, “Anlatarak yorma kendini, git kaydettir. İkisi de aynı şey! Çünkü her iki türlü de elimizden alırlar.” demişti. Birim’de ağzını sıkı tutabilecek kaç çocuk vardı ki! Kötü niyetle ilgisi yoktu bunun. Nedeni korku, kıskançlık ya da gevezelik olabilirdi. En çok da korku! Merak sıralamaya girse bile sona kalırdı.
Siro, Ela’nın tembihlerini unutup o gün paydos ettiklerinde sırlarını ağzından kaçırdı. Çocuklardan biri büyük bir balık tuttuğunu söyledi. Öyle ki dört kişi zor yiyip bitirmişti. Başka bir çocuk da ona katılıp tuttuğu balıkların sayısıyla övündü. Sonra başlar Siro’ya döndü. Kendi yakaladığı ufacık birkaç balığı düşündü. Çocukların abarttıklarını tahmin etmek zor değildi ama kendisi de balık tutma konusunda çok beceriksizdi. Ve elbette Siro’nun bunu söylemeye niyeti yoktu. “Balığı herkes yakalar.” dedi. “Siz benim yakaladığımı görün! Denizden çıkan en güzel şey!”
Aralarından biri, “Tadı balıktan daha güzel olamaz.” diye karşılık verdi.
Siro o sırada sussaydı ya da karşısındakini onaylamakla yetinseydi, konuşma sonlanacaktı. Oysa devam etti. “Yenmiyor! Hiç görülmemiş bir şey! Acayip!” Ne dediğinin farkına varır varmaz, yüzü kıpkırmızı kesildi. Kaydettirmediği bir şeyi överek anlatıyordu. Hemen sustu. Diğerlerinin, söylediklerini uydurduğunu düşünmelerini umdu.
Tarladan doğruca deniz kenarına gitti. Aslında eve dönüp Ela’yla karşılaşmamak için oyalanıyordu. Karanlık çökerse belki ablası gözlerindeki tedirginliği fark etmezdi.
***
Atlas fabrikaya gidiyor, muhbirlerin tellerini bağlıyor, kıyıda yemeğini yiyor, kardeşleriyle vakit geçiriyordu. Günlük hayatında hiçbir değişiklik yok gibi görünüyordu. Oysa o şeyi bulup okumaya başladığından beri, aklı başka bir yerde yaşıyordu. Hatta başka bir dünyada! Kardeşleri uyuduktan sonra, gözleri yorgunluktan kapanana dek okuyordu. Anlayamadığı ya da yazılanları gözünde canlandıramadığında aynı satırları tekrar okuyordu. Kimi zaman içinden bir ses okuduklarının doğru olduğunu söylüyordu. Kimi zaman ise Birim’deki düzenden ve yaşam şeklinden farklı bir yaşam olamayacağını…
O akşam kardeşlerinden biri, “Ben de acayip bir şey yakalamak istiyorum.” dedi.
Atlas, iki çocuğun atışmalarına alışkındı. Tarlada kimin daha çok tohum ektiği ya da mahsul topladığı evde konuşulan en önemli konuydu. O yüzden diğer kardeşine, “Sen mi yakaladın acayip bir şey?” diye sordu. “Neye benziyor?”
Çocuk omzunu silkti. “Ben değil, Siro, tarladaki çocuklardan.”
Diğeri devam etti. “Denizde yakalamış, yenmiyormuş.”
Atlas’ın boğazı düğümlendi. Heyecanını belli etmeden konuştu. “Taşlara dolanmış yosundur. Başka ne çıkacak denizden!”
Kardeşi ısrarla devam etti. “Siro, görülmemiş bir şey, dedi.”
“Görülmemiş bir şey olsaydı, muhbirlerin ilgisini çekerdi. Neye benzediğini söyledi mi?” Atlas soruyu nefesini tutarak sormuştu.
İki çocuk olumsuzca başlarını salladılar.
“Birbirinize yakaladığınız balıkları mı anlatıyordunuz?”
Bir ağızdan, “Evet!” dediler.
“Tahmin ettiğim gibi. Sizden üstün görünmek için söylemiştir.”
“Uydurdu mu yani?”
Atlas kendinden emin bir ifadeyle onayladı. “Kesinlikle! Unutun gitsin!” Hemen ardından, “Sizin yaşlarınızdaysa, ablasına ya da ağabeyine bildirmem gerekir.” diye ekledi. “Uydurmak Disiplin’de öğretilenlere ters! Evi nerede?”
İki çocuk da Siro’nun evinin koordinatlarını bilmiyorlardı. Birim’deki çocuklardan çok azı koordinatları doğru kullanırdı; Atlas onlardan biriydi. İlk kural, Birim’i iyi tanımaktı. Atlas da bunun hakkını verirdi.
Çocuklar ellerinden geldiğince tarif ettiler. Atlas evin buğday tarlalarının dibinde olduğunu tahmin etti.
Ertesi sabah, Atlas her zamankinden daha erken kalktı. Fabrikaya gitmeden önce, yolunu değiştirip buğday tarlalarına doğru yürüdü. Muhbirlerin ilgisini çekmemek için saklanmaya çalışmadan hareket ediyordu. Tarlaya giden çocukların biraz arkasından ilerliyordu. Tarlayla sınır olan, yan yana dizili evlerin önünden geçerken yavaşladı. Kapılardan çıkanlara bakıp Siro’nun hangi evde yaşadığını tahmin etmeye çalıştı. Herkes neredeyse konuşmadan tarlalara yürüyordu. Nasıl anlayacaktı? Atlas oraya kadar boşuna geldiğini düşündü.
Sonra siyah saçları örgülü bir kız gözüne çarptı. Onu daha önce Disiplin’de görmüş olmalıydı. Kız evlerden birinin sundurmasının altında sabırsızca dolanıyordu. Sonunda dayanamayıp, “Siro!” diye içeri seslendi. “Üçe kadar sayıyorum!” Hemen ardından bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Atlas, kızın tedirginliğinin nedenini tahmin edebiliyordu. Muhbirlerden biri geç kaldıklarını kaydederse kontrol görevlilerine açıklama yapmak zorunda kalırlardı. Açıklama yetersiz olursa kapılarında yirmi dört saat bekleyen bir muhbirle yaşarlardı.
O sırada kızın bakışları Atlas’ın üstüne çevrildi. Tedirgin olma sırası Atlas’taydı. Geldiği yöne döndü. Evi bulmuştu. Gidip Siro’nun ablasına bir şey bildirmeye niyeti yoktu. Üstelik çocuğun uydurmadığına emindi. Atlas da denizden gelen, acayip sayılacak bir şey bulmuştu. Fabrikaya geç kalmamak için adımlarını hızlandırdı.
***
Atlas dışarı çıkmadan önce gecenin çökmesini bekledi. O saatlerde Birim’de yaşayan herkes yorgun düşüp uyuduğundan devriye gezen muhbirlerin sayısı azalırdı. Tedbiri elden bırakmadan, evlerin gölgelerine sığınarak buğday tarlalarına doğru yürüdü Atlas. Gökyüzündeki yeni ay, yolunu aydınlatıyordu. Tarlalara yaklaştıkça evlerin birbirlerine olan mesafeleri biraz olsun açılırdı. Kapısını çalacağı evden, ince bir ışığın sızdığını görünce rahatladı. İçeridekileri korkutmadan kendini göstermeliydi. Hafif bir çığlık bile önce muhbirleri, ardından da kontrol görevlilerini başına toplardı. Sundurmanın altına sinip hafifçe kapıyı tıklattı.
Kapıya vurulduğunu duyan Ela, parmağını dudaklarına götürüp kardeşine sesini çıkartmamasını işaret etti. Siro yine de endişeyle, “Görevliler geldi!” dedi. Kitaptan söz etmenin eninde sonunda kendisine pahalıya patlayacağını biliyordu.
Ela, “Sakin ol!” diye fısıldadı. “Onlar kapıyı tıklatmazlar.”
Yerinden sessizce kalkıp Yeni Dünyanın Muhafızları’nı ocağın içine sakladı. Kapının ardına geçip neredeyse nefes almadan beklemeye başladı.
Atlas kapıya yeniden hafifçe vurdu. “Denizden gelen şey için buradayım.”
Ela ateş saçan gözlerini kardeşine çevirdi. Belli ki çenesini tutamamıştı. Siro kollarıyla bacaklarını sarmış, başını dizlerine dayamış oturuyordu. Bu hâliyle büyük bir topu andırıyordu.
Ela kapıyı açmadan, “Kimsin?” diye sordu.
“Adım Atlas, kardeşlerim kardeşinle birlikte tarlada çalışıyorlar.”
Ela kapıyı aralayıp Atlas’ı görünce hafifçe kaşlarını çattı. Yüzü tanıdıktı, hem onu evin yakınında dolanırken görmemiş miydi? İçeri girmesini işaret etti. Siro hâlâ başını kaldırmaya çekinerek oturuyordu.
Atlas, kızın bir şey söylemesine fırsat vermeden, “O kâğıtlardan ben de buldum.” dedi.
Siro bu haber karşısında, “Kitap mı buldun?” diye atıldı.
Atlas ceketinin içine sakladığı Kayıp Ada’yı çıkarttı. “Adını bilmiyorum.”
Ela engel olamadığı bir heyecanla elini uzatıp kahverengi cilde dokundu. “Resmi dışında, aynısı.”
Siro cesaretini iyice toplayıp yanlarına yaklaştı. Atlas’a, “Kitap dendiğini ablam anladı.” diye açıkladı.
Ela, kardeşinin yaranmaya çalıştığını düşündü. Yaptığı affedilir gibi değildi. “İçinde yazıyordu.” diye ağzında geveledi.
Atlas hafifçe gülümsedi.
Ela ocağa gidip sakladığı kitabı geri çıkarttı. Önemli bir sırrı paylaşmanın verdiği tedirginlikle ve aynı zamanda güvenle birbirlerine baktılar.
Tilyum lambasının soluk ışığında kâğıtları çevirdiler. İlk başlardaki satırlardan birkaçını karşılaştırdılar; içlerinde yazanlar da birbirinden farklıydı.
Atlas, kitapları karşılaştırmaktan vazgeçip bir yer seçti ve okumaya koyuldu. Mürettebatı bir grup çocuk olan yelkenlide yaşananlar anlatılıyordu. Daha önce okuduklarından birini seçmişti. Böylelikle defalarca duraklamadan ilerleyebilecekti.
“Yelkenliyle yola çıktıktan kısa bir süre sonra, rüzgâr ummadıkları kadar kuvvetlendi, kıyı görünmez oldu. Çok geçmeden fırtınayla ve korkunç dalgalarla boğuşmaya başladılar. Ne yöne savrulduklarını kestiremiyorlardı. Ellerindeki pusula bile yönünü şaşırmış gibi çılgınca dönüyordu. Sonunda, kendilerini denizin insafına bıraktılar. Tehlikelerle dolu bir yolculuğun ve yirmi bir gün batımının sonunda, bir kara parçasının açıklarındaydılar. Yelkenlileri hasar görmüştü. Aslında hayatta kalmayı başarmaları bile mucizeydi. Yelkenliyi onarana dek adaya çıkıp orada yaşayacaklardı. Başka seçenekleri yoktu.”
Siro sabırsızca atıldı. “Onarabildiler mi?” Ablası okurken de aynısını yapıyordu. Ya anlamadığı yerleri soruyor ya da sonra neler olduğunu hemen öğrenmek istiyordu.
Atlas, Siro’ya anlayışla bakıp okumaya devam etti.
“Bir yandan adadaki yaşama uyum sağlamaya, diğer yandan onarım için malzeme bulmaya çalıştılar. Bir süre sonra adanın sandıkları gibi ıssız olmadığını anladılar; orada başka biri daha yaşıyordu. Bir adam… Ve adaya düşen çocukların geleceğini değiştirecek büyük bir sır saklıyordu.”
Siro, “Ne sırrı?” diye araya girdi. Kendisi sır saklamak konusunda beceriksizdi. Atlas’ın da sırrın ne olduğunu hemen söyleyeceğini umdu ama Atlas bilmediğini göstermek için başını salladı. O ana dek okuduğu yerlerde yazmıyordu.
Atlas, cildi kapattığında Siro kapağın üstüne parmağını bastırdı. “İçinde yazan bu mu?” diye sordu. Yelkenliyi kastediyordu. Altın yaldızlı resim, lambanın solgun ışında hafifçe parıldıyordu.
Atlas onaylarcasına başını salladı.
Ela, Atlas okurken kimi kelimeleri dudaklarını kımıldatarak tekrar etmişti.
“Daha önce duymadığım ne çok kelime var.”
Atlas, “Benim de…” diye itiraf etti.
“Sence başka var mı yoksa sadece bu ikisi mi?”
Atlas da, Ela gibi kim bilir kaç kez aynı soruyu kendine sormuştu. “Umarım vardır.” Ardından, “Artık gideyim.” diye ekledi. “Gelecek defa da onu okuruz.” Ela’nın kucağında duran kitabı işaret etti.
Ancak gelecek defanın ne zaman olacağını bilmiyorlardı.
***
E48, Atlas o ilk soruyu sorduğundan beri çocuğu izliyordu. Farklı olduğunu ve kontrol altında tutulması gerektiğini hemen anlamıştı. Ancak düşüncesini diğer antropoitlere söylememişti. Hiçbirinin bu durumdan yararlanıp takdir görmesine izin veremezdi. Çocuğu sessizce izlemeyi uygun bulmuştu. Büyüdüğünü, tembihlerini dinleyip soru sormaktan vazgeçtiğini görmüştü. Ne antropoitlerle ne de insanlarla mecbur kalmadıkça konuşmadığı için artık tehlikeli de değildi.
Ancak son günlerde onda bir tedirginlik fark etmişti; denizden gelen o nesneyi bulduğundan beri. O eve gitmesinin nedeni de buydu. Şimdi artık üç çocuğu da gizlice gözlem altında tutarak bekleyecekti. Zamanı geldiğinde ise harekete geçecekti.
E48 kafasında bunları planlarken bir yandan da Atlas çıkana dek evin kapısından gözünü ayırmadı. O gece, ne Atlas’ın evinin çevresinde ne de buğday tarlalarının sınırında devriye gezen muhbir vardı. Hepsini engellemişti. Aslında bu davranışıyla kendini tehlikeye attığının farkındaydı. Kontrol görevlisi değil, Disiplin’deki eğitmenlerden biriydi. Onun işi eğitmekti, devriye gezmek değil. Ama tehlikeyi umursamıyordu, çünkü sonunda karşılığını alacaktı. Kendisi için talep edeceği tek şey ise numarasından kurtulmak olacaktı. Gerçek bir adla çağrılmak istiyordu ve adını seçmişti.
***
Atlas, tarlaları geride bırakırken adaya düşen çocuklarla ortak bir yanı olduğunu fark etti. Atlas’ın da hayatı değişiyordu. Kendisini nasıl günlerin beklediğini bilmiyordu. Ama artık hiçbir şey gözüne eskisi gibi görünmüyordu. Aklına takılan sorular yeni soruları beraberinde getiriyordu. Başka kitaplar var mıydı? Varsa onları kim bulmuştu? Yoksa sadece iki tane miydi? Tüm Birim’de sadece iki tane! Ya kitapları denize kim bırakmıştı?
Kıyısında öğle paydosunu geçirdiği maviliğe artık farklı gözle bakıyordu. Yelkenlerinin rüzgârla şiştiği bir teknede olduğunu hayal etti. Aynı Kayıp Ada’da yazdığı gibi… Elindeki kitap, ne muhbirlerin üretildiği fabrikalardan ne de gün boyunca onlarcasıyla karşılaştığı antropoitlerden söz ediyordu. Hiçbiri yoktu! En azından okuduğu yerlerde yoktu! Başka şeyler vardı, içini heyecanla dolduran güzel şeyler…
Evine yaklaşırken, Birim’deki her çocuğun belli bir yaşa gelene dek bakıldığı ve eğitim aldığı Disiplin’in önünden geçti. Artık sadece ayda bir kez geliyordu buraya. Eğitimini tamamlamış diğer çocuklarla birlikte, öğrendiklerini tekrar etmeye… Unutmalarına izin verilmezdi. Sanki bu mümkünmüş gibi…
Disiplin, Birim’de muhbirlerin kol gezmediği tek yerdi. Antropoitler tarafından denetlenirdi. Yaşadıkları tek katlı, birbirine tıpatıp benzeyen yapılardan farklıydı. İç içe geçen labirent gibi salonları ve odalarıyla oldukça büyüktü. Yüksek cam tavanları farklı yönlere doğru eğimliydi. Hâlâ kapısından girer girmez, nedenini anlayamadığı tuhaf bir ürkeklik sarardı içini. Sonra eğitim sırasında, oturduğu yerden başını kaldırıp gökyüzüne kaçamak bakışlar atınca ürkekliği geçerdi. Ancak bu da çok kısa sürerdi. Eğitmenin sesiyle anlatılanlara odaklanırdı. Birim’i iyi tanı, yapacağın işleri öğren, muhbirlerin dikkatini çekecek davranışlardan sakın, diye içinden sıraladı. Bilmesi gereken şeylerin temeli bundan ibaretti.
Birim’i gecenin karanlığında hareket edecek kadar iyi tanırdı. Koordinatları şaşırmazdı. Fabrikadaki işini hızlı ve hatasız yapar, kardeşlerine göz kulak olurdu. Dikkat çekecek davranışlardan sakınırdı. Şaşırtıcıydı ama o gece hiçbir muhbirle karşılaşmamıştı. Yaptığı her şey aldığı eğitime uygundu. Oysa bilmesi gerekenin bundan ibaret olmadığının artık bilincindeydi. İki kitapta yazılanları da merak ediyordu. Hatta başkaları varsa, onları da okumak istiyordu.
Eve döndüğünde kardeşleri derin bir uykudaydı. Gözleri yorgunluktan kapanırken, Ela ve Siro’yla nasıl görüşeceğini düşündü. Evlerine tekrar gitmesi dikkat çeker miydi? Her zaman o günkü gibi şanslı olmayabilirdi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.