Kitabı oku: «Türk Kimliği»
ÖNSÖZ
Son beş altı senedir yurt içinde ve Avrupa ‘da vatandaşlarımızla panel, konferans, sohbet tarzında birçok konuşmalarımız, görüşmelerimiz oldu. Her defasında, lâyık olduğundan çok fazla ilgi, iltifat ve teveccühe mazhar olan bu konuşmaların yazılı hâle getirilmesi ve yayınlanması hususunda ısrarlı talep, temenni ve teşviklerle karşılaştım. Bazı bölümleri birkaç makale halinde Türk Yurdu dergisinde yayınladım. Bunlardan aldığım intiba da müsbet oldu. Bunun üzerine, dağınık parçaları ve notları bir kompozisyon bütünlüğü içinde derleyip toparlamağa çalıştım: Türk Kimliği ismiyle elinizde bulunan bu kitapçık meydana geldi.
Tabiatiyle, bu kadar küçücük bir hacim içersinde, Türk kimliğinin bütünüyle teşhis ve teşrih edilerek sergilenmesinin imkânsızlığı aşikârdır. Esâsen bu benim kudretimi de çapımı da çok aşan bir iştir. Burada, samîmî, iddiâsız bir tarz ve üslûb içersinde Türk kimliğinin bazı ana sütunlarıyla, bir kısım hususiyetleri işaret edilmeğe çalışılmıştır. Eğer bu bir eserse, benim değil, dinlemek ve okumak zahmetinde bulunup-ilgi, iltifat ve teşviklerini esirgemeyen aziz gönüldaş ve vatandaşlarımındır. Onların var olduğunu görmek ve bilmek, sıcacık dostluklarını her an hissetmek, milletimin varlığı ve geleceği hakkında kalbime itminan ve ruhuma inşirah vermiştir, vermektedir. Bu itminan ve inşirahı, bu bahtiyarlığı, büyük şehirlerin dar ve kapalı muhitlerinde kaldıkları için karamsarlıktan, kötümserlikten, yeis ve bezginlikten bir türlü kurtulamayan bütün münevver dostlarla paylaşmak isterim. Türkiye, Ankara ve İstanbul’un kapalı muhitlerinden, kasvetli salonlarından ibaret değildir. Türkiye’nin her tarafında ölçüsü sağlam, vicdanı temiz, kafası çalışan, şahsî hayatını iyi tanzim etmiş, vatana ve millete karşı mesuliyetini müdrik on binlerce pırıl pırıl aydın vardır ve Türkiye’de hâlâ bütün aslî seciyeleriyle Türk milleti yaşamaktadır.
Sözlerimin, satırlarımın uzlaşmaz, umursamaz ve kötü niyetli kimselerin zihinlerinde, vicdanlarında müsbet bir yankı bırakabileceğini sanmıyor ve ummuyorum. Ancak, hakka ve hakikate değer verenlerle, millet arasında uzlaşma ve anlaşmayı arzu edenler, herhalde bazı cümleleri dikkate değer bulacaklardır. Dileğim, sözümün, şahsen hitab etmek imkânını bulduğum vatandaşlarımda gördüğüme benzer temiz gönüllere ve işlek zihinlere erişmesidir.
Asıl ümîdim ise aydın gençlerdedir: Bu mütevazı satırlar, onların târihimize, millî kültür ve köklerimize, millî kimliğimizin unsur ve mes’elelerine yönelmesinde küçücük bir itici güç olabilir, onlarda millî şuura doğru bir ivme sağlayabilirse, vazifesini yapmış olacaktır.
Saygı ve sevgilerle.
Nisan /1990 AnkaraAyvaz Gökdemir
I
MİLLİYETÇİLİK BAHSİ
Milliyetçilik kavramı, bütün dünyada ve Türkiye’de çok indirilip kaldırılmış ve özellikle 1944’ten beri oldukça hırpalanmış, örselenmiş bir kavramdır. Millî kimlik mes’elesi, bir bakıma milliyetçilik mes’elesidir. Bu sebeple, millî kimlik mes’elesine eğilirken önce bu bahis üzerinde asgarî ölçülerde de olsa, birkaç söz söylemek zarûreti vardır. Bu hususta söyleyeceklerimiz, konunun genel çerçevesini ve esas zeminini belirleyecek ve sonraki sözlerimiz için bir başlangıç teşkîl edecektir.
İnsaniyet ve Milliyet
Musevîlik ve Hıristiyanlıkça da paylaşılan inancımıza göre, bütün insanlık bir ana babanın yani Hz. Âdem atamızla Hz. Havva anamızın çocuklarıdır. Burada maksadımız var oluş teorilerini tartışmak olmadığına göre, şunu kabul etmek gerekir ki, insanlığın bir asıldan ve aynı kaynaktan türediği yolundaki bu inanç ve kabul, insanlık anlayışı bakımından sağlam bir ahlâkî temel teşkîl etmektedir. Bu itibarla, rahatça denilebilir ki, insan sıfatında yaratılan veya var olan herkes birbirinin kardeşidir.
Haddizatında kardeş olan insanlık, bir tür özelliği ve yaratılış hikmeti olarak kabileler ve milletler hâlinde ayrılmış ve çeşitlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 30. sûresi olan Hucurat Sûresi’nin 13. âyetinde şöyle buyruluyor:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yaratıtk. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz ki Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sâkinanınızdır. Allah her şeyi bilen ve haberdâr olandır.”
Böylece ortaya ayrı renkler, deriler, ayrı diller ve kültürler çıkmıştır. Sosyal bir varlık olan, yani toplu yaşayan insan, ferdî seviyede olduğu gibi, toplum seviyesinde de farklılaşmıştır. Bir toplum içinde fertler, insanlık âleminde de milletler birbirinden farklıdır. Yaradılıştan gelen maddî-fizik farklar dışında, toplulukları birbirinden farklı kılan bir takım inançlar, âdetler, alışkanlıklar, düşünce şekilleri, tavırlar, davranışlar, kurumlar vardır ki ister maddî, ister manevî cinsten olsun, bunların bütününe kültür diyoruz. Yaradan, insanlığı bir kültürler tayfı hâlinde temaşayı münâsip ve güzel bulmuştur. Onun için de insanlık, zaman ve mekân içindeki manzarasıyla muhteşem bir tayf halindedir.
“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin çeşit çeşit olması da O’nun varlığının işâretlerindendir. Doğrusu bunlarda bilen kimseler için alınacak dersler vardır.” (Rûm Sûresi, 30/22)
Her insan ferdi tektir, “bir tane”dir, benzersizdir. Birbirine en çok benzeyen, bir bakışta ayırt edilmeleri çok zor olan ikiz kardeşler bile, ince bir dikkatle bakıldığında görülür ki, birbirinden farklıdır. Buna mukabil, aşikârdır ki, hangi kavimden, hangi milletten olursa olsun, genel özellikleri ve ana yapısı bakımından bütün insanlar birbirlerine benzerler. Böylece beşeriyet, birbirine benzer ve benzemez tarafları ile rengârenk bir çiçek demeti gibidir.
Kültür Kemal Nişanıdır
Yaradan, insanın kemâlini ve üstünlüğünü, bu farklılık ve çeşitlilikte görmüş olmalıdır. Bu hikmetinin bir tezahür ve tecellîsi olarak kültür yaratıcı olmak, kültür meydana getirmek sâdece insana mahsustur. Üstün akıl ve irade, îman, aşk, ahlâk, gülme, konuşma, âlet yapma ve kullanma gibi özellikler sâdece insanda mevcuttur. Kültür ve medeniyet dediğimiz insan etkinlikleri de insanın bu özelliklerinin eseridir. Hiçbir hayvan topluluğunda kültür ve kültürden kaynaklanan farklılıklar yoktur.
Allah, insanı “ahseni takvîm”, yani “en güzel bir kıvamda” yarattım, diyor (Tîn, 95/4). Bu “en güzel kıvam”a, maddî ve manevî bakımdan, fabrikasyon imalat gibi standart olmayışımız, farklı, çeşitli ve özellikli oluşumuz da dâhildir. Bunun için insan “eşref-i mahlûkat” yani en şerefli, en üstün yaratık sayılmıştır. Bunun için tasavvufta insan, “merdüm-i dîde-i ekvân” yani “âlemlerin, kâinatın, varlık’ın gözbebeği” diye vasıflandırılmıştır.
Belli ki bu renklilik ve çeşitlilik, insanlar için çok geniş bir imkân ve zuhur sahası teşkil etmektedir, insanoğlu, değişik alternatifler arasında kendini ve çevresini tanır, kişiliğini oluşturur. Kendinde olmayanı, hemcinslerinde bulur ve alır. Bu bakımdan, gerçekten de âdemoğulları birbirinin azası gibidir.
Rekâbet ve Yarış
Bu çok renkli, çok ihtimalli, farklı, çeşitli, standart olmayan manzarası ile beşer hayatı, aynı zamanda bir yarış ve imtihan alanıdır. Bir toplum içinde fertler, beşeriyette toplumlar, birbiri ile bir yandan dayanışma hâlinde görünürlerken, öte yandan da rekâbet ve yarışma halindedirler. Bu rekâbet ve yarışma, beşerî yaratıcılığın çok kuvvetli bir motivasyonunu teşkil etmekte, insanı hareket ve faaliyete sevk etmede manevî bir motor rolü oynamaktadır.
İnsanlar arasındaki bu rekâbeti, birbirlerine düşmek, dövüşüp sövüşmek, zarar vererek kötülükte yarışmak için değil, farklı kaabiliyet ve meziyetleriyle birbirini tanımak, tamamlamak, sevmek ve dayanışmak için bir imkân ve imtihan saymak lâzımdır. Fakat dünyayı ve beşer hayatını, maddî ve manevî bakımdan güzelleştirecek bir iyilik, güzellik ve din terimi ile “takva” yarışı olması gereken bu yarış, maalesef zaman zaman son derece vahşî ve insafsız bir mücâdeleye, merhametsiz ve dehşetengiz bir boğazlaşmaya da dönüşebilmektedir. Mamafih bu da çok şaşırtıcı bir olgu sayılmamalıdır, çünkü ruhumuz Allah’tandır ve ilâhî bir cevherdir, ama bedenimiz balçıktan yoğrulmuş ve içine ruhla birlikte nefis de konmuştur. Nefsinin insana ne fısıldadığını Yaradan bilmektedir. (Kaf, 50/16). Hz. Âdem’den sonraki ilk iki erkekten biri olan Kabil, küçük kardeşi Hâbil’i Tevrat’a göre kadın yüzünden, Kur’an’a göre gurur ve hased sebebiyle öldürmüştür. Kabil ve Hâbil’de sembolleştirildiği üzere, hırs, kin, ihtiras, bencillik, kıskançlık, çekememezlik, cimrilik ve bu sebeplerle kan dökücü-lük de insan tabiatının bir parçasıdır. “İnsan iyilik ister gibi kötülük de ister”. (İsrâ, 17/11). “İnsan, gerçekten menfaatine de pek düşkündür” (Âdiyât, 100/8). “İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır” (Meâric, 70/19). “… insanoğlu, kendisini müstağnî sayarak azgınlık eder” (A’lak, 96/6–7). Bunların sonucu olarak “mücâdele” de insan hayatının, hattâ yalnız insan hayatının değil, bütün tabiatın değişmez bir kânunudur. İnsan, fert ve toplum olarak bu kânunun da gereğini yapmakla, hakkını vermekle, yani varlığını, şerefini, hakkını, menfaatini korumakla mükelleftir. İnsanın bu mâkûl benliğine “izzet-i nefis”; izzet-i nefsini korumak için giriştiği mücadeleye de “hamiyyet” diyoruz. İzzet-i nefsi ve hamiyeti olmayan, şerefli insan olabilir mi?
Millet, Milliyet
Özetlersek: Var eden irâde birdir. Var olduğumuz menşe birdir. Kaynak ve asıl birdir. Sonra hikmetli bir tarzda, yaradılışımız gereği çeşitleniyoruz, farklılaşıyoruz ve tekrar birliğe yöneliyoruz. İşte bu oluşum içerisinde aileler, kabîleler, aşiretler, ümmetler, milletler meydana geliyor. Aile, her yerde ve insanlığın geçtiği her merhalede var; kendisinden büyük bütün toplu teşekküllerin çekirdeği, ilk hücresi. Aynı dîne inananların teşkil ettikleri beşer topluluğuna Türkçede ümmet diyoruz. “Millet”ten daha geniş bir topluluk olmasına rağmen, insanlık, ümmet merhalesini millet şuuruna erişmeden önce yaşamıştır.
Şüphesiz geniş ve yaygın ümmet toplulukları da ilerde kendini millet olarak ifade edecek olan etnosantrik gruplardan yani dili ve kültürü farklı kavim teşekküllerinden meydana geliyordu. XVIII. asrın son çeyreğinde millet şuuru ortaya çıktı. Bütün XIX. asır boyunca ihtilâlci bir akım hâlinde dünyayı alt üst etti. Medenî insanlık XX. asra millet olma aşkıyla tutuşmuş olarak girdi. Bu asrın son yılları ile gelecek asrın başı da aynı ateşin yeni parlamalarına şahit olacak görünüyor. Millet denen topluluklar, insan tekâmülünün bugüne kadar ulaşılabilen en mükemmel siyâsî ve sosyal organizasyon tarzını oluşturuyor. İnsanlığın târih içindeki akışına baktığımız zaman, kültür meydana getirmek ve millet olmak, âdetâ beşeriyetin gayesi olarak görünüyor. Bu gaye, insan olmanın yaradılış hikmetine riâyet ve sadakatten doğmaktadır; zira millî kültür ve millî kültür çerçevesinde milletleşme, beşer tabiatı iktizâsı zarurîdir. Yüksek bir millî kültür yaratamamış, millet olamamış bir toplum, zayıf ve gelişememiş şahsiyet gibidir; başka toplumlar içinde erir, yok olur. Şahsiyetsiz insan, kimliksiz toplum, patolojik bir hâdisedir, normal değildir.
Milletleşmenin üstünde, çeşitli temeller üzerinde milletler arası organizasyonlar yer alır. Nihâî hedef, bütün insanlığın milletlerden meydana gelen bir aile hâlinde organize olabilmesi, yani topyekûn insanlık birliğinin gerçekleşmesidir. Birleşmiş Milletler teşkilâtı, bu istikâmette bir adımdır. Neyi ne kadar başarabildiği ortadadır. Zararlı bir teşekkül olmadığı muhakkaktır, ama faydası her ân tartışılmaktadır, tartışılacaktır. Temennî ve tasavvur edilen insanlık birliği, şimdilik bir hayâl veya çok uzak bir ihtimâl olarak görünüyor. Bugün için gerçek olan milletlerin varlığıdır. Kaldı ki insanlık, bir tek siyâsî idâre altında birleşse bile, millî kültürler birer realite olarak devam edecektir. Çünkü işaret edildiği üzere, kültür, insan tabiatının ‘onsuz olmaz’ bir parçasını ve hususiyetini teşkil etmektedir.
İnsanlık târihi boyunca mühim ve büyük rol oynayan toplumlar, yalnız büyük ve orijinal kültürü olan milletlerdir. Bundan sonra da böyle olacağının en büyük delil ve karinesi, insanlığın bugüne kadarki târihidir. Ayrıca bugün de müşâhede ediyoruz ki kader tâyin edici gerçek, millet gerçeğidir. Demek oluyor ki, insanlar Arz üzerinde millet denilen topluluklar hâlinde yaşarlar. Dünya, milletlerin dünyasıdır. Her fert dünyaya bir milletin mensubu olarak gelir. Hayâtını bir milletin mensubu olarak yaşar ve tamamlar. Her şahsiyet, esas itibariyle, bir millî kültür muhitinde teşekkül eder. Tam manâsıyla ancak o muhitte mesut ve bahtiyar olabilir. Bu sebeple de insanlar, bazı sebep ve zarûretlerden dolayı maddî mekânlarından kopabilirler, fakat millî kültürlerinden kopamazlar. Millî kültür insanla birlikte taşınır, insan hangi mekânda olursa olsun, doğup şekillendiği millî kültürün manevî vasatında yaşamaya devam eder. Millî kültürden kopma, ancak yeni bir millî kültüre adapte olmakla mümkündür ki, o da kimlik değişmesi demektir.
Altını çizerek belirtmek gerekir ki, kültür, medeniyet tâbirinden farklı olarak, milletlerin sahip oldukları kıymetlerin daha ziyâde manevî tarafını ifâde eder. Bu kıymetler daha çok o millete mahsustur. Bir milleti diğer milletlerden farklı kılan özelliklerdir. Çünkü kültürün kaynağı, daha ziyâde duygulardır, vicdandır, gönüldür. Bu kaynaklar, ise insan tabiatının en sübjektif kısmı, en müdahalesiz, en geniş hürriyet ve serbestlik sahasıdır. Bu sebeple çeşitli kültür unsurları arasında içten bir bağlılık, derûnî ve kendiliğinden bir âhenk vardır. Onu “mahsus” kılan da budur ve bundan dolayı da bir kültüre mensup insanlar arasında çok tabiî ve derûnî bir şekilde, kendiliğinden bir duygu, düşünce, tavır, inanç, zevk, vicdan birliği teessüs etmiştir. İşte milliyet (bir milletten olma hâli), bu tabiî, derûnî, kendiliğinden ve böyle olduğu için de âhenkli, insicamlı, mütecanis birliklerin sonucudur.
Milliyetçilik
Milliyetçilik ise, fertler bakımından, kendi milliyetine bağlılık duygusu ve şuurudur. Fert merak eder: “Ben hangi nesepten geliyorum? Kimin oğlu veya kızıyım?” Şahsiyet de merak eder: “Ben hangi beşer topluluğu içinde, yani hangi millî kültür muhitinde oluştum? Hangi toplumun bir parçasıyım? Sosyal kimliğim nedir? Çok büyük ve geniş insanlık âlemi içinde bana en yakın olanlar, en çok benzeyenler kimlerdir? Geçmişte hangi toplumla birleşebilirim, gelecekte hangi topluma bağlanabilirim? Allah’ın geniş Arz’ı üzerinde hangi toprağa ‘benim’ diyerek emniyetle ayak basabilirim?” İşte milliyetçilik, bu suallerin peşine düşmektir. Milliyetçilik, aslını, neslini, cinsini, cibilliyetini bilmektir. Fert ve toplum olarak bir şahsiyet ve izzetinefis sâhibi olmaktır. Başka bir ifade ile hangi milletten olduğunu bilmek, milletini sevmek ve onun gayretini gütmektir.
Özel gayret ve eğitimlerle aksine şartlandırılmamışlarsa ve gayet tabiî, bir şeyi şuurla idrak edebilecek bilgi seviyesine erişmişlerse, fertler için milliyetçilik, aile sevgisi kadar tabiî bir duygu ve tutumdur. Ana babanın çocuklarına, çocukların anne ve babalarına, kardeşlerin birbirlerine sevgi ve bağlılık duymaları, birbirleri hakkında hayırhah olmaları ne kadar tabiî ise, fertlerin mensûb oldukları millete karşı aynı hissî bağlılık içinde bulunmaları da o kadar tabiîdir. Zâten, târih içinde milletin köklerine inildiği takdirde, karşımıza sosyolojik vakıa olarak birbirine kan bağı ile bağlı insan toplulukları, yani aileler çıkacaktır. Bu çekirdek, zaman içinde büyümüş, genişlemiş ve millî kültür denilen ve kan bağını çok aşan sosyal bağ, kitleleri birbirine bağlayarak aileyi millet çapında büyütmüştür. Millet denilen büyük topluluğun kökünde ve çekirdeğinde aile vardır. Her doğan çocuk, ailesinin bir üyesi olarak büyürken, kendiliğinden milletinin de üyesi olur. Çok kalabalık bir insan topluluğunu bir millet yapan değerler, özler, özellikler ailede mevcuttur. Bu bakımdan millet dediğimiz büyük beşerî varlığı da çok büyük bir aile sayabiliriz. Öyleyse, milliyetçilik de pekâlâ, çok yalın bir şekilde “aileye sadakat” diye anlaşılabilir, algılanabilir.
Vatan
Her aile yuvasının bir mahremiyeti, dokunulmazlığı ve kendine mahsus kutsallığı vardır. İçinde yaşayan aile fertleri için bir yuvanın değeri, asla maddî özellikleri ile ilgili değildir. Maddî değer ayrı bir kategori teşkil eder, ayrı bahistir. Herkesçe, her zaman gözlenebilir ki ailelerin ve fertlerin, barındıkları yuvaya, o yuvanın bulunduğu muhite karşı tabiî, sıcak, içten gelen bir bağlılığı, muhabbeti söz konusudur. Normal şartlarda, herkes mahallesini, muhitini, doğup büyüdüğü köyü, kasabayı, şehri sever. Bu üniteler içinde kendi evinin farklı bir yeri vardır. Evinden, muhitinden, memleketinden ayrılıp da hüzün duymamak veya bunlara kavuşunca sevinmemek mümkün müdür? Bu bağlılık ve muhabbetin kaynağı akılda değil, gönüldedir. Bunlar çok derin hissî rabıtalardır. Öyle olmasa, Avrupa’nın, Amerika’nın, Japonya’nın bizimkilerle asla mukayese edilemeyecek derecede gelişmiş, imar görmüş, konforlu şehirlerini gördükten sonra, kendi memleketimize hiç de hasret duymamamız, oraları gurbet saymamamız gerekirdi. Hâlbuki dışarıda çalışan işçilerimizin, izin ve tatillerde bir ân evvel köy ve kasabalarına ulaşmak için gösterdikleri telâş ve heyecana bakınız! Bayındır Avrupa’dan toprak damlı evleri, çamurlu ve tozlu yolları ile Türkiye köy ve kasabalarına duyulan özlem! Bunun rasyonel izahı var mı? Ama insan da sırf akıldan ibaret değil ki!
Vatan denilen millî mekân da millet ailesinin yuvasıdır. İnsan bu sebeple, çok tabiî bir samimiyet ve bağlılıkla vatanını da sever. Orası alelade bir toprak parçası olmaktan, sâdece karın doyurduğumuz yer olmaktan, çok fazla bir şeydir, çok farklı bir mevcudiyettir. Öyle olduğu içindir ki gurbette “Âh vatanım, âh memleketim, âh yurdum, köyüm kasabam!…” diyen insanların tepesinden âdetâ duman tütmektedir. Vatan sevgisi ve hasreti, böylesine korlu bir ateştir. Hiç sönmez… İnsanlar, Hicaz’da bile vatan özlemi çeker, Hicaz’dan dönerken bile, vatana kavuşmanın heyecanını yaşarlar…
Milliyetçilik ve onun ayrılmaz bir parçası olan vatanperverlik duygusu, o kadar tabiîdir ki, kendisini milliyetçiliğe muhalif zanneden birçok insanın da ruhlarının derinliklerinde bir milliyetçilik tohumu mutlaka mevcuttur. Küllenmiş bir kor hâlindeki bu mevcudiyet, hassaten buhranlı dönemlerde her türlü sun’î engeli aşarak açığa çıkar ve kendini belli eder. Bu sebeple fikir olarak milliyetçiliğe karşı çıkan çoktur da vatanperverliğine gölge düşürülmesine veya “vatan hâini” olarak nitelenmeye râzı olan yoktur. Çünkü vatana ihânet, bütün zamanlarda ve her yerde “en büyük alçaklık” sayılmıştır. Vatanseverliğin böylesine güçlü bir duygu ve üstün bir değer oluşu, haddizatında milliyetçiliğin insan tabiatından doğduğunu ve kaçınılmaz olduğunu gösterir. “Vatanseverim, ama milliyetçi değilim!” diyen biri, akıl plânında reddettiğini, gönül plânında ve duygu olarak kabul ediyor demektir. Onun için, zaman zaman karşılaştığımız “Hepimiz milliyetçi değil miyiz?” tarzındaki itirazlara hak vermek lâzımdır. İnsanların hepsi aynı şuur, idrak ve heyecan seviyesinde olamaz. Fakat gayet emin olarak bilmeliyiz ki, milliyet ve vatan bağlılığı, bir başka bağlılığın kolay kolay alt edemeyeceği, yerine geçemeyeceği kadar güçlü, köklü ve şümullüdür, kapsayıcıdır.
Şöyle bir düşünelim: “Ben anamı, babamı, kardeşlerimi, akraba ve hısımlarımı, soyumu sopumu, konu komşumu sever ve sayarım. Onlara elimden geldiği, gücümün yettiği nisbette iyilik ve yardım etmeğe çalışırım. Aile yuvama da çok bağlıyım.” diyen bir kimseye: “Neden seversin, niçin bağlısın, ne sebeple hayırhahsın?” diye sorulabilir mi? Çünkü iyi insan, normal insan böyle olur. Bu sevgi ve bağlılıklardan, bu iyilikçi davranışlardan mahrum olmak, aileye ihânet, yakın ve uzak çevreye kötülük edip zarar vermek, anormalliktir. Tıpkı bunun gibi, “Ben milletimi severim, milletimin gayretini güderim. Vatanım, maddî ve manevî varlığımın, şeref, namus, mukaddesat ve menfaatimin mahfazası, devletim de en büyük teminâtıdır. Bu sebeple vatanımı da sever ve devletime itaat ederim, sadakat gösteririm…” diyene de “Niçin?” diye sorulamaz, sorulmamalıdır…
Ferdin milliyet duygusundan uzaklaştırılması, millî kültürlerin bozulması ve yozlaştırılması, insan tabiatının bir nevi tahribidir. Millet, milliyet ve millî kültür aleyhtârı tutum ve davranışlar, ya bir suikastın yahut da patolojik bir hâlin ifadesidir. Milliyeti inkâr etmek, gerçeği inkâr etmektir, var’ı yok saymaktır. Ancak, a’mâ görmese de güneş vardır. “Niçin milliyetin var, niçin milliyet iddiâsındasın?” demek, “Allah seni neden böyle yaratıt, neden varlık ve izzetinefsine sahip çıkıyorsun?” demek gibidir. Kimse yaradılışında bir irâde sâhibi olmadığına göre, varlığını devam ettirmek ve izzetinefis sâhibi olmak, insan için tabiî olduğuna göre, böyle bir sual sorulamaz, böyle bir tartışma yapılamaz. Vazifemiz, varlık’ı anlamaya ve açıklamaya çalışmaktır. Var’ı yok saymak, gerçeği inkâr etmek ise abestir, beyhûde bir gayrettir.
Şahsiyetini korumak, geliştirmek ve gerçekleştirmek, sağlıklı bir kişilik sâhibi olmak isteyen hiçbir fert, milliyetsiz olamaz. Bu sebeple, şahsiyetini korumak, geliştirmek ve gerçekleştirmek, bir insanın ne kadar tabiî ve vazgeçilmez hakkı ve vazifesi ise, millî kültürde temellenen milliyetini korumak ve geliştirmek de hem fert, hem millet için o kadar tabiî ve vazgeçilmez bir haktır, vazifedir.
Millî kültür bunalımına düşmüş bir millette ferdî şahsiyetler de bunalımda demektir. Ferdin bir topluma mensubiyet hissinde görülen belirsizlik, kültür karışıklığı demek olan kozmopolitliktir ve bu bir psiko-sosyal hastalıktır.
İnsanlar, belli bir kimlik sâhibi olarak şerefli ve mes’ûd yaşarlar. Bunun için de herkes anasını, babasını, soyunu sopunu bilmek ister. Nesep sıhhatine bütün sağlam cemiyetler, bütün hukuk ve ahlâk sistemleri ve dinler, özellikle de hak din İslâm, büyük ehemmiyet vermişlerdir.
Bilindiği gibi, nesebi gayrı sahihlik, maddî – fizyolojik bir kusur değildir; belli bir soya bağlanamamaktan, belli bir kimliğe oturamamaktan gelen manevî bir bozulma ve bunalım hâlidir. Bu hususta hissedilen ruhî tatminsizlik, bir kurt gibi insanların içini mütemadiyen kemiriyor ve bunalıma düşürüyor, kişinin bütün hayatına tesir eden “tek mes’ele” hâline geliyor. Bu bunalımın ciltlerle romanını okuyor, saatlerce süren filmlerini seyrediyoruz. Hastahanelerden binlerce vak’a gelip geçiyor. Toplumda binlerce dejenere tip, yani bu sebeple heder olmuş insan görüyoruz.
Milliyet his ve şuurundan, bu hissi ve şuuru korumak gayreti demek olan milliyetçilikten uzaklaştırılmış fert ve toplumların hâli, bir kimlik ve kişilik buhranı, yani bir nevi nesebi belirsizlik demektir ki çözülmeye, bozulmaya, neticeten yok olmaya götürür.
Milliyetçilik, kökü insan ruhunun derinliklerine ulaşan, insana sağlıklı bir kişilik ve emîn bir kimlik kazandıran psikolojik ve sosyal bir zarûrettir.
Sözün burasında bir hususu da insaf ve samimiyetle ortaya koymak gerekir:
Milliyetçilik gibi güçlü, köklü, yaygın ve kapsayıcı bir insan gerçeğini, psikolojik ve sosyal bir zarûreti, hapsetmek, hasretmek, tahsis etmek de mümkün değildir, doğru değildir, caiz değildir.
Yani, hiçbir şahıs, zümre, teşkilât, kurum, milliyetçiliğin sâdece kendisine mahsus olduğunu, milliyetçilik tekelinin kendisinde bulunduğunu, kendisinden başka kimsenin milliyetçi olmadığını iddiâ edemez. Eden çıkarsa hatâ etmiş olur, böyle bir iddiâ gerçeğe uygun olmaz. Sübjektif bir tarzda, kimse kimsenin dînine, îmânına karar veremeyeceği gibi, milliyetçi olup olmadığına da karar veremez. Herkes nasıl inanıyor, nasıl yaşıyor, kendini nasıl biliyor ve nasıl takdim ediyorsa, öyledir. Kusur ve noksan ise, insan olarak hepimiz içindir, kimse kusurdan ârî değildir, aklı başında hiç kimse kusursuzluk ve mükemmellik iddiâsında bulunamaz.
Milliyetçilik etrafındaki gayretler, milliyetçilikle ilgili tutum ve tavırlar, bu fikrin büyüklüğü ile mütenâsip olmalıdır. Milliyetçiliğin üzerine hiçbir küçüklüğün gölgesi düşmemeli, milliyetçilik hiçbir sınırlı ve hasis maksada âlet olmamalı, hiçbir maksat için istismar edilmemelidir. Milliyetçilik, dâimâ milletin bütününü kucaklayan bir sevgi, kardeşlik, dayanışma, birlik, beraberlik duygusu ve şuuru olarak beslenmelidir.