Kitabı oku: «Türk Kimliği», sayfa 2
Millî Hâkimiyet Doktrini
Milliyetçilik, siyâsî bakımdan “millî hâkimiyet” doktrinine dayanır, “millî hâkimiyet” prensibini güder. Bu, şu demektir: Mademki dünya milletlerin dünyasıdır, o hâlde her millet kendi devletini kurabilmelidir. Milletler istiklâl sâhibi ve her devlet, bir milletin devleti olmalıdır. Milletlerin self determinasyon, yani kendi kaderini tâyin hakkı vardır. Milletler bu hakka dayanarak, isterlerse, kendi vatanlarında hür ve müstakil (bağımsız) olabilirler, olabilmelidirler.
Milletler arası toplumda kendi kaderini belirleme hakkına sahip olan millet, iç idaresi bakımından da hükümranlık hakkının, yani iktidar gücünün veya devlet otoritesinin asıl sâhibi ve kaynağıdır. Hiçbir fert, topluluk veya kurum, bu kaynaktan, yani milletten çıkmayan bir yetkiyi kullanamaz. Bu noktada milliyetçilik halkçılıktır, demokratlıktır. Demokrasi ve milliyetçilik fikirleri, milletin iç idaresi bahsinde birleşir.
Sosyal ve kültürel bakımdan olduğu gibi, siyâsî bakımdan da milliyetçilik, insan tekâmülünün bu son merhalesinde apaçık bir zarûrettir. XVIII. Asır sonu ile bütün XIX. asır, XX. asrın başı ve sonu olan günümüz, bu zarûretin büyük patlamalarına sahne olmuştur, olmaktadır.
Bir Milliyetçi Ne İster?
Bu bahsi, çok kolay anlaşılır, somut, açık bir hulâsa ile bağlamak istiyorum. Bunun için de “Bir milliyetçi ne ister?” sualini soruyorum. Şimdi bu sualin cevabına bakalım:
Her şeyden önce, milleti için istiklâl yani bağımsızlık ister; kendi vatanında, kendi bayrağı altında, milletinin kendi başına buyruk ve kendi kendinin efendisi olarak yaşamasını ister. Bu yoksa varını yoğunu ortaya atarak istiklâle ulaşmağa, yabancı işgal ve boyunduruğundan kurtulmağa çalışır.
İstiklâli varsa, onu korumak ve “tam istiklâl” hâline getirmek baş endîşesi ve başlıca gayesidir ki, bu da maddî ve manevî kalkınma, ekonomi ve kültürce yükselerek kudret kazanma demektir. Dünyada âciz için hak yoktur. Âcizin hiçbir şeyi olmadığı gibi, istiklâli de olmaz ve kalmaz.
İç idarede hürriyet ve adalet, yani demokrasi ister. Bu bahis üzerinde ayrıca duracağız.
Millî devlete samîmî bir sadâkat hissi ile bağlıdır; her türlü vasıta ve imkânla bu bağı güçlendirmek ister.
Vatan toprağını, uğrunda her ân can vermeğe değecek derecede mübarek ve mukaddes bilir.
Varlığını millet varlığından ayırmaz. Milletin bütün fertlerini “tasada ve kıvançta ortak, bölünmez bir bütün” ve kardeş kabul eder. Herkesi bu duygu ve şuur potasında kaynaştırmak için toplumda millî kültürü güçlendirmek, en geniş ve derin bir şekilde hâkim kılmak emelindedir. Millî ve manevî değerleri, millî gelenekleri, bütünüyle millî kültürü ve millî hayatı, yabancı tesir ve tahriplere, şu veya bu sebeple meydana gelen bozulmalara karşı muhafaza ve müdâfaa etmeyi vazîfe sayar.
Milletin kolektif hâfızası olan millî târihe şuurla bağlıdır. Millî târihi, her şeyden önce, bilir ve sever. Millî zafer ve başarılarla iftihar eder. Millî felâket ve ızdıraplara yanar.
Milleti’nin geleceği hakkında ümitli ve iyimserdir. Dinamik bir gelişme içinde güçlükleri yenerek milletini, dünya milletleri ailesinin hür, şerefli, eşit haklara sahip, kudretli bir üyesi yapmağa çalışır.
Milleti’nin var olmak ve var kalmak azim ve iradesine bütün benliği ile bağlıdır. Buna göre hizmet eder.
Şahsî hayatını millî değerlere samimî bir bağlılık içinde düzenler. Millî bir üslupta, yani milleti gibi yaşar. Vatan, millet ve devlet için fedâkârlığı esas kabul eden idealist bir ahlâkı benimser.
Bütün bunların hulâsası, şerefli, haysiyetli, mes’ûd, insan tabiatına, insanın var oluş hikmetine uygun, mâsum bir yaşama isteğinden ve insanın “kendini gerçekleştirebilmek” için sahip olabileceği azamî imân ve serbestliği temin gayretinden ibarettir.
Şimdi sormak lâzımdır ki, bunlardan vazgeçebilen bir millet, bir devlet var mı, olabilir mi? Bunlardan vazgeçerek var olmak, şerefli, mes’ûd, müreffeh ve bahtiyar yaşayabilmek kaabil mi? Bunlar olmadan bir “ iyi vatandaş” tarifi yapılabilir mi?
Milliyetçiliğe olur olmaz karşı çıkanlar, insanın şeref, haysiyet ve saâdetine karşı çıktıklarını bilmelidirler…
Reel hayatta cihan vatanımızdan, insanlık da milletimizden ibarettir. Fert olarak varlık çerçevemiz budur. Ne yapacaksak, ne olacaksak, bu çerçeve içinde yapmak ve olmak durumundayız. Yahya Kemal: “Cihan vatandan ibarettir itikadımca” derken bunu ifade eder. “Dünya vatanım, insanlık milletim” sözü, gerçek hayatta karşılığı olmayan boş bir slogandır. Millet sevgisi olmadan, milliyet şuuru olmadan, doğru bir “insan” idrakine erişebilmek mümkün değil ki! “Buyurun, dünyayı görelim” dediğiniz zaman karşınıza bir takım sınırlar yani “vatanlar”; “Buyurun, insanlık’ı görelim” dediğimiz zaman da pek çok kavimler ve milletler çıkacaktır. “Dünya” ve “insanlık” soyut kavramlardır. İnsanı, insanlığı sevmek istiyorsan, milletini sev; dünyaya hizmet etmek istiyorsan vatanını imar ve inşâ et! Vatan ve milletin için iyi, güzel, doğru, faydalı, işe yarar bir şey yapabilirsen, başka insanlar da ondan yararlanırlar. Bunun daha ötesi yok! İlle de insanlık, ille de dünya diye tutturana, yoksa kendi milletini insanlığın, kendi vatanını da dünyanın dışında mı sayıyorsun, denilse kabul edilebilir ne cevap verebilecektir? Binaenaleyh, millî temel ve muhtevası olmayan soyut insancılık iddiâları bugüne kadar soğuk bir takım özentiler, pratiği olmayan atıp tutmalar olmaktan öteye geçememiştir. Ancak kendi milletimizi tanıyıp severek soyut insan ve evrensel sevgi kavramına ulaşabiliriz. Ancak kendi vatan ve milleti için işe yarar olan bir adam, insanlık ve dünya içinde de kıymetli ve yararlı bir varlıktır. Vatanını, kendi gerçek varlık çerçevesini dolduramayan adamın “yerim daracık” demesi ve daha büyük çerçeveler, daha geniş zeminler için tafralanması, fazlaca mânâlı ve ehemmiyetli değildir. Her alanda dünya çapında şöhret ve itibar kazanmış adamlara bakınız, hareket noktaları ve birinci sâikleri, kendi tabiî ve sosyal çevreleridir. Bütün büyük sanatkârlar, önce kendi milletlerinin ruhuna tercüman olmuş, bunu hakkıyle başardıkları, bu noktada derinleşebildikleri için insanlığa mal olmuş ve klasikleşmişlerdir. Nihayetinde elbette insan insandır. Belli bir derinlikte ve yükseklikte, farklar silinir ve insanın müşterek ve mücerret ruh kumaşı bulunur. Kişinin kendi vatan ve milletini sevmesi, bütün insanlık için hayırhah olmasına, barış, huzur, saâdet ve refah dilemesine de asla engel sayılamaz.
Bu itibarla, milliyet hissinin ve milliyetçilik şuurunun tahribi, bir millete yapılabilecek en büyük kötülük ve düşmanlıktır.
Batı’nın Tavrı
Bunu söylerken, “milliyetçilik” sözünün ve iddiâsının Batı’da da, özellikle II. Dünya Harbi’nden sonraki dönemde pek sevilmediğini, son derece soğuk ve tedirgin karşılandığını, hele gelişmekte olan ülkelere hiç tavsiye edilmediğini, bu ülkelerde görülen milliyetçi hareketlerin her vasıta ve imkânla söndürülmesi gerektiğine inandıklarını biliyorum.
Bunlar, milletleşme sürecini tamamlamış, refah ve istikrar ülkeleridir. Kendi vahşî tecrübelerinin dehşetiyle, milliyetçilik lâfzını belki bırakmış görünüyorlar, ama fiilen çok tabiî bir şekilde kendi milliyetlerinin gurur, emniyet ve hassasiyeti içinde yaşıyorlar. Her cihetçe, insanlığın efendisi oldukları kanaatindedirler. Millî kültür ve menfaatlerinden hiçbir fedâkârlık yapmaya râzı olmazlar. Vaktiyle, bunların milliyetçi ihtiraslarını tatmine dünya az gelmiştir. “Mukaddes bencillik”lerine dünyanın yer altı ve yer üstü servetleriyle kıt’alar dolusu insan gücü peşkeş çekilmiş, fakat yetmemiştir. Elbette, bir insanın ömrü içinde iki defa bütün medenî insanlığı kana bulamış olmanın, I. ve II. Dünya Harbi denen büyük felâketlerin sorumluluk ve vebali onların boynundadır. Bugün Hitler’e, Mussolini’ye, Stalin’e tüküren her batılı, az çok kendi yüzüne tükürdüğünü bilmelidir! Çünkü bunlar Batılı insanın prototipleri, has örnekleri ve modelleridir. Bugün de maskelerini kaldırır veya makyajlarını kazırsanız, ortalama Batılının suratında Hitler’den, Mussolini’den, Stalin’den çizgiler görebilirsiniz…
Elbette, merhametsiz, vicdansız, vahşi, sömürücü, sömürgeci, saldırgan, emperyalist ve kanlı Batı milliyetçiliği ve onun zıddı gibi görünen fakat gerçekte Panslavizmin kızıl maskelisi olan Sovyet emperyalizmi, âdil, insani ve ahlâkî bir çizgiye çekilerek ıslah edilmeli, bir daha da hortlatılmamalıdır. Fakat bunların bugün Asya’da, Afrika’da, kendi dışlarında bulunan dünyaya milliyetçilik karşıtı telkinlerde bulunmaları, sağladıkları dünya hâkimiyetini değişik metot ve politikalarla devam ettirmek ihtirasından kaynaklanmaktadır. Bir menfaat dengesi sağlamışlardır, onu bozdurmak istemiyorlar. Yani, kendisi dama çıkan, başkası çıkmasın diye merdiveni itiyor! Kültür onlarınki, medeniyet onlarınki! Güç onlarda, insanlığa her türlü standardı onlar veriyorlar, verecekler. Buna göre bir dünya düzeni kurmuşlar. Şimdi bu düzeni bozdurmak isterler mi? Başka kültür, başka medeniyet, başka insan standardı, başka ekonomi odağı, başka siyaset mihrakı olmamalıdır. Bir Japonya örneği onlar için yeteri kadar ürkütücü ve can sıkıcıdır…
Kendi sistemlerinin azgınlık patlamaları olan iki dünya harbinin ve bu sistemin azman çocukları olan faşizmin, Nazizmin, komünizmin yarattığı ürküntü ve dehşeti anlamamak mümkün mü? Fakat anti-nasyonalist Batı tavrının gerisinde, işaret etmeğe çalıştığım tarzda bir başka gerçeğin yattığını da gözardı etmemek lâzımdır.
Buna rağmen, bugün bütün Batı ve bütün dünya, Orta ve Doğu Avrupa’da Demirperde’yi parçalayan ve Sovyetler Birliği’ni büyük bir deprem hâlinde sallayan ve sarsan milliyetçi ve demokratik gelişmelere, ister istemez saygı duymakta ve şapka çıkarmaktadır. İkiyüzlü ve çifte standartlı davranmaları her zaman mümkündür, fakat bu gelişmeleri durduramayacaklardır.
II
TÜRK MİLLETİ VE TÜRKİYE
Biz Kimleriz?
Biz insanlık âleminin en şerefli topluluklarından biri olan Türk milletindeniz. Milletimiz, dünyanın büyük, orijinal ve köklü kültür meydana getirmiş ve bu sebeple insanlık târihinde büyük roller oynamış bir kaç büyük milletinden biridir. Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar yaklaşık 2500 yıldan beri Arz üzerinde devlet sâhibi olarak yaşarız. Yazının icadı ile başlayan insanlık târihinin üçte birinden fazla bir sürede kesintisiz devlet, yani istiklâl ve medeniyet sâhibi olarak varız.
Türk siyâsî birliği Hunlarla kurulmuş ve Türk kültürünün mayası, M. Ö. 220 ila M. S. 216 arasındaki dört buçuk asırda oluşmuştur. Bu kültür ve devlet geleneği, sonraki asırlar içinde, değişerek, yenilenerek, unsurlar kaybedip unsurlar kazanarak fakat aslî karakterini ve özünü kaybetmeden bugüne ulaşmıştır.
Bu târihî akış içinde, en köklü, şümullü ve köşeli değişme, milletimizin İslâm’la müşerref oluşudur. Göktürkler çağında başlayan İslâm’la temas, 924 senesinde Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han (901 – 955)’ın milletini Müslüman olmaya dâvet eden kutlu fermanı ile noktalanmış; bu noktadan itibâren Türk milleti ve Türk kültürü, maddî ve manevî bakımdan yeni bir istikâmete tevcih edilmiş, yeni bir âleme açılmıştır. Neticeleri bakımından hem Türk târihinin, hem dünya târihinin dönüm noktalarından biri olan bu karardan, yani 1000 yıllık “Gök Tanrı” dîninin yerine Büyük Türk Hakanlığı’nın “tek ve resmî dîn”i, olarak İslâm’ın ikame edilmesinden sonra, Türklük, stratejik hedef olarak Yakın ve Orta Doğu’ya yönelirken, Türk kültürü de Kâşgar’da İslâm imânı etrafında yeni bir mayalanma dönemine, feyizli bir inkılâp sürecine girmiştir. Bir asır gibi kısa bir sürede bu süreç tamamlanır; Türk milleti gönüllü kitleler hâlinde, yaratılış ve hasletlerine çok uygun gelen bu yeni ve kutlu dîni benimser, Kâşgar’da çalınan maya ile İslâmî Türk Kültürü kararını bulup şekillenir. “Oğuz’un altın nesli” Abdülkerîm Satuk Buğra Han’ın şahsında “i’lâ-yı kelimetu’llah” kutsal görevi ile Allah tarafından seçilmiş ve Hz. Peygamber tarafından üç asır önce müjdelenmiş millet olduğuna kemâl-i samimiyetle inanmakta ve bu yeni misyonun çok yüksek gerilimi ile genç bir küheylan gibi siyâsî, askerî, medenî şahlanışlara hazırlanmaktadır.
Vatan ve Devlet
Kâşgar’da mayalanıp kararını bulan “Müslüman Türk” kimliği ve İslâm îmânı ile pekişerek, İslâm’ın feyzi ile nurlanıp zenginleşerek nihâî gayesini bulmuş târihî “Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü” ile geldiğimiz bugünkü Türkiye toprakları ise, büyük târihimizin en şerefli ve her bakımdan en büyük bölümü olan son bin yılında mübarek ve mukaddes vatanımız olmuştur. Türkiye Türk Târihi, Büyük Türk Târihi’nin her bakımdan zirvelerini teşkil ve temsil eder. 2500 yıllık kesintisiz Türk istiklâl geleneği de XX. asırda yalnız Türkiye Türk Devleti’nde yani Türkiye Cumhuriyeti’nde devam etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin varlığını Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrı mütâlâa etmeyerek böyle söylüyorum. (Türk Cumhuriyetleri, 1991’den, yani kitabın ilk basımından sonra istiklâl kazandılar.)
Tabiatiyle, bir toprak parçası durup dururken vatan olmaz. Toprakları vatan yapan, kan, îman ve irfandır. Kan, iman ve irfan (kültür)la yoğrularaktır ki alelâde bir coğrafya parçası vatan olur. Bazı târihî hatırlatmalarla hâfızalarınızı tazeleyerek üzerinde yaşadığımız coğrafyanın nasıl “Türkiye” olduğunu, Türk Devleti’nin nasıl kurulup bugüne ulaştığını yeniden dikkatlerinize sunmak istiyorum:
26 Ağustos 1071 Cuma günü, Van Gölü’nün 45 km. kuzeyindeki Malazgirt ovasında 50.000 kişilik Müslüman Türk ordusu saf tutup Cuma namazını edâ ettikten sonra, sultanı ve sıra neferi aynı safta, aynı iman ve aynı heyecanla gök gürler gibi tekbir ve tehliller getirerek hücuma geçti. Daha önce defaatle yokladıkları bir ülkeyi açmaya kat’î karar vermişlerdi. Hava kararırken 200.000 kişilik Bizans ordusu şimşek parıltılı Türk kılıcına râm olmuş ve Anadolu, Türkçe konuşarak ve “Allahü Ekber!” diyerek gelen gönlü tevhîd nuru ile aydınlık Müslüman Türk’e açılmıştı. Dört sene, sadece dört sene içinde Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın kumandası altında Türk atlıları Marmara kıyılarına ulaşmış, İznik alınarak burası ilk payitaht (başkent) olmak üzere ebedî Türkiye Devleti kurulmuştu.
1075’te kurulan devlet, 22 sene sonra kendisini, birinci dalgası 200.000, ikinci dalgası 600.000 kişilik I. Haçlı Ordusu’na karşı müdâfaa mecbûriyetinde kaldı. Türk ordusu 150.000 atlıdan ibâretti. Sultan I. Kılıçarslan, Asya bozkırlarına geri dönmedi. Bu yeni ve sevgili vatanı, ne bahasına olursa olsun, müdâfaaya karar verdi. Kudüs’ü hedeflemiş olan Haçlı Ordusu, Antakya önlerine vardığı zaman sâdece 100.000 kişi kalmıştı! Anlaşıldı ki Türk’ün vatanım dediği toprak, düşmana ancak mezar oluyordu…
Buna rağmen, birincisinden 15 sene sonra ikinci Haçlı Ordusu geldi. Selçuklu tahtında Kılıçarslan’ın oğlu I. Mes’ûd vardı. Haçlıların 75.000 kişilik birinci dalgasını Konya ovasında karşılayıp imha eden Sultan Mes’ud, bunların artıkları ile birleşerek gelen 150,000 kişilik ikinci dalgayı Yalvaç’ta vurmaya başladı, vura vura Toros geçitlerinden aşırdıktan sonra Ceyhan’da asıl öldürücü darbeyi indirdi. Geride kalanlar Antakya’ya sığındılarsa da bilâhare Şam civarında bir kere daha Türkler tarafından perişan edilip geri atıldılar.
Türkler yeni vatanlarını, “Hatt-ı müdâfaa (savunma çizgisi) yok, sath-ı müdâfaa (savunma yüzeyi – alanı) vardır; o satıh (yüzey -alan ) bütün vatandır.” anlayışı içinde karış karış savunuyor, vatan toprağının her karışını kendi kanları ve düşman kanı ile suluyorlardı. XX. asrın başında mecbur kaldıkları son savunmada da aynı emri alacak ve aynı şeyi yapacaklardır…
Târihte Haçlı Seferleri diye isimlendirilen ve Türkleri Anadolu’dan ve Ortadoğu’dan atmak üzere bütün Hıristiyan Avrupa’nın iştirakiyle düzenlenen sekiz askerî sefer, 1096 ila 1270 yılları arasında 174 yıl boyunca tekrarlanıp durdu ve bu dalgalar Türk’ün iman dolu göğsünde söndürüldü… Taa 1922’ye kadar Osmanlı târihi boyunca da Haçlı Seferleri hiç durmayacak ve vatan dediği toprakta tutunabilmek için Türk, her defasında gereken bahâyı ödemekten hiç yılmayacaktır…
Malazgirt’ten 105, Türkiye (Anadolu Selçuklu) Devleti’nin kuruluşundan 101 sene sonra, Türk ve Bizans orduları, 17 Eylül 1176’da bu defa da Batı Anadolu’da bir gölün, Eğridir Gölü’nün kuzeyinde Miryokefalon’da, Hoyran Gölü ile Kumdanlı arasındaki dar vadide (bugünkü Isparta ilimizin sınırları içinde) bir kere daha karşı karşıya geldiler. Türk sultanı yine bir Kılıçarslan’dı: I. Mes’ud’un oğlu II. Kılıçarslan (1156 – 1192)… Alparslan, Süleyman Şah, I. Kılıçarslan, I. Mes’ûd’dan sonra “ Ebül-feth” II. Kılıçarslan’ın da muzaffer olmasıyla, Anadolu’nun artık tartışılamayacak bir biçimde Türk yurdu olduğu ispatlanmış oldu.
Mamafih, bu zaferden 10 yıl sonra (1186) gelen ve Haçlı Seferleri’nin en şöhretlisi olan III. Haçlı Seferi’ni de Anadolu’da II. Kılıçarslan göğüsleyecektir. Aynı dalga, Kudüs Önlerinde de Selâhaddin Eyyûbî kumandasında başka bir Türk seddine çarpıp kırılacaktır. Mehmed Akif’in, Çanakkale zaferini kazanan “Âsım’ın Nesli”ni tebcîl için yazdığı meşhur şiirin son bölümünde:
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şark’ın en sevgili sultanı Selâhaddîn’i,
Kılıçarslan gibi iclâline ettin hayran…
diye andığı sultan, bu Kılıçarslan’dır. Selâhaddin Eyyûbi ile birlikte anmasının sebebi de bu iki büyük mücâhid şahsiyetin aynı vak’anın iki ayrı cephesinde aynı îman ve karakterle muzaffer olarak parlamış olmalarıdır.
Şâir, müteakip yedi mısrada:
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış boğuyorken hüsran…
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın!
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın!
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın!… Heyhat!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber!..
derken yakın muhatabı, ilham kaynağı ve hassasiyet odağı, Çanakkale şehidi olan Mehmetçik’tir; fakat Kılıçarslan’la Selâhaddîn’i onlarla birlikte hatırlaması da boşuna değildir. Çünkü onlar da aynı hitaba bihakkın lâyık olduklarını 700 küsur sene önce isbât ve fânî varlıkları ile ebediyete intikal etmiş; fakat lâzım olunca, ruhları, îmanları, kahramanlık seciyeleri ile Çanakkale’de “Âsım’ın Nesli” olarak yeniden dirilmişlerdir… Ruh, mânâ ve seciye olarak “Âsım’ın Nesli”, Türkiye târihi boyunca hiç kesilmemiştir… Vatan için ne zaman gerekse, ne zaman emredilse, “ hücum değil ölüm” emredildiğini bile bile, gözünü kırpmadan atılmış, şehâdet şerbetini âb-ı zülâl gibi seve seve içmiştir…
İskân
Bütün bu vukuat esnasında Türkistan’dan, Orta Asya’dan milyonlarca Türk gelip Anadolu’ya yerleşiyordu. Bütün Anadolu Selçuklu sultanları, Hıristiyan tebealarına karşı da son derece âdil, müsâmahalı ve nezaketli idiler. Bununla beraber, devletin İslâm îman ve ülküsü ile Türk nüfûsuna, Türk kanına dayanarak kurulup ayakta durduğunu da asla unutmuyorlardı. Hem kendileri aynı kan ve imanı taşıdıkları için, hem çok yüksek şuur sâhibi oldukları için unutmuyorlardı, hem de Esâsen her ân karşı karşıya bulundukları tehdit, taarruz ve tehlikeler, böyle bir unutkanlığa mani idi. Bu sebeple dâimâ Türkistan’dan Anadolu’ya nüfus akışını temin edecek bir siyâset takip ediyorlardı. Gerçekten de Türklüğün iki ucu arasında doğudan batıya doğru akan kitlevî bir “göç kanalı” kurulmuştu. Ordular açıyor, kitleler geçiyordu. Fetihleri, çok hızlı bir iskân ve imâr hareketi tamamlıyordu.
İşte o günlerden, 1080’li yıllardan beri üzerinde yaşadığımız topraklar, bütün dünyanın kayıtlarına “Turcia” (Türkiye) diye geçmiştir. “Romania”, yani “Romalıların Ülkesi”, “Türklerin Ülkesi” olmuştur. Karadeniz, Akdeniz, Ege ve Marmara sahilleriyle bütün Anadolu’nun 1083’te artık Türklerin eline geçtiği, Bizans târihlerinde yazılıdır. Anadolu Selçuklu Türkiyesi’nin insan unsurunu % 90’dan az olmayan bir nisbette Müslüman Oğuzlar, yani Türkmenler teşkîl ediyordu. Mütehassıs târihçilerin tesbit ve tahminleri budur.
Esâsen, Türkler geldiği zaman Anadolu’da kesîf bir nüfus da yoktu. Özellikle Orta Anadolu, Akdeniz bölgesi ve Batı Anadolu’da çok az yerli nüfus yaşıyordu. Bunun çeşitli sebepleri vardır: uzun asırlar boyunca bu bölgelerde cereyan eden çetin mücadeleler, insan varlığını eritmiş ve kaçırmıştı. Bu asırlarda bölge artık işlek ticaret yollarının dışında kalmıştı. Batıda, Avrupa topraklarında da başı belâda olan Bizans imparatorluğu, Anadolu’dan çok sayıda nüfus kaydırmıştı. Bir de şu var: XI. asırda dünya nüfusunu ve nüfus hareketlerini bugünün ölçüleri içinde tasavvur etmek son derece yanıltıcı olur. Bütün dünyada nüfus bugünküne göre çok az ve seyrektir. Bundan dolayı, Türklüğün bir hamlede Anadolu’yu Türkleştirmesi, hârika bir olay olmakla beraber izahsız değildir ve asla az sayıdaki savaşçı göçebelerin büyük ve kesif bir nüfûsa tepeden hâkimiyeti mâhiyetinde kalmamıştır. Öyle olsa idi, ne ardı arkası kesilmeyen Haçlı taarruzlarına dayanabilir, ne de büyük Moğol belâsından sonra Osmanlı zuhuruna imkân veren bir dirilikle ayakta kalabilirdik. Çin’de Tabgaçların, Orta Avrupa’da Macarların, Tuna boylarında Bulgarların akıbetine uğramayışımızın çok mühim birinci sebebi bu akıllıca nüfus siyâsetidir.
Müslüman Oğuzlar, Anadolu’ya köylü, şehirli ve ekseriyetle göçebe hüviyetinde gelmişler ve geldikleri yerlerde olduğu gibi, öncelikle, köylüler köylere, şehirliler şehirlere, göçebeler uçlara ve yaylalara yerleştirilmişler; böylece herkes yeni vatanda da alıştığı hayat ve faaliyet tarzını devam ettirme imkânını bulmuştur.
Yerleşme ile birlikte alışkanlıklar, âdetler, gelenekler, sanat, zenaat ve hünerler de yeni topraklarda boy atmağa, kök salmağa başlıyordu. Köy, kasaba, şehir yer ve su isimleri değişiyordu. Oğuzlar yeni yurtlarına ya yeni isimler yakıştırıyor veya önceki yurtlarının isimleriyle yerleşiyorlardı. Anadolu’yu Türkleştirenler; Kınık, Kayı, Bayındır, Barak, Yıva, Salur, Avşar, Varsak (Farsak), Beğdili, Büğdüz, Bayat, Yazır, Karabölük, Alkabölük, Yüreğir, Dodurga, Alayuntlu, Tekelü, Kozanlı, Döğer, İğdir, Peçenek, Çavuldur (Çavun-dür), Çepni (Çetmi), Çaruklu, Karkın, Kızık, Yaparlı, Eymirli Oğuz boy ve oymakları ile bunlarla birlikte gelen Kıpçak, Karluk, Harzemli gibi diğer Türk boy ve oymaklarıdır. Bugünkü Türkiye’nin her tarafındaki yer, su, topluluk isimleri bunlarla karşılaştırıldığı zaman, bugünkü Türklerin XI. asırda gelen bu Türk ve Türkmen boy ve oymaklarının devamı olduğu açıkça anlaşılır.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin güç ve ihtişam bakımından en parlak ve en yüksek dönemi olan “Uluğ Sultan” Alâeddin Keykubâd (1192 -1237) devrinde Türkiye, 15 milyon nüfusu, âsâyiş, refah ve zenginliği ile dünyanın en kudretli devleti idi. Aynı târihte İngiltere Krallığı’nın nüfusu sâdece iki milyondu. Büyük Türk şehirlerinin hepsi bu devirde teşekkül etti. Issız ve geri kalmış Bizans Anadolusu’nun yerinde, çok ve kesif nüfuslu, hareketli, mâmûr, müreffeh, düzenli ve disiplinli Selçuklu Türk Anadolusu, dünyanın gözünü kamaştıracak bir parlaklıkta bu dönemde ortaya çıktı
Doğudan batıya Türk kitlelerini zorlayan Moğol tazyiki, istilâ ve hâkimiyeti de genel olarak milletimizin, doğudan batıya Türk devletlerinin, İslâm âleminin ve bizzat kudretli ve müreffeh Türkiye Devleti’nin felâketi olmakla, pek çok Türk nüfusu kırmış bulunmakla beraber, önü sıra sürüklediği kitlelerle nüfus bakımından Türklüğü bu topraklarda takviye etmiştir. Ağır bir felâket ve musibetten Türkiye’de Türk varlığının kesafet kazanması gibi hayırlı bir netîce de hâsıl olmuştur. Meselâ, Büyük Alâeddin devrinde babası ile birlikte Türkiye’ye gelip Konya’ya yerleşen Mevlânâ’nın “Belhî” (Belhli) değil de “Rûmî” (Anadolulu) olarak şöhret kazanması da bir bakıma, bu uğursuz Moğol tazyikinin uğurlu ve feyizli yemişlerinden biri sayılabilir.
Vuruşkan, zorba ve medeniyetçe geri göçebe istilâsının tipik örneği Moğol istilasıdır. Gerek kuzey, gerek güney kuşağında Türk ülkelerini istilâ eden Moğollar ki Cengiz Han’dan sonraki dört dalın üçüdür, 70–80 sene içinde Türkleştiler ve İslâmlaştılar. Türkler gibi Sünnî-Hanefî mezhebini benimsediler ve Moğolcayı tamamen unutup Türkçe konuşmaya başladılar. İslâm’dan, hattâ Mîlad’dan önceki dönemlerde de Moğollar, Türk kültürünün pek çok unsurlarını iktibas edip benimsemişler ve kan bakımından da kısmen bir Türk Moğol karışması olmuştu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.