Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Scarlet Pimpernel», sayfa 3

Yazı tipi:

“Madam, inanın belli belirsiz dedikodular duymuştum, ama İngiltere’de hiç kimse bunlara itibar etmiyordu. Eşi Sör Percy Blakeney çok zengin bir adam, sosyal mevkisi yüksek ve Galler Prensi’nin yakın bir arkadaşı. Leydi Blakeney de Londra’da hem moda hem de yüksek tabakanın en önde gelen isimlerinden biri.”

“Tabii ki olabilir mösyö, ama benim umudum İngiltere’de sakin bir hayat sürmek. Tanrıdan tek isteğim var, o da bu güzel ülkede kaldığım süre boyunca Marguerite St. Just ile karşılaşmamak.”

Deyimdeki ünlü öküz, bu kez masada oturan küçük neşeli topluluğun içine oturmuştu. Suzanne üzgün ve sessizdi, Sör Andrew ise sıkıntıdan elindeki çatalla oynuyordu, bu sırada aristokratlara özgü önyargı zırhını kuşanmış Kontes sırtını sandalyesine dayamış bir halde tüm ciddiyeti ve kararlılığıyla oturuyordu. Efendi Antony’ye gelince, o da son derece rahatsız olmuştu, kaygılı bir şekilde bir iki kere Jellyband’e doğru baktı, o da en az kendisi kadar rahatsız görünüyordu.

Hiç dikkat çekmeden, “Sör Percy ve Leydi Blakeney ne zaman gelirler?” diye fısıldamayı başardı taverna sahibine.

Jellyband de “Her an gelebilirler efendim,” diye fısıldadı.

Onlar henüz konuşurken yaklaşan bir at arabasının sesi hafif hafif duyulmaya başladı. Ses gitgide daha da şiddetlendi, bir iki bağırış seçilebilir hale geldi, sonra at nallarının kesme taşlar üzerindeki takırtısı duyuldu, nihayetinde ise seyis tavernanın kapısını açıp büyük bir heyecanla içeriye daldı.

“Sör Percy Blakeney ve Hanımefendi şimdi geldiler,” diye bağırdı avazı çıktığı kadar.

Daha fazla bağırış, koşum takımının şıngırtısı, taş üzerindeki demir nallar ve dört güzide doru at tarafından çekilen muhteşem bir at arabası… Tüm bunlar, Balıkçı Misafirhanesi’nin verandasının önündeydi.

Beşinci Bölüm
Marguerite

Hanın sıcak tavernası bir anda ümitsiz bir kafa karışıklığına ve rahatsızlığa boğuldu. Seyis çocuk tarafından yapılan duyuruyla birlikte Efendi Antony, kibar bir tavırla oturağından zıplayıp afallamış olan zavallı Jellyband’e bir dolu karışık tembihte bulundu. Jellyband’in eli ayağına dolaşmıştı ve ne yapacağını bilmiyordu.

“Tanrı aşkına be adam,” diye tembihlemeye başladı Antony, “Leydi Blakeney ile konuşup onu birkaç dakikalığına dışarıda tut ki bu sırada hanımlar odalarına çekilebilsin. Tanrım!” Sonra güçlü bir lanet okudu. “Bu çok büyük şanssızlık.”

“Çabuk Sally! Kandilleri getir!” diye bağırdı Jellyband, bir oraya bir buraya koştu, herkesin rahatını kaçırmıştı.

Kontes de ayaklanmıştı, sert bir kararlılıkla heyecanını saklamaya ve soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu, tıpkı bir makine gibi tekrarladı:

“Onu görmek istemiyorum! Onu görmek istemiyorum!”

Dışarıdaysa çok önemli konukların gelişinden kaynaklanan heyecan gitgide artıyordu.

“İyi günler Sör Percy! İyi günler hanımefendi! Hizmetinizdeyim Sör Percy!” sesleri, uzun ve devam eden bir şekilde tekrar tekrar duyuluyordu, daha cılız bir ses ise “Merhametli hanımefendi ve beyefendi, bu zavallı kör adama bir sadaka!” diyordu.

O an bir ses, tuhaf tatlılığıyla, tüm gürültü patırtı arasında yankılandı.

“Zavallı adamı rahatsız etmeyin, benim hesabımdan ona yemek verin.”

Bu sesin derin ve ahenkli bir havası vardı, kulağa şarkı gibi geliyordu; ünsüz harflerin telaffuzuna ise hafif de olsa yabancı bir tonlama hâkimdi.

Tavernadaki herkes bu sesi duydu ve ister istemez bir anlığına duraksayıp onu dinledi. Sally üst kattaki yatak odasına açılan kapının önünde elinde kandillerle duruyordu, Kontes ise bu denli tatlı bir ahenk barındıran sesin sahibi olan düşmanına yenilmişçesine büyük bir aceleyle odasına gitme derdindeydi. Suzanne istemeden de olsa annesini takip etmeye hazırlandığı sırada, bir zamanlar çok sevdiği okul arkadaşını görme umuduyla kapıya doğru hüzünle bakıyordu.

Jellyband, aptalca ve körü körüne de olsa, hâlâ yaklaşan faciayı önleyebileceğini umarak kapıyı açtı. Aynı derin ve ahenkli ses, bu kez neşeli bir kahkaha ve alaycı bir tavırla:

“Brrrrrr! Bir ringa balığı kadar ıslağım! Tanrım! Hiç bu kadar rezil bir iklim gördünüz mü?” dedi.

“Suzanne, çabuk benimle gelmeni istiyorum,” dedi Kontes, tartışmaya mahal vermeyecek bir şekilde.

“Ah! Anne!” dedi Suzanne.

“Hanımım… şey… ıııı… hanımım!” diye kekeledi Jellyband, sakar bir tavırla yolu kapatmaya çalışıyordu.

Pardieu7,” dedi Leydi Blakeney sabırsızca, “güzel dostum, neden yolumu kapatıyor ve yaralı bir hindi gibi dans ediyorsun?

İzin ver de ateşin yanına gideyim, soğuktan perişan oldum.”

Leydi Blakeney, bunu der demez han sahibini yavaşça kenara itti ve tavernanın içine daldı.

Marguerite St. Just’ün (o zamanlarda Leydi Blakeney) günümüze ulaşan birçok portresi ve çizimi var, gelgelelim bu çizimlerin herhangi birinin, onun fevkalade güzelliğini gerçekten yansıtabildiği şüpheli. Ortalamanın üstünde bir uzunluk, muhteşem bir duruş ve şahane bir güzelliğe sahip bu büyüleyici kadına sırt çevirmeden önce Kontes’in bile bir an durup elinde olmadan Leydi Blakeney’ye hayranlık duyması çok şaşılacak şey değildi.

Marguerite Blakeney, o sıralarda hemen hemen yirmi beş yaşındaydı, güzelliğinin doruk noktasındaydı. Dalgalı tüyleriyle büyük şapkası, kestanerengi saçlarıyla çevrili, pudralanmamış, mükemmel yüzüne yumuşak bir gölge düşürüyordu. Neredeyse bir çocuğunkini andıran tatlı ağzının, düz burnunun, yuvarlak çenesinin ve narin boynunun güzelliği dönemin tabloları andıran kostümleriyle daha da belirginleşiyordu. Kraliçelere yaraşır mavi kadife elbisesi, endamının tüm narin çizgilerini ortaya çıkarıyordu. O sırada tüm ağırbaşlılığıyla, incecik elinin birinde bir dolu kurdeleyle bezenmiş uzun bir baston taşıyordu ki bu, dönemin şık hanımları arasında son zamanlarda moda olmuştu.

Hızlıca odanın içindeki herkesi gözden geçirdi. Sör Andrew Ffoulkes’u başıyla nazikçe selamladı, Efendi Antony’ye ise elini uzattı.

“Merhabalar Efendi Tony! Fakat nasıl olur, Dover’da ne arıyorsunuz?” diye sordu neşeyle.

Sonra hiçbir cevap beklemeden Kontes’e ve Suzanne’e dönüp onlarla göz göze geldi. İki kolunu genç kıza doğru uzatırken yüzü daha da parlak bir hal aldı.

“Aman! Bu benim küçük Suzanne’im değil mi! Tanrım, küçük yurttaşım, seni ve madamı İngiltere’ye hangi rüzgâr attı?”

Her ikisine de büyük bir coşkuyla yaklaştı, gülümsemesinde ya da tavrında en ufak bir mahcubiyet yoktu. Efendi Antony ve Sör Andrew, bu manzarayı kaygılı gözlerle izlediler. Her ne kadar İngiliz de olsalar Fransa’da çokça bulunmuşlardı, bu yüzden Fransa’nın eski asillerinin çöküşlerine katkı sağlayan kişilere karşı duyduğu acı nefreti ve sarsılmaz kibri fark etmelerine yetecek kadar Fransızlarla haşır neşir olmuşlardı. Güzel Leydi Blakeney’nin erkek kardeşi Armand St. Just, her ne kadar uzlaştırıcı ve ılımlı görüşlere sahip olduğu bilinse de, ateşli bir cumhuriyet taraftarıydı. Asil aile St. Cyr ile olan ve dışarıdan kimsenin haklıyı ya da haksızı bilmediği ihtilafı, St. Cyr ailesinin çöküşü ve neredeyse tamamen katledilmesiyle sonuçlanmıştı. Fransa’da St. Just ve taraftarları galip gelmişti; burada, yani İngiltere’de ise ülkelerinden sürülmüş, hayatlarını kurtarmak için kaçmış, yüzyıllar boyunca onlara sunulan tüm lükslerden mahrum edilmiş bu üç mülteciyle karşı karşıya gelmişlerdi. Onlar, tahtı yerle bir eden, kökenleri geçmiş yüzyılların uzak dehlizlerinde ve karanlığında kaybolmuş aristokratların kökünü kazıyan cumhuriyetçi ailelerin nazik evlatlarıydı.

Yaptığının küstahça olduğundan habersiz bir halde onların önünde dikilip nezaketini sundu; sanki tek bir hareketle geçmiş on yılın ihtilafını ve katliamını geride bırakacaktı.

“Suzanne, bu kadınla konuşmanı yasaklıyorum,” dedi Kontes sertçe, bu sırada hareket etmesini engellemek için eliyle kızının kolunu tuttu.

Bu sözleri İngilizce söylemişti, yani oradaki herkes bunu duydu ve anladı. İki genç İngiliz beyefendinin yanı sıra, halktan olan hancı ve kızı da. Hancı ve kızı, artık Sör Percy’nin eşi olduğundan İngiliz sayılan ve Galler Prensesi’nin çok yakın bir arkadaşı olan hanımefendilerine karşı yapılan bu “yabancı saygısızlığı”na tanık olunca dehşet içinde nefessiz kaldılar.

Efendi Antony ve Sör Andrew Ffoulkes’a gelince, bu gereksiz hakarete tanık olduktan sonra onların kalbi de âdeta yaşadıkları dehşetle durmuş gibi görünüyordu. Biri diğerini uyarmak için bir çağrıda bulundu ve her ikisi de hiç düşünmeden nahoş sözün duyulduğu kapıya doğru baktılar.

Marguerite Blakeney ve Tournay Kontesi, oradaki herkes arasında hareketsiz bir biçimde duruyor gibiydi. Sert, cüretkâr ve dik duran Kontes, bir eli hâlâ kızının kolunda, âdeta eğilmez onurunu vücuda dökmüştü. O an Marguerite’in tatlı yüzü, boynunu sarmalayan atkı kadar beyazladı; hatta iyi bir gözlemci, kurdeleli uzun bastonu tutan elinin kaskatı kesilip titrediğini görebilirdi.

Gelgelelim bu an çok kısa sürdü, sonrasında narin kaşları hafifçe yukarı kalktı, dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı, açık mavi gözleri doğrudan Kontes’e kilitlenmişti, hafif bir omuz silkmeyle:

“Bu ne kibir yurttaş,” dedi umursamazca, “derdin nedir, söyler misin?”

“Artık İngiltere’deyiz madam,” diye lafa girdi Kontes, soğuk bir tavırla, “bu yüzden kendi kızımın size arkadaşça yaklaşmasını yasaklama özgürlüğüne sahibim. Gel Suzanne.”

Eliyle kızını çağırdı, Marguerite Blakeney’ye hiç bakmadan, iki genç adama ciddi ve eski moda bir reverans yapıp odadan çıktı.

Odasına doğru yürüyen Kontes’in eteklerinin hışırtısı yavaş yavaş uzaklaşırken eski hanın salonunda kısa süreli bir sessizlik oldu. Mermerden yapılma bir heykel kadar sert duran Marguerite, dik duruşlu kadın kapı eşiğinde kaybolurken onu izledi. Ancak alçakgönüllü ve uysal küçük Suzanne’in annesinin peşinden gidişini izlerken Marguerite’in yüzündeki sert bakışlar aniden kayboldu, gözlerine hüzünlü hatta neredeyse acınası ve çocuksu bir bakış hâkim oldu.

Küçük Suzanne bu bakışları gördü. Çocuğun tatlı yüzü, kendinden azıcık büyük olan bu güzel kadına karşı sevgiyle doluydu. Evlatlara özgü itaatkârlık, kadınlara özgü sempati karşısında mağlup oldu. Kapıya varınca geri dönüp Marguerite’e koştu, onu kollarıyla sarmalayıp bol bol öptü. Bunu yaptıktan sonra annesini takip etti, Sally ise Leydi Blakeney’ye son bir selam verip arkalarından gitti.

Suzanne’in tatlı ve nezaket dolu hareketi, nahoş gerginliğin üzerine su döktü. Sör Andrew’un gözleri, neredeyse gözden kaybolana dek bu narin ve tatlı kızı takip etti, sonrasında ise gizli bir neşeyle birlikte Leydi Blakeney’nin gözleriyle buluştu.

Tüm nezaketiyle Marguerite, kadınlar kapıdan çıkarken elini öpüp onlara doğru salladı. Sonrasında yüzünde nükteli bir gülümseme belirdi.

“Demek böyle, değil mi?” dedi neşeyle. “Hayret bir şey! Sör Andrew, daha önce hiç bu kadar nahoş bir insanla karşılaşmış mıydınız? Umarım yaşlanınca böyle biri olmam.”

Eteklerini toplayıp asil adımlarla şömineye doğru ilerledi.

Kontes’in sesini taklit ederek “Suzanne, bu kadınla konuşmanı yasaklıyorum!” dedi.

Bu nüktenin ardından attığı kahkaha zorlama ve acı bir kahkahaydı, fakat ne Sör Andrew ne de Efendi Antony bunu fark edecek kadar iyi bir gözlemciydi. Taklit neredeyse kusursuzdu, sesin tonu öylesine doğruydu ki her iki adam da içten bir neşeyle “Bravo!” diye katıldılar.

“Ah! Leydi Blakeney!” diye ekledi Efendi Antony, “Comédie-Française’dekiler sizi kim bilir nasıl özlüyorlardır. Parisliler, sizi oradan aldığı için Sör Percy’den nefret ediyor olmalılar.”

“Tanrım,” diye lafa girdi Marguerite, narin omuzlarını silkerek, “Sör Percy’den herhangi bir şey için nefret etmek imkânsız. Zekice esprileri, Madam Kontes’i bile yatıştırabilir.”

Asil çıkışı sırasında annesini takip etmesi istenmeyen genç Vikont, olur da Leydi Blakeney Kontes’i yerme konusunda daha fazla ileri gider diye, öne atılıp annesini savunmaya hazırlandı. Tam karşı çıkacak bir şeyler söyleyecekti ki dışarıdan hoş fakat sersemce bir kahkaha duyuldu, sonrasında kapı eşiğinde, güzel giyinmiş aşırı uzun boylu biri belirdi.

Altıncı Bölüm
1792'nin Bir Güzelliği

Kayıtların bize söylediğine göre 1792 yılında Sör Percy Blakeney’nin otuzuncu yaşına hâlâ bir iki sene vardı. Bir İngilize göre bile uzundu, ortalamanın epey üstündeydi, geniş omuzları ve devasa bir cüssesi vardı. İnanılmaz yakışıklı olarak nitelendirilebilirdi, ancak koyu mavi gözlerinde hiç değişmeyen tembel bir ifade vardı, üstelik sürekli aptalca sırıtması da keskin çizgileri olan karakteristik ağzının şeklini bozuyor gibiydi.

İngiltere’nin en zengin adamlarından ve Galler Prensi’nin samimi arkadaşı olan, yüksek tabakanın önde gelen ismi Sör Baronet Percy Blakeney, yurtdışı gezilerinin birinden dönerken eve güzel, büyüleyici ve zeki bir Fransız eş getirerek Londra ve Bath’daki yüksek sosyeteyi hayrete düşürmüştü. Bu denli güzel bir kadını gözüne kestiren en uykucu, en sıkıcı, en “İngiliz” İngiliz olan o, kayıtların yazdığına göre birçok katılımcının bulunduğu yarışmada muhteşem evlilik ödülüne ulaşmıştı.

Marguerite St. Just, tam da şehir sınırları içinde dünyanın gördüğü en büyük sosyal değişimin yaşandığı sıralarda, Paris’in sanatsal çevrelerinde ilk çıkışını yapmıştı. Henüz on sekiz yaşındaydı, doğuştan büyük bir yeteneğe ve güzelliğe sahipti, başındaki tek insan genç ve fedakâr erkek kardeşiydi. Çok geçmeden Rue de Richelieu’deki hoş dairesinde muhteşem olduğu kadar seçkin bir kitle de toplamayı başaracaktı ki bu seçkinlik yalnızca nereden baktığınıza bağlıydı. Marguerite St. Just, hem ilke hem de kanaat olarak bir cumhuriyetçiydi, mottosu doğuştan eşitlikti. Şans eşitsizliği onun gözünde nahoş bir kazaydı, kabullendiği tek eşitsizlik ise yetenekle alakalıydı. “Para ve unvanlar kalıtsal olabilir, ancak akıl öyle değildir,” derdi. Bu yüzden büyüleyici salonu yalnızca özgünlüğe ve kültüre, dehaya ve zekâya, zeki erkeklere ve yetenekli kadınlara açılırdı. Buraya giriş, o dertli zamanlarda bile Paris çemberi içinde yer alan kültür dünyasında, sanatsal bir kariyerin mührü gibi görülüyordu.

Zeki insanlar, seçkin insanlar, hatta soylu insanlar bile Comédie-Française’de boy gösteren bu büyüleyici aktrisin etrafında daimi ve muhteşem bir maiyet oluşturmuşlardı. O ise cumhuriyetçi, devrimci, kana susamış Paris’te ve Avrupa’nın kültür dünyasında, arkasında çok ilgi çekici bir iz bırakan parlak bir kuyrukluyıldız gibi süzülüyordu.

Sonra beklenmedik bir şey oldu. Bazıları anlayışla gülümseyip bu duruma sanatçı tuhaflığı dedi; diğerleri ise bunu akıllıca bir karar olarak gördü, çünkü o sıralarda Paris’teki olaylar gitgide daha çalkantılı bir hale geliyor ve hızla gelişiyordu. Ancak yine de bu olayın gerçek sebebi bir bilmece ve gizem olarak kaldı. Her neyse, Margurite St. Just günün birinde Sör Percy Blakeney ile evlendi. Hem de birdenbire, arkadaşlarına herhangi bir haber bile vermeden… Hatta soirée de contrat8, dîner de fiançailles9 ya da şık bir Fransız düğününün diğer geleneklerini gerçekleştirmeden…

O aptal ve sıkıcı İngiliz’in, arkadaşlarının tümünün tabiriyle “Avrupa’daki en zeki kadın”ın etrafında şekillenen kültürel camiaya nasıl dahil olduğunu kimse tahmin edemedi. Kötü niyetli insanlar ise altın bir anahtarın her kapıyı açtığını ileri sürdüler.

Neyse; “Avrupa’daki en zeki kadın” evlendi ve kaderini o “aşırı sersem” Blakeney’ye bağladı. En samimi arkadaşları bile bu garip kararı, o yüce sanatçı tuhaflığına bağlamaktan başka bir şey yapamadılar. Onu tanıyan arkadaşları, Marguerite St. Just’ün o aptalla maddi çıkarları uğruna evlendiği fikriyle alay ediyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki aslında Marguerite St. Just parayı umursamıyordu, unvanla ise hiç ilgilenmiyordu. Dahası, kozmopolit dünyada Blakeney kadar zengin olmasa da onun kadar asil en az yarım düzine daha adam vardı ve bu adamların her biri, Marguerite St. Just’e göz koyduğu her şeyi sunmaktan memnuniyet duyarlardı.

Sör Percy’ye gelirsek, üstlendiği meşakkatli vazife için tamamen vasıfsız olduğu herkesçe biliniyordu. Başlıca vasıfları, Margurite’e duyduğu sınırsız hayranlığı, aşırı zenginliği ve İngiliz meclisinde çok gözde olmasıydı. Gelgelelim Londra camiası, entelektüel sınırlar göz önüne alındığında, Sör Percy’nin bu maddi avantajları daha az muhteşem ve daha az zeki bir eşe sunmasının onun için daha akıllıca olacağını düşünüyordu.

Her ne kadar son zamanlarda yüksek İngiliz cemiyetinde baskın bir figür haline gelmişse de yaşamının ilk yıllarının çoğunu yurtdışında geçirdi. Babası, merhum Sör Algernon Blakeney, çok sevdiği genç eşinin iki yıllık mutlu bir evlilikten sonra korkunç bir şekilde deliliğe sürüklenişine şahit olmak gibi dehşet verici bir talihsizlik yaşamıştı. Merhum Leydi Blakeney o günlerde tedavi edilmesi umutsuz görülen ve âdeta Tanrı tarafından tüm aileye gönderilen bir lanet olarak nitelendirilebilecek o korkunç derdin pençesine düştüğünde, Percy henüz yeni doğmuştu. Sör Algernon hastalığa yakalanmış genç eşini yurtdışına götürdü ve muhtemelen Percy de eğitimini orada aldı; reşit olana dek, aklını kaybetmiş annesi ve çok endişeli babasıyla yaşamak zorunda kaldı. Ebeveynlerinin birbirinden çok da uzak olmayan ölümleri sonrası özgür bir adam haline geldi. Sör Algernon mecburen sade ve münzevi bir hayat yaşadığından büyük Blakeney mirası on misline katlanmıştı.

Sör Percy Blakeney, evine bu güzel ve genç Fransız kadını getirmeden önce sürekli yurtdışına çıkardı. Dönemin sosyete camiası, ikisini de kollarını açmış bir şekilde bekliyordu. Sör Percy zengindi, eşi ise başarılıydı, Galler Prensi her ikisini de çok sevmişti. Altı ay içinde moda ve lüks yaşamın herkesçe kabul edilen liderleri haline geldiler. Sör Percy’nin paltoları tüm şehrin dilindeydi, boş lafları alıntılanıyordu, aptalca gülüşü Almack’s ya da Mall’daki gençler tarafından taklit ediliyordu. Herkes, onun son derece aptal olduğunu biliyordu; ancak bu, Blakeneylerin tüm nesiller boyunca sersem oldukları göz önüne alındığında ya da annesinin çılgına dönmüş bir halde öldüğü düşünüldüğünde, çok da şaşılacak bir şey değildi.

Böylece camia onu kabul etti, gözdesi haline getirdi ve el üstünde tuttu; çünkü atları ülkedeki en iyi atlardı, şölenleri ve şarapları çok seviliyordu. “Avrupa’daki en zeki kadın”la evlenmesine gelirsek, ne diyebiliriz ki? Kaçınılmaz olan, emin ve hızlı adımlarla geldi. Kimse ona acımadı, zira bunu kendisi seçmişti. İngiltere’de asil soydan gelen bir dolu güzel kadın vardı, hepsi de servetini harcama konusunda Blakeney’ye seve seve yardım eder, o sırada da boş laflarını ve komik aptallığını güler yüzle karşılarlardı. Dahası Sör Percy’nin acınmaya hiç ihtiyacı yok gibi duruyordu, zira zeki eşiyle gurur duyuyordu. Hatta eşinin ona karşı hissettiği iyi huylu kibri saklamaya yeltenmemesini ve onun paralarıyla zaten mevcut olan yeteneğini geliştirerek memnun olmasını çok kafasına takmıyor gibiydi.

Aslında Blakeney gerçekten de olan biteni doğru şekilde yorumlayamayacak kadar aptaldı. Richmond’daki güzel evinde, sakin bir iyi huylulukla zeki eşinin geri planında kalıyordu. Her türlü mücevheri ve lüksü kadının önüne seriyordu. Kadın da bunları tıpkı Paris’teki entelektüel zümreyi kabul ettiği gibi eşsiz bir zarafetle kabul ediyor, Blakeney’nin muhteşem konağının kapılarını büyük bir misafirperverlikle açıyordu.

Fiziksel olarak Sör Percy Blakeney, inkâr edilemeyecek biçimde yakışıklıydı, tabii alışılagelmiş tembel ve bezgin bakışlarını saymazsak. Kusursuz giyiniyordu, bir İngiliz beyefendisinin sahip olabileceği en muhteşem zevke sahipti. Paris’ten İngiltere’ye getirilen çok pahalı ve gösterişli kıfayetlerle kuşanıyordu. Eylül ayının bu özel öğleden sonrasında, at arabasıyla yaptığı uzun yolculuğuna, hatta tüm o yağmur ve çamura rağmen paltosu güzel omuzlarının üzerinde hâlâ kusursuz bir şekilde duruyordu. En kaliteli şerit dantellerin dalgalı fırfırlarından çıkan elleriyse neredeyse bir kadının elleri kadar beyazdı. Aşırı kısa saten ceketi, geniş klapalı yeleği ve dar dikim çizgili pantolonu iri yarı vücudunun güzelliğini iyice ortaya çıkarıyordu. Hareketsiz dursa İngiliz erkeklerinin en muhteşem örneği olarak kabul görebilirdi; ta ki züppece tavırları, suni hareketleri ve sürekli sersemce gülmesi tüm bu güzel görüntüyü sonlandırana dek.

Sör Percy, eski moda hanın tavernasına girdi, şık paltosundaki damlaları silkeledi, sonra tembel mavi gözüne altın çerçeveli gözlüğünü takıp üstlerine sıkılgan bir sessizlik çökmüş gruba doğru baktı.

“Ne haber, Tony? Ne haber, Ffoulkes?” dedi, iki genç adamın ellerini sıktı. “Aman tanrım, güzel dostlar,” diye ekledi hafif boğucu bir esnemeyle birlikte, “hiç böyle kötü bir gün görmüş müydünüz? Ne biçim bir iklim bu.”

Marguerite, yarı mahcubiyet yarı alay dolu tuhaf bir gülüşle kocasına doğru döndü, canlı mavi gözlerindeki hoş parıltıyla kocasını tepeden tırnağa süzdü.

“Aman!” dedi Sör Percy, bir süre devam eden sessizlikten sonra, çünkü kimse bir yorum yapmamıştı, “Amma süklüm püklüm görünüyorsunuz… Hayırdır?”

“Ah, bir şey yok, Sör Percy,” diye cevap verdi Marguerite neşeyle. Fakat bu, kulağa zorlama bir neşe gibi geliyordu. “Senin sükûnetini bozacak bir şey yok, yalnızca eşine hakaret edildi.”

Açıkça belliydi ki bu söze eşlik eden gülüş, Sör Percy’yi olayın ciddiyetine ikna etme amacıyla atılmıştı. Görünüşe göre işe yaradı da, çünkü kahkaha henüz sonlanmadan Sör Percy uysal bir şekilde:

“Aman, hayatım! Deme. Doğru mu bu? Seninle uğraşan cesur adam kimmiş söyle bakayım.”

Efendi Tony araya girmek istedi ancak bunu yapacak zamanı bulamadı, çünkü genç Vikont çoktan hızlıca öne çıkmıştı.

“Mösyö,” dedi, konuşmaya başlamadan önce özenle başını eğdi ve bozuk bir dille, “Annem, Tournay de Basserive Kontesi, hanımefendiyi incitti, sanıyorum ki bu hanım eşiniz. Annem adına özür dilemeyeceğim; çünkü yaptığı şey bana göre doğruydu. Fakat size, onurlu adamlar arasındaki alışılagelmiş telafiyi sunmaya hazırım.”

Genç adam, cılız vücudunu olabildiğince dikleştirdi. Sör Percy Blakeney’nin iki metreye yakın sıradışı muhteşemliği karşısında çok hevesli, çok gururlu ve çok sert duruyordu.

“Tanrım, Sör Andrew,” dedi Marguerite, neşeli ve âdeta bulaşıcı bir kahkahayla, “şu tatlı manzaraya bir bakın, İngiliz hindisi ve Fransız horozu karşı karşıya.”

Benzetme kusursuzdu. İngiliz hindisi, etrafta tehditkâr bir biçimde gezinen cılız ve küçük Fransız horozuna hayretle bakıyordu.

“Hayret! Efendim,” dedi Sör Percy en sonunda, gözlüğünü tekrar takmıştı ve genç Fransız’ı açık bir hayretle izliyordu, “melekler aşkına, İngilizce konuşmayı nereden öğrendiniz?”

“Mösyö!” diye karşı çıktı Vikont, savaşçı tavrının hantal görünüşlü İngiliz tarafından görmezden gelinmesi onu bir nebze mahcup etmişti.

“Fakat bu muhteşem!” diye devam etti Sör Percy, soğukkanlı bir şekilde. “Hem de ne muhteşem! Sence de öyle değil mi Tony, ha? Ben bile Fransız dilini böyle konuşamıyorum. Değil mi?”

“Hayır, işte buna kefil olurum!” diye katıldı Marguerite. “Sör Percy’nin İngiliz aksanını ise neredeyse gözle görebilirsiniz.”

“Mösyö,” diye araya girdi Vikont ısrarla, daha da bozuk bir dille konuşmaya başlamıştı. “Korkarım ki anlamadınız. Size beyefendiler arasındaki tek olası telafiyi teklif ediyorum.”

“O da neymiş?” diye sordu Sör Percy, sakin bir şekilde.

“Kılıcım, mösyö,” diye cevap verdi Vikont, her ne kadar hâlâ afallamış olsa da tepesi atmaya başlamıştı.

“Sen bahisleri seversin Efendi Tony,” dedi Marguerite neşeyle, “küçük horoza bire on koyuyorum.”

Fakat Sör Percy, yarı açık gözkapakları arasından Vikont’a bir süreliğine uykulu gözlerle baktı, sonra bir kere daha esnedi ve uzun kollarını gerdi, sakin sakin döndü.

“Tanrı sizi korusun, efendim,” diye mırıldandı güler yüzüyle, “Ah be genç adam, senin kılıcını ne yapayım ben?”

O uzun kollu İngiliz’in küstahlığı karşısında Vikont’un hissettikleri ve düşündükleri yazılsa kitap olurdu. Ağzından yalnızca tek bir söz çıkarabildi, çünkü diğer kelimeler kabaran öfkesi yüzünden gırtlağında tıkanmıştı:

“Bir düello, mösyö,” diye kekeledi.

Blakeney bir kez daha döndü. Uzun boylu olduğundan önündeki sinirli küçük adama yüksekten bakıyordu, ancak sakinliğini bir an için bile kaybetmemişti. Tipik neşeli ve aptalca kahkahasını patlattı, uzun ince ellerini paltosunun geniş ceplerine gömüp sakince “Kana susamış genç kabadayı, kanunlara saygı duyan bu adamın vücudunda bir delik mi açmak istiyorsun? Bana gelirsek, ben hiç düello yapmam efendim,” dedi, uysal bir şekilde oturup uzun ve tembel bacaklarını önüne doğru uzatırken. “Düellolar fazlasıyla nahoş şeyler, değil mi Tony?”

Vikont’un, beyefendiler arasındaki düello geleneğinin İngiltere’de kanunun bükülmez eliyle geride bırakıldığını duyduğuna şüphe yoktu. Yine de, cesaret ve onur kavramlarını yüzyıllardır süregelen tek kaide geleneğine bağlayan bir Fransız olduğu için, gerçekten düello yapmak istemeyen bir beyefendinin görüntüsü onun için büyük bir alçaklıktı. Bu uzun bacaklı İngiliz’in suratına doğru korkak diye haykırıp haykırmaması gerektiğini ölçüp tarttı, bir hanımefendinin huzurunda böyle bir davranışın centilmence olup olmayacağını düşündü, tam o sırada Marguerite gülümseyerek araya girdi.

“Efendi Tony, size yalvarıyorum,” dedi nazik, tatlı ve ahenkli sesiyle. “Sizden arabulucu olmanızı istiyorum. Çocuk öfkeden patlayacak,” dedi ve azıcık sert bir iğnelemeyle “Sör Percy’ye zarar verebilir,” diye ekledi. Alaycı bir kahkaha patlattı; ne var ki bu bile, eşinin değişmez sükûnetini bozamadı. “İngiliz hindisi yine gününde galiba,” dedi Marguerite. “Sör Percy, en yüce azizleri bile kışkırtırken kendi öfkesini kontrol etmeyi başarır.”

Blakeney, her zamanki gülümsemesiyle kendisine karşı atılan kahkahalara katılmıştı.

“Bu çok zekiceydi bak, değil mi?” dedi, sakin sakin Vikont’a döndü. “Efendim, hanımım çok zeki bir kadındır. Eğer İngiltere’de uzun süre yaşarsanız, bunu siz de öğrenirsiniz.”

“Sör Percy haklı, Vikont,” diye araya girdi Efendi Tony, elini dostça genç Fransız’ın omzuna attı. “İngiltere’deki hayatını, onu düello yapmak için kışkırtarak geçirmen pek iyi olmaz.”

Vikont, bir anlığına tereddüte düştü, sonra sisin hâkim olduğu bu adadaki sıradışı onur kaidesini kabullenip hafifçe omuzlarını silkti, ağırbaşlı bir tavır takınıp:

“Ah, peki! Eğer mösyö bu durumdan memnunsa, ben de memnunum. Siz, efendim, bizim koruyucumuzsunuz. Eğer yanlış bir şey yaptıysam geri çekiliyorum,” dedi.

“Aynen, geri çekil!” diye araya girdi Blakeney, memnuniyetini gösteren derin bir nefes aldı. “Buradan uzaklaş bakalım, heyecanlı yavru enik,” diye de ekledi. “Tanrım, Ffoulkes, eğer bu genç Fransa’dan getirdiğiniz yüklerin bir örneğiyse, onları Kanal’ın ortasında bırakmanızı tavsiye ediyorum, yoksa bu konuyu yaşlı Pitt’le görüşmek ve kaçakçılığını yaptığınız yükler için kısıtlayıcı bir gümrük tarifesi çıkarmasını sağlamak zorunda kalacağım.”

“Aa, Sör Percy, yiğitliğin seni yanlış yönlendiriyor,” dedi Marguerite, cilveli bir tavırla “senin de Fransa’dan bir şey ithal ettiğini unutuyorsun galiba,” diye de ekledi.

Blakeney yavaşça ayağa kalktı, eşinin önünde büyük bir ciddiyetle ve özenle eğilip eksiksiz bir nezaketle:

“Tüm Fransa’nın en iyisini seçtim madam, zira zevkim mükemmeldir,” dedi.

“Korkarım ki yiğitliğinden mükemmel olduğu kesin,” diye iğneleyici bir cevap verdi Marguerite.

“Üstüme iyilik sağlık, canım! Mantıklı davran! Burnunun şeklini sevmeyen her küçük kurbağa yiyicinin, vücudumu iğne yastığı olarak kullanmasına izin vermem gerektiğini mi düşünüyorsun?”

“Tanrım, Sör Percy!” diye güldü Leydi Blakeney, tatlı bir şekilde kısaca reverans yapıp “Korkmanıza gerek yok! Burnumun şeklini sevmeyenler erkek değil,” dedi.

“Korkmak mı? Cesaretimden şüphe mi duyuyorsunuz, madam? Ben boşu boşuna büyüklük taslamam, öyle değil mi Tony? Bundan önce Kızıl Sam’le yumruklaşmıştım, adamın sonu iyi olmadı.”

“Aman Sör Percy,” dedi Marguerite, hanın eski meşe kalasları arasında yankılanan büyük ve neşeli bir kahkaha patlattı. “Sizi o halde görmeliydim. Hahahaha! Eminim ki çok tatlı görünmüşsünüzdür. Bir de… Bir de şimdi bakın, küçük bir Fransız gençten korkuyorsunuz. Haha! Hahahaha!”

“Hahaha! Hehehe!” diye katıldı Sör Percy gülüşmeye, büyük bir neşeyle. “Madam, beni onurlandırdınız! Ffoulkes, bunu gördün mü? Eşimi güldürdüm. Avrupa’daki en zeki kadını! Acayip bir şey, buna içmeliyiz!” Büyük bir heyecanla yanındaki masayı tıklattı. “Hey! Jelly! Çabuk buraya, be adam! Buraya gel Jelly!”

Herkesin keyfi tekrar yerine geldi. Bay Jellyband, son yarım saatte yaşadığı duygulardan arınmak için büyük çaba göstermişti. “Bir testi meyve kokteyli istiyoruz, güzel ve sert olsun, tamam mı?” dedi Sör Percy. “Zeki bir kadını güldüren esprileri iyice süslememiz lazım! Hahaha! Hadi acele et güzel dostum!”

“Hayır, bunun için zaman yok Sör Percy,” diye araya girdi Marguerite. “Kaptan doğrudan buraya gelecek ve kardeşim gemiye binmek zorunda, yoksa DAY DREAM akıntıyı kaçırır.”

“Zaman mı, hayatım? Bir beyefendinin her zaman, sarhoş olacak ve akıntı kaybolmadan gemiye binecek kadar zamanı vardır.”

“Hanımım, galiba genç beyefendi şu an Sör Percy’nin kaptanıyla birlikte geliyor,” dedi Jellyband, saygılı bir biçimde.

“Bu doğru,” dedi Blakeney. “Gelince Armand da bu güzel testiden içmek için bize katılır.” Sonra Vikont’a doğru dönerek “Sen ne dersin Tony? Züppe hazretleri de bize katılır mı? Ona uzlaşmanın şerefine içtiğimizi söyle,” diye ekledi.

“Şu bir gerçek ki siz çok neşeli bir grupsunuz,” dedi Marguerite, “Bu yüzden kardeşime başka bir odada veda edersem beni affedeceğinize inanıyorum.”

Buna karşı çıkmak münasebetsizlik olurdu. Hem Efendi Antony hem de Sör Andrew, Leydi Blakeney’nin o an kendilerine katılacak havada olmadığını hissetti. Çünkü kardeşi Armand St. Just’e olan sevgisi, çok engin ve aşırı dokunaklı bir sevgiydi. Armand kız kardeşinin İngiltere’deki evinde birkaç hafta geçirmişti ve ülkesine hizmet etmek için geri dönecekti, üstelik o sıralarda bu denli bir özverinin ödülü genelde ölüm oluyordu.

Sör Percy de eşine karşı çıkmadı. Bununla birlikte, her hareketine etki eden kusursuz ve biraz da aciz bir nezaketle, taverna kapısını eşi için açtı, dönemin usulüne uygun olarak çok makbul ve özenli bir şekilde başını eğdi; fakat eşi, odadan çıkarken ona kısa süren kısmen kibirli bir bakıştan fazlasını sunmadı. Muhteşem eşinin arkasından bakarken uçarı ve sersem Sör Percy’nin gözlerinde oluşan yoğun özlem, derin ve ümitsiz arzu dolu bakışı yalnızca, Suzanne de Tournay ile tanıştığından beri her düşüncesi daha keskin, daha nazik ve doğal olarak daha anlayışlı hale gelen Sör Andrew Ffoulkes fark etmişti.

7.Fr. Tanrım! (ç.n.)
8.Fr. Özel bir akşam yemeği. (ç.n.)
9.Fr. Nişan yemeği. (ç.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
ISBN:
978-605-7605-77-1
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre