Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Benim Adım Koca», sayfa 2

Yazı tipi:

BİRİNCİ BÖLÜM

Okuyucu, eserin başkahramanı ile yani benimle tanışıyor

Benim adım…

Adımı söylemeye başladığımda dilim damağıma yapışır gibi oluyor. İnsanın adının sevimli olması da büyük bir mutluluk mu diyorum. Mesela, Murat, Bolat, Erbol, Bakıt gibi isimleri ele alalım. Söylemesi de kolay, kulağa da hoş geliyor. Bunun yanı sıra anlam olarak da Kazak dili dersini veren Maykanova Hanım’ın söylediğine göre, bunlar yüksek fikir taşıyan isimler. Bu isimleri taşıyanlar kendi adlarını eski zamanlardaki gibi övünç sebebi görerek, biriyle tanıştıklarında bastırarak, yüksek sesle söylüyor. Buna karşın, hem söylemesi zor hem de kulağa hoş gelmeyen isimler de var. Bırak başkalarını kendinin bile hoşuna gitmiyor. Keşke mümkün olsaydı da beğenmediğimiz adımızı değiştirip güzel isimlerden birini alabilseydik. Fakat ne çare ki sen altı bağlı bir bebek olarak yatarken, bebekliğindeki ahmaklıktan faydalanıp anne baban veya şildehanaya1 gelen güruhtan biri sana böyle bir ad koymuş. Ökembay’ın çocuğuna Tınjırtar adının koyulması misali. Orada bulunan heyecanlı halk, o sırada hep bir ağızdan “Bu olsun çocuğun adı, bu olsun, bundan güzel bir adı bütün dünyayı dolaşsak da bulamayız!” demişler. İşte o günden, o andan itibaren söz konusu ad seninle birlikte doğmuşçasına alnına yapışıp kalıyor. Artık hayatın boyunca o addan kurtulamıyorsun. Hoşuna gitmese de boynuna asıp bu ad ile yaşayıp gidiyorsun.

Hayatta bunun gibi nice adaletsizlikler var. Daha yeni gazetede okudum. Çinlilerin çocuğa ad koyması ilginçmiş. Çocuk beş altı yaşına girene kadar onun bağımlı olduğu bir adı olmuyormuş. “Ortancam”, “en küçüğüm”, “sevdiğim”, “mis kokulum” gibi geçici adlarla çocuklarını adlandırıyorlarmış. Aklı ermeye başlayıp beş altı yaşına girdikten sonra ise çocuk hangi ismi beğeniyorsa o ismi seçip onu alıyormuş. İşte, âdillik budur. Bu doğru değil mi?

Neyse, olanla ölene çare yok denildiği gibi, işin aslına geçelim. Benim adım Koca. Görüyorsunuz, öyle cafcaflı bir ad değil.

Doğrusunu söylemek gerekirse bu ad başta Koca değil, Kocabergen imiş. Nüfus müdürlüğünde bu şekilde yazılmış. Fakat dünyada çok ilginç olaylar olduğu gibi zamanla “Kocabergen”in de kuyruğu kesilerek kısalmış. Bu vakıanın tam olarak hangi yıl, hangi ayda, hangi günde olduğunu hiç kimse söyleyemiyor.

Ancak ben kendimi bildim bileli Koca’yım. Köydeki herkes de bana böyle der.

Bizim sınıfta iki Koca var. Süttibay’ın büyük oğlunun adı da Koca. Öğrenciler ikimizi karıştırmamak için ten rengimize bakarak bana Kara Koca, ona da Sarı Koca diyorlar.

Önceleri bu sözden alınıyordum. Ama sonrasında bu söze kulağım alıştı. “Kara Koca” diyenlere “Efendim!” diyerek hemen bakmaya başladım.

Cantas gibi kötü niyetliler bunu bile doğru söylemeyerek adımı özellikle değiştirip, alay ederek “Kara Koca” demek yerine “Kara Köce”2 diyor. Ben de farkında olmadan “Efendim!” diyorum. Fakat bu davranışı nedeniyle zavallı napsın, elbette benden kaç defa hak ettiğini aldı…

Soyadım Kadırov. Bir zamanlar “Kadırulı” olarak da yazıyordum. Fakat bütün herkes “ov” olurken benim onlardan ayrılmam uygun olmaz dedim ve “Kadırov”a yeniden döndüm.

Kadır, benim babam. Eh, yalan dünya işte! “Baba” sözünü duyduğumda yüreğim parçalanır gibi oluyor. Ne kadar yakın, ne kadar sıcak bir söz. Çocuklar devamlı babam şöyle yaptı, babam böyle yaptı diyorlar. Benim babam şunu satıp bunu aldı, benim babam bunu satıp şunu aldı diyerek övünüp duruyorlar. Oysa ben, babamın nasıl biri olduğunu bile bilmiyorum. Çünkü babam savaşta cepheye gittiğinde ben iki yaşındaymışım. İki yaşındaki bir ahmak ne bilir, ne anlar? Değerli babamın gidişi o gidiş, bir daha dönmedi…

Ah, canım babam! Eğer sen hayatta olsaydın belki de ben şu anki halimden çok farklı olurdum. Kim bilir, belki de, dünyanın tozunu dumana katan hırçın çocuk Koca olarak adlandırılmam da babasız bir yetim olarak büyümemden kaynaklıdır.

Kim olursa olsun herkese mutlaka bir baba gerekli. Eli ayağı iyice titreyen ihtiyar adamlar bile bazen “Kıymetli babam şöyleydi, babam böyleydi.” diyerek babalarını hatırlayıp özlem duymuyorlar mı?

Peki öte yandan, bir kadına koca gerekli değil mi? Bence mutlaka gerekli. Bazen annem Millat, babamın fotoğraflarını yığıp bakar. Onlara bakarken kederlenir. Derin bir üzüntüye gark olur ve gözyaşlarını tutamaz. Kirpikleri gözyaşlarıyla ıslanır… Bense o sırada anneme tarifsiz şekilde acırım. Fakat acımaktan ne çıkar, neye kahrolduğunu biliyorum.

Eğer onun kocası, yani benim babam yaşasaydı, Karatay utanmadan annemle tekrar tekrar konuşmaya çalışmak bir yana, onun yakınından bile geçebilir miydi?

Neyse, ben bu şekilde sizlere adımı ve soyadımı söyledim. Gerçi edebî eserde kahramanın kim olduğu belirtilmeden dış görünüşünün tasvir edilmesi usulü vardır. Şimdi ben öyle yapayım. Durunuz, bunun için önce kendime aynada dikkatlice bir bakayım… İşte bu, burnum. Babaannem bazen benim adımı söylemek yerine, bana “kanatlı burun” der. Onun sözü gerçekten dosdoğruymuş. İki deliğine iki parmağım rahat sığacak kadar, çifte namlulu tüfeğin ağzı gibi açılmış duruyor. Gözlerimin çukurları olmasa başım karpuz misali yusyuvarlak, kepkel. Saçlarımı daha dün ihtiyar Ebubekir usturayla kazıdı.

Ah, benim saçlarım! Sertliği, güçlülüğü bakımından domuzun tüylerinden az kalır yanı yoktur. Bu köyde saçımı kesebilecek tek ustura var. O da ihtiyar Ebubekir’in usturası. O bile kesmeye başladığı ilk anda zorlanıyor. İhtiyar Ebubekir saçımı kestiği her seferde ilk defa böyle bir şeye rastlamış gibi hayretler içinde kalıyor.

O “Allah Allah, demek böyle de saç uzuyormuş! Bu saç değil, resmen diken. Diken. İnatçılığın saçından belli.” diyor.

Anlatmadığım nerem kaldı? Esmerliğimi daha en başta söylemiştim. Sol kulağımın altına doğru bir ben var. Şu işe yaramazın çıktığı yere baksana. Orada peyda olacağına yüzümde uygun bir yerde olsaydın ya. O zaman daha güzel görünür müydüm acaba? Bir azı dişimi geçen yıl… Hımm, onu anlatmaya gerek yok. Kimin dişini kurt yemiyor ki sanki. Hem üstelik o görünmüyor da zaten.

Boyuma gelince, bazıları boyuma orta boylu diyorlar. Babaannem ise baban gibi uzun boylu olacaksın diyor. Kimin doğru söylediğini artık Allah bilir. Geçen güz okulda doktor boyumu ölçtüğünde bir metre otuz dokuz santim çıkmıştım. Eğer saçlarım olsaydı kesin yüz kırk santim çıkardım. Kel olmanın böyle bir zararı da var. On iki yaşındayım. Beşinci sınıfı bitirmek üzereyim.

Romanımın birinci bölümünü böylece bitireyim ve gelecek bölüme geçeyim.

İKİNCİ BÖLÜM

Karatay’dan söz ediliyor

Gün boyunca futbol oynayarak bîtap düştüm. Oyun oynarken insan ne kadar yorulduğunun hiç farkına varmıyor. Şimdi işte, pestilim çıkmış bir halde, kendimi zor taşıyorum. Ayaklarımdaki tozlara baksana, bir parmak kalınlığında. Ah, bu halimle cup diye ırmağa kendimi atsam…

Irmağa gözümü diktiğimde, kızların ırmakta yüzdüklerini gördüm. Kendileri bilir, yüze dursunlar, onların da serinlemesi gerekli, öyle değil mi? Bense o sırada yemeğimi yiyeyim, karnım zil çalıyor. Neredeyse deveyi tüyüyle, narı3 yüküyle yiyecek bir haldeyim.

Avlunun köşesini döndüğümde gözüm kapı önündeki deccale ilişti. Yüreğim hop hop edip hemen kendimi toplamaya çalıştım. Deccal hareket etmiyordu. Eskiden kalma bir alışkanlıkla bizim eşiği koklayarak bulmuş ve orada donup kalmış.

Deccal dediğim boyası aşınmaya başlamış, kir içinde üç tekerleği olan, mavi eski bir motosiklet. Bu motosiklet her pazar bunu yapıyor, bizim avludan çıkmıyor.

Motosikletin sahibi, komşu kolhozdaki4 biçerdöver makinisti delikanlı Karatay. Delikanlı diyorum, ama ne delikanlı ya! Yüzü kırışıklıklarla dolu, sakalı diken gibi olan yaşlı biri.

Karatay bana nasıl itici görünüyorsa onun motosikleti de aynı şekilde benim için bir o kadar itici. Çünkü Karatay’ı kuş gibi uçurup homurtular çıkararak bizim eve hemencecik getiren o değil mi?

Bundan bir yıl önce Karatay’ın hanımı vefat etmiş. Hanımının vefat etmesi artık onun dul kaldığı anlamına geliyor. Elbette o, artık dul kaldığına göre yeniden evlenmek niyetinde. Bu konuda da kiminle evlenecek sorusu ortaya çıkıyor. Dünyada sanki bütün kadınlar kurumuş gibi Karatay’ın boş ümide kapılan gönlü, benim annem Millat’a yönelmiş gibi görünüyor. Üzeri şerit şeklinde boyalı olan motosikletin her pazar bizim eşiğimizde biterek oraya park edilmesindeki sebep işte bu.

Elbette bu mesele hakkında bana fikrimi soran kimse yok. Fakat ben Karatay’a içimden öfkeleniyorum ve annemin seninle evleneceği günü sen ancak rüyanda görürsün diyorum.

Motosikletin tekerleğine bir tekme atarak eve girdim. Kim ona sahipse ona kulluk eden aptal teknoloji şimdi ne cevap verecek bakalım! Pat dedi, bir şey diyecek gibi oldu ama sessiz kalakaldı.

Girişte babaannem kımız karıştırıyordu. Sabahın erken saatlerinden gecenin karanlığına kadar hiç dinlenmeden çalışıp eziyet çeken babaannem ah! Çırparak yayık dövdüğünde bir görsen, neredeyse yayığın dibini delecek sanırsın. Başörtüsü başından kayıp omuzlarına düşmüştü. Babaannemin çok şeyleri görerek ağarttığı saçları ve başı terlemişti. Bu sebeple hafif ter kokusu geliyordu. Elimdeki topu hızla avluya fırlattım ve bu sert tavrımla misafir odasına doğru yöneldim.

Babaannem işini hemen bırakarak “Hey, bu halinle nereye gidiyorsun? Orada misafir var.” dedi.

Şu babaannem ilginç bir insan, orada kimin olduğunu benim bilmediğimi sanıyor herhalde.

“Orada misafir varsa sanki geri dönecektim!”

Sesim yüksek çıktı. Olsun, duyarsa duysun. Kapıyı açıp içeri girdim. Karatay ile annem pencerenin önündeki masada, her zaman olduğu gibi, yüzyüze sohbet ediyorlardı. İkisi birden bana baktılar. Karatay’ın yüzünde benim gelmemden pek hoşlanmamış bir ifade vardı. Annemin bakışlarından da benim bu aptalca gelişimden onun da hoşlanmadığını hemen fark ettim.

Bu halde köşedeki dolabıma doğru geçiyordum ki Karatay gülümseyerek yumuşak bir ses tonuyla “Hey, Koca-tay! Selam sabah yok mu?” deyiverdi.

“Yaşı büyük kişilere selam vermemek görgüsüzlüktür.” diyerek annem beni kaç kere ikaz etmiştir. Bu sorumluluğumu mecburî olarak yerine getirerek “Merhaba!” deyiverdim.

Büyüklerin yanına izinsiz ve kaba bir şekilde girdiğim için mecburen bir şey yapmam gerekiyordu. Sırtımı anneme ve Karatay’a dönüp dolabın en alt bölmesindeki gazete ve dergileri amaçsızca karıştırıyordum. Neyi arayıp neyi bulamadığımı bir Allah bilir. Ancak iki kulağım da annem ve Karatay’da idi.

“Evet, bu yıl bahar yağmurlu oldu.” diye başladı Karatay şimdi sohbete. “Bizim ‘Komintern5’in buğdayları da boy vermeye başladı. Şimdi güzdeki doludan etkilenmezlerse halkın rızığı fena olmayacak gibi görünüyor.”

Karatay’ın, sohbetin gidişatını hemen değiştirerek bu mevzudan bahsetmeye başladığını hemen anladım. Bu sebeple bakalım daha ne diyecek diye başımı kaldırmadan, kendi kendime bir şeyler yapıyormuşum gibi kararsız bir şekilde bekledim.

“Fena olmayacak gibi.” diye annem de Karatay’ın sözünü sıradan bir ses tonuyla tasdikledi. Onun sesinden “Yaa Karatay! Benim çocuğumu böyle davranarak kandıramazsın. O, her şeyi seziyor, her şeyi anlıyor.” diyen bir anlam fark ediliyordu.

Birkaç dakika sessizlik içinde geçti. Birden annemin “Çocuğum!” diyen sert sesi duyuldu. “Senin böyle kararsızca arayıp bir türlü bulamadığın şey ne?”

Bu söz bana altı kat örülmüş kamçıyla vurmuşlarcasına tesir etti. Özellikle, “çocuğum” sözündeki öfkesi güçlü hissediliyordu. Çünkü normal zamanlarda annem bana adımla seslenirdi. “Çocuğum” şeklindeki resmî hitabı “Büyüklerin sözlerine kulak misafiri olarak yaptığın bu çirkin davranışı bırak!” diyerek kızması anlamına geliyordu. Bunu hemen anladım ve elime geçen bir dergiyi alarak hızlıca çıktım.

Karatay bu gün bizim evde bazı zamanlarda yaptığı gibi uzun süre oturmadı. Çok geçmeden benim arkamdan o da çıktı. Başka zamanlarda giderken, babaannem ile mutluluk içinde vedalaşır, bana da güler yüzle birkaç şaka yapar, komik sözler söyler, hoşlanmadığımı bilmesine rağmen başımı okşardı. Bazen “Gel, otur, köyde bir tur attırayım, seni gezdireyim.” diyerek bana yaranmaya çalışır, benimle iyi bir ilişki kurmaya uğraşırdı. Bu defa öyle olmadı, esmer yüzü daha da kararmıştı, cesaretini kaybetmişti. Evin girişinde göz ucuyla solgun bir bakışla baktı ve hiç konuşmadan geçip gitti. “Büyük Hanım, hoşça kalın!” diyerek babaanneme söylediği sözü de öylesine görev niyetine, belli belirsiz, geldim gittim demek için söyleyip hiç duraksamadan çıkıp gitti. Sonrasında motosikletin pırs pırs edip boğulur gibi gelen çalışma sesi, onun ardından silah atılır gibi art arda gelen patırdama, kulak tırmalayan çirkin sesler işitildi. Bizim avludan çıkan bu ses sıklaşarak sokağın başına doğru uzaklaştı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Kendi düşüncelerimden bahsediyorum ve kumdaki izden bahsediliyor

Karatay’ın çabucak gidişine, hem de üzülerek gidişine sevinmiştim. Bu gidişiyle birlikte umarım bizim evden ümidini tamamen keser.

Acaba annem gerçekten de Karatay ile evlenmek istiyor muydu? Mümkün değil. Yabancı biriyle… Diken sakallı, yapyaşlı Karatay ile… Yok yok, o onunla evlenmeyecek. Hiç olmazsa genç olsun, nasıl olursa olsun, anneme yabancı bir kocanın gereği ne? Biz, babaannem ile üçümüz, Allaha şükür, o olmadan da hiç fena yaşamıyoruz ki. Karnımız tok, sırtımız pek. Ben okulumu bitirip delikanlı olacağım ve üniversiteye gireceğim. Yazar olacağım. İşte o zaman ben anneme, eğer ecel gelip de vefat etmezse babaanneme de hayatın gerçek mutluluğunu tattıracağım.

Bu düşüncemi tekrardan gözden geçirip anneme söylemek istedim. Fakat nasıl anlatacağım, bu ayıptı. Yok, annemin böyle bir düşüncesinin olması imkânsız. O, Karatay’a öylesine saygı gösteriyor olmalı. Benim yetişkin oğlum var, ben evlenmeyeceğim diyerek mantıklı bir gerekçe gösterip durumu izah etmiş olmalı. Fakat Karatay bunu anlamak, kabul etmek istemiyor. Gölge gibi ardında dolaşıp annemin burnunun dibinden ayrılmıyor. Of! Böyle aç gözlü, üslupsuz erkekler yok mu…


Yok, annemin evlenmesi mümkün değil. O, bizi hiçbir zaman bırakmaz. O, akıllı ve terbiyeli bir insan. Köyde, büyüğünden küçüğüne herkesin onun önünden geçip gitmemesi, saygı gösterip hürmet etmesi de bu özelliğinden kaynaklanmıyor mu zaten. Böyle olmasaydı annemi iki defa seçimde ilçe meclisine vekil olarak seçerler miydi?

Bütün bunlar, biraz dinlenip karnımı doyurduktan sonra aklıma gelen düşüncelerdi. Ne de olsa aç ayı oynamaz diye bir söz var, açken benim de aklıma hiçbir şey gelmiyor.

Biraz yüzeyim diye nehir kıyısına geldim. Güneş yavaş yavaş ufuktan kaybolmaya başlasa da halen güneş ışıkları yakmaya devam ediyordu, omzum ve ensem yanmıştı. Aşağı taraftaki ekin ekili arazilere göz attım. Sobadan çıkan alevler gibi parlayarak, deniz gibi dalgalanarak uçsuz bucaksız serap dalgaları görünüyordu. Ekinin arasındaki cılga yoldan tozu dumana kattırarak hızla yürüyen, kesinlikle deminki Karatay’ın ta kendisiydi. Yürü bakalım aldığın bu cevapla anca gidersin! Ahh keşke, annemin yerinde ben olsaydım o zaman ona ne diyeceğimi bilirdim. O zaman Karatay yanıma yaklaşmak değil, uzaktan karaltımı bile göremezdi.

Güneş sıcağında su da çekilip azalıyordu. Genelde açık maviye dönüp gökyüzü ile aynı renk oluyordu. Bu arada, geçen defa burada kızlar yüzüyordu. İçlerinde Janar’ı tanıyordum. Biz onunla birlikte aynı okulda okuyoruz. Janar, evet, o olabilir. Janar, adın ne kadar da güzel! Sizin bu kızla tanışmanız gerekir. Janar, bu romanın başkahramanlarından biri olmaya layık. Çünkü ilk olarak o, sınıfın en akıllı kızı. İkinci olaraksa güzel bir kız. Özellikle de kırmızı beresini giydiğinde ayrı bir güzelleşiyor, âdeta parlıyor. Ah o nasıl ses? Şarkı söylerken bir dinleseniz! Sanatçı bir kız. Sınıfın en başarılı öğrencisi.

Haydi! Şimdi sen söyle söyleyebilirsen bakalım, bu meziyetlerle donanmış bir kızın romanın başkahramanı olamayacağını.

Janar’ı düşünmeye başladığımda içim kıpır kıpır oluyor.

Olsun, bizim sınıf öğretmenimiz Maykanova beni kötülemeye devam etsin, yaramaz diyerek azarlasın. Benim kutsal idealimi, kalbimin en derinliklerinde alev alev yanan sırrımı Janar’a bir denk getirip söyleyebilseydim! İşte o zaman o, benim kim olduğumu anlardı. “Aaa, Koca böyle biriymiş ha! Yetenek eninde sonunda bir şekilde ortaya çıkıyor demek ki…” derdi. Keşke şöyle olsa: İnsan önce büyük olarak yaratılsa. Hayatta kendi gönlüne göre olan meslek uzmanlığını alıp bu görevi yaptıktan sonra çocuğa dönüşse. O zaman Maykanova bana nasıl bakardı? “Büyüklük döneminde bu tanınmış bir yazarmış, onun ismi bütün dünyada biliniyor. Öyleyse ben ona karşı büyüklenmeyeyim, yazara saygı göstermek gerekli.” diyerek yaptıklarından geri adım atardı.

Fakat ne çare ki hayatta böyle bir şey olmuyor, olamaz. İlk önce itibarsız, bilgisiz bir bebek olarak doğuyorsun. Büyüdüğünde nasıl bir adam olacağınla hiç kimse ilgilenmiyor. Her iki kişiden biri sana akıl verip üstünlük taslamaya niyetleniyor. Akı karayı ayırıp yüreğinin içinde ne var ne yok buna kimse yoğunlaşmıyor.

“Koca tertipsiz!”

“Koca düzgün çocuk değil!”

Bu şekilde hep bir ağızdan konuşup gürültü patırtı koparıyorlar.

Su kıyısı derin değil ve kumlu. Benden başka tek bir çocuğun bile gelmeyişine bakar mısın! Yapayalnız yüzmek de zevksiz oluyor. Su kıyısındaki ıslak kumda birisinin çıplak ayak izi duruyor. Belki de bu ayak izi Janar’ın ayak izidir. Tanımaya çalışan bir adam misali eğilip dikkatle bakıyorum. Evet, Janar’ın ayak izi. Sonrasında dikkatlice ayağımı izin üzerine getirip ölçüyorum. İz birazcık küçük kaldı. Evet, bu Janar’ın ayak izi olabilir. Bedenimi hoş bir his kapladı ve o halde hiç kımıldamadan bir süre öylece kaldım.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Jantas’a piyoner 6 kampına gidiş belgesi verilirken bana verilmemesi, benim öfkeden kudurmam anlatılıyor

Kahvaltımı yaptıktan sonra yavaş yavaş yürüyerek okulun spor salonuna doğru geldim. Koltuğumun altında topum vardı. Bizim “Spartak” dün Kayrat takımına 7-5 yenilmişti. Bu gün onları mutlaka yenmemiz gerekli. Takımın kaptanı olarak bunun için çok hırslı bir şekilde büyük bir motivasyonla geliyordum.

Okulun yanında Jantas ile karşılaştım. Elinde mühür basılmış tek sayfalık bir yazı vardı. Onu sallayarak “Kara Köce, bunun ne olduğunu biliyor musun?” dedi.

“O ne?”

“Kampa gidiş belgesi. Biz kampa gideceğiz. Sen ise sokakta köpek taşlamak için köyde kalacaksın.”

Alaycı sözleri için Jantas’ı yumruklamak istedim ama öncesinde durup gidiş belgesi işini adamakıllı öğrenmeye karar verdim.

“Onu sana kim verdi?”

“Kim olabilir? Maykanova Hoca verdi. Fakat sen yoksun listede.”

“Neden yokum?” diye içimden geçirdim. Jantas’a Maykanova’nın nerede olduğunu sordum. Okulda olduğunu söyledi.

Bundan sonra birisiyle alay etmeden konuşmayı öğrenmesi için Jantas’ın burnuna bir yumruk attım ve koşarak uzaklaştım. Bu halde enerjik bir şekilde öğretmenler odasına soluk soluğa girdim. Maykanova bir şeyler yazıyordu, yalnızdı. Başını kaldırıp bana şaşkınlık içinde baktı:

“Ne oldu? Ne oldu, Kadırov?”

“Kampa gitmek için bana da belge verir misiniz?”

“Sana bu defa belge verilmiyor. Sonraki seferde gidersin.”

“Neden?”

“Neden olacak, öğrencilerin hepsine birden yetmiyor da ondan. Bir de biz elbette en önce örnek ve terbiyeli çocukları kampa gönderiyoruz.”

“Jantas kim oluyor? Onun benden fazlası ne?”

Maykanova iki yanından biri sıkıştırmışçasına başını birden kaldırdı:

“Sen ne diyorsun? Beni mi sorguluyorsun?”

Maykanova’nın mavi gözleri parlamaya başladı. Onun sinirlendiği zamanlarda bağırmaya başlayıp ardından da huzur vermediğini bilirim.

“Vermezseniz vermeyiniz.” dedim. Birden dönüp kapıyı var gücümle hızla çarparak çıktım. Böyle bir adaletsizliğe nasıl tahammül edebilirsin ki? Jantas, birini birine tutturan, nifak çıkaran dedikoducu, derste hiç durmadan konuşan bir geveze, tahtaya çıktığında her şeye dikkatle kulak veren Jantas örnek çocuk da ben örnek çocuk değilim. Benim derslerdeki başarımın ondan çok daha ileri olduğu ve yetkinliğim hiçbir zaman dikkate alınmıyor.

Maykanova da benim ardımdan çıktı:

“Kadırov! Buraya gel!”

Ben dönüp bakmadım.

“Kadırov!”

Kapıdan hızla çıktım.

Turnikeye yaslanmış vaziyette gülümseyerek bakan Jantas duruyordu. Öfkem daha beter arttı.

Daha da sinirimi bozmaya çalışarak resmen pusuda bekliyordu.

“Ne oldu, belgeyi aldın mı?” dedi.

“Aldım.” dedim.

“Hani, göstersene?”

Birden bir yumruk daha attım.

“İşte!”

Öğleden sonra yatağımda dinlenip düşüncelere daldım: Bu gün Maykanova’ya yaptığım davranış çok kabaydı dedim. Ancak onun Jantas’a kampa gitmek için izin belgesi verirken, bana vermemesi de hiç âdil değildi. Bu durum beni öfkelendirdi. Üstelik Maykanova öğretmen, hem de aynı zamanda sınıf öğretmenimiz. Boş ver, şu anda okul vakti değil, tatildeyiz. O bana ne yapabilir ki? Üç aya kadar da kim öle kim kala? Belki de gelecek eğitim-öğretim yılında bizim sınıf öğretmenimiz başka biri olur. Üstelik o zaman Maykanova’nın unvanından dolayı da ona saygı göstermek zorunda kalmam.

Hayat denilen şeyi durup düşündüğünde onun gerçekten çok ilginç olduğunu görürsün. Birbirleri ile yıldızları hiçbir şekilde barışmayan, birbirlerine karşı olan insanlar vardır. Maykanova ile ikimiz işte tam da öyleyiz. Bizim onunla takışmamız, güz mevsiminde o buraya öğretmen olarak geldiği andan itibaren başladı. Şöyle oldu. Yeni ders kitapları ve defterler satılıyor sözlerini duydum. Babaannemden para alarak koşa koşa dükkâna geldim. Doğruydu, gerçekten satıyorlardı. Fakat iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Dükkânın önündeki kuyruk alıp başını gitmişti.

Ne yapsam acaba diye biraz düşündüm ve hayırlısı artık diyerek kapıdaki kuyruğu hiç dikkate almadan içeriye girmeye niyetlendim. Çünkü kuyruğun sonundakilere yetmeme ihtimali vardı. Eğer kitabı temin edemezsem o zaman başkalarının ders kitaplarına mecbur kalırdım ve onlara yalvarıp dururdum. Bu hiç iyi olmazdı gerçekten. Başka hiçbir şeyin olmasa da ders kitapların hazır olsun. Ben şöyle bir özlü söz söylüyordum: Ders kitabı hazır çocuk, gönlü huzurlu çocuktur.

Kalabalığın içinde sıkışarak kapıdan içeri girdiğimde boyu yalnızca benim boyum kadar olan, tanımadığım mavi gözlü bir hanım birdenbire önümü kesip içeri girmeme izin vermedi.

“İnsanları itip kakarak nereye gidiyorsun? Sıraya gir” dedi.

O sırada kuruyasıca dilim, benim iradem dışında bir yalan söyleyiverdi:

“Ben ders kitabı değil, şeker alacağım.” dedim. Çünkü dükkânın gıda satan bölümüne insanlar sıraya girmeden rahatça girebiliyorlardı.

Mavi gözlü hanım bana izin verdi. Ben yalanım açığa çıkmasın düşüncesiyle önce şeker satılan bölüme doğru gittim. Fakat o sırada bana hiçbir şekilde şeker lazım değildi. Benim ihtiyacım olan, 5. sınıf ders kitaplarıydı. Tezgâhların kıyısından, insanların arasından kimseye fark ettirmeden kitap satılan bölüme doğru adım adım ilerlemeye başladım. Eğer bir hamle daha yaparsam o noktaya ulaşacaktım. Birdenbire o mavi gözlü hanım ensemden tutuverdi:

“Sen yolunu şaşırmışsın. Şeker şu tarafta satılıyor.” dedi.

“Bu sizi ilgilendirmez, bırakınız!” diyerek ondan kurtuldum ve tezgâha gittim.

Mavi gözlü hanım satıcıya yüksek sesle bağırdı:

“Şu gri şapkalı çocuğa vermeyiniz. O kuyruğa girmeden oraya geldi.”

O, bu sözü söyleyip bitirinceye kadar, Koca Bey gri şapkayı hemen koynuna koyup kel kafalı esmer çocuk oluvermişti bile. Çocuklar hep bir ağızdan bir şeyler sorarken o karışıklıkta ben hızlı davranıp hemen elli somu7 satıcının eline tutuşturuvermiştim. Böylece ihtiyacım olan ders kitabı ve defterlerimi alıp kucaklayarak çıktım. Kapının önünde mavi gözlü hanım omzumdan sertçe tutup (İnsanın eli bu kadar mı ağır olur!) “Seni utanmaz! Kaçıncı sınıftasın sen bakayım?” dedi.

Onun sorusuna cevap verdim.

Birkaç gün geçtikten sonra yeni eğitim-öğretim yılı başladı. Bir de ne göreyim, sanki pek lazımmış gibi, o gün bana dükkânda bağıran mavi gözlü kadın küçük adımlarla, evrakları koltuğunun altında, bizim sınıfa giriverdi. Koca Bey’in o anda nasıl bir hale düştüğünü bir görmeliydiniz. Fakat kendimi hemen toparlayıp hiçbir şey belli etmemeye çalıştım. Belki de o beni tanımaz diye düşündüm.

Yeni öğretmen ilk olarak bizim yeni eğitim-öğretim yılımızı kutladı, sonra da kendisini tanıttı. Sabira Maykanova. “Ben sizlere Kazak dili dersi vereceğim ve aynı zamanda sınıf öğretmeniniz olacağım” dedi.

Son sözü yine birdenbire Koca Bey söyledi. “Aman Allah korusun!” dedim içimden.

Maykanova birer birer sınıf listesine göre öğrencileri ile tanışmaya başladı. Sıra bana geldi.

“Kadırov.”

“Benim.”

Maykanova çok sert bir bakışla baktı.

“Biz ikimiz sanırım tanışıyoruz.”

Ben elimde olmadan güldüm.

“Olabilir.”

Maykanova, ben senden bu işin hesabını soracağım dercesine “Otur.” dedi kızgın bir ses tonuyla.

İşte o günden sonra Maykanova azıcık benimle takışırsa bana öfkesini kusuyordu. Kaç defa kış boyunca müdürün önüne sürükleyerek götürdü. En son, yıl sonunda davranış notuma “dört” puan verdi.

Bütün bunlar elbette beni sinirlendiriyor.

1.Şildehana: Kazaklarda yeni doğan bebek için düzenlenen eğlence, toy.
2.Kara köce: Buğday, pirinç gibi çeşitli tahıllarla sade suyun karıştırılmasıyla yapılan çorba.
3.Nar: Tek hörgüçlü deve. Burada kullanılan ifade, oldukça aç bir kişinin çok şeyi yiyebileceğini anlatan Kazakça bir deyimdir.
4.Kolhoz: Sovyetler Birliği döneminde köylülerin ortak olarak çalıştıkları tarım işletmesi.
5.Komintern (Komünist Enternasyonal): Farklı ülkelerdeki Komünist partileri birleştiren uluslararası bir organizasyondur. Komünist enternasyonal, faaliyetlerini 1919’dan 1943’e kadar sürdürmüştür. Komintern’in kurucusu ve organizatörü V. İ. Lenin başkanlığındaki Komünist Partisi’dir.
6.Piyoner: Sovyet dönemindeki komünist çocuk teşkilatı. Ortaokul ve lise çağındaki çocuklar bu teşkilata üyedirler.
7.Som: Kazak parası.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺21,04

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
9 s. 16 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6853-40-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 3,7, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4,6, 14 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre