Kitabı oku: «Kelile ve Dimne», sayfa 3
Kelile sordu:
“Peki… Öküz senden daha kuvvetli; aslan yanında senden daha çok saygılı, senden daha çok arkadaşlığı olduğu hâlde onun hakkından nasıl geleceksin?”
Dimne cevap verdi:
“Sen benim küçüklüğüme ve zayıflığıma bakma! Çünkü işler zayıf ve kuvvetli yahut büyüklük veya küçüklük ile yürümez. Nice küçük ve zayıf kimse vardır ki zekâ, deha ve düşüncesiyle nice nice kuvvetlilerin başarmaktan âciz kaldıkları işi başarmıştır. Zayıf bir karganın müthiş bir yılana karşı zekâsıyla başarı kazanarak onu öldürdüğünü işitmedin mi?”
Kelile:
“Hayır.” dedi ve sordu: “Bu nasıl oldu?”
Dimne de anlattı:
Derler ki bir karganın bir dağ tepesindeki ağaç üzerinde bir yuvası varmış. Ona yakın bir yerde de büyük bir yılanın yuvası bulunuyormuş. Karga yumurtladıkça yılan onun yumurtalarını yutarmış. Karga bu yüzden sıkılıyor ve üzülüyormuş. Günün birinde bu hâli bir çakala anlatır ve ona:
“Seninle, yapmak istediğim bir iş üzerinde danışmak istiyorum.” der.
Çakal sorar:
“Bu iş nedir?”
Karga der ki:
“Yılanın uyumasını bekleyip gözlerini gagalamak ve onu kör ederek kurtulmak istiyorum!”
Çakal şu cevabı verir:
“Bu senin bulduğun çare, çarelerin en kötüsüdür. Öyle bir çare bulmalı ki canını tehlikeye koymadan yılanın hakkından gelsin. Yoksa ıstakozu öldüreyim derken kendini öldüren balıkçına benzersin.”
Karga çakala sorar:
“Bu nasıl oldu?”
Çakal da anlatır:
Derler ki bir balıkçın, balığı bol bir yerde yuva kurmuş, burada yaşayacağı kadar yaşamış, sonra ihtiyarlamıştı. Artık av tutamadığı için açlıktan bitkin bir hâlde idi. Bir gün, kederli kederli oturup düşünürken yanından geçen bir yengeç, somurtkanlığına ve küskünlüğüne bakarak:
“Ey balıkçın, neden bu derece üzgün ve tasalısın?” dedi.
O da şu cevabı verdi:
“Nasıl tasalanmayayım ve kederlenmeyeyim ki! Şuracıkta balık avlayarak geçiniyordum. Bugün ise buradan iki balıkçı geçti. Biri diğerine dedi ki:
‘Burada bol balık var. Önce bunları avlayalım.’
Öteki de:
‘Ben daha başka bir yerde, daha bol balık gördüm. Oradan başlayarak buraya gelelim. Ve ne kadar balık varsa bitirelim.’
İşte, bu balıkçıların bu işi bitirmeleriyle buraya da geleceklerini ve ne kadar balık varsa avlayıp gideceklerini anladım. Bunu yaparlarsa ben de açlıktan geberirim.”
Yengeç, bu sözleri dinledikten sonra hemen giderek işi balıklara bildirir, onlar da balıkçına gelerek akıl danışmak isterler ve derler ki:
“Biz, sana akıl danışmak için geldik. Çünkü akıllı bir kimse, düşmanından da akıl öğrenmeyi ihmal etmez.”
O da der ki:
“Avcıların gücüne karşı gelemem. Bulduğum çare, şuracıkta bulunan suyu bol, sazları çok ve balıkları bereketli olan bir ırmağa gitmektir. Siz de oraya geçmeyi başarırsanız kurtulur ve çoğalırsınız.”
Balıklar:
“Bu iyiliği olsa olsa senden bekleriz!” dediler.
O da kabul etti. Ve her gün iki balık taşıyarak götürmeye başladı. Fakat bunları bir tepeye götürüyor ve orada yiyordu. Vaziyet bir müddet için böyle devam ettikten sonra, yengeç dedi ki:
“Ben de buradan sıkıldım ve korkmaya başladım. Beni de o ırmağa götürüver.”
Balıkçın razı oldu. Onu da taşıyarak uçtu ve balıkları yediği tepeye götürürken yengeç, balık kılçıklarının toplu olarak durduğunu görünce, giden balıkların nereye gittiğini ve kendisinin de aynı sona uğrayacağını anlayarak kendi kendine:
“Bir kimse dövüşse de dövüşmese de öleceğini bildiği bir yerde düşmanıyla karşılaştı mı, canını korumak ve şerefini kurtarmak için dövüşmelidir.” dedi ve çengelleriyle balıkçının boynunu sıkarak onu öldürdükten sonra, kendi canını kurtararak balıklara döndü ve işi anlattı.
“Ben sana bu örneği, birtakım hilelerin, hile sahibini mahvettiğini anlatmak için söyledim. Fakat ben sana öyle bir şey öğreteyim ki yapabildiğin takdirde kendini tehlikeye atmadan yılanı öldürür ve kendini kurtarırsın.”
Karga sordu:
“Bu nedir?”
Çakal da anlattı.
“Şöyle bir uçar ve dikkat edersin. Kadınların süslendikleri mücevherlerden birini kapar gelir, bu mücevherleri onun yuvasına atarsın. İnsanlar bunu görürlerse mücevherleri kurtarmak için yılanı öldürürler. Sen de rahat edersin.”
Karga bu aklı öğrendikten sonra uçtu ve büyüklerden bir adamın kızının damda yıkandığını, elbiselerini ve mücevherlerini bir kenara koyduğunu gördü. Hemen alçalarak kızın mücevherlerinden bir gerdanlık kaparak uçtu. Onun bir gerdanlık kaptığını görenler peşine düştüler, o da gözlerden kaybolmayarak uça uça yılanın yuvasına vardı ve gerdanlığı oraya attı. Bunu görenler derhâl koştular, yılanı öldürdüler ve gerdanlığı alıp gittiler.
“Sana bu olayı anlatışımın sebebi, hilenin kuvvetle yapılmayacak işi yaptığını göstermek içindir.”
Kelile yine itiraz etti:
“Öküz, kuvvetiyle beraber düşünceli bir kimse olmasaydı iş dediğin gibi olurdu. Fakat öküz, kuvvetiyle beraber akıl ve dirayet sahibidir. Buna karşı ne yapabilirsin?”
Dimne şu cevabı verdi:
“Öküz, kuvvetçe ve dirayetçe dediğin gibidir. Fakat benim kendisine üstün olduğumu inkâr edemez. Ve ben onu tavşan aslanı nasıl mahvettiyse öyle mahvedeceğim.”
Kelile sordu:
“Bu nasıl oldu?”
Dimne cevap verdi:
Derler ki: Aslanın biri suyu, sazı bol bir yurt içinde idi. Bütün bu taraflarda yaşayan hayvanlar suyun ve otların bolluğuna rağmen aslandan korktukları için bunlardan faydalanamıyorlardı. Günün birinde hayvanlar toplanarak aslanın yanına gelmiş, şunları söylemişlerdi:
“Sen bizim içimizden bir hayvanı yakalamak için bir hayli yoruluyorsun. Biz buna karşı senin işine de bizim işimize de yarayacak bir çare bulduk. Sen bizim emniyet içinde yaşamamıza razı olur ve bizi korkutmazsan biz de sana her gün yemek vaktinde bir hayvan göndermeyi kabul ederiz.”
Aslan bu teklife razı oldu ve bu esas üzere hayvanlarla barıştı. Onlar da sözlerini yerine getirdiler.
Günün birinde kura bir tavşana isabet etti ve o gün aslan bu tavşanı yiyecekti. Tavşan hayvanlara dedi ki:
“Size hiçbir zarar getirmeyecek tarzda bana biraz kolaylık gösterirseniz, ben de sizi bu aslandan kurtarmayı umarım!”
Hayvanlar sordular:
“Ne istiyorsun?”
“Beni aslanın yanına kim götürecekse benim geride kalarak gecikmemi hoş görsün ve beni zorlamasın!”
Hayvanlar:
“Pekâlâ!” dediler.
Tavşan da ağır aksak yürümeye başladı ve bu yüzden aslanın yemek yiyeceği vakit geçti. Tavşan daha sonra tek başına yavaş yavaş ilerledi. Aslan acıkmış, kızmış ve yerinden kalkarak tavşana doğru yürümeye başlayarak sormuştu:
“Sen nereden geliyorsun?”
Tavşan cevap verdi:
“Ben yabani hayvanların elçisiyim. Yanıma bir tavşan vererek beni yanınıza göndermişlerdi. Fakat yolumuzda bir aslana rast geldik. O da getirdiğim tavşanı alarak:
‘Ben, buraya sahip olmaya daha layığım. Ve buradaki hayvanların bana bağlı olmaları gerektir.’ dedi.
Ona:
‘Ayol, bu benim hükümdarımın yiyeceğidir. Buradaki hayvanlar bunu ona gönderdiler. Sen de bizim hükümdarımıza karşı gelme!’ dedim. Fakat sözümü dinlemedikten başka size sövüp saydı.
Ben de koşa koşa gelip bunu size bildirmek istedim.”
Aslan emretti:
“Haydi, bu aslan neredeyse bana göster!”
Beraber yürüdüler. Ve tavşan aslanı içi bol ve berrak su ile dolu bir kuyu başına götürerek kuyunun içine baktı ve:
“İşte burası!” dedi.
Aslan kuyuya bakınca içeride kendi gölgesiyle tavşanın gölgesini gördü ve tavşanın sözünden şüphelenmemek lazım geldiğini anlayarak rakibi ile dövüşmek üzere kuyuya atıldı; kuyunun içinde boğuldu.
Bu hikâyeye karşı Kelile dedi ki:
“Aslana hiçbir zarar gelmemek şartıyla öküzü ortadan kaldırabilirsen dilediğini yap! Çünkü öküz bana da sana da aslanın ordusuna bağlı olan diğerlerine de zarar verdi. Fakat öküzü ortadan kaldırmak için aslanı da feda etmek lazım gelirse bundan sakın. Çünkü bu hareket senin hesabına da benim hesabıma da kötülük olur.”
Dimne, birçok günler aslanın yanına gitmedikten sonra, onunla baş başa kalabileceği bir gün yanına girdi. Aslan onu görünce:
“Yahu, bu kadar zamandır neredesin? Neden görünmedin? Herhâlde hayırlı bir iş yüzünden bize uğrayamamış olacaksın?” dedi.
Dimne:
“İnşallah hayırdır.” dedi.
Aslan şüphelenerek sordu:
“Yoksa bir şey mi oldu?”
Dimne:
“Evet, öyle bir şey oldu ki onu ne siz isterdiniz ne de emrinizde bulunan bir kimse.” dedi.
Aslan tekrar sordu:
“Nedir?”
Dimne cevap verdi:
“Çok fena birtakım sözler…”
Aslan emretti:
“Anlat!”
Dimne açıkladı:
“Bunlar öyle sözler ki dinleyeni tiksindirir ve söylenmesi istenmez. Siz iyi yürekli ve düşünce sahibi bir hükümdarsınız. Sizin hoşlanmayacağınız bir sözü söylemekten ne kadar incineceğimi elbet takdir edersiniz. Hayırseverliğim ve sizi kendimden üstün tuttuğumu biliyorsunuzdur. Bununla beraber size bildireceğim şeye inanmayacağınızı sanıyorum. Fakat biz yabanilerin, hep size bağlı olduğumuzu düşünerek sormasanız da sözümü dinlemek istemeseniz de size karşı borcumu ödemeyi bir vazife sayıyorum. Çünkü hükümdarına karşı hayırseverlik göstermeyen, dostlarından düşüncesini gizleyen kimse, kendi kendine ihanet etmiş olur.”
Aslan sordu:
“Ne var?”
Dimne anlattı:
“Gerçek sözlü ve sağlam özlü bir kimse bana anlattı ki Şetrebe ordumuzun başında bulunanlarla gizlice görüşmüş ve bunlara: ‘Ben aslanı denedim. Aklını, zekâsını ve kuvvetini ölçtüm biçtim, neticede onun zayıf ve âciz bir kimse olduğunu gördüm. Bu yüzden onunla aramızda önemli bir macera çıkacak.’ demiş. Ben bunu haber alınca Şetrebe’nin hain ve vefasız bir kişi olduğunu anladım. Siz ona ne yapmak mümkünse yaptınız ve onu kendi denginiz gibi tanıdınız. O ise kendisini sizden farksız sayıyor. Mevkinizin sizden boşalır boşalmaz kendisine geçeceğini sanıyor. Ve sizin aleyhinizde bulunmak için ne yapmak mümkünse yapıyor. Hâlbuki derler ki bir hükümdar bir başkasının kendisini kendisiyle denk saydığını görürse onu öldürmelidir. Yoksa kendisi öldürülür. Şetrebe bütün bu işleri biliyor ve ona göre hareket ediyor. Akıllı kimse, bir iş olmadan, başına bir bela gelmeden çaresini bulandır. Yoksa olması beklenen işin, çaresine bakılmadan gerçekleşmesini beklemiş olur.
Derler ki insanlar üç türlüdür. Biri sağduyuludur, biri daha sağduyuludur, biri de âcizdir. Sağduyulunun birincisi bir mesele ile karşılaştığı zaman şaşırmayan, sapıtmayan ve mutlaka bir çare, bir çıkar yol bulup o meselenin içinden çıkandır. Fakat daha sağduyulu kimse, meseleyi oluşundan evvel anlayan ve ona göre hazırlanan, bunun için işi olmadan evvel göz önüne getirip onu ne kadar büyütmek mümkünse büyüten ve meseleyi olmuş gibi karşılayarak dert gelmeden derman bulan, derdi daha uzaklarda iken yok eden kimsedir. Âciz olan ise karar veremez, aman zaman der ve nihayet yok olur. Bunun bir misali üç balık hikâyesidir.”
Aslan sorar:
“O nasıldı?”
Dimne anlattı:
Derler ki içinde üç balık yaşayan bir göl vardı. Bu balıklardan biri akıllı, biri daha akıllı ve biri âcizdi. Göl, yüksekçe bir yerde olduğu için aşağı yukarı semtine uğrayan kimse bulunmamakta idi. Bu gölün yakınlarında akan bir nehir vardı. Günün birinde bu nehrin yanından geçen iki avcı, gölü görürler ve ağlarını alıp buradaki balıkları avlamak için sözleşirler. Balıklar da bunların sözleştiklerini işitirler. Balıkların en akıllısı bu sözlerden işkillenerek ve korkarak gölün nehre aktığı yolu bulup gitmeden rahat edemez. Akıllı balık ise balıkçılar gelinceye kadar bekler ve bunlar gelip de ne yapacakları anlaşılınca gölün sularını nehre kavuşturan yoldan kaçıp gitmek ister. Fakat balıkçıların bu yolu kapadıklarını görür ve kendi kendine der ki:
“Kusur ettim, işimi anında yapmadım; gecikme ve kusurun sonu budur. Fakat bu derde bir çare bulmak gerektir. Gerçi acele ile telaş ile bulunan çare fayda etmez fakat akıllı kimse, aklın göstereceği yoldan ümidi kesmez ve uğraşmaktan vazgeçmez.”
Bunun üzerine bu akıllı balık kendini ölmüş gibi göstererek suyun üstüne çıkar ve kâh yüzüstü kâh sırtüstü yüzer. Balıkçılar da onu alarak göl ile nehir arasındaki yere bırakırlar. O da hemen nehre sıçrayarak canını kurtarır. Âciz olan balık ise şuraya gider, buraya gider ve nihayet yakalanır.
Aslan:
“Anladım fakat öküzün beni aldatmak ve başıma çorap örmek isteyeceğini zannetmiyorum. Çünkü bu şekilde hareket etmesine sebep olacak hiçbir fenalık yapmadım; aksine ona yapmadık iyilik bırakmadım ve onu her dileğine kavuşturdum.” dedi.
Dimne anlattı:
“Fena olan kimse, layık olmadığı yere yükselinceye kadar iyi ve faydalı görünür. Buraya yükseldi mi, daha ilerisine varmak ister. Bilhassa hain ve suçlu olan kimseler böyledir. Sözün kısası, böyle kötü olanlar hükümdara hizmet eder ve hayırseverlik gösterirlerse bunu ancak korku yüzünden yaparlar. Maksatlarına kavuşup da korkuları dinerse eski hâllerine dönerler. Bunlar, düz olsun diye bağlanan köpek kuyruğuna benzerler. Kuyruk bağlı kaldığı müddetçe doğru durur fakat çözülür çözülmez tekrar eğri büğrü olur. Demek ki ey aslan, iyiliğini seven kimselerin kendisine ağır gelen sözlerini dinlemeyen kimse, doğru hareket etmiş olmaz. Çünkü bu şekilde hareket edenler, doktorun öğütleri içerisinde hareket etmeyerek canı ne isterse onu yiyen hastaya benzerler. Hükümdara yardım etmek isteyen kimse ise hükümdarlığın kuvvetini artıracak ve şanını yükseltecek, zarar getiren ve mevki alçaltan her şeyden koruyacak hususlarda en geniş teşviki göstermekle vazifelidir. Arkadaşların, yardımcıların en iyisi, öğüt vermek hususunda bir şeyden çekinmeyen ve dalkavukluktan sakınandır. Yapılan işlerin en hayırlısı, sonu en iyi olandır. Nasıl ki kadınların iyisi, kocasına en uygun olanıdır. Övmenin en iyisi de iyi insanların ağzından çıkandır. Devlet ve nimetin en hayırlısı, nankörlük karışmayandır. Ahlakın en hayırlısı, kötülükten korunmaya en çok yarayandır. Deniliyor ki yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yılanların üzerine yatan bir adam, emniyet ettiği bir dostundan düşmanlık sezen bir adamdan daha rahat uyur. Hükümdarların en âcizi, ağır yürekli olanı, işlerin ilerisini sezmeyeni, kuduran bir fil gibi hiçbir şeye ehemmiyet vermeyenidir. Böylesi bir şey yüzünden üzüldü mü, ona aldırış etmez ve kayba uğradı mı, sorumluluğu adamlarına yükler.”
Aslan buna karşı:
“Sözü, çok ağır söyledin. Fakat hayırsever ve iyilik eden kimsenin sözünü kabul etmek ve sözünün ağırlığına dayanmak gerektir. Şayet Şetrebe bana düşmansa ondan bana bir zarar gelmesine imkân yoktur. Bana nasıl zarar verebilir ki o, ot yiyen bir hayvandır, bense et yiyen bir aslanım. O her an bana yem olabilir ve benim ondan korkmama imkân yoktur. Ben onun burada emniyet ve selamet içinde yaşamasına söz verdim. Ona her türlü izzet ve ikramı gösterdim. Bu davranışımı değiştirecek olursam kendi kendimi düşürürüm, cahilliğimi kabul etmiş ve sözümü tutmamış olurum.” dedi.
Buna karşı Dimne dedi ki:
“ ‘O benim yemimdir. Benim ondan korkacak bir şeyim yoktur.’ diyerek kendini aldatma. Çünkü Şetrebe, kendi kuvvetiyle seni yenemezse başkasını kullanarak senin hakkından gelmeye uğraşır. Derler ki: Ahlakını tanımadığın bir kimse seni bir saat için misafir etmek isterse, ondan bir zarar gelmesi, onun yüzünden bitin başına gelenin başınıza gelmesi muhtemeldir.”
Aslan sordu:
“Bitin başına ne geldi?”
Dimne anlattı:
Derler ki bitin biri, zengin bir adamın yatağında yerleşmiş ve orada bir hayli zaman geçirmiş. Geceleri adam uyuduktan sonra usulcacık sokulur, yavaşçacık kanını emer ve onu rahatsız etmeden çekilirmiş. Böylece bir müddet geçtikten sonra bir gün bir pire, biti ziyaret eder, bit onu misafir etmek isteyerek şöyle söyler:
“Bu akşam bizde kal, yatak çok yumuşak ve kan çok bol!”
Pire kalır. Gece ev sahibi gelerek yatağına girer ve uyur. Pire de fırsat bu fırsattır, diyerek adamın üzerine çullanır ve öyle bir sokar ki adam hemen uyanır ve uykusu kaçtığı için yatağının aranmasını emreder. Arayanlar yatakta yalnız biti buldukları için onu alırlar ve öldürürler. Pire de hemen kaçar.
“Sana, bu örneği vermemin sebebi, fenanın kötülüğünden kimsenin kurtulamayacağını anlatmak içindir. Böylesi, kötülük edemeyecek hâle de gelse aynı şeyi yapmak için başka bir çare bulur. Onun için şayet Şetrebe’den korkmuyorsan ordu içinde sana karşı kışkırttığı, senin aleyhine çevirdiği kimselerden kork.”
Dimne’nin bu sözleri aslanın üzerinde tesir etti. O da sordu:
“O hâlde ne dersin? Ve ne yolda hareketi uygun bulursun?”
Dimne cevap verdi:
“Çürüyen bir diş, çıkarılıncaya kadar yalnız ızdırap verir. Mide içinde çürüyen bir gıdadan kurtulmanın çaresi de onu uzaklaştırmaktır. Korku veren düşmanın çaresi de öldürmektir.”
Buna karşı aslan şu sözleri söyledi:
“Artık beni Şetrebe’nin yanımda bulunmasından hoşlanmayacak hâle getirdin. Ona haber göndereceğim ve bu hislerimi ona anlatacağım.”
Daha sonra aslan, Dimne’ye izin verdi.
Fakat Dimne aslanın Şetrebe ile konuştuktan ve cevaplarını dinledikten sonra fikrini değiştireceğine, uydurmalarını ve yalanlarını anlayacağına hükmetti. Ve aslana şu sözleri söyledi:
“Şetrebe’yi çağırmanı doğru bulmuyorum ve akıl kârı görmüyorum. Bana kalırsa hükümdar, bu noktayı düşünsün. Çünkü Şetrebe bir şey sezerse korkarım ki küstahlığını birdenbire ileri götürür. Hele bu Şetrebe, sizinle dövüşmeye kalkışırsa herhâlde buna göre hazırlıklı davranır. Yahut sizden ayrılırsa bu hareketinin sizi küçük düşürmesini ve şanınızı lekelemesini ister. Düşünceli hükümdarlar, suçunu bildirmedikleri bir kimsenin cezasını beyan etmezler fakat her suçun bir cezası vardır. Açık suçlarınki açık, gizli suçlarınki de gizlidir.”
Aslan anlattı:
“Hükümdar, incelemediği ve işlenmiş olduğuna inanmadığı bir suç yüzünden ceza verecek olursa bu cezayı kendi kendine vermiş ve kendi benliğine eziyet etmiş olur.”
Dimne şu karşılığı verdi:
“Böyle düşündüğünüze göre Şetrebe’yi hazırlıklı bir hâlde karşılamanız icap eder. Sakın sizi gafil avlamasın. Nitekim siz onun huzurunuza girer girmez büyük bir işe kalkışmak üzere olduğunu hemen anlayacaksınız. Bunun belirtileri renginin uçmuş olması, dizlerinin titremesi, sağa sola bakıp durması, boynuzlarını savaşa girecekmiş gibi sallamasıdır.”
Aslan:
“Pekâlâ, ondan sakınırım. Şayet senin anlattığın gibi davranırsa benim de artık bir şüphem kalmaz.” dedi.
Dimne aslanı bu şekilde kışkırttıktan, aslanı iyice doldurduğuna inandıktan ve aslanın öküze karşı gayet ihtiyatlı ve hazırlıklı davranacağını anladıktan sonra öküzü de görüp onu aslan aleyhinde kışkırtmak istedi. Fakat kendiliğinden gittiği takdirde aslanın bundan haber alarak rahatsız olmasından endişe ettiği için aslanın, kendisini göndermesini istedi. Ve söze şöyle devam etti:
“Şetrebe’yi görüp sözlerini dinlememe, içyüzünü anlamama ve öğreneceklerimi size bildirmeme izin verir misiniz?”
Aslan buna izin verdi. Dimne de kalkıp gitti. Üzgün ve kırgın bir hâlde Şetrebe’nin yanına girdi.
Şetrebe, Dimne’yi çok iyi karşılayarak:
“Ayol, epeyce zamandır neredesin? Günlerden beri seni görmez olduk. Sen de bizi aramaz sormaz oldun. Hayırdır inşallah!” dedi.
Dimne cevap verdi:
“Kendi alın yazısına hâkim olmayan ve alın yazısını güvenmediği kimselerin eline vererek korku ve endişe içinde yaşayan, bir tek saatini huzur içinde geçirmeyen kimse, hayır yüzü görür mü?”
Şetrebe sordu:
“Ne oldu?”
Dimne anlattı:
“Olacak oldu. Zaten kim kadere karşı gelebilir? Kim dünyada biraz sevilir de nankörlük ile karşılaşmaz? Kim isteğine erer de aldanmaz? Kim arzu ve hevesine kapılır da zarar görmez? Kim kendini kadınlara kaptırır da başına bela gelmez? Kim kötürümlerden bir şey ister de mahrum kalmaz ve kim fena insanlarla düşer kalkar da selametten uzak düşmez? Velhasıl kim hükümdarların kapısına düşer de bir gün kötülüğe uğramaz? Ne doğru söylemişler. Hükümdarların arkadaş oldukları kimselere karşı vefasızlıkları ve kaybettikleri dostlara karşı üzüntüleri, bir dost kaybettikçe yenisini karşılayan fahişelerin vefasızlığına ve üzüntülerine benzer.”
Şetrebe:
“Senden öyle sözler işitiyorum ki aslandan yana şüpheye düştüğünü ve korktuğunu anlıyorum.” dedi.
Dimne:
“Evet, böyle bir şüpheye düştüm. Fakat kendim için değil!” dedi.
Şetrebe sordu:
“Ya kimin için?”
Dimne anlattı:
“Aramızdaki dostluk ve hukuku biliyorsun. Aslan beni senin yanına gönderdiği zaman, ben sana söz vermiş ve antlar içmiştim. Onun için bildiğimi sana bildirmek ve korktuğumu sana haber vermek isterim.”
Şetrebe sordu:
“Ne biliyorsun?”
Dimne açıkladı:
“Sözünden şüphe edilmeyecek gerçek sözlü ve tecrübeli bir kimse bana anlattı ki aslan bazı dostlarına ve meclisine devam edenlere: ‘Öküzün semizliği hoşuma gitti. Yaşamasına da lüzum yok. Onu yiyeceğim ve etini dostlarıma ikram edeceğim.’ demiş. Bu sözleri işitip onun sözünü tutmayacağını ve sana haksızlık edeceğini anladım. Onun için sana gelerek hakkını ödemek ve çare bulup başını kurtarmanı sağlamak istedim.”
Şetrebe bu sözleri dinleyince Dimne’nin vaktiyle kendisine verdiği fikirleri hatırladı. Aslanın hâl ve şanını düşünerek Dimne’nin kendisine dostluk gösterdiğini sandı. Vaziyetini, onun tarafından anlatıldığı gibi olacağına inanarak üzüldü ve şu sözleri söyledi:
“Aslana veyahut emrindeki kimselerden birine karşı hiçbir kusur ve kabahatte bulunmadığıma bakarak onun beni feda etmesini ummuyorum. Herhâlde aslana benim aleyhimde birçok yalanlar söylenmiş olacak ki o da bana karşı bu şekilde hareket etti. Çünkü aslan bir sürü fena kimselerle düşüp kalkıyor. Kendisi bunlardan aslı esası olmayan sözler işitmeye ve bunlara inanmaya alışmıştır. Fena kimselerle düşüp kalkmak, iyilerden şüpheye sebep olabilir ve bu hâl insanı hataya düşürebilir. Nasıl ki bir ördek suyun içinde bir yıldızın akseden ışığını görerek onu balık sanmış, bu balığı avlamak için uğraşmış, bu tecrübeyi birkaç defa tekrar ettikten sonra onun avlanmaz bir şey olduğuna hükmederek vazgeçmişti. Daha sonra ertesi gün aynı suyun içinde hakiki bir balık gören ördek, onu geceleyin gördüğü aksin tıpkısı sanarak onu avlamaya uğraşmamıştı.
Aslana da benim hakkımda birtakım yalanlar söylenmiş, o da bunları dinlemiş ve inanmış ise başkasının başına gelenler benim başıma da gelir. Şayet aslana benim aleyhimde bir şey söylenmediği hâlde, hiçbir sebebe dayanmadan bana kötülük etmek istiyorsa buna hayret etmemek mümkün değildir. Bir kimsenin başkasını hoşnut etmeye uğraşmasına karşılık, onu hoşnut etmeye muvaffak olamaması, hakikaten hayrete değer bir hâldir. Fakat insanı daha fazla hayrete düşürecek bir şey, memnun etmeye uğraştığı bir kimsenin öfkesine uğramasıdır. Şayet bu gazabı gerektiren bir sebep varsa, bu sebebin ortadan kalkmasıyla vaziyetin değişmesi ve rızanın kazanılması mümkündür. Fakat bu gazap sebepsiz ise her ümidi kesmek lazımdır. Çünkü ancak bir sebebe dayanan hiddet yatıştırılabilinir ve bu gazap rızaya çevrilir. Ben de vaziyetime baktım ve aslana karşı büyük küçük hiçbir kabahat işlediğimi görmedim. Fakat bir dost ile uzun bir arkadaşlık yapan kimsenin her hususta dikkatli davranmasına ve her hususa da aynı uyanıklığı göstermesine imkân yoktur. Bu yüzden belki de dostu üzecek büyük küçük birtakım yanlışlar yapılması olağandır. Ancak akıllı ve vefalı olan kimse, bu çeşit kusurların bir kasta bağlı olup olmadığına bakar, bu kusurun af ile karşılanması için bir engel bulunup bulunmadığına yahut bu kusura göz yummanın kendisini düşürüp düşürmeyeceğine dikkat eder ve göz yummaya yardım eden bir kusur yüzünden dostunu tenkitten çekinir. Aslan da benim bir kusurumu görmüş olabilir. Fakat ben farkında değilim. Bununla beraber benim mevkim itibarıyla nankörlük fakat aslana karşı dostluğum bakımından hayırseverlik sayılacak birtakım fikir ayrılıkları bulunabilir. O da bu ayrılığı, belki küstahlık saymıştır. Fakat ben bu yolda da son derece ihtiyatlı davrandım. Ancak sağduyu ve ahlak icaplarından ayrıldığını gördüğüm zaman ona karşı geldim. Bunu da kumandanlarının ve dostlarının yanında değil fakat baş başa kaldığımız zaman kendisine anlattım. Sözlerimi bir sır emniyet eder gibi söylemiş ve hürmet vazifesinde kusur etmemeye en büyük önemi vermiştim. Çünkü biliyorum ki danıştığı zaman dostlardan, hastalandığı zaman hekimlerden, şüpheye düştüğü zaman ilim adamlarından, gevşek davranarak gelişigüzel öğüt almayı bekleyen kimse, yanlışın en büyüğüne düşmüş, başından geçen dertleri çoğaltmış ve büyük vebal yüklenmiş olur.
Vaziyet böyle değil de aslanın hâli, hükümdarların uğradıkları sarhoşluk buhranlarından biri ise diyecek yok. Hükümdara; inanç, güven, sevgi ve saygı dairesinde dost olmanın dahi tehlikeli olduğunu bilirim. Şayet bu değil de benim bir parça bilgili olmam dolayısıyla bu hâl başıma geliyorsa buna karşı gelmeye de imkân yoktur. Fakat beni bu hâle uğratan sebep, bütün bunların hiçbiri değilse o hâlde kaza ve kaderin bir cilvesidir. Kaza ve kadere karşı gelmek ise kimsenin elinde değildir. Aslanın kuvvet ve satvetini mahveden ve onu mezara sürükleyen, zayi bir adamı kudurmuş bir filin sırtında taşıyan, zehirli yılanın üzerine zehirli dişlerini sökecek ve onu oynatacak kimseleri üşüştüren, âcize akıl veren, kuvvetli ve cesur kimseyi acze düşüren, eli dar olanın elini genişleten, korkağa cesaret veren ve cesurun içine korku salan kaza ve kaderdir.”
Dimne dedi ki:
“Aslanın sana karşı kastı, fena kimselerin kendisini kışkırtmalarından yahut hükümdarlık sarhoşluğunun nöbetlerine tutulmasından dolayı değildir, doğrudan doğruya gaddar ve hain olmasındandır. Çünkü aslan, içi kötü, hain ve namerttir. Onun insana verdiği yem, başı tatlı ve sonu öldürücü zehirle dolu bir şeydir.”
Şetrebe cevap verdi:
“Demek ben o tadı tadarak hoşlandım. Şimdi de sonu olan zehre vardım. Zaten ecelim gelmemiş olsaydı, ben bu aslanın yanına düşmezdim. Çünkü o et yiyen, ben ise ot yiyen bir hayvanım. Ben bu işte kokusunu ve tadını beğendiği nilüfer üzerine konan ve bu yüzden onun üzerinden ayrılmayan fakat ortalık kararır kararmaz yaprakları üzerine kapanan, böylece yapraklar içinde uğraşıp didişen ve nihayet ölen bir arı gibiyim. Zaten dünyada kısmeti ile kanmayan ve daha fazlasına göz diken kimse, ağaçlar ve çiçeklerle hoşnut olmayarak filin kulağından akan suya göz diken ve filin kulaklarından yediği darbelerle yok olan sinek gibidir. İyiliği ve sevgiyi şükretmeyen kimselere gösterenler, tuzlu toprağa ekin ekenler gibidirler. Kendisini beğenen kimseye söz söyleyenler, ölüden akıl danışan yahut sağıra sır emanet eden kimselere benzerler.”
Buna karşı Dimne şunları söyledi:
“Sen bu sözleri bırak da başının çaresini ara!”
Şetrebe cevap verdi:
“Kendime nasıl çare bulayım? Mademki aslan benim etimi yemeyi kurmuştur ve kendisi anlattığın gibi fena düşünceli ve fena huyludur, artık benim için yapılacak bir şey kalmamıştır. Hâlbuki ben, onun bana karşı iyilikten başka bir şey düşünmediğini sanıyordum. Fakat kendisi böyle düşünmüş ve dostları benim öldürülmemi istemiş olsalar da yine kurtuluş imkânı kalmazdı. Çünkü iyi ve suçsuz bir kimse etrafında düzenbaz ve zalim kimseler toplanacak olurlarsa onu muhakkak ki ölüme uğratırlar. Onların zayıf olmaları ve zulme uğrayan kimsenin kuvvetli olması da buna karşı fayda etmez. Nasıl ki kurt, karga ve çakal bir olarak devenin öldürülmesine sebep olmuşlar ve bunu yapmaları için ona hıyanet etmeleri ve onu aldatmaları kâfi gelmişti.”
Dimne sordu:
“Bu nasıl oldu?”
Şetrebe anlattı:
Bir aslan, insanların geçtikleri bir yola yakın bir ağaçlıkta barınıyormuş; bir kurt, bir karga ve bir çakaldan ibaret üç arkadaşı varmış. Günün birinde birtakım çobanlar buradan geçmişler. Yanlarında birtakım develer de bulunuyormuş. Develerden biri geride kalarak ağaçlığa girmiş ve aslanın yanına varmış. Aslan deveyi görerek sormuş:
“Nereden geldin?”
“Şuradan geldim!”
Aslan tekrar sormuş:
“Ne diliyorsun?’’
Deve cevap vermiş:
“Efendimiz ne emrederse onu yapmak!”
Aslan şu sözleri söylemiş:
“Öyle ise yanımızda kal. Burada bolluk, genişlik ve emniyet var!”
Deve de burada kalmış, aslan ve arkadaşlarıyla birlikte uzun bir zaman yaşamış. Derken günün birinde aslan ava çıkmış büyük bir fil ile karşılaşarak şiddetli bir savaşa tutuşmuş, sonunda yaralı bereli bir hâlde filin elinden kurtulmuş ve yaralarından kan aka aka geri dönmüş. Dönmüş ama döner dönmez kımıldayamayacak, avlanamayacak bir hâlde yere serilmiş. Kurt, karga ve çakal, aslanın artıklarıyla geçindikleri için günlerce yiyecek bulamamak yüzünden zayıfladıkça zayıflamışlar, aslan da onların bu hâline bakarak:
“Yahu, çok bozuldunuz ve beslenmeye muhtaç bir hâle geldiniz.” demiş.
Üçü de birden:
“Biz kendimizi asla düşünmüyoruz. Fakat efendimizi bu hâlde gördükçe ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Elimizden gelse de size yiyecek bulsak…” demişler. Aslan da:
“Sizin, iyilikseverliğinize inanıyorum. O hâlde sağa sola bir başvursanız da bir av bulsanız, bu sayede ben de siz de biraz bir şeyler yesek!..” demiş.
Kurt, çakal ve karga aslanın yanından çıkarak bir kenara çekilmişler, oturup konuşmuşlar ve:
“Bizimle şu ot yiyen hayvan arasındaki münasebet ne? Onun hiçbir hâli bizim hâlimize benzemez ve kafası bizim kafamız gibi işlemez. O hâlde aslanın şunu parçalayıp yemesini, etinden de bize yedirmesini tavsiye etsek?..” demişler.
Çakal:
“Hayır, bunu aslana söyleyemeyiz. Çünkü deveye söz vermiş ve onun burada huzur içinde yaşayacağını söylemiştir.” demiş.
Buna karşı karga şu cevabı vermiş:
“Ben aslanla konuşur, meseleyi hallederim.”
Ve hemen yerinden kalkıp aslanın yanına gitmiş, aslan sormuş:
“Bir şeyler buldunuz mu?”
Karga şu cevabı vermiş:
“Ancak çalışan ve gören bir kimse bir şeyler bulur. Bize gelince, uğradığımız açlık yüzünden gözümüz görmüyor ve çalışmaya da takatimiz yok. Fakat bir çare bulduk ve bu çare üzerinde birleştik. Hükümdar da razı olursa mesele kalmaz.”
Aslan sordu:
“Bulduğunuz çare ne?”
Karga anlattı:
“Şu deve yok mu? O, ot yiyen hayvan olduğu, bize hiçbir faydası dokunmadığı, hiçbir zararı gideremediği hâlde aramızda dönüp dolaşıyor ve hiçbir işe yaramıyor.”
Aslan, bu sözlerden fena hâlde kızarak der ki:
“Ne fena düşünüyor ve ne bayağı sözler söylüyorsun. Vefalılığa ve merhamete ne kadar aykırı şeylerden bahsediyorsun. Senin bana karşı bu kadar küstahlık göstermeni, bana bu çeşit sözlerle hitap etmeni hiç beklemezdim. Biliyorsun ki ben deveye söz verdim. Onun burada emniyet ve huzur içinde yaşayabileceğini kendisine bildirdim. Dünyada yapılacak en büyük iyilik, korku içinde yaşayan bir kimseyi emniyete kavuşturmak, boşu boşuna akıtılacak bir kanı korumaktır. Ben deveye bu yolda söz vermiş bulunuyorum. Verdiğim sözden dönmeye imkân yoktur.”
Buna karşı karga der ki:
“Bütün bunları biliyorum. Fakat bir ev halkını kurtarmak için bir can, bir kabileyi kurtarmak için bir ev halkı, bir şehir halkını kurtarmak için bir kabile ve bir devleti kurtarmak için bir şehir feda edilebilir. Şimdi ise devlet ihtiyaç içindedir. Hükümdar kabul ettiği takdirde ben, ona hiçbir eziyet çektirmeden verdiği sözden kurtarırım. Ona göre çare bulur ve bu çare sayesinde vaziyeti düzelterek mükemmel bir netice elde ederiz.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.