Kitabı oku: «Kaybedilen », sayfa 2
Bölüm 3
Kapıyı açan genç kız, onu Bill’in yüzüne kapatacakmış gibi durmuştu. Ama tam aksine, arkasını dönüp, kapıyı açık bırakarak bir kelime bile etmeden uzaklaştı.
Bill içeri girdi.
“Selam April,” dedi otomatik olarak.
Riley’in suratsız, leylek bacaklı, annesi gibi siyah saçları karmakarışık, on dört yaşındaki kızı yanıt vermedi. Üzerinde yalnızca geniş bir tişört olduğu halde köşeyi dönüp kendisini kanepeye bıraktı ve cep telefonu ile kulaklıkları dışındaki her şeyle ilgisini kesti.
Bill ne yapacağını bilemeden orada öylece kaldı. Riley’i aradığında isteksizce de olsa onunla görüşmeyi kabul etmişti. Yoksa fikrini mi değiştirmişti?
Bill sanki ıssız bir evdeymiş gibi etrafına bakındı. Oturma odasında gezinirken tıpkı Riley’in karakteri gibi her şeyin yerli yerinde ve düzenli olduğunu gördü. Oysa tamamen kapalı güneşlikler ve mobilyaların üzerindeki toz tabakası hiç de onun karakterine uygun değildi.
Kitaplıkta, izinli olduğu süre içinde sorunlarından uzaklaşması için ona aldığı bir dizi yepyeni polisiye romanını gördü. Bir tanesinin bile kapağı açılmamıştı.
Bill’in endişeleri arttı. Bu onun tanıdığı Riley değildi. Meredith haklı olabilir miydi? Daha uzun süre izine ihtiyacı var mıydı? Riley daha hazır değilken ona gelmekle hata mı ediyordu? Bill kendini toparlayıp karanlık evin iç kısımlarına doğru ilerledi. Köşeyi döndüğünde Riley’i formika mutfak masasında, üzerinde bornozu, terlikleri ve bir fincan kahve olduğu halde buldu. Riley ona baktı ve Bill onun yüzünde sanki kendisinin geleceğini untmuş gibi bir utanma belirtisi gördü. Ama hemen toparlanarak hafif bir gülümseme ile ayağa kalktı.
Bill ona gidip sarıldı ve o da Bill’e hafifçe sarıldı. Terliklerinin içindeyken boyu Bill’den biraz daha kısaydı. Çok, çok zayıflamıştı ve Bill’in endişeleri daha da arttı.
Masada onun karşısına oturup, incelemeye başladı. Saçları temizdi ama taranmamış gibiydi. Görünüşe bakılırsa bu terlikler günlerdir ayağındaydı. Yüzü zayıf, çok soluk görnüyordu ve beş hafta önce onu en son gördüğünden beri daha yaşlanmış gibi duruyordu. Bir felaketten çıkmış gibiydi. Çıkmıştı. Bill, son katilin ona neler yaptığını düşünmemeye çalıştı.
Riley bakışlarını ondan kaçırmıştı ve her ikisi de derin bir sessizlikle orada öylece oturuyorlardı. Bill onu canlandırmak, teselli etmek için neler söyleyebileceğini çok iyi biliyordu fakat onun üzgün hali karşısında kendisini tükenmiş hissetti ve tüm kelimeler boğazına düğümlendi. Onu, tıpkı eskiden olduğu gibi güçlü görmek istiyordu.
Bill, sandalyesinin yanında yerde duran yeni cinayet davasıyla ilgili dosyayı hemen sakladı. Şu an bu dosyayı ona gösterip göstermeyeceğinden emin değildi. Buraya geldiği için artık daha çok pişman olmuştu. Riley’in daha çok zamana ihtiyacı olduğu görünüyordu. Açıkçası, onu burada bu şekilde gördükten sonra, uzun süreli partnerinin artık geri dönüp dönmeyeceğinden de pek emin değildi.
“Kahve?” diye sordu Riley. Bill onun huzursuzluğunu hissedebiliyordu.
Başını salladı. Riley çok kırılgandı. Bill onu hastanede ziyaret ettiğinde hatta evine de geldiğinde onun için korkmuştu. Katlandığı acı şiddetten, uzun süredir yaşadığı karanlıktan sıyrılıp sıyrılamayacağını merak ediyordu Riley’in. Bunun tam aksine aldığı her davada yenilmez gibi görünürdü. Bu son davada, bu son katilde farklı bir şeyler vardı. Something about this last case, this last killer, was different. Bill, bu adamın bugüne kadar karşılaştıkları en psikopat sapık olduğunu ve konuda daha çok şeyler söylendiğini anlayabiliyordu.
Onu incelerken Bill’e bir şey oldu. Aslında Riley gerçek yaşını gösteriyordu. O da kendisi gibi kırk yaşındaydı ama çalıştıkları günlere geri döndüğünde, canlandırıp birleştirdiğinde, bir kaç yıl daha genç görünüyordu. Siyah saçlarının arasında beyazlar belirmeye başlamıştı. Aslında kendi saçları da beyazlamaya başlamıştı.
Riley kızına seslendi: “April!”
Yanıt yok. Riley, kızı kendisine yanıt verene kadar ses tonunu sürekli yükselterek, ismini defalarca tekrarladı.
“Ne?” diye yanıtladı April tamamen kızgın bir tonda.
“Dersin saat kaçta bugün?”
“Kaçta olduğunu biliyorsun.”
“Sadece söyle tamam mı?”
“Dokuza yirmi kala.”
Riley kaşlarını çattı. Üzgün görünüyordu. Bill’e baktı.
“İngilizceden çuvalladı. Derslerini çok fazla astı. Bundan kurtulması için ona yardım etmeye çalışıyorum.’’
Bill, hepsini çok iyi anlamış gibi başını salladı. Ajans yaşamının hepsinin üzerinde olumsuz etkileri vardı ve bundan en büyük zararı aileler görüyordu.
“Üzgünüm.” dedi.
Riley omuz silkti.
“On dört yaşında ve benden nefret ediyor.”
“Bu iyi değil.”
“Ben on dört yaşındayken herkesten nefret ederdim.” dedi. “Sen etmez miydin?”
Bill yanıt vermedi. Riley’in herkesten nefret ettiğini hayal etmek zordu.
“Senin çocukların da o yaşa gelecekler.” dedi Riley. “Şimdi kaç yaşındalar? Unuttum.”
“Sekiz ve on.” diye yanıtladı Bill ve ardından da gülümsedi. “İşleri Maggie götürüyor. April’in yaşına geldiklerinde onların hayatlarında olup olmayacağımı bile bilmiyorum. ”
Riley başını eğip ona endişe ile baktı. Bill bu sevecen bakışı kaçırdı.
Riley, “Bu kötü değil mi?” dedi.
Bill bu konuyu düşünmek istemiyordu. Uzaklara baktı.
Bir an için ikisi de sessizleştiler.
“Yerde sakladığın şey nedir?” diye sordu Riley.
Bill aşağıya baktı, geri dönüp gülümsedi. Bu durumdayken bile Riley’in gözünden bir şey kaçmıyordu.
Yerdeki zarfı alıp masanın üzerine koyarken, “Bir şey gizlemiyorum.” dedi Bill.
Riley kocaman gülümsedi. Bill’in gerçekten neden burada olduğunu gayet iyi biliyordu. “Göster bana.” dedi ve April’a endişeyle bakarak ekledi, “Hadi dışarı çıkalım. Onun görmesini istemiyorum.”
Riley terliklerini çıkarıp Bill’in önünden yalınayak arka bahçeye yürüdü. Riley buraya taşınmadan çok önce burada olan, yıpranmış ahşap piknik masasına oturdular ve Bill tek ağacın olduğu küçük bahçeye göz attı. Her iki yanda da kütükler vardı. Bu görüntü Bill’e şehirde olduklarını neredeyse unutturmuştu.
Çok izole, diye düşündü.
Bu evin Riley için uygun olduğunu hiç düşünmüyordu. Küçük çiftlik tarzı ev, şehrin on mil dışında, eski ve sıradandı. Ağaçlıklar ve meralara bakan tali yoldaydı. Bu yöresel yaşamın da onun için hiç uygun olduğunu düşünmüyordu. Partilerde gezerken onu hayal etmek zordu. En azından işe tekrar başladığında hala Fredericksburg’a kadar araba ile gelip, oradan Amtrak treni ile Quantico’ya geçebilirdi. Hala çalışabilecekse tabii.
“Elinde ne var, bana göster.” dedi Riley.
Bill raporları ve fotoğrafları masanın üzerine yaydı.
“Daggett davasını hatırlıyor musun?” diye sordu. “Sen haklıydın. Katil doğru değildi.”
Riley’in, fotoğraflara bakarken gözlerinin büyüdüğünü gördü. Rily dosyaları dikkatle incelerken ikisi de sessizliğe büründü. Bill, onun geri dönmesi için buna ihtiyacı mı olduğunu yoksa ters mi tepeceğini merak ediyordu.
Sonunda, “Peki ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Yine sessizlik. Riley başını hala dosyadan kaldırmamıştı.
Sonunda başını kaldırdığında, Bill onun gözlerinden süzülen yaşları görünce çok şaşırdı. Onun ağladığını daha önce hiç görmemişti. En kötü vakalarda bile, bir cesete yaklaştığında bile… Bu kesinlikle onun tanıdığı Riley değildi. O katil, Riley’e düşündüğünden daha fazlasını yapmış olmalıydı.
Hıçkırmayı kesti.
“Ben korkuyorum Bill.” dedi. “Çok korkuyorum. Her zaman. Her şeyden.”
Bill, onu böyle görünce içinin cız ettiğini hissetti. Eski Riley’in nereye gittiğini merak etti. Zor zamanlarda bir kaya gibi dayanıklı, kendisinden daha güçlü ve daima güvenebileceği Riley’in nereye gittiğini… Onu, ne kadar özlediğini anlatamıyordu.
“O öldü Riley,” dedi olabildiğince kendinden emin bir ses tonuyla. “Artık sana zarar veremez.”
Riley başını salladı.
“Bunu bilemezsin.”
“Emin ol biliyorum.” diye yanıtladı Bill. “Patlamadan sonra onun bedenini buldular.”
“Bedenin kime ait olduğunu teşhis edemediler.” dedi Riley.
“Sen de biliyorsun, ceset ona aitti.”
Başını öne eğdi ve ağladığı görülmesin diye bir eliyle yüzünü kapadı. Bill masanın karşısından onun diğer elini tuttu.
“Bu yeni bir vaka.”dedi. “Sana olanlarla hiçbir ilgisi yok.”
Riley başını salladı.
“Bu önemli değil.”
Ağlayarak uzandı ve başını geri çevirerek dosyayı ona uzattı.
Başını öne eğip, titreyen ellerle dosyayı ona geri verirken, “Özür dilerim.” dedi ve ekledi, “Sanırım artık gitsen iyi olacak.’’
Bill, şaşkınlık ve üzüntü içinde dosyayı geri aldı. Bir milyon yıl geçse de böyle bir sonuç alacağını beklemiyordu.
Bill kendi göyaşlarına engel olmaya çalışarak orada bir süre oturdu. Sonunda kibarca Riley’in elini okşadı, masadan kalktı ve evden çıkmak için kapıya yürüdü. April hala oturma odasında, gölezrini kapamış, müzikle başını sallayarak oturuyordu.
*
Riley, Bill gittikten sonra, piknik masasında ağlayarak oturdu.
İyi olduğumu sanıyordum, diye düşündü.
Bill için gerçekten de iyi olmayı isterdi. Ve buna gerçekten de devam edebileceğini sanmıştı. Mutfakta oturmuş önemsiz konulardan konuşurken her şey yolundaydı. Sonra dışarıya çıktıklarında ve dosyayı gördüğünde de kendisini iyi hissedeceğini düşünmüştü. Aslında iyiden daha fazlasını hissedeceğini sanmıştı. Kendini işin içine dahil etmişti. İşi için duyduğu eski istek geri gelmişti ve yeniden sahalara dönmeyi istemişti. Zeki bir oyunun parçası olan, neredeyse aynı, birbirine çok benzeyen ve çözülmesi gereken bir bulmacaya benzeyen bu cinayetlerde duygularını saklamayı öğreniyordu. Bu çok iyiydi. Terapisti ona eğer isterse işe geri dönebileceğini söylemişti.
Ama sonra birden bu zekice bulmaca gerçek haline, iki masum kadının korku ve acı ile tahmin edilemez sancılar içinde öldüğü bir insanlık trajedisi gerçeğine dönüşmüştü. Sonra birden Onlar için de benim için olduğu kadar kötü müydü? diye merak etmeye başlamıştı.
Şimdi bedeni panik ve korku içindeydi. Ve utanç içindeydi. Bill onun ortağı ve en iyi arkadaşıydı. Ona çok şey borçluydu. Son birkaç haftadır kimse onun yanında değilken, Bill onu yalnız bırakmamıştı. Hastanedeyken yanında o olmasaydı ne yapacağını bilmiyordu. İstediği son şey, Bill’in, kendisini çaresiz bir duruma düşmüş görmesiydi.
April’ın arka kapıdan seslendiğini duydu.
“Anne, yemek yiyelim artık. Yoksa geç kalacağım.”
Birden ona hemen şu yanıtı verme gereği hissetti. “Kendi kahvaltını kendin hazırla!”
Ama bu yanıtı vermedi. Uzun zamandır April ile savaşmaktan yorgun düşmüştü. Savaşmayı bıraktı.
Masadan kalktı ve tekrar mutfağa gitti. Kağıt havlu rulosundan bir parça havlu kopararak gözyaşlarını ve burnunu sildi. Yemek yapmaya hazırlandı. Terapistinin sözlerini yeniden anımsamaya çalıştı: Günlük işler bile en azından bir süreliğine çaba göstermeni gerektirecek. İşleri halletmek için her seferinde bebek adımları ile ilerliyordu.
Önce buzdolabından kahvaltılıkları çıkardı. Bir kutu yumurta, bir paket domuz jambonu, bir kavanoz reçel… Çünkü kendisi sevmese bile April reçeli seviyordu. Sonra tavaya altı dilim jambon yerleştirdi ve ocağın üzerine koyarak gazı açtı.
Sarı-mavi alevin parlamasıyla geriye doğru çekildi. Gözlerini kapadı ve her şey yeniden aklına gelmeye başladı.
Riley, bir evin altında, döşeme boşluğundaki dar alanda, eğreti bir kafesin içinde yatıyordu. Gördüğü tek ışık propan bir meşaleydi. Bütün zamanı karanlıkta geçiyordu. Döşemenin altındaki zemin topraktı. Üzerindeki levhalar zorlukla çömeleceği kadar alçaktı.
Adam küçük kapıyı açıp döşeme boşluğuna, Riley’in yanına süzüldüğünde bile her yer karanlıktı. Adamı göremiyordu ama nefes aldığını ve mırıldandığını duyabiliyordu. Adam kafesin kilidini çevirip gürültüyle açtı ve içeri girdi.
Sonra meşaleyi yaktı. Riley bu ışıkta onun acımasız ve çirkin yüzünü görebiliyordu. Bir tabak berbat yemek getirerek onunla alaya başladı. Eğer Riley yemeğe yetişebilirse adam meşaleyi ona değdiriyordu. Riley yanmadan yemek yiyemiyordu…
Gözlerini açtı. Gözleri açıkken görüntüler daha az canlıydı ama anıların akışını durduramıyordu. Bütün vücudu adrenalin ile dolu olduğu halde bir robot gibi kahvaltıyı hazırlamaya devam etti. Kızının sesi yeniden duyulduğunda masayı henüz hazırlamıştı.
“Anne, daha ne kadar var??”
Riley yerinden zıpladı ve elindeki tabak yere düşüp kırıldı.
“Ne oldu?” diye seslendi April onun arkasında belirerek.
“Bir şey yok.” dedi Riley.
Yerdeki pisliği temizledi ve April ile birlikte oturup yerken aralarındaki düşmanlık her zamanki gibi ortaya çıkmıştı. Riley bu döngüyü sona erdirmek, April’a doğrudan ulaşabilmek için April, ben senin annenim ve seni çok seviyorum demek istedi. Ama bunu her denediğinde daha da kötü oluyordu. Kızı ondan nefret ediyordu ve o bunun nedenini ya da nasıl sona ereceğini bilmiyordu. “Bugün ne yapacaksın?” diye sordu April’a.
“Ne demek istiyorsun?” diye terslendi April. “Dersim var.”
“Yani dersten sonra…” dedi Riley ses tonunu sakin ve şefkat dolu tutmaya çalışarak. “Ben senin annenim. Bilmek istiyorum. Bu çok normal.”
“Hayatımızda hiçbir şey normal değil.”
Bir süre sessizce yediler.
“Benimle hiç konuşmuyorsun. ” dedi Riley.
“Sen de.”
Bu cümle aralarındaki konuşmayı tamamen kesmişti.
Bu doğru, diye düşündü Riley acı acı. April’ın düşündüğünden daha da doğru. Riley ona işinden, vakalarından, esir olduğu günlerden, hastanedeki günlerinden ya da şu an neden izinli olduğundan hiç söz etmemişti. April’ın tek bildiği tüm bu süre boyunca babasının yanında kalmak zorunda olduğuydu ve o, babasından, annesinden nefret ettiğinden daha çok nefret ediyordu. Ama Riley her ne kadar kızına olanları anlatmak istese de, kendisine olanları bilmemesinin onun için daha iyi olacağını düşünmüştü.
Riley giyindi ve April’i okula götürdü. Yol boyunca bir kelime bile konuşmadılar. April arabadan inerken Riley arkasından seslendi: ‘’Saat onda görüşürüz.’’
April dönüp yüyürken annesine isteksizce el salladı.
Riley arabayı yakındaki kafeteryaya doğru sürdü. Bu artık onun için alışıldık olmuştu. Kalabalık içinde zaman geçirmek onun için zor olmaya başlamıştı ve bunu neden yapmak zorunda olduğunu kesinlikle biliyordu. Kafeterya küçüktü ve özellikle sabahları fazla kalabalık olmazdı. Böylece Riley kendisini fazla rahatsız hissetmiyordu.
Orda oturmuş cappuccino içerken Bill’in ricasını anımsadı. Kahretsin ki altı hafta olmuştu.
Bu değişmek zorundaydı. Kendisi değişmek zorundaydı. Bunu nasıl başarabileceğini bilmiyordu.
Ama aklına bir fikir geliyordu. Tam olarak nereden başlayacağını biliyordu.
Bölüm 4
Propan meşalenin beyaz alevi Riley’in önünde dalgalanıyordu. Yanmamak için ileri geri gidip gelmek zorundaydı. Işığın parlaklığı gözlerini kör ediyor ve kendisini esir eden adamın yüzünü bile göremiyordu. Meşalenin alevi dönüp dururken havada izler bırakıyor gibiydi.
“Kes şunu!” diye bağırdı. “Kes şunu!”
Sesi bağırmaktan kalınlaşmış ve boğuklaşmıştı. Neden nefesini tükettiğini bilmiyordu. Adamın kendisine ölene kadar durmadan işkence edeceğini biliyordu.
Tam o anda adam bir havalı korna çıkarıp onu tam kulağına üfledi.
Bir araba kornası çaldı. Riley geçmişten günümüze dönerek dışarı baktı ve kavşaktaki ışığın yeşile döndüğünü gördü. Arkasında bir dizi araba sıralanmıştı ve hemen gaza bastı.
Riley, avuçlarının içi terleyerek geçmşi bir kenara bıraktı ve kendisine nerede olduğunu anımsattı. Katilin tarifsiz sadizminden kurtulan diğer kadın olan Marie Sayles’i ziyarete gidecekti. Geçmişi anımsayarak korktuğu için kendisine kızdı. Birbuçuk saattir aklı başında araba kullanıyordu ve iyi iş becerdiğini düşünüyordu.
Riley lüks Viktoryan evlerini geçerek Georgetown’a girdi ve Maire’nin kendisine telefonda verdiği adrese giderek kırmızı tuğlalı ve güzel bombeli pencereleri olan bir konağın önüne park etti. Bir süre arabanın içinde oturarak içeri girmek için cesaretini toplamaya çalıştı.
Sonunda arabadan çıktı. Merdivenlerden çıkarken Marie’yi kapıda görünce sevindi. Marie kasvetli ama zarif giyinmişti ve kibarca gülümsemişti. Yüzü yorgun ve bitkin görünüyordu. Gözlerinin altındaki halkalardan, Riley onun ağlamış olduğunu kesinlikle anlamıştı. Bu ona sürpriz olmamıştı. İkisi haftalardır görüntülü sohbet ediyorlardı ve birbirlerinden sakladıkları çok az şey vardı.
Sarıldıklarında Riley onun beklediği kadar uzun ve yapılı olmadığını farketti. Topuklu ayakkabıların içinde bile Riley’den kısaydı ve bedeni narin ve inceydi. Riley buna şaşırmıştı. Marie ile pek çok kez konuşmuşlardı ama ilk kez yüzyüze görüşüyorlardı. Marie’nin narinliği tüm bu yaşadıklarından sonra onu daha da cesur gösteriyordu.
Riley, Marie ile yemek odasına ilerlerken atrafını gözden geçirdi. Ev son derece temizdi ve zevkli döşenmişti. Tek başına yaşayan bir kadın için çok renkli bir evdi. Ama Marie tüm perdeleri kapatmış ve ışıkları azaltmıştı. Riley bunu itiraf etmek istemese de kendi evi aklına geliyordu. Marie yemek massasına hafif bir öğlen yemeği hazırlamıştı ve Riley yemek için masaya oturdu. İkisi de garip bir sessizlik içinde oturuyorlardı ve Riley neden terlediğini anlamıyordu. Marie’yi görmek tüm yaşadıkarını geri getirmişti.
“Eee. . . nasıl hissediyorsun?” diye sordu Marie. “Yeryüzüne çıkmak nasıl?”
Riley gülümsedi. Marie, bugünkü araba yolculuğunun ne hissettirdiğini herkesten daha iyi anlıyordu.
“Oldukça iyi.” dedi Riley. “Aslında son derece iyi. Kendimi gerçekten yalnızca bir kez kötü hissettim.”
Marie çok iyi anladığını gösterir gibi başıyla onayladı.
“Yani, başardın.” dedi Marie. “Ve bu çok cesurca.”
Cesur, diye düşündü Riley. Kendisini tam olarak böyle tanımlayamazdı. Aktif ajanken belki cesurdu. Acaba yine kendisini böyle tanımlayabilir miydi?
“Sen nasılsın?” diye sordu Riley. “Ne kadar çıktın dışarıya?”
Marie sessizliğe büründü.
“Evden hiç çıkmadın değil mi?” diye sordu Riley.
Marie başını salladı.
Riley öne eğilip Marie’nin bileğine şefkatle dokundu.
“Marie, bunu yapmak zorundasın.” diyerek onu zorladı. “Eğer kendini böyle içeriye hapsetmeye devam edersen bu senin hala onun esiri olduğun anlamına gelecek.”
Marie’nin boğazından boğuk bir hıçkırık sesi geldi.
“Özür dilerim.” dedi Riley.
“Önemli değil. Sen haklısın.”
Riley yemeklerini yerken Marie’yi izledi. Ortalığı uzun bir sessizlik sarmıştı. Riley Marie’nin iyi olduğunu düşünmek istiyordu ama itiraf etmeliydi ki kendisine çok zayıf görünmüştü. Bu, onun kendisi için de korkmasına neden oluyordu. Kendisi de bu kadar kötü mü görünüyordu?
Riley, sessizce Marie’nin tek başına yaşamasının onun için iyi olup olmadığını düşünüyordu. Belki de bir kocası ya da arkadaşı olsa kendisini daha iyi hiseder miydi? Sonra kendisi için de aynı şeyi düşündü. Henüz ikisi için de yanıtın muhtemelen hayır olduğunu düşünüyordu. Her ikisi de sürekli bir ilişki için gereken duygusal çerçeveye sahip değildiler. Bu yalnızca bir dayanak olurdu.
Bir süre sonra ,“Sana hiç teşekkür ettim mi?” diye sordu Marie sessizliği bölerek.
Riley gülümsedi. Marie’nin kendisini kurtarmasından söz ettiğini çok iyi biliyordu.
“Bir çok kez.’’ dedi Riley. “Buna gerek yok. Gerçekten.”
Marie çatalıyla tabağındaki yemeği karıştırdı.
“Hiç özür diledim mi?”
Riley şaşırmıştı. “Özür dilemek mi? Ne için?”
Marie zorlukla konuştu.
“Eğer beni oradan dışarı çıkarmasaydın, yakalanmayabilirdin.”
Riley kibarca Marie’nin elini sıktı.
“Marie, ben yalnızca işimi yapıyordum. Senin hatan olmayan bir şey için kendini suçlu hissetmemelisin. Bunun gibi uğraşman gereken çok şey var.”
Marie kabul ederek başıyla onayladı.
“Yalnızca her gün yataktan kalkmak bile bir başarı.” diye itiraf etti. “Eminim her yeri nasıl da karanlık tuttuğumu farketmişsindir. Her hangi bir parlak ışık bana o meşaleyi anımsatıyor. Televizyon izleyip, müzik bile dinleyemiyorum. Birisinin bana gizlice yaklaşacağından ve benim bunu duymayacağımdan korkuyorum. Her hangi bir ses beni panik yapıyor.”
Marie sessizce ağlamaya başladı.
‘’Artık dünyaya asla aynı gözle bakmayacağım. Asla. Dışarıda kötülük var, hepimizin etrafında. İnsanların korkunç şeylerle nasıl başa çıktıkları hakkında hiçbir fikrim yok. İnsanlara tekrar nasıl güvenebileceğimi bilmiyorum.”
Marie ağlarken Riley ona güven vermek, yanıldığını söylemek istedi. Ama bir yandan da yanıldığından pek emin değildi.
Sonunda Marie ona baktı.
“Bugün buraya neden geldin?” diye sordu sonuca gelerek.
Riley, Marie’nin bu ani çıkışıyla hazırlıksız yakalanmıştı ama açıkçası kendisi de bilmiyordu buraya neden geldiğini.
“Bilmiyorum.” dedi. “Yalnızca seni ziyaret etmek istedim. Nasıl olduğunu görmek istedim.”
Gizemli bir bakışla gözlerini kocaman açarak, “Başka bir şey daha var.” dedi Marie.
Belki de haklı diye düşündü Riley. Riley’in aklına Bill’in yeni davası geldi ve buraya gelmesindeki nedenin bu yeni dava ile kesinlikle ilgili olduğunu anladı. Marie’den ne istiyordu ki? Tavsiye? İzin? Cesaret? Güvence? Bir yandan Marie’nin kendisine çılgın olduğunu söylemesini istiyordu. Böylece rahatlayabilir ve Bill’i unutabilirdi. Ama diğer yanıyla da Marie’nin onu teşvik etmesini istiyordu.
Sonunda Riley derin bir nefes aldı.
“Yeni bir dava var.’’ dedi. “Aslında yeni sayılmaz. Fakat eski dava hiç ortadan kalkmadı.”
Marie’nin ifadesi gergin ve ciddi görünüyordu.
Riley yutkundu.
“Ve sen buraya bunu yapmayı sormak için mi geldin?” diye sordu Marie.
Riley omuzlarını silkti. Ama aynı zamanda Marie’nin gözlerinde güven ve teşvik aradı. Ve tam o anda buraya neyi bulmak için gelmiş olduğunun farkına vardı.
Ama Marie onu düş kırıklığına uğratarak gözlerini yere indirdi ve yavaşça başını salladı. Riley yanıtı duymak için bekledi ama onun yerine bitmeyen bir sessizlik devam etti. Riley, Marie’nin içinde bazı özel korkuların devam ettiğini farketti.
Sessizlik devam ederken Riley daireye göz gezdirdi ve Marie’nin ev telefonunu gördü. Telefonun duvardan kesildiğini görünce şaşırdı.
“Telefonuna ne oldu?” diye sordu Riley.
Marie tamamen sarsılmış görünüyordu ve Riley hassas bir noktaya değmiş olduğunu farketti. “Beni aramaya devam ediyor.’’ dedi Marie neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir fısıltıyla.
“Kim?”
“Peterson.”
Riley’in kalbi bir an ağzına geldi.
“Peterson öldü.” diye yanıtladı Riley titreyen bir sesle. “Ben o evi yaktım. Adamın cesedini buldular.”
Marie başını salladı.
“Herhangi birinin bedenini bulmuş olabilirler. O ceset onun değildi.”
Riley bir panik dalgası hissetti. Kendi korkularına geri dönmüştü.
“Herkes onun olduğunu söyledi.’’ dedi Riley.
“Ve sen de buna inandın mı?”
Riley ne diyeceğini bilmiyordu. Şimdi kendi korkularını açmanın zamanı değildi. Muhtemelen Marie sanrılar görüyordu. Ama nasıl olur da Riley kendisinin bile tamamen inanmadığı bir şeye onu ikna edebilirdi?
“Sürekli arıyor.” dedi Marie tekrar. “Arıyor, nefesini duyuruyor ve kapatıyor. Biliyorum arayan o. Yaşıyor. Hala beni taciz ediyor.
Riley vücuduna soğuk bir korkunun yayıldığını hissetti.
“Arayan bir telefon sapığı olabilir.” dedi sakin olmaya çalışarak. “Ama bunu bürodan kontrol ettirebilirim. Eğer korkuyorsan sana bir ekip arabası gönderebilirim. Onlar aramaları takip ederler.”
“Hayır!”dedi Marie keskin bir sesle. “Hayır!”
Riley ona şaşırarak baktı.
“Neden?” diye sordu Riley.
Marie, acıklı bir sızlanma gibi, “Onu sinirlendirmek istemiyorum.” dedi.
Riley, boğuluyor ve bir panik atak krizinin yaklaşmakta olduğu hissediyordu. Birden buraya gelmesinin ne kadar kötü bir fikir olduğunu farketti. Bir şey varsa o da kendisini çok kötü hissettiğiydi. Bu basık yemek odasında bir an daha oturamazdı.
“Gitmek zorundayım.” dedi. “Üzgünüm. Kızım bekliyor.”
Marie birden şaşırtıcı bir güçle, tırnaklarını derisine batırarak Riley’i bileğinden yakaladı.
Dönüp Marie’ye baktığında, buz mavisi gözlerindeki yoğunluk Riley’i dehşete düşürdü. “Davayı al.” dedi Marie.
Riley onun gözlerinde yeni davanın ve Peterson’un birlikte tek olarak bulanıklaştığını görebiliyordu.
“O orospu çocuğunu bul.” diye ekledi. “Ve onu benim için öldür.”