Kitabı oku: «Yusufçuklar Oldu Mu», sayfa 2
II
“Gözümün seğirmesinin nedeni belli oldu” diye söylendi Faize. “İyi geçinmedikleri belliydi.” Birkaç kez merdiveni çıkarak, Kemal’in yattığı odanın kapısına kadar gitti. Kulak vererek Kemal’in uyuyup uyumadığına baktı. Uyumadığını anladıkça huzursuzluğu arttı. En sonunda uyuduğundan emin olunca geri döndü. Uzunca bir süre Kemal’i, gelinini ve torununu düşündü. Sonra eline Lefkara işini alıp işlemeye başladı. Geçmişini yeniden yaşamaya başladı.
Altmış üç yaşında idi. Kısa boylu ve zayıftı. Gençken çok güzel bir kadındı. Genç kızlığında, genç kadınlığında “Çerkez kızı” diye bilinirdi köyünde. Köyün Türk ve Rumlar’ı onu bu isimle tanırlardı. Koyu mavi gözleri, kızılımsı saçları, ak teni, düzgün burnu ile çarpıcı bir güzelliği vardı. Kendisini Çerkez kızı olarak nitelendirmeleri bundandı.
On dokuz yaşında varmıştı kocasına. İlkokulu okumuş, evde oturuyordu. Kocası ise yirmi bir yaşında idi. Rüştiyede okumuştu. Çiftçilik yapan babasına yardım ediyordu.
Evliliğinden bir yıl sonra, Faize yirmi yaşında iken, ilk oğlu Kemal doğdu. Ondan sonra ikişer yıllık düzenli aralarla ikinci oğlu Mehmet, üçüncü oğlu Mustafa, kızı Sıdıka; Sıdıka’dan dört yıl sonra küçük oğlu Taner doğdu.
Faize, Taner’i anımsayınca kendi kendine güldü. Hoş bir çocuktu. Ortaokula yazılmaya gittiğinde, işlemini yapan öğretmen, başka şeyler yanında kardeşlerini de sormuş. Taner, adları ile birlikte yaşlarını da söylemiş. Kendi yaşını da söyleyince “oooo” demiş öğretmen, “baban sende düzeni bozdu. İki yıllık aralan dörde çıkardı.”
Taner bu olayı anlattığında ne çok gülmüşlerdi. Rahmetli kocası bile, kahkaha ile gülmüştü.
Taner’le birlikte bu olayı da anımsardı Faize.
Kemal, Faize’nin kaynatasının adı idi. Geleneklere uygun olarak ilk oğullarına onun adını vermişlerdi. Daha doğrusu kocası vermişti. Kendisine söz hakkı düşmezdi bu konuda.
Mehmet, kendi babasının adıydı. Kız doğmuş olsa idi kaynanasının adını taşıyacaktı. İlk çocukları erkek doğup kaynatasının adını alınca, ikinci oğullarına geleneklere göre kendi babasının adını vermeleri gerekirdi. Kocası bu geleneği uyguladı.
Üçüncü oğlu Mustafa, rahmetli kardeşinin adını taşıyordu. Kardeşi genç yaşta bilinmeyen bir hastalıktan ölünce, Faize’ye hiçbir şey söylemeden kocası, hemen sonra doğan çocuklarına Mustafa adını taktı.
Kızları doğunca, kocası ona kendi annesinin adı olan Sıdıka adını verdi.
Son oğlu doğduğunda ise kocası, hiç düşünmeden adını Taner koydu. Oysa bu durumda geleneklere göre çocuğa, en büyük amcasının adını koyması beklenirdi. Taner adı yüzünden, kocası ile kardeşi arasında, uzunca süre bir soğukluk oldu. Bu soğukluk, 1963’te Türk-Rum savaşı başlayıncaya kadar sürdü. İki kardeş ancak ondan sonra, o zor günlerde barıştılar.
Faize, tüm çocuklarını severdi. Ama ilk çocuğu, ilk gözağrısı Kemal’i diğerlerinden bir başka severdi. Yirmi yaşında, Kemal’ini kucağına aldığı ilk günü hiç unutmazdı. Onu o kadar çok severdi ki, yürümeye başladıktan sonra bile uzun süre kucağında taşıdı. Bir gün, çocuklu bir arkadaşı, “benim oğlum kâtip olacak” demişti kucağındaki oğlu için. O anda nasıl aklına gelmişse gelmiş, Faize de yanıt olarak “benim oğlum da şehbender olacak” demişti. Aslında şehbenderin ne olduğunu bilmezdi. Yalnızca büyüklerinin konuşmalarından çok büyük adam olduğunu anlıyordu. O günden sonra Kemal’in lakabı şehbender oldu çıktı. Kemal gerçi sonunda şehbender olmadı, ama Türkiye’de okudu ve büyük adam oldu. Onunla övünüyordu Faize.
Kocası, yalnız Kemal’ini değil Mehmet’ini de, Mustafa’sını da okuttu. Onlar da ta Türkiye’ye kadar gidip okudular.
Kızı yalnızca liseyi bitirdi. Kocası, kız çocuğuna bu kadar yeter dedi. “Olsun, yine dünyasını biliyor ya!”
Küçük oğlu Taner ise okumadı gitti. Ortaokulu zor bitirdi. Suç, rahmetli kocasında idi. Rahmetli, diğer çocuklarına karşı sert davranmış, onları neredeyse zorla okutmuştu. Taner’e gelince onu şımartmış, her istediğini yapar olmuştu. Taner’in okuyamayacağını anlayınca ise iş işten geçmişti. Diğer oğulları, efendi olmuştu. Kızının kocası, marangozdu. Taner ise Londra’da yıllarca kaçak olarak orada burada bulaşık yıkamış, korku içinde oradan oraya kaçmıştı. Neyse ki sonunda orada doğan Kıbrıslı bir Türk kızı ile evlenerek İngiltere’de kalma hakkı kazanmıştı. Taner geçen yıl biletini göndermiş ve annesini Londra’ya çağırmıştı. Üç ay kalmıştı Faize Londra’da. Kebapçı dükkânı işletiyordu Taner. Ev, dükkânın üstünde idi. İyi para kazanıyordu, ama çok da işlerdi. Bol bol da para harcıyordu. Geçenlerde ikinci bir dükkân almış. Vimpi mi ne? İşte ondan. Bir keresinde Taner onu bir vimpiye götürmüştü Londra’da. Nasıl bir şey olduğunu biliyordu.
1963 sonuna kadar Lefkara’da yaşadılar. Şöyle böyle geçiniyorlardı. Harnıplıkları, zeytinlikleri, bademlikleri, bir de bağları vardı. Kocası ayrıca, küçük bir bakkal dükkânı çalıştırıyordu. Kendisi de Lefkara işi yapıyordu. Bu konuda usta idi. Ünü vardı. Onun elinden çıkan Lefkara işleri kapış kapış edilirdi.
1955’de EOKA ortaya çıkıncaya kadar oldukça huzurlu bir yaşam sürmüşlerdi. Ondan sonra hiç huzur yüzü görmediler. Bir ara kocası sık sık eve gelmemeye başladı. Başlangıçta kocasından kuşkulandı. Evliliklerinin ilk yıllarında bir cıra girmişti aralarına. O dönemde birçok erkeğin cıralarla ilişkisi vardı. Gençler de isagülleri ile dalga geçerdi hep. Neyse ki kocasının cıradan kurtulması uzun sürmedi. Kadın köyden çekip gitti. Sonradan öğrendiğine göre kadın o yerlere düşmüştü. Faize bu kez de benzer şeylerin olmasından korkuyordu. Kocası ile aralarında hır gür çıkmaya başladı. Sonuçta kocası bir gün ona gerçeği anlattı: Rumlar’a karşı direnmek üzere kurulan gizli örgüt TMT’ye girmişti. Birçok gece eve gelmemesinin nedeni buydu.
Kocasıyla, ondan sonra hiçbir sürtüşmeleri olmadı. Rahmetli, oldukça ters bir adamdı. Sık sık sorun çıkarırdı. Ne kendisine ne de çocuklarına güleryüz gösterirdi. Çocuklar büyüdükten sonra bile bu tutumu pek değişmedi. Değişen tek şey vardı. Çocuklara söylemek istediklerini kendisine söyler, sonra da ondan aynı şeyleri çocuklarla konuşmasını isterdi.
Son yıllarında, Kuzey’e göç ettikten sonra çok değişmişti rahmetli. Yumuşak, sevecen, bambaşka bir insan olup çıkmıştı. Genç yaşında öleceğini mi anlamıştı ne?
21 Aralık 1963, yaşamlarım altüst eden gün oldu. Rumlar Lefkoşa’da Türkler’e saldırmışlardı. Sonra İskele ve başka yerlerde de çatışmalar çıktı. Köyden hiçbir Türk çıkamaz oldu. Besin sıkıntısı başladı. Rumlar Türkler’e besin maddeleri, özellikle de ekmek vermez oldular. Yürekli birkaç köylü, tüm tehlikeleri göze alarak Geçitkale’ye gidip geldi, orda da yiyecek sıkıntısı vardı.
Çok sürmedi. TMT’nin köydeki başkanı Turgut, yılbaşı akşamı, tüm köylüye birkaç saat içinde köyü terk edeceklerini bildirdi. Köyün EOKA lideri, Türkler’in tüm silahlarını teslim etmelerini istemiş ve belirli bir süre tanımıştı. Köyde hemen hemen her evde av tüfeği vardı. Ayrıca gizli örgüt TMT’nin bazı silahları olduğunu o gece öğrenmişlerdi.
TMT’ni köy başkanı Turgut karar vermişti: Silahları teslim etmeyeceklerdi. Tüm köylünün, silahlan ve alabilecekleri eşya ile o yılbaşı gecesi gece yarısından sonra köyü terk etmelerini ve dağ yollarından Geçitkale’ye ulaşmalarını kararlaştırdı. Öyle de oldu. Tüm köylü, yaşlı genç, çoluk çocuk, kadın erkek gece yarısından sonra yola düştüler. Öğleye doğru oraya ulaştılar.
Köylerinden göç ettiklerinde Kemal, Ankara’da üniversitede idi. Ankara’daki üçüncü yılı idi. Mehmet, Lefkoşa’da lisede, Mustafa ise İskele’de ortaokulda okuyorlardı. 21 Aralık olayları olur olmaz, ikisi de buldukları ilk araçla köye geldiler. Bu bakımdan köyü terk ettikleri gece onlar da evde idi.
Artık göçmendiler. Sıkıntılı günler başladı. Küçücük, eski bir evde yoklukla savaştılar. Uzun süre Kızılay’dan gelip dağıtılan yiyecek yardımı ile geçindiler. Aylar sonra kocasına az da olsa bir mücahit aylığı bağlandı.
Kemal’den uzun süre hiçbir haber alamadılar. Mehmet’le Mustafa da uzun süre okullarına gidemediler. Sonradan, bir yıl mı, iki yıl mı geçtikten sonra, babaları onları Leymosun’daki okullara yerleştirdi. Orada hem okudular, hem mücahitlik yaptılar. Bu suretle o zor günlerde babalarına yük olmadı çocuklar.
Bu arada savaşlar eksik olmadı. Komşu köy Boğaziçi’nde, ikide bir çatışma çıkıyordu. Hele bir kez, bayram günü başlayan çarpışmalar beş gün beş gece gün sürdü. Rumlar Boğaziçi’ni kuşatmışlardı. Bir tek Geçitkale tarafını boş bırakmışlardı. Boğaziçililer’in bir kısmı Geçitkale’ye sığındı. Onları yerleştirecek yer bulmada güçlük çekildi. Bereket mücahitler iyi direndiğinden Rumlar köyü alamadı. Geçitkale’ye sığınanlar, bir süre sonra geri döndü. Yoksa kim bilir ne güçlükler çekilecekti?
Geçitkale’de iç huzursuzluklar da hiç bitmedi. Mücahitlerin komutanını bile vurdular. Köyde ağalık taslayan biri yaptırdı bu işi. Yaptırdı ama bu, onun da sonu oldu. Hem kendisi, hem ailesi buldu.
Sonra o korkunç 15 Kasım 1967 saldırısı oldu. Çok büyük güçlerle saldırdı Rumlar. Kaç gencecik çocuk şehit oldu. Bunların arasında birçok köylüleri de vardı. Çoğu da uzaktan yakından akrabalarıydı.
O gece tüm kadınlar, çocuklar, yaşlılar sinemaya toplanmışlardı. Rum askerlerinin kendilerini toplayarak köy içinde yürütmesini, önce Fuat’ın Barı’na, sonra da Bebek Bar’a götürmesini, yaptıkları rezillikleri, korkutmalarını, işkencelerini hiç unutmamıştı. Yolda Mehmedemin Dayı’nın Rum askerleri tarafından yakılan ölüsü, her anımsadığında tüylerini diken diken ederdi. Kızı Sıdıka da yanında idi. Onun başına bir şey gelebilir diye ne çok üzülmüştü o gece.
Rahmetli kocası ise tutsak düşmüştü Rum askerlerine. Köyün eli silah tutan tüm erkeklerinden, çevre köylerine çekilemeyenlerin tümünü toplamışlardı. Aşağılayarak, horlayarak, dipçikleyerek, itip kakarak Geçitkale’den İskarinu’ya kadar kilometrelerce yürütmüşlerdi onları. O gece apaydındı. Ayışığı çevreyi pırıl pırıl aydınlatıyordu.
Arada rahmetli de bir tekme ve bir dipçik darbesi yedi.
Uzun zaman acısını çekti bu darbelerin. Kaç kez anlatmıştı o geceyi.
İskarinu’da onları üst üste yığmışlardı bir odaya. Arada bir, birini alıp götürüyorlar; işkence ederek, dayak atarak sorguladıktan sonra külçe halinde geri getiriyorlardı.
Yine arada bir, dışarıdan silah sesleri geliyor, Rum askerlerinin kendi aralarında, “bir köpeği daha temizledik” dedikleri duyuluyordu.
Özellikle komutanları, adları ile arıyorlardı. Bir kısım komutanlar, bazı mücahitlerle birlikte çevre köylerine çekilmeyi başarmıştı; tutsaklar arasında olanlar epeyce işkence gördü.
Bereket çağrılma sırası rahmetliye gelmedi. Sabahleyin Barış Gücü askerleri onları teslim aldı ve geri köye getirdi.
Faize bir de eve döndükten sonra, komşusu yaşlı kadının ölüsünü hiç unutamıyordu. Ailesi evi terk etmişti. Erkekler mevzide idi, kadınlar diğerlerinin yanına, sinemaya gitmişlerdi. Yaşlı kadın seksenlik ve yatalaktı. Onu evde bırakmışlardı.
Döndüklerinde onu yatağında, delik deşik olarak buldular. Çığlıklar üzerine Faize de koşup gitmiş ve onu görmüştü. O korkunç görüntü gözünün önünden gitmezdi.
15 Kasım olayları sırasında Kemal yine Türkiye’de idi. 1964 başlarında Lefkoşa’ya gelmiş, ancak kısa bir süre sonra ailesiyle hiç görüşemeden, Türkiye’ye geri gönderilmişti. Uzunca süre ondan haber alamadılar. Derken Erenköy’de olduğunu duydular. Orada iken Barış Gücü aracılığıyla, arada bir ondan mektup aldılar. Sonradan, oradan da yeniden Türkiye’ye geri döndüğünü öğrendiler.
Bu habere çok sevinmişlerdi,
Mehmet ile Mustafa da, Kemal’in Erenköy’den döndüğü yıl Ankara’ya, üniversitede okumaya gittiler. Onların durumundaki tüm gençleri göndermişlerdi Türkiye’ye. Sıdıka ile Taner Leymosun’da idiler. Sıdıka lisede, Taner ortaokulda okuyorlardı.
İki yıl sonra Kemal, okulunu bitirerek Ankara’dan döndü. Evden ayrılmasının üzerinden altı yıl geçmişti. Kısa bir süre sonra Lefkoşa’da çalışmaya başladı. Bir bekâr odası tutup oraya yerleşti.
Aynı yıl Sıdıka liseyi, Taner ortaokulu bitirdiler. Sıdıka’ya, yakın köylerden birinde bir öğretmenlik buldular; orada çalışmaya başladı. Taner ise ortaokulu bıraktı. Tüm zorlamalara karşın okumasını sürdürmedi. Mücahit yazıldı. Baba oğul birlikte mücahitlik yapmaya başladılar.
Geçmişe oranla yeniden oldukça huzurlu birkaç yıl geçirdiler. Arada Kemal evlendi. Mehmet ile Mustafa, okullarını bitirerek geri döndüler ve onlar da Lefkoşa’da çalışmaya başladılar. Sonra onlar da evlendiler. Önce Kemal’in bir kızı oldu; daha sonra da Mehmet’le Mustafa’nın oğulları!
Torunlarını çok sevdiler. Ne var ki onları çok az görebiliyorlardı. Kemal, Mehmet, Mustafa, köye iki-üç haftada bir geliyorlardı. Arada bir onlar da Lefkoşa’ya oğullarına gidiyorlardı ama yine de torunlarına doymuyorlardı.
Faize, savaşta ölen torunu Yasemin’i anımsadı ve gözleri ıslandı: “Zavallı Yasemincik üç yaşında gitti. Ne güzel, ne canlı bir çocuktu. Allah bilir ya! Rahmetliyi çöktüren nedenlerden biridir torunumuzun ölümü! İçine işlemişti bu olay!”
Faize derinden bir iç çekti: “Kemal da, bütün suçu Ayşe’ye yükledi. Oysa ne suçu var Ayşe’nin? Kemal’e öyle gelmiş. Ayşe’nin hiçbir suçu yok. Hangi anne çocuğunu bilerek, hatta bilmeyerek tehlikeye atar? Sıdıka ile diğer gelinlerim orada idiler. Onlar kaç kez anlattılar. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olmuş ama Kemal dinlemiyor ki!”
Faize, bir an işini bıraktı. Gözü yorulmuştu. Eskiden bütün gün, başını kaldırmadan çalışabiliyordu. Şimdi? Giderek daha çok yoruluyordu artık. Sıcak da onu bunaltmıştı.
“Kemal iyi uyudu. Bırak uyusun zavallı. Derdi çok!”
Ayağa kalkıp evin önündeki verandaya çıktı. Gölge tutmuştu. Buraya çıkabilirdi. Ne de olsa burası biraz daha serindi. Bir koltuk, bir sandalye çıkardı dışarıya. İşini de aldı; koltuğa oturdu. Gözlüklerini takarak yeniden işinin üstüne eğildi. Çalışmaya başladı.
“Ne korkunç olaylar geçirdik. İnşallah son olur. Çok şükür Türkiye gelip bizi kurtardı. Kaç yıl öldürülme korkusu ile yaşamıştık. Şimdi de başka sorunlar çok amma…”
İki kez her şeylerini bırakarak göç etmişlerdi. Bir üçüncü kez aynı şeyleri yaşamak istemiyordu Faize.
O soğuk yılbaşı gecesi çoluk çocuk, nasıl kaçmışlardı evlerinden! Saatlerce yürüdükten sonra Geçitkale’ye geldiklerinde yeniden doğmuşlardı.
Ya Barış Harekâtı sırasında? Papaz devrilip de Türkiye Kıbrıs’a asker çıkarınca, Rumlar bütün Türk köylerine saldırdılar. Nedense Geçitkale’ye dokunmamışlar; işi baskı ile çözümlemek istemişlerdi. Rahmetli ile Taner, mücahittiler. Ne olduysa oldu, mücahitlerin Barış Gücü’ne teslim olması istendi. Rahmetli nasıl da ağladı o gün. Tek kurşun atmadan teslim olmak zor gelmişti ona. Taner’i de alıp, gidip teslim oldular.
O günlerde Sıdıka, okullar kapalı olduğu için Lefkoşa’ya ağabeylerine gitmişti. İyi de olmuştu. Olaylar başlayınca Lefkoşa’da kesilmişti böylece.
Rahmetli ile Taner teslim olunca Faize evde yalnız kaldı. Köylüler buldukları her araç ve her olanakla Kuzey’e kaçıyorlardı. Rahmetli, ona da çok ısrar etti kaçması için. Faize kaçmadı. Kocası ile çocuğunu tutsak bırakıp gidemiyordu. Her gün onlara yiyecek hazırlayıp götürüyordu. Kaçarsa onlara ne olacak, kim yemek götürecek diye düşünüyordu.
Kemal’den, Mehmet’ten, Mustafa’dan, Sıdıka’dan çok az haber alıyordu. Buna karşın birlikte olduklarını bilmek, en büyük mutluluğuydu.
Bir gün tutsakları serbest bıraktılar. Daha doğrusu onlara, burada, yerlerinde mi serbest kalmak istedikleri, yoksa Kuzey’e mi götürülmek istedikleri soruldu. Birkaç kişi dışında tüm tutsaklar Kuzey’e geçmek istediklerini söylediler. Rahmetli ile Taner de böyle! Barış Gücü onları Lefkoşa’ya, Türk kesimine bıraktı. Çocuklarla buluştular orada.
Faize, Geçitkale’de tek başına kalmıştı. Köylülerden birçoğu gitmişti. Kuzey’e geçmek için yollar aramaya başladı. O günlerde, Türkler’i para karşılığı Kuzey’e geçirmek için birçok Rum çalışıyordu. Serbest geçiş yoktu çünkü. Rum askerleri ile polisleri tüm yolları tutmuşlar, Kuzey’e geçmek isteyenleri geri çeviriyorlardı.
Faize sordu soruşturdu. Kuzey’e gitmek için İskele’ye gitmesi gerektiği kanısına vardı. Satabildiklerini satıp savdı ve oraya gitti. Orada kendisine tavsiye edilen kişiyi buldu. Onu bir eve yerleştirdiler önce. Kendisi gibi Kuzey’e geçmek için gelen bir sürü Türk vardı. Günlerce bekleştiler. Bir gece ansızın onları aldılar. Deniz kıyısında bilmediği bir yere götürüp küçük bir deniz motoruna tıktılar. Oradan kendilerini başka bir kıyıya çıkardılar. Buranın İngiliz bölgesi Dikelya kıyısı olduğunu söylemişlerdi.
Çıktıkları kıyıda epeyce beklediler. Sonra gece karanlığında başka birisi onları araba ile alıp Türk bölgesinin sınırının başladığı Beyarmudu köyü dışına götürüp bıraktı. Oradan yürüyerek Türk bölgesine geçtiler.
Bu geçiş Faize’ye bir servete mal oldu. Yine de sevinçten ağladı. Kurtulduğuna inanamıyordu. O gece onları orada konuk ettiler. Ertesi gün de Lefkoşa’ya gönderdiler.
Faize’nin Lefkoşa’ya ulaştığı gün bayramdı sanki! Tüm aile bir araya gelmişti. Her şeyleri geride kalmıştı; yine de mutlu idiler. Özgürlüğün, güvenlik içinde olmanın tadını çıkarıyorlardı. Yerleşmek için köylerine o zamanki adı Aytotro olan Çayırova ayrılmıştı. Birlikte gidip gördüler. Ancak oraya yerleşmek istemediler. Zaten doğru dürüst ev de kalmamıştı.
Kemal, Mehmet, Mustafa daha önceden Lefkoşa’ya yerleşmişlerdi. İşleri orada idi. Hep birlikte Lefkoşa’da kalmayı düşündüler; ancak tüm çabalarına karşın Lefkoşa’da kendilerine tahsis edilecek bir ev bulamadılar. Aslında Kemal istese bu iş olabilirdi, olmadı. Kemal, bu gibi işlerde çok çekingendi nedense. Torpil kullanmaktan kaçınırdı hep. Oysa işler başka türlü dönmüyordu.
Düşündüler, taşındılar. Maraş, en iyisi idi. Faize’nin şimdi oturduğu bu ev, kendilerine tahsis edildi. Rahmetli ile birlikte gelip yerleştiler buraya. Sıdıka ile Taner de tabii! O zaman evli değildiler.
Sıdıka, yine öğretmen olarak çalışmaya başladı. Çok geçmeden evlendi. Kocası, Barış Harekâtı’na katılmıştı. Kıbrıs’a ilk inen paraşütçü birliğindendi. Terhis olunca burada kaldı.
Taner bir süre dolandı durdu. Çeşitli işlere girdi. Bir gün ansızın İngiltere’ye gideceğini söyledi. Çok geçmeden de gitti. Yıllarca oradan oraya gitti; değişik işlerde çalıştı. Sonunda kendi işini kurdu. “Şimdi iyidir çok şükür!”
Bu işlerden en çok rahmetli etkilendi. Buraya geldikten sonra hayır yüzü görmedi. Hastalıklar peşini bırakmadı. Üzüntüler kendisini perişan etti. İki yıl önce bir gün eşdeğer kâğıtları geldi. Güneyde bıraktıkları kocaman eve, dükkâna, harnıplıklara, zeytinliklere, tarlalara, bademliğe, bağa biçilen değer, oturdukları evi karşılamıyordu bile.
Malvarlığının çoğunu alınteriyle kazanan, toprak delisi rahmetli, bu darbeye dayanamadı. Yüreğine indi ve gitti.
“Allah rahmet eylesin” diye mırıldandı iç çekerek Faize. “Toprağı bol olsun!” Tam 42 yıl birlikte yaşamışlar, bir yastığa baş koymuşlardı.
Faize, o zamandan beri bu koca evde tek başına yaşıyordu.
III
Kemal, ter içinde uyandı. Kalkıp yatağın kenarına oturdu. Saatine baktı, on sekize geliyordu. “Epeyce uyumuşum” diye düşündü. Huzursuz, karabasan dolu bir uykuydu.
Bir süre ne yapacağını bilemedi. Sabahki olayları anımsadı. Dertleşecek, içini boşaltacak bir dosta öyle gereksinimi vardı ki! Murat’la Burhan’ı düşündü. İkisi de liseden beri candan arkadaşlarıydı. Son zamanlarda pek görüşemiyorlardı. Yine de birbirlerini çok severlerdi. Murat, Lefkoşa’ya her gelişinde ona uğrardı. Burhan pek uğramazdı. Niçin uğramadığını bilirdi. Karşıt partilerden birinde milletvekili idi. Kendisine zarar verir diye düşünüyordu.
“Onları bulabilir miyim acaba” diye içinden geçirdi. Evlerine gitmek istemiyordu. Bu saatlerde nerede olabileceklerini düşündü. “Kulübe uğrayayım. Burhan’ı değilse bile Murat’ı orda bulurum belki” diye karar verdi.
Odasından çıkıp merdiven başından annesine seslendi: “Anne, depoda su var mı? Şöyle bir dökünmek isterim.”
Annesinin bamteline basmıştı: “Ah oğlum! Bu sudan ne çekiyoruz bilsen. Üç dört günde birkaç teneke suyu zar zor alabiliyoruz. Onu da tankerle dağıtıyorlar. Şanslısın, dün dört teneke aldım. Depoya çeşmeden damla su akmaz. Hele yukarıdaki depo su görmeyeli yıllar oldu. Mehmet, geçenlerde bir su motoru getirip taktırdı. Ama çekecek su yok. Onun için duşu kullanamazsın.”
Faize bunları söyleye söyleye merdiveni çıktı.
Kemal banyoya doğru yürüdü. Yürürken aklına geldi. Temiz iç çamaşırları yoktu. “Ne yapalım, yeniden üstümdekileri giyerim. Giydiğimden başka elbise de yok.”
Annesi havluyu alıp geldi. “Senin temiz çamaşırın, elbisen de yok. Ne yapacaksın? Rahmetli babana ait her şeyi dağıttım. Dağıtmasam işe yarardı şimdi.”
“Zararı yok anne. Yarın Lefkoşa’ya gider alırım. Bugünlük üstümdekilerle idare ederim.”
Faize, oğluna acıyan, kaygı dolu gözlerle baktı. Başını salladı. Kemal’e havluyu uzattı ve yine aşağıya indi. “Demek ki iş sandığımdan da ciddi. Yarın Lefkoşa’ya gidip burada kalacak biçimde öteberisini alacağına göre! Kardeşlerinin haberi var mı ki? Yok herhalde! Olsaydı ağabeylerini yalnız bırakmazlardı. Şu telefon olsaydı ne iyi olurdu. Onlarla konuşurdum. Bir türlü takmadılar gitti.”
Yemeğe bakmaya gitti. Akşam yemeği için oğlunun çok sevdiği molihiya pişiriyordu. Evde biraz et vardı bereket. Yanına elle kesilmiş şehirge de yapacaktı. Şehirgenin suyuna bir parça tavuk suyu da attı mı, tadına doyum olmazdı.
Faize, çocuklarının sevdiği yiyecekleri genellikle hazır bulundurur, geldiklerinde onlara bu sevdikleri yiyeceklerden pişirirdi. Rendelenmiş, bol hellimli, el şehirgesini bütün çocukları severdi. Bu bakımdan onu her zaman yapar ve hazır bulundururdu. Bir de el makarnasını çok severdi çocuklar; ama onu yapmak daha zordu. Bu bakımdan sık sık yapamazdı. Arada bir ve de özellikle yılbaşında yapardı. Yılbaşında ayrıca pilavuna ile golifa da yapardı.
Tencerede pişen molihiyanın tadına baktı. Daha pişmemişti “Amma da çok zaman ister pişmek için bu mübarek” diye söylendi.
* * *
Kemal, kulübe giderken sıkıntılı idi. Görevden alınma işi duyulmuşsa ne yanıt vereceğini düşünüyordu.
Annesinden zor kurtulmuştu. İlle yemek yemesini istiyordu. En sevdiği şeyleri yapmıştı. “Sonra anne, geldiğimde yerim” diyerek evden çıktığında annesinin çok üzüldüğünü biliyordu.
Kulüp lokali, annesinin evinden pek uzak değildi. Birkaç dakikada oraya vardı. Arabasını park edip içeri doğru yürüdü. Ev olarak yapılmış, tek katlı, geniş bir bina idi. Oldukça kalabalıktı. Herkes bahçede oturuyordu. Kemal gözünü çevrede gezdirdi. Murat’ı göremedi, Burhan’ı bulacağını zaten pek ümit etmiyordu. İçeriye doğru yürüdü. Kendisini gören bir kısım kamu görevlisi ayağa kalktı. Onu buyur ettiler. Kemal, yanlarına oturdu. Kahveciyi çağırdılar.
“Sade bir kahve” dedi Kemal.
Bir taraftan da ne yapacağını, ne diyeceğini düşünüyordu. Yanlarına oturduğu kamu görevlileri, eğer bir spor olayını konuşmuyorlarsa, -ki sporun ölü dönemi olduğuna göre bu pek olası değildi- hayat pahalılığından, kamu görevlilerinin düşük maaşlarından, baremiçi artışlardan, yüksek vergilerden, susuzluktan ve benzer konulardan konuşuyor olmalıydılar. Kendisinden de düşüncelerini açıklamasını isteyeceklerdi. Oysaki kendisi buna hiç hazır değildi, bu konuları konuşmak istemiyordu.
Kahveci kahvesini getirdi. Sigarasını yaktı. Önce birkaç yudum su içti. Arkasından fincanı ağzına götürüp kahveden ilk yudumu alırken Murat’ın sesini duydu:
“Vay Kemal! Neredesin yahu? Hangi yel attı seni buralara? Seni görmeyeli aylar oldu.”
Murat’la sarıldılar. Kemal’in uzunca boyuna karşın Murat oldukça kısa boylu ve tıknazdı. Kemal’in kırlaşmış saçlarına karşın Murat’ın saçları kapkara idi. Boya kullanıyordu besbelli. Bembeyaz takım elbise, beyaz ayakkabı giyiyordu. Gömleği krem renginde ve açık spor yakalıydı.
“Ben de tam seni soruyordum arkadaşlara” dedi Kemal! “Seni burada bulurum ümidiyle gelmiştim.”
Kemal, kamu görevlilerine meram anlatmak zorunda kalmaktan kurtulduğu için sevindi.
“İşte buldun beni! Hade iç kahveni de gidelim burdan. Seni bulmuşken burada pineklemeye hiç niyetim yok!”
Giysilerine bakan onu çıtkırıldım biri sanırdı. Oysa şen, şakrak, hayatı hafife alan, dünyaya boş veren biri olduğunu hemen gösteriyordu daha ilk anda. Sesi kalınca idi; yüksek sesle konuşuyordu.
Kemal kahvesini içtikten sonra teşekkür etti ve özür diledi. Murat’la kapıya doğru yürüdüler.
“Eee? Söyle be Kemal! Nasılsın? Kafayı çekelim mi bu aksam?”
“Çekelim” diye yanıtladı Kemal.
“Ulan! Bu işin içinde bir iş var. Sen böyle hemen hı demezsin bu işlere. Yoksa bir derdin mi var?”
“Sorma! Sonra anlatırım.”
“Oldu! Bütün gece bizim nasıl olsa! Bak sana ne diyeyim? Şu bizim Burhan’ı da arayalım mı? Gerçi onunla yine kavga edeceğiz ya! Ne zaman bir araya gelsek tartışmadan edemeyiz.”
“Bilirim. Bilirim.”
“Ama vallahi de billahi de çok severim keratayı. Ne kadar kavga etsek de arkadaşlığımız bitmez.”
Murat, yoksul bir ailenin çocuğu idi. Zengin bir kızla evlenmişti. Kentin en ünlü avukatlarından biri olarak kendisi de iyi kazanıyordu. Sırtını hükümet partisine dayamış, birçok danışmanlık almıştı. Yargıçlarla da sıkıfıkı olduğu söyleniyordu. Yoksulluğunu çoktan unutmuştu. Kendisi köşeyi dönmüştü ya, “altında kalanın boynu kopsun” derdi hep. Avukatlığının yanında birçok başka işler de yapıyor, düzenden bol bol pay alıyordu.
Burhan da yoksul bir ailenin çocuğu idi. Murat’la ilkokuldan başlayarak ortaokulda, lisede ve üniversitede birlikte okumuşlardı. Şimdi ikisi de avukattı. Burhan da ünlü bir avukat olmuştu. Buna karşın yaşamı pek değişmemişti. Ünü güçsüzleri, başka avukatların almadığı davaları savunmaktan doğmuştu. Çoğu kez para almazdı. Aldığında da hiçbir zaman yüksek paralar almazdı. Üniversite eğitimini bitirip ülkeye döndüğü günden beri politikayla uğraşıyordu. Hep hükümet karşıtı olmuştu. Murat onu iktidar partisine girmek için çok zorlamış; “her zaman güçlünün yanında olacaksın be” demiş; Burhan onu dinlemeyip karşıt partiye girmişti. İki dönemdir milletvekili seçiliyordu.
Kemal’in onlarla arkadaşlığı lisede başlamıştı, içten bir arkadaşlık kurmuşlardı. Murat’la Burhan onu eskiden gelen arkadaşlıklarının bir parçası gibi kabul etmişlerdi. Üniversitede birlikteliklerini sürdürdüler. Üçü de Ankara’da hukukta okuyorlardı. Orada ortak pek çok gençlik deneyimleri ve anıları oldu.
Üçünün de yaşamda değişik yol tutacakları üniversite yıllarında belli olmuştu. Murat, suya sabuna dokunmadan gününü gün etmeye çalışırken, Burhan toplumcu düşüncelerle besleniyor ve bu doğrultudaki derneklere katılarak etkin görev yapıyordu. Kemal ise ne Murat, ne de Burhan gibi olabiliyordu. Haksızlıklardan etkileniyor; ancak bu etkilenme kendisini eyleme götürecek oranda olmuyordu. Günlük politik kavgaların dışında, dersleri ve Kıbrıs’taki gelişmelerle ilgileniyordu.
1963 olayları başladığı zaman birliktelikleri bozuldu. Kemal’le Burhan, ne pahasına olursa olsun Kıbrıs’a gitmek istiyorlardı. Murat, onlara eşeklik, enayilik, ahmaklık bastı; yine de yollarından çeviremedi.
Nitekim Kemal, olanak bulur bulmaz Burhan’ı da beklemeden Kıbrıs’a gitti; ancak bir süre sonra geri döndü. Bir süre sonra Türkiye’deki öğrencilerin toplu olarak Kıbrıs’a çıkması konusu gündeme geldi. Erenköy’dü çıkılan yer!
Erenköy’e Kemal’le Burhan çıkmışlar, Murat ise Ankara’da kalmayı yeğlemişti. Hatta onları engellemeye çalışmıştı. Bu olay arkadaşlıklarını bozmadı. Murat, onlar Erenköy’de iken İngilizce dersler vererek Ankara’da oldukça rahat bir duruma geldi, yurttan ayrılarak kendisine bir ev kiraladı. Kemal’le Burhan Erenköy’den dönünce onları kiraladığı eve aldı, parasal yönden kolladı. Üniversiteyi Kemal’le Burhan’dan önce bitirdiği halde, onlar Erenköy’deki süreyi yitirmişlerdi. Kıbrıs’a dönmedi, Ankara’da kaldı. Verdiği İngilizce derslerini çoğaltarak para kazanmayı; bu arada arkadaşlarını kollamayı sürdürdü.
Bir araya geldiklerinde, ne yapsalar, ne etseler, ne konuşsalar Murat’la Burhan arasında şiddetli bir tartışma başlardı. Kemal bu tartışmalara katılmaz, onları dinlemekle yetinirdi.
Yalnız tartışma spor alanına kayarsa kendisi de karışırdı. Kemal Fenerbahçeli, Murat Galatasaraylı, Burhan Beşiktaşlı idi. Kıbrıs’ta tuttukları takımlar da değişikti.
Murat’ın sözünü ettiği kavga bu idi. “Hem, biliyor musun? Burhan’la da çoktandır bir araya gelip kavga etmedik. Onunla kavga etmeyi özledim be” dedi gülerek.”
Kemal de gülümsedi: “Desene bu akşam işimiz iş yine.”
Kulübün önüne çıkmışlardı.
“Sen bir dakika bekle burada” dedi Murat. “Ben içeri girip telefonla bir arayayım Burhan’ı. Kim bilir hangi cehennemdedir? Onu dolaşarak aramaktansa telefonla aramak daha kolay! Hoş bu telefonlar da boktan ya!”
Kemal’in aklına annesinin telefon işi geldi. Ancak Murat, hemen dönüp içeriye doğru yürüdüğü için bir şey söyleyemedi. “Gelince onunla bu konuyu konuşayım” diye düşündü.
Murat’ın geri gelmesi uzun sürmedi. “Nerde olacak? Partide toplantıdaymış. Bir saate kadar ancak gelebilirmiş. Kendisine Karpas yolunda gideceğimiz yeri söyledim. Bize orada katılacak. Biz gidelim. Sen arabanı burda bırak. Dönüşte alırsın.”
Murat’ın lüks Mersedes arabasına bindiler. Kemal “eve haber vermeyecek misin” diye sordu.
“Boşver. Karıya fazla yüz vermek olmaz.” Güldü: “Böyle söylediğime bakma. Telefon ettim bile. Ne olur ne olmaz? Sahi be! Senin karıdan ne haber? Nasıl gidiyorsunuz?”
Kemal yanıt vermedi.
Karakol bölgesinden geçiyorlardı. Murat, sağda içerideki bir yapıyı gösterdi:
“Orası benim!”
Kemal baktı. İki katlı, kocaman, saray yavrusu bir yapı idi. Kaba işi bitmişti; içinde çalışıldığı belli oluyordu.
“Fakat senin evin yok mu?”
“Var! Var da, daha iyisini yapalım dedik.”
“Saray yavrusuna benziyor.”
“Benziyor sözcüğü fazla. Gerçekten saray yavrusu! Her şeyi tamam olacak. Yüzme havuzu bile. İçine giren hayran kalacak!”
“Sana epeyce tuzluya çıkacak herhalde!”
“Boş ver, para oluk gibi akıyor.”
Kemal, lise dönemindeki yoksul öğrenci arkadaşı Burhan’ı anımsayarak güldü.
“Niye güldün” diye sordu Murat.
“Yoksul çocuğu Murat’ı anımsadım. Bu kadar kısa sürede nereye gelmiş diye düşündüm.”
“Bak Kemal! Ben senin gibi enayi değilim, eşek de değilim. Bu düzen böyle oğlum! Becer de nasıl becerirsen becer. Hem sırtımdan bir sürü kişi de ekmek yiyor.”
“Yani birçok kişiyi sömürüyorum demek istiyorsun.”
“Sonuç değişir mi?”
“Herhalde yapı işinde çalışanların çoğu kaçak işçidir.”
“Ne olmuş kaçak işçi ise?”
“Yahu Murat! Yüreğin hiç sızlamaz mı? Bu zavallılar olağan ücretin ikide üçte biri ile çalışıyorlar. Yani karın tokluğuna. Hiçbir güvenceleri yok. Kovuklarda, izbelerde yaşıyorlar. Ülkedeki ücret düzeyini düşürmeleri de cabası.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.