Kitabı oku: «Sevenler Yolu»
Aralarında kadın bulunmazsa erkekler ne rahat konuşurlar… Tevekkeli İngilizler yalnız erkeklere mahsus kulüpler açmamışlardır. Orada bacaklarını birbirlerinin burnuna uzatarak viskilerini içer, teklifsizce çene çalarlar. Kadının bulunduğu yerde samimiyet olmaz. İnsan ne kadar tok sözlü olursa olsun pot kırmamak için kendini sıkar. Sıkınca da rahatı kaçar.
O gün Palamut Kralı Ahmet Melih Bey’in meşhur “Radyum Palas” apartmanında toplanan misafirler de bu bahsi açmışlardı. Nermin Melih Hanım’ın isim günü idi.
İstanbul’un yerli, yabancı tanınmış çehreleri davetliler arasında göze çarpıyorlardı.
Salonda genç erkekler süslü hanımları eğlendirmek için dil dökerken kış bahçesinde tenha bir köşe bulan orta yaşlı erkekler rahat rahat sigaralarını tellendirip bacak bacak üstüne atarak dedikodu ediyorlardı.
Kırkını geçtiği hâlde hâlâ bekârlığın tadına doyamayan Nazım Cemal yeni tanıştığı bir daktilodan bahsediyordu:
“Cıva gibi bir kız azizim. Öyle de realist ki! Daha yirmi bir, yirmi iki yaşında. Fakat gençlerden hiç hoşlanmıyor.”
Geçen hafta onunla Florya’ya gittik. Hafta arası çalıştığı yerden izin kopardı. Akşama kadar kumlar üstünde yaramazlık ettik. Güneşte kızaran vücudu yapıncak gibi. Parlak siyah gözleri ışıl ışıl.
Denize atladı mı kâfir bir barbunya gibi yüzüyor. Ben…”
Avukat Rıza Sedat lakırtısını kesti:
“Sen arkada kılıç!”
“Onun gibi bir şey… Fakat dedim ya. O gençlerden hoşlanmıyor zaten. Zengin bir yaşlıyı parasız bir gence değişirim, diyor.”
Ev sahibi Ahmet Melih tasdik etti:
“Doğrudur. Şimdi artık genç kızlar da hayatın kuru aşk masallarıyla sökmediğini anladılar.”
“Daha doğrusu ne kazanırlarsa gençliklerinde kazanacaklarını anladılar. Kadın, sevilecek çağını atladı mı, geçmiş ola… Bu hâle gelmiş bir kadının eğer parası veyahut kocası yoksa çilesi var demektir. Böylelerine tesadüf ettikçe kadın doğmadığıma yüz bin kere şükrederim.”
“Lakırtıyı karıştırma da şu daktiloyu anlat bakalım.”
“Hoşunuza gitti galiba. İnsan kırkını atlayınca böyle genç kızların lakırtısını etmek bile hoşuna gider işte. Zaten kadın denilen mahluk taze taze yenecek bir nefis nesnedir. Bayatı mide bulandırır. Kadın bir kere tabii güzelliğini kaybetmeye görsün. Artık ne süs, ne boya ne herhangi bir göz boyayacak numara onu kurtarabilir.
Hele bizim gibi kurt olmuş kadın sarraflarını hiç aldatamaz. Amma biraz dünyalığı varsa aşk piyasasında az çok muamele yapar. Benim daktilo bu esrarı tam zamanında keşfetmiş. Ona kaç kere takıldım: ‘Senin elbette genç arkadaşların, âşıkların vardır. Kim bilir onlarla ne tatlı vakit geçirirsin.’ dedim. Omuzlarını silkti: ‘Genç arkadaşlardan bana ne fayda?’ dedi. ‘Onlar da benim gibi hayatlarını kazanmak için çabalayıp duruyorlar. Beni plaja, sinemaya, konsere götürecek hâlleri mi var?’ ”
Avukat Rıza Sedat güldü:
“Doğru. Senin daktilo sinemaya, plaja seninle gider. Gider ama gönlünü de yine gençlerle eğlendirir.”
Nazım Cemal Bey dudaklarını büktü:
“Ne isterse yapsın. Bana da zevk veriyor ya! Kadına divanı muhasebat azası gibi kaydı hayat şartıyla bağlanmak zaten doğru değil. Kadın balık gibidir azizim. Taze taze yemeli. Ben kırkını geçtim ama daha birkaç genç kızın baharından zevk alabilirim.”
“Demek yeni daktilo da yolcu!”
“Tabii. Yarın öbür gün ya evlenir yahut bir zengin adama daha sıkı bir şekilde bağlanır. Onun da hakkını kabul etmek lazım. Gençliğinden istifade edecek. On yıl geçti mi paydos. Hele şimdiki kızlar. O kadar çabuk soluyorlar ki! On sekizle yirmi sekiz arasında bir şey yapamadılar mı geçti Bor’un pazarı.”
Avukat Rıza Sedat başını salladı:
“Bektaşi’nin hikâyesi.”
“Nasıl?”
“Bektaşi’nin biri henüz mürit iken nasılsa bir güzel kadına gönül vermiş. Ve evlenmiş. İlk gece gelinin duvağını açmış. Kudretin yarattığı o badem gibi gözlere o karanfil dudaklara, taze gül gibi yanaklara bakmış bakmış, Tanrı’nın bu güzel eseri önünde felsefeye dalmış: ‘Hey Allah’ım, hey!’ demiş. ‘Bu kadar nefis bir mahluk yaratırsın da sonra nasıl elin titremeden ona kıyar, canını alırsın.’
Seneler geçmiş, dedenin o bahar gibi taze karısı ihtiyarlamış. Karanfil dudakları solmuş. Badem gözleri çökmüş. O gül gibi ince, şeffaf teni pörsümüş. Pöstekiye dönmüş.
Bektaşi bir akşam demlenirken karısının bu hâline bakmış, sonra düğün gecesi Tanrı’ya yaptığı şikâyet aklına gelince: ‘Beni affet Allah’ım.’ demiş. ‘Hata etmişim. Sen işini bilirsin. Yarattığın güzel mahlukların da canını alırsın ama doğrusu sahiden canları alınacak hâle getirirsin de öyle alırsın!’ ”
“Ehli dil insanlardır vesselam. Ne kadar doğru… Zaten erkeğin kadının bir mühim farkı da şudur: Erkek yaşlandıkça güzelleşir; kadın yaşlandıkça kötüleşir, çirkinleşir.
Geçen gün on iki yıl evvel âşık olduğum bir kadını gördüm. Ve nasıl olup da bu kadın için çılgınlıklar geçirdiğime şaştım. Kendi kendimden utandım. Öyle bir hâle gelmiş ki… Facia… Kadın bir kere yıkılmaya başladı mı tamir kabul etmiyor. Ne kadar çırpınsa, süslense, boyansa nafile.
Bu mevsime giren kadınlar bence artık dişi olmaktan çıkmışlardır. Erkeği tutuşturmaktan kalan bir kadın artık sönmüş demektir. Ama bu pek de yaşa göre olmaz. Kadının içinde öyle bir dişi ruh vardır ki bu canlı kaldıkça kadın çekiciliğini kaybetmez. Fakat o dişilik ruhu tükendiği gün bir külçedir artık!”
Avukat Rıza Sedat içini çekti:
“Öyledir azizim. Bağ bozumundan sonra kadın, iç sıkıcı, yürekler acısı bir mahluk olur. Bu kadın eğer bir erkeğin hayatına bağlanmışsa yapacağı bir iş kalmıştır. Elinden geldiği kadar kocasına arkadaş olmak ve boş yere kıskançlık gürültüleri çıkarmamak.
Sevilmek çağını atlamış, çekiciliğini kaybetmiş bir kadın eğer bunları yapamazsa erkek için canlı bir felaket olur. Bu kadın artık faydasız, manasız bir yükten başka bir şey değildir.”
Tatlı tatlı konuşan dört erkek hep birden içlerini çektiler:
“Öyledir efendim öyledir!”
O anda salonla kış bahçesini ayıran saksı ağaçlarının geniş yaprakları hışırdadı. Başlarını çevirdikleri zaman pembe tuvaletli, kızıl saçlı bir kadının kendini göstermemeye çalışarak salona geçtiğini gördüler. Ahmet Melih Bey:
“Eyvah!” dedi. “Hanım bizi dinliyordu galiba.”
Nâzım Cemal Bey teklifsizce:
“Git bir dolaş bakalım.” dedi. “Kadınları şüphelendirmeye gelmez.”
Yalnız kaldıkları zaman Avukat Rıza Sedat gülümsedi:
“Karısı konuştuklarımızı işittiyse hepimizi aforoz edecek.”
O zamana kadar pek lakırtıya karışmayan Mühendis Ragıp Bey tasdik etti:
“Etse de haklıdır. Bahsettiğimiz kadınlar arasına girmek üzere.”
“Girdi de geçti bile! Nermin Hanım’ı ben on beş yıldan beri tanırım. Ahmet Melih’le evleneli birkaç yıl olmuştu. Aşağı yukarı otuz sekiz, otuz dokuz vardır. Otuz yaşına kadar her yıl dönümünde ziyafet verirdi. Otuzu geçince artık bu davetlerin adı değişti. Şimdi isim günü diye çağırıyor.”
Nâzım Cemal hafızasını yoklamaya çalışarak ilave etti:
“Tamam otuz dokuz yıl var. Mısır’dan geldiğim sene idi. O zamandan beri Nermin Hanım isim günlerine başladı. Demek bu gün, tam otuz dokuz yaşında.”
Avukat Rıza Sedat eski bir macera hatırlar gibi gözlerini süzdü:
“Evet, zaman ne çabuk geçiyor. Ben Nermin Hanım’ı, kızlığından tanırım. Feneryolu’nda otururlardı. Hiç unutmam o zaman birçok isteyen arasında bizim Doktor Cevdet de vardı. Oğlan az kalsın mesleğinden olacaktı. Vapurda, yolda görebilmek için muayenehanesini bıraktı. Nihayet ümidi kesince bir sıhhiye müdürlüğü aldı, Anadolu’ya gitti. Kurtuldu. Kısmet Ahmet Melih’inmiş.”
“Nermin Hanım da zengindirler. Babası eski sefirlerdendir. Yakın vakitlere kadar İstanbul’un en şık en güzel kadını yine oydu ya… Son senelerde bozuldu. Bizim kadınlar böyledir zaten. En dayanıklısı otuzdan sonra gevşer ve diriliğini kaybeder. Otuzla kırk arası şöyle bir olgunluk, hâlleri de vardır ki, fena değildir. Hani ballanmış, yumuşamış incir gibi. O zaman öyle bayıltıcı, ezici bir lezzetleri vardır ki doyum olmaz. Fakat bu mevsim çabuk geçer. Ecnebi kadınlar sporla, rejimle bu mevsimi uzatmanın kolayını buluyorlar. Bizimkiler de aksine süsle, tuvaletle, boya ile bu çöküntünün önüne geçmeye çalışırlar. Çürük binaya boya fayda eder mi?”
Avukat Rıza Sedat güldü:
“Düşman geliyor, diye Yedikule duvarlarını badana ettiren vezir gibi.”
“Bravo. Yaşını doldurmuş kadın için de erkek bir düşmandır. Onu avlamak için bütün hünerini, hilelerini göstermeye mecburdur. Genç kız ve genç kadın hiç zahmet çekmeden erkeği mağlup eder. Fakat dişilik, çekicilik kudretini kaybeden bir kadın için erkeği zapt etmek ne güçtür. Ve bu galebeyi kazanabilmek için kadın neler neler feda etmez.”
Nâzım Cemal etrafına bakarak cevap verdi:
“Salonda bu seriden bir düzineye yakın kadın var.”
“Allah yardımcıları olsun.”
Doktor Cevdet hizmetçinin dolaştırdığı tepsiden likörünü alırken Nâzım Cemal Bey’e sordu:
“Demek şimdi de bir daktilo buldun ha! Bari kendi yazıhanene al.”
Nâzım Cemal başını salladı:
“İşte onu yapamam. Hoşuma giden kızı yazıhanemde çalıştırdığım gün ipin ucunu kaçırdım demektir. Yüzgöz olunca iş çığırından çıkar. Sonra onu idare etmek de güç olur. Dışarıda başka eğlencelere de başlar. O zaman Nâzım Cemal’in daktilosunu baştan çıkaranların dedikodusunu dinle artık… Neme lazım azizim. Biz yaşını başını almış insanlarız. Gençlikte yaptığımız gibi muvaffakiyetlerimizi âleme ilan edecek değiliz ya. O bir nevi sarhoşluktur ki insan ilk sevgilerin neşesiyle kabına sığamaz. Sevincini herkese duyurmak ister. Biz artık işin profesyoneli olduk azizim. Şan olsun diye değil, zevk olsun diye çapkınlık ederiz.”
Elinde sigara kutusu ile dönen Ahmet Melih Bey’in yüzü gözü karışmıştı:
“Bizimki çok sinirli azizim. Herhâlde söylediklerimizi duymuş olacak. Bir şey sormak bahanesiyle konuşmak istedim. Barut gibi.”
Nâzım Cemal şeytani bir tebessümle dudaklarını büktü:
“Hâlbuki bahsettiğimiz kadınlarla Nermin Hanımefendi’nin bir münasebetleri yok. Kendileri…”
Ahmet Melih sözünü kesti:
“Münakaşaya ne lüzum var canım? Biz ne kadar nazik olsak hakikati değiştiremeyiz ya.”
Mühendis Ragıp işi tatlıya bağlamak istedi:
“Kabahat bizde. Böyle bahisleri kadınlardan en aşağı birkaç kilometre uzakta açmalı. Kendimizi Nâzım Cemal’in bekâr apartmanında zannettik. Kalkın salona geçelim. Hanımları kızdırmaya gelmez.”
Nâzım Cemal başını salladı:
“Olamaz. Hele şu sigaralarımız bitsin. Malum ya kadınlar her şeyde bizimle beraberlik iddia ederler de bir sigara kokusuna bile tahammül edemezler. Kâfirler iyi, hoş mahluklar ama hâllerini bilmezler.”
Mühendis Ragıp tekrar yerine oturdu:
“Daha doğrusunu isterseniz azizim, kadınlar yatak odasının dışında hiç de lüzumu olmayan mahluklardır. Eski erkeklerin rahat yaşamalarına sebep kadını sadece dişi olarak tanımış olmalarıdır. Kadın içimize ve işimize girdikçe ne karıştırıcı, ne bozucu, ne sinirlendirici olduğu anlaşılıyor. Tanıdık zenginlerden birine Büyükdere’de bir villa yapıyorum. Projeleri hazırladım. Parayı esirgemeyeceğini bildiğim için ben de özendim, günlerce uğraştım. Arz üstünde araziyi, manzarayı, rüzgârları, güneşi hesap ederek çok güzel bir plan yaptım. Bütün meslek arkadaşlarım da beğendiler. Fakat adamcağız biraz kılıbık. ‘Bir kere de hanım görsün!’ dedi.
Hakkıdır tabii. Dedim ki: ‘Hanımefendi arzu ederlerse kendilerine plan üstünde izahat verebilirim.’
Çok memnun oldu. Ertesi gün öğle yemeğine çağırdı. Planları aldım, gittim.
Sizin de tanıdığınız hanımefendi, ilk hamlede planı pek güzel buldu. Tebrik etti. Ben planda alt katta bir de kadın odası yapmıştım. Yeni Alman mimarisinde bu kabul edilmiş. Ev hanımının her gün rahatça oturacağı oda. Bunu da çok beğendi.
Kendi kendime, ‘Aşk olsun. İşte sanattan anlayan zeki bir kadın.’ dedim.
Acele etmişim. Bu gün tamam üç hafta oldu azizim, hâlâ plan üstünde münakaşa ediyoruz.”
Mühendis Ragıp ayrı ayrı arkadaşlarının yüzüne bakarak devam etti:
“Evet tamam üç hafta oldu. Önce yatak odasının pencerelerine itiraz etti. Ben yatıldığı zaman bile karşı sırtların manzarasını kesmeyecek alçak ve uzun pencereler çizmiştim. O bir yerde görmüş kübik pencere istedi. ‘Aman hanımefendi. Öyle pencereler ancak antrelere, hollere, banyo dairelerine yapılır.’ dedim. Neden sonra razı oldu. Bu sefer salondan geçilen okuma odasını parmağına doladı. Okuma odasına ne lüzum var. Orasını salona ilave etmeli. Bir suare verdiğim zamanlar misafirlerim rahat rahat dans etsinler diye tutturdu. Ben onu düşünmüş, soldaki kış bahçesinin camekânını sökülüp kaldırılır şekilde hafif ve geniş yapmıştım. Bunu da kabul ettirdim. Şimdi verandanın münakaşasını yapıyoruz.”
Mühendis Ragıp ümitsiz bir hareketle sigaranın külünü üfledikten sonra, içini çekti:
“Şimdiye kadar birinci katı yapmıştık. Hanımefendi daha ne saçma şeyler icat edecek bilmem?”
Nâzım Cemal göbekleşen karnını hoplattı:
“Kabahat ona akıl danışan erkekte. En makul kadın bile muhakemesi ile değil hissi ile yaşar azizim. Biz fikir arkadaşı, hayat arkadaşı yok bilmem ne diye kadınlara paye veriyoruz. Onlar da bundan cesaret alıp vara, yoğa parmaklarını sokuyorlar. Herkese kudretine, kabiliyetine göre vazife vermeli. Bostancıbaşıdan sadrazam yapınca gül gibi memleketi mısır tarlasına çevirir.”
Mühendis Ragıp başını salladı:
“Bir kere kadın denilen mahlukta ölçü, hesap, hendese yok. Hattı müstakim denilen düz çizgi kadınlarca meçhul. Onun için düşünüşleri de, yürüyüşleri de, giyinişleri gibi eğri, büğrü. Dikkat edin, Tünel’den Taksim’e kadar rastgele takip edeceğiniz bir kadına bakın. Kaç yerde lamelif olur. Elbiselerine, tuvaletlerine bakın bir tarafı uzunsa öte tarafı kısadır. Bir yanı mavi ise öbür köşesi beyazdır. Yemek yemelerinde bile çarpıklık görürsünüz. Çorbadan evvel hıyar turşusu yerler. Hele konuşmaları. Bir kadının en can alacak bir bahis üstünde beş dakika durduğunu gördünüz mü? Kafalarının içi Haçopulo pasajına benzer. Bir kadın meclisini uzaktan seyredin, gürültülü bir ilk mektep dershanesi en şık kadınlar meclisinden daha sakindir. Tevekkeli babalarımız münakaşalı toplantılar için:
‘Kadınlar hamamına döndü!’ demezlermiş. Eskisi, yenisi, bu günkü, yarınki ne olursa olsun kadın kadındır azizim. Onların değiştikleri yok. Biz onların yerlerini değiştiriyor, sonra da böyle nazlarını, dertlerini çekiyoruz.”
Avukat Rıza Sedat güldü:
“Nazı çekilecekler de vardır ya! Uzun etme!”
“Senin daktilo kim bilir ne nazlıdır.”
“Naz etse de haklıdır azizim. Zaten kadınlar, nazlarının çekilmediği devreye girdiklerini bilseler o kadar sıkıcı olmazlar. Fakat hangi yaşı ilerlemiş kadın bunu kabul eder. Genç kızın haydi haydi bir genç kadının nazı, hoppalığı hatta darılışı, kaçınışı erkeği şahlandırabilir. Fakat laf aramızda mesela Meliha Hanım gibi artık sinirleri çamaşır ipine dönmüş kadının hoppalığı çekilir mi Allah aşkınıza? Hâlbuki kadınların çoğu iki otuzunda bile kendilerini bebek sanıyorlar. Bunlar nezaketimizi suistimal ettiklerinin farkında olsalar eğer artık köşelerine çekilip kocalarına takke süveter örmekle vakit geçirirler. Ama bir genç kız tasavvur et ki, kanatlarının her tüyünde bin renk, gözlerinin her hareketinde bin hile sezilen bir bahar kuşu gibi cıvıldaşıp duruyor. Elini uzatırken havalanıyor. Tutmak isterken daldan dala kaçıyor. Dipdiri, taptaze, tırnaklarına kadar hayat dolu. Böyle bir genç kızın nazı çekilmez mi azizim?”
Dört erkek derin derin içlerini çektiler. Ve ezberlemiş gibi bir ağızdan söylendiler:
“Çekilmez olur mu?”
Ahmet Melih Bey dalgın ve isteksiz, Nâzım Cemal’e ve Mühendis Ragıp’a dönerek mırıldandı:
“Siz yine şükredin, bekârsınız.”
Nâzım Cemal iki elini havaya kaldırıp dua eden bir Protestan misyoneri gibi tavana baktı:
“Çok şükür. Yüz bin kere şükür. Hayatımda birçok sersemlik ettim. Fakat nasılsa bu gafleti yapmadım.”
Ahmet Melih kızdı:
“Sen zaten kendinden başkasını sevmezsin de ondan… Evlenmek için sevmek lazım.”
Nazım Cemal güldü:
“Sevgi ile evlenmenin münasebeti ne ki? Bilakis insan sevdiği kadınla evlenirse bu sevgiye nihayet vermiş olur. Almanların bir söz temsili vardır. Derler ki: ‘Erkek evlendiği gün bütün kadınların kendi karısından güzel olduğunu anlar.’ Evlenmeyi bir yol arkadaşlığı manasına anlarım. Fakat sevişmekle evlenmek arasında hiçbir münasebet yoktur azizim… Bunu ispata bile lüzum yok. Zatıaliniz Nermin Hanımefendi ile sevişerek evlendiniz. Fakat sorarım azizim, bu güne kadar kaç kadının peşinden koştun, kaç kızın aşkına çanak tuttun? Hepimiz macera geçirdik, sevdik, bu sevgiler yüzünden günlerce, haftalarca, hatta aylarca üzüldük. Böyle bir kadına gönül verdiğimiz sıralarda başkasını düşündük mü? Ne gezer? O sırada karşımıza dünyanın en güzel kadınını getirseler gözümüze akrep gibi, çıyan gibi görünür. Çünkü içimiz doludur. Cümlei asabiyemiz ancak o sevdiğimiz kadının harareti ile ısınır, hareket eder. Varsa da odur, yoksa da odur. Ama gelgelelim bu sevginin de bir hamlık, sonra bir olgunluk devri vardır. Bunları geçirdik mi mesele kalmaz. Gördüğümüz zaman bile bize çarpıntılar geçirten bu çehre artık ankebutlaşır ve nihayet silinir gider.Maazallah bu mahluk hayatımıza kolayca çıkmayacak şekilde girmiş, yapışmışsa…”
Nâzım Cemal devam edemedi. Yanındaki evli arkadaşlarına baktı. Yutkundu, sonra gülümsedi:
“Bununla beraber bunu da bir saadet bilenler vardır ya!”
Ahmet Melih Bey salondan tarafa baktı. Kendilerinden başka kimse olmadığını görerek cevap verdi:
“İşte biz Avukat Sedat’la beraber bu mesut insanlardanız.”
Nâzım Cemal göbeğini fıkırdatarak bir kahkaha attı:
“Kıskanılacak bir saadet doğrusu.”
Sonra yavaşça ilave etti:
“Geçen kış Şevkiye’ye âşık olup peşinden ‘Kahire’ye kadar gittiğin zaman bu saadeti nerede bırakmıştın acaba? Semiramis Oteli’nin damgasıyla yolladığın mektuplar hâlâ duruyor. Şevkiye için yazdıklarını bir araya toplasam roman olur. Bizim Palamut Kralı Ahmet Melih Bey âdeta muharrir, şair kesilmişti. Şimdi ne oldu? Ehramlarda, Helyopolis’te geçen bir diğer haftalık maceradan sonra bırakıverdin. Bu en yenisi. Evlendiğinden beri yaptığın çapkınlıkları, geçirdiğin gönül buhranlarını saysam sabahı buluruz.
Haydi azizim bu masalları ben çok evlilerden dinledim. İddia ederim ki benim gibi kırk beşlik bir bekârın macerası sizin gibi kaşarlanmış evlilerin yanında bir genç kız sevgisi gibi masum kalır. Burada çok konuşmayalım. Nermin Hanımefendi zaten kuşkulandı. Bana göre hava hoş ama sizi düşünürüm. Kalkın haydi.”
İç içe üç salonda elli altmış davetli vardı. Nermin Melih Hanımefendi pek uzak olmayan şöhretli günlerinin bıraktığı emniyet ve gururla misafirleri arasında dolaşırken onun hâlâ sevilecek bir kadın olduğunu fısıldaşan gençler bir köşede dedikodu ediyorlardı.
Bir bankada servis şefi olan Reşit Turgut sık sık yanlarına gelip birkaç kelime ile gönüllerini alan ev sahibesinin bu akşamki tuvaletini pek beğenmişti.
“Fondan gibi bir kadın.” diyordu. “Yaldızlı, çiçekli kâğıtlara sarılmış bir fondan.”
Zengin babanın bir türlü okşamadığı haylaz oğlu, Şair Fazlı dudaklarını büktü:
“Fakat o kadar bayat ki tadına kanmadan ağızda eriyecek.”
Mütemadiyen dolaştırılan bol bardaklarını geri çevirmeden boşaltan genç Doktor Nusret Ziya salondaki kadınları, bekleme odasına biriken hastalarını on iki katlı bir apartman görmüş gibi lezzetle seyrederken lakırtıya karıştı:
“Bunlar mükemmel kadınlar monşer, mükemmel kadınlar!” dedi. İkramiyeli çikolata gibi. Ne kadar bayatlasalar yine müşterisi vardır. Çünkü zengindirler.”
Sonra gözlüğünün altından sinsi sinsi bakarak güldü:
“Kadınlar asıl otuz yaşlarını geçtikten sonra bize faydalı olurlar.”
“Ne demek?”
Genç doktor mühim bir sır verir gibi yavaşça ilave etti:
“Otuzdan sonra kadınların tamir devri başlar. Vücutlarını olduğu kadar ruhlarını da tamir etmek ister. İlk gençliğindeki sevgi kabiliyetini kaybeden kadınların en samimi dostları biziz.”
Reşit Turgut bir kahkaha attı:
“Vay kâfir… Sizin muayene odaları aynı zamanda birer aşk yuvası desene! Öyle söylerler ya… Doktorların şöhretini yapan kadınlardır.”
“Doktoruna göre!”
“Orası öyle… Zaten şimdi kadın hastalıkları mütehassısından geçilmiyor. Eskiden kadınlar ne bu kadar hastalanırmış ne de bu kadar mütehassıs varmış. Şimdi manikürcü kadar kadın hastalıkları mütehassısı var ve kazanıyorlar da… Şu salonda kim bilir kaç hastan var senin?”
“Hiç yok!”
Şair Fazıl öksürdü:
“Yok değil, belki de hepsi… Fakat söylenmez tabii. Meslek esrarı. Gevezelik edeceğimize hanımların yanına gidelim de dedikodu edelim.”
Geç vakte kadar devam eden toplantıda grup grup eğlenceler, briç, poker oynayanlar sekiz buçuğa doğru dağıldılar. Ahmet Melih Bey’in ısrarıyla iki arkadaşı Nâzım Cemal’le Mühendis Ragıp yemeye kaldılar.
Onlar Radyum Palas’ın Marmara’ya uzanmış gibi binadan ayrılan geniş taraçasında rakıya başlamışlardı ki Melek Hanım yorulduğunu söyleyerek misafirleriyle kocasını yalnız bıraktı. Odasına çekildi.
Hakikaten çok yorgundu.
Her yıl isim gününün gecesi sabaha kadar eğlenirlerdi. Hatta evdeki eğlencelere kanmadıkları bile olurdu. O zaman sırf değişiklik olsun diye otomobillere atlar; nerede açık bir gazino, bar, hatta meyhane bulurlarsa girerlerdi.
Salonlarının ipek kadife, atlas döşemelerine alışkın bu süslü insanlar bu şehirden uzak kır meyhanelerinin hasır ve tahta iskemlelerinden hiç şikâyet etmezler, kalın ve kirli kadehlerle içtikleri ağır, fena içkilerden zevk alırlardı.
Ne iyi eğleniyorlardı.
Nermin Melih hiçbir eksikleri olmadığı hâlde hayatının ve muhitinin böyle can sıkacak kadar sakinleşmesine mana veremiyordu. Bu gece misafirleri de kendisi gibi neşesizdi. Onlar âdeta resmî bir ziyafet savmak endişesiyle akşamın bir an evvel geceye kavuşmasını beklemişlerdi.
Havada gönülleri ağırlaştıran bir sıkıntı var gibiydi. Genç erkekler bile isteksiz, heyecansız görünüyorlardı. Hele daha iki yıl evvel âdeta yapışkan, gönülsüz bir âşık gibi sırnaşıklık eden Doktor Nusret bu akşam ne kadar somurtkandı.
Odasının bütün elektriklerini yaktı. Küçük tuvaletinin önündeki tabureye ilişti. Evlendiği günden beri en samimi arkadaşı olan yuvarlak ayna ile karşı karşıya kalmıştı. Bu yuvarlak cam parçası onun ne azametli günlerine şahit olmuştu! Tam on sekiz yıl bu aynanın karşısında erkek gözlerini kıvılcımlandıracak bakışları, hareketleri, mimikleri tecrübe etmiş; yüzünün, dudaklarının, kaşlarının hatları üzerinde etütler yapmıştı.
On sekiz yıl, evet bu gün evlendiğinin tam on sekizinci yıl dönümü idi. Ahmet Melih’le yirmi yaşında evlenmişti. Şu hâlde otuz sekiz yaşında idi.
Bir zamanlar isim günlerinde bu yaş bahsini ne emniyetle açardı.
“Bu yıl yirmi beş yaşıma bastım!” dediği zaman âdeta gözleri parlardı.
Yirmi beş yaşında evli bir kadın ne mesut kadındı! Evli, bekâr, genç ve ihtiyar her erkeğin gözünde arzular kaynaştığını görmek ne zevkli şeydi! O, kocasının sevgisine bağlı kaldığı hâlde bu gözlerden sızan arzuları, yıllarca ne tatlı heyecanlarla seyretmişti.
Bu tılsım nasıl çözüldü?
Bu arzular neden kendini belli etmez oldu?
Hâlbuki daha bir hafta evvel bu gün giydiği tuvaletin provasını yapan terzisi vücudunun dişi hatlarını sevip okşayarak:
“Oh Madam Melih, sizin vücudunuz her zaman genç kız kalacak!” diye hayretini saklayamamıştı.
Yaşını ifşa eden nesi vardı ki etrafındaki erkek arzular hayretini kaybetmişti?
Bulunduğu salonlarda kendisine tesadüf etmek, yalnız tesadüf edip birkaç kelime konuşabilmek için davet edildiği yerleri polis hafiyesi gibi araştıran erkeklere ne olmuştu?
Genç kadın bu alakasızlığı ne zamandan beri hissediyor, fakat benimsemiyor, bunu tesadüfün aksiliğine veriyordu. Fakat tanıştığı, hatta sırnaşırca takiplerine karşı gizli ve tatlı heyecanlar duyduğu erkek gözlerindeki kıvılcımlar neden sönmüştü?
O erkek bakışlarının manasını pek iyi bilirdi. En miskin erkek gözlerinde bile zaman zaman öyle alevli kurt bakışları parlardı ki!
Üzerinde kümelenen bu erkek bakışları kalbini gıcıkladıkça kadınlık gururu da beraber şahlanırdı.
Onlara ümit verecek zayıf bir harekette bulunmadığı hâlde duyduğu zevkin hissedilmesi endişesiyle ince kaşlarını asabiyetle gerginleştirir; ağır, ciddi bahisler açarak kendini meşgul ederdi. Bütün bu söylenmeyen, lezzeti yalnız hissedilerek duyulan arzu ve sevgilerin izi yavaş yavaş kaybolmuştu.
Bunu ne zamandan beri hissediyordu? Üzerinde toplanan erkek bakışlarının harareti mi kalmamıştı?
Ona hoş görünmek, onu takdir etmek, onu beğendiklerini belli etmek için giydiği elbiseden, beğendiği filme kadar her fırsattan istifade ederek şaklabanlık eden erkeklerin dili mi tutulmuştu?
İlk zamanlar bunu kendi kendine izah etmek için çok düşündü. İlk vardığı netice şu olmuştu? Muhtelif fırsatlarla tanıştığı bu erkekler onun güzelliği karşısında pek haklı olarak gıcıklanmışlar, hislerini ve arzularını anlatmak için terbiyeli bir insanın yapabileceği kadar fırsatlardan istifade etmişlerdi. Fakat bütün bu hissî hareketleriyle onun kalbini harekete geçiremediklerini görünce heyecanlarını zapt etmeye çalışmışlardı. Bu muhakkak böyle idi.
Her terbiyeli erkek böyle hareket edebilirdi.
Daha iki yıl evvel büyük İstanbul balosunda Sabri Hami ona ne kadar takılmıştı? Her danstan sonra büfeye giderlerken hâlleriyle, sözleriyle neler anlatmak istemişti?
Fakat her güzel kadına yılışkanlığıyla hele sarhoş zamanlarında sırnaşıklığıyla şöhret bulan Sabri Hami’ye o kadar ağır davranmıştı ki adamcağız üçüncü danstan sonra, bir daha gelip davet etmeye cesaret edememişti.
Kocasının adına hürmet ettirmek isteyen her şerefli kadın şüphesiz böyle hareket ederdi. Fakat kendine hâkim olduktan, hislerini idare edebildikten ve en tehlikeli vaziyeti kurtardıktan sonra bu temayüllere müsamaha etmekten ne çıkardı?
Kadın isterse en çetin erkeği en harlı dakikasında bir kedi gibi dizlerinin dibinde yaltaklandırabilir. Bunu yapabildikten sonra onlara biraz ümit vermekte, gönül heyecanlarıyla eğlenmekte ne tehlike olabilirdi? Bu, böyle idi.
Fakat şimdiye kadar bunu düşünmemişti bile! Kızlığından beri erkeklere karşı garip bir titizlik hissetmişti. Bu belki de eski terbiyenin tesiri idi. Ahmet Melih’le evlenişi de sevgi neticesi olmamıştı. Eski, klasik evlenme… Bu evlenmelerde belki de sevgi yoktu, samimiyet yoktu. Fakat onların yerine hislere ve itiyatlara da hâkim olan öyle kuvvetli bir inanış vardı ki az bir zaman karı kocaya birbirinin hakiki eşleri olduğu kanaatini veriyordu.
Zaten insanları birbirlerine bağlayan hislerin kökü hep bir kaynaktan fışkırmıyor mu? Ve nihayet bütün sevgiler dönüp dolaşıp aynı kalıba dökülmüyor mu?
Nermin Melih, evlenişinin ilk günleriyle son yılları arasında büyük bir fark görmemişti. Hummalı bir sevgi ile başlamayan bu evlilik hayatı zaten hızlanmamış ve alevlenmemişti ki bu ateşini ve süratini kaybetsin. Bu, belki de biraz hareketsiz ve heyecansızdı ama öyle olduğu için de devamlı olmuştu. Bu durgun hayatı ara sıra bulandıran ve onun kadınlık hislerini şahlandıran vakalar sade kocasının ara sıra kulağına kadar gelen çapkınlık dedikoduları idi.
O zaman gururu incitilmiş bütün kadınlar gibi kıskançlık buhranları içinde intikam hisleri kabarır, kocasının bu sadakatsizliğine karşı aynı silahla mukabele etmeyi aklından geçirirdi.
Bunlar da ne tatlı ve heyecanlı buhranlardı!
Her defasında kocasının eskisinden daha sıcak bir sevgi ile kendine avdet edişini görmek ne iç gıcıklayıcı bir muvaffakiyetti!
O henüz intikam hisleriyle yaşarken Ahmet Melih başladığı taze macerayı eskitmiş, evinin sakin havasına avdet etmiş bulunduğu için arzuları yaşamadan sönerdi.
Ve on sekiz yıl, bu, hep böyle devam etmişti.
Sevilmek ihtiyacını duyduğu zamanlarla kocasının başka kadınlarla maceralar geçirdiği zamanlara tesadüf etmiş olsaydı bu iki kuvvetli his belki de onu tehlikeye atacaktı. Hayatta tesadüflerin ne görülmez ve hissedilmez mühim rolleri olur!
Şimdi yuvarlak aynanın önünde bu on sekiz yıllık ömrünün sade, hareketsiz fakat sevimli ve bilhassa acısız nasıl akıp gittiğini düşünüyordu. Bu hayatın ilk yılları oldukça hareketli geçmişti. Bir çocukları olmuştu.
Dört yıl her genç annenin duyduğu bütün o içli sevgiyi İlhan’ın üstüne toplamıştı. Fakat çocuklara hiç acımayan o zalim ölüm henüz dillenen ve asıl sevilecek çağa giren yavruyu ellerinden alınca önce hayata bir küskünlük geldi. Aylarca odasından bile çıkmadı. Nihayet doktorun ısrarıyla yaptıkları Avrupa seyahati, araya giren daha başka düşünceler bu ilk acıyı unutturdu.
Babası Viyana’da siyasi vazifede iken iki yıl kadar orada kalmıştı. Genç kızlığının en neşeli zamanına ait bu hatıraların saklı kaldığı şehirde her şeyi unuttu. Seyahatten döndükleri zaman ahbapları onu eskisinden daha şen ve güzel buldular.
Kadın kalbinde her acının bir panzehiri vardır. Fakat cinsî cazibesinin eriyip tükenmesinden gelen acıya şifa verecek şey ne olabilirdi?
Nermin Melih, on sekiz yıl kendine gülen aynanın önünde bu akşamki kadar zavallı olduğunu hatırlamıyordu.
Şair Fazlı’ya nükteler, teşbihler ilham eden cıngılı yeşil gözlerinde bile eski parlaklık kalmadığını bu akşam anlamıştı. Zaten daha iki yıl önce o gümrah kestane saçları arasında yakaladığı küstah bir beyaz teli bir hırsız gibi kimseye göstermeden koparıp yok ettikten sonra sık sık tesadüf ettiği bu muzır mahluklara karşı çetin bir mücadeleye başlamıştı.
Bu akşamki ziyafet için hazırlanırken titiz bir dikkatle saçlarını kontrol etmiş, tamam on bir tane beyaz teli dibinden koparıp atmıştı. Şimdi güzel başına bakarken o kestane saç dalgaları arasında yine bir beyaz telin zalim bir düşman gibi kendine güldüğünü gördü. Şimşek süratiyle hareket eden parmakları tabiatın masum bir çiçeğinden başka bir şey olmayan bu teli kopardı, attı.
Fakat bu ipek gibi ince beyaz tel onun sinirlerini oynatmaya kâfi gelmişti.
Az endişeli, az heyecanlı geçen evlilik hayatının hareketsiz yılları şimdi kesilip biçilmeden eskimiş ve modası geçmiş bir top ipekli kumaş gibi gözlerinin önünde açılıp çözülüyor; soluk, renkli, buruşuk parçaları birbirine karışıyordu. Gençliğini ne budalaca geçirmişti!
Zevke ve heyecana karşı o ne kapalı kanaatti!
Yalnız beğenilmenin duyurduğu zevkle iktifa etmek ne çocukça bir kanaatti!
Hâlbuki kendisinden çok daha az güzel kadınlar ne çılgın sevgilerin nöbetleri içinde kana kana hayatı ve aşkı tatmışlardı…
Nermin Melih bunları düşünürken bu akşam kış bahçesinde kulağına çalınan dedikoduları hatırladı.
Nâzım Cemal Bey nelerden bahsediyordu?
“Sevilmek çağını atlamış, çekicilik kudretini kaybetmiş bir kadın erkek için canlı bir felaket olur.”
Acaba şimdi o da kocası için bir felaket mi? O hâle geldi mi? Çekicilik kuvvetini kaybetti mi?
Birkaç yıldır üzerinde toplanan erkek bakışlarının ağırlığı, kesafeti kalmadığını kendi de hissediyordu. Bunu önceleri artık itiyat hâline gelen kendi durgunluğuna veriyordu. Fakat belliydi ki genç ve orta yaşlı erkek bakışları dolmuş bir tramvay gibi önünde durmadan geçip gidiyordu. Eskiden Beyoğlu’na indiği zamanlar onun otomobilinden inişini veyahut bir mağazadan çıkışını görmek için yolunu kesen, hatta otomobil kapısını açmaya koşan, sakat iğneci çocuk gibi kalabalığı yarmaya çalışan erkeklerin şimdi sadece başlarının bir hareketi ile iktifa ettiklerini görüyordu.