Kitabı oku: «Millî Şair Mehmet Akif Ersoy»
ÖN SÖZ
Mehmet Akif Ersoy…
Türk milletinin Milli Şairi, İstiklal Marşının şairi…
Yaşamı, mücadelesi, sanatı, dostlukları, sükûtu ile Orhan Okay hocanın ifadesiyle bir karakter abidesi…
Çalışkanlığıyla Mahir İz hocanın tabiriyle iş eri…
Ya da gazeteci yazar Hüseyin Cahit Yalçın’ın tanımıyla hayatı eserlerinden çok daha muhteşem bir insan…
Sessizliğiyle bile haykırdığını düşünen yakın dostu Mithat Cemal’in Demirden Sükûtu…
Hangi sözlerle onun değerini anlatırız seçmek oldukça zor. Fakat yaşadığı zorlu dönemde kendi kalabilmiş, gerekli gördüğü durumda özgür iradesiyle doğru yolu seçebilmiş bir şair kimliğinden bahsedilmeli.
Anadolu coğrafyasına Malazgirt’ten beri Türklüğü yerleştirmiş İslam’la pekiştirmiş halis maya; onun, en umutsuz anlarda halka moral olan, askerine olduğu kadar sivil insanını da gayrete getiren konuşmaları ve şiirlerinde görünür olur.
Vatanını inancıyla, insanıyla ayrılmaz bir bütün olarak görür. Bu uğurda ne azmi kırılmış ne ümidi bitmiş ne de sorumluluktan kaçmıştır.
İstiklal Marşı’nı ordusuna adayan, milletinin malı yapan büyük şairi anlatmak bu nedenlerle cesaret ister.
Hakka tapan milletinin hakkı olan istiklali ondan daha güzel anlatacak kimse çıkmadı. Bu nedenledir ki Akif ilk ve son Milli Marş şairimiz olarak kalmalı ve kalacaktır.
BÜYÜK BİR HAYATIN EŞİĞİNDE…
Mehmet Akif Ersoy’un son kitabı Gölgeler’de1 yer alan Resmim İçin şiiri şu dört dizeden oluşur:
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da er, geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma.
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?
İnsan bu dizeleri okuduğunda şöyle bir düşünmeden, daha doğrusu dile gelmemiş bir yığın soruyu Mehmet Akif’e sormadan edemez: Savaşların sahnelendiği bir zamanda gürül gürül bir hayat yaşayan, sesiyle kitlelere yön veren ve hatta Konya İsyanı’nı2 tek bir silah patlamadan sadece konuşmalarıyla bastırmaya çalışan Mehmet Akif midir “sessiz yaşadım” diyen? Yazdığı Milli Marş sayesinde dünyanın her yerinde hatırlanan birisinin “kim beni, nerden bilecektir?” korkusu, onun için gerçek olsa bile okur için ne derece gerçekçi gelir sonra? Herhalde Mehmet Akif gerçekten duyabilseydi sorularımızı “Hayat ölmekle bitmiş olsa bir şey anlaşılmazdı” şeklinde cevaplar ve bizi, kendisini her yönüyle tanımaya davet ederdi.
Empati, özellikle eğitimde ve iş hayatında sıkça duyduğumuz bir kavram. Belki milli ruhun pekişmesinde, dünya barışının sağlanmasında, kişiler arası fiziki ve duygusal bağın kuvvetlenmesinde de en büyük ihtiyaç. Sonuçta kendini bir başkasının yerine koymak, aynı zamanda diğerini anlamak da olduğundan herhangi bir çatışmaya gerek kalmayacaktır. Aslında empati, gerek bilgi gerekse yaşanmışlık yönüyle kendini geliştirmek demektir. Çünkü kendini karşıdakinin yerine koymak için diğerinin inançları, yaşam biçimi, düşünceleri hakkında gerekli donanıma sahip olmak gerekir. Bilgisiz bir empati çabası, anlama eyleminin eksik kalmasına sebep olacak ve kişi, kendi yanılgılarıyla yakıştırdıklarını diğerini anlamak sanacaktır.
Ama bazı hayatlar vardır. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım o hayatı hakkıyla anlayabilmek için bir türlü yeterli donanımı elde edemeyiz. O tür isimler bir hayatın içine birden fazla hayat sığdırmışlardır. Yıkılan bir imparatorluğa ve yeni bir devletin kuruluşuna tanıklık etmiş şairler arasında, sadece şiirinin güçlü sesiyle değil aynı zamanda eylemleriyle, fikirleriyle ve örnek şahsiyetiyle öne çıkan Mehmet Akif Ersoy da bir hayata birden fazla hayat sığdırmış olanlardandır. Onu tanıyabilmek için de yetiştiği çevreden şiirlerini yazdığı dönem koşullarına, şair kimliğiyle bir arada yürüttüğü eylemci kimliğine, bazı yakın dostlarının onunla geçinmenin çok zor olduğunu söyledikleri şahsiyetine ve elbette şiirlerine; geniş bir çerçeveden farklı bakış açıları gereklidir.
Mehmet Akif, sempozyum bildirileriyle, makalelerle, tahlillerle, kısa veya uzun biyografilerle, tanıtım yazılarıyla ve kurgu örneklerle Türkiye’de hakkında birçok çalışma yapılmış sanatçılardan birisi, belki de en başlıcasıdır. Böyleyken her geçen gün Mehmet Akif merkezli çalışmalara bir yenisinin eklenmesinin nedeni Mehmet Akif’in çok yönlü hayatında saklıdır. Tek başına şiirinin derinliği kadar Fatih’in yoksul bir mahallesinde başlamış bir hayat hikâyesinin Milli Mücadele Ankara’sına, Mısır’a kadar uzanan genişliği ve şiiriyle böylesi zengin bir hayatın temas noktaları; onun hakkında hâlâ cevap bekleyen soruların olduğunu gösterir bize. En önemlisi de Müslüman Türk kimliğine yaptığı katkılarla hedeflediği istiklal ülküsüdür. Anlatma ihtiyacını söze yükleyen birisinin yine söz yoluyla anlaşılmaya çalışılması kadar da doğal bir durum yoktur.
İşte ‘Bir Dik Duruş: Mehmet Akif Ersoy’ çalışması da aslında, Mehmet Akif ismi etrafındaki maksadını aşan kimi tartışmaların ve polemiklerin dışında, o büyük hayatı anlamaya çalışmak gayretine hizmet amacı taşıyor. Bu amaç doğrultusunda böylesi bir portre kitabı fikrini ortaya atan Yakup Ömeroğlu’na, arşivindeki belge ve fotoğraflarla her zaman şair hakkında yapılan çalışmalara destek olan gönüllü Akif elçisi Mehmet Ruyan Soydan’a teşekkür ederim. Çalışmamız biraz önce ifade ettiğimiz gibi daha en baştan mütevazı bir çalışma olduğunu da biliyor. Çünkü altmış üç yıllık bir hayat içerisine birden fazla hayatı sığdırmış Mehmet Akif’i gerçekten anlayabilmek ve bunu söz aracılığıyla aktarmak, bizim sınırlı deneyimlerimizin ve empati yeteneğimizin uzağında kalıyor.
BİRİNCİ BÖLÜM
MEHMET AKİF ERSOY’UN YAŞAM ÖYKÜSÜ
MEHMET AKİF’İN İÇİNE DOĞACAĞI ZAMAN VE ÇEVRE
Aralarında Mehmet Akif’in de bulunduğu, Osmanlı Devletinin son kuşağı sayabileceğimiz nesil birçok açıdan tezatlıklara şahitlik etmişlerdir: Gelenekle modernin karşıtlığını eğitimden bürokrasiye, aileden toplumsal hayata hissetmeleri yanında Osmanlının yıkılışının sancılarını ve yeni bir devletin kuruluşunun umudunu bir arada yaşamışlardır. Babası Fatih Medresesinde müderrislik yapan Mehmet Akif’in ortaöğrenimini Fatih Merkez Rüştiyesinde tamamlaması, Osmanlı toplumundaki gelenek-modernlik bölünmesinin aileler içinde de yaşanmasının tipik bir örneğidir.
1870’ler Osmanlısı, 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla3 birlikte başlayan Batılılaşma çabalarının artık toplum nezdinde de hissedildiği bir dönemdir. Hâlâ eğitim öğretim faaliyetini sürdüren medreselerle birlikte yavaş yavaş öne çıkan modern eğitim kurumları, genişleyen okur kitlesi sayesinde gazetenin yönlendiricilik rolünü üstlenmesi, Batılı yaşam tarzının ilk etkilerinin gündelik yaşama indirgenme yolunda ilerlemesi; bir yeniden diriliş umudunun, devletin otoriter gücünü sürdürme arayışının canlılığını koruduğunu gösterir. 23 Aralık 1876’da geçilen meşruti sistem, Avrupa’ya gönderilen öğrenciler, bazı reform ve ıslahatlar tüm bu çabanın sonucu ortaya çıkmıştır. Ama bir taraftan da ekonominin kötü gidişatı, Rumi Takvime göre 1293 yılına denk geldiği için 93 Harbi olarak bilinen, 1877-1878 yıllarında Rusya’yla yapılan savaşın büyük bir hezimetle sonuçlanması gibi o umudu kıran gelişmeler de vardır. Diğer yandaysa o zamana kadar sorun yaşamadan Osmanlı sınırlarında yaşayan ve Osmanlı tebaası kabul edilen azınlıklar; Fransız İhtilalinin bir sonucu olan milliyetçilik hareketleri, başta Rusya olmak üzere başka devletlerin ayrılmayı teşvik edici politikaları gibi nedenlerle isyana hazırlanmaktadır. Arnavutlar da isyan hazırlığı içindeki tebaalar arasındadır ve baba tarafı Arnavutluk’ta yaşayan Mehmet Akif de bu gelişmelerden daha çocukluk yaşlarından itibaren etkilenecektir.
Ali Paşa Sarayı inşa halinde olduğuna göre 1872’den önce ve Beyazıt Kulesinden çekildiği anlaşılan bir fotoğrafta eski İstanbul
Eskiyle yeninin iç içe olduğu, yeninin eskiyi tümüyle yok saymaya çalışırken eskinin de yeniyi ağır ithamlarla kabule pek yanaşmadığı böylesi bir ortam, eğitimli kuşakta hem bir kafa karışıklığına hem de devletin yarını için endişelerin uyanmasına yol açacaktır. Aydınların kurtuluş arayışlarına girişmeleri ve bunun sonucunda birtakım düşünce akımlarının ortaya çıkması gecikmeyecektir. Hangi etnik kökene mensup olunursa olunsun Osmanlı Devleti çatısı altında bir bütün olmayı savunan Osmanlıcılık düşüncesiyle başlayan arayışlar, bu düşünce azınlık tebaa üzerinde etkisiz kalınca yerini bir başka çabayla sürdürür ve Müslüman kimlikleriyle ortak bir paydanın söz konusu olduğu tebaanın merkezi otoriteye bağlılığını sürdürmek gayesiyle İslamcılık düşüncesi ortaya çıkar. Ancak bunun da kalıcı bir çözüm olmadığı savaş yıllarındaki birtakım gelişmelerle görülür. Anadolu coğrafyası insanı; varlıklarını, inanışlarıyla bütünledikleri milli kimliklerini korumakla sağlayacaklarını kısa sürede anlarlar. Nitekim Mehmet Akif, İslamcılık anlayışını kendine özgü bir milli/dini kimlik kurgusuyla birleştirerek eleştirilerini ve çözüm önerilerini bu pencereden geliştirecektir.
İşte Mehmet Akif böylesi bir toplumun içinde doğmuştur. Yaş olgunluğuyla birlikte gelişme gösteren sanatsal olgunluk ve tercihlerini, aynı toplumun sonradan yaşayacak olduğu Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, İstanbul ve Anadolu’nun işgal edilmesi gelişmeleri sonuncunda zorunlu hale gelen Milli Mücadele’yle şekillendirmesi olağandır. Bu genel perspektifin dışında bir de büyüdüğü Fatih semtinin yaşam biçimi, duyarlılığı, insan tipolojisi Mehmet Akif’in Mehmet Akif olmasında varlığını gösteren alt unsurdur.
İstanbul’un en eski semti olan Fatih, sınırları içerisinde yer alan surlarla, Ayasofya’yla, Sultan Ahmet Camisiyle, Topkapı Sarayıyla, Mısır Çarşısıyla ve zamanın hükmüne direnmiş daha birçok eserle aslında İstanbul’un ruhu demektir. Ama tüm bunlar Fatih’in dışa dönük yüzüdür ve semtin, mekâna bir turist gözüyle bakanlara gösterecekleridir. Bir de mahalle kimliğini taşıyan Fatih vardır. Dar sokaklarıyla ve bitişik evleriyle yoksulluğa kol kanat geren, onca değişime rağmen muhafazakâr bir kimliğe sahip çıkan Fatih; işte bu mahalle olan Fatih’tir. Başta Peyami Safa’nın4 Fatih-Harbiye romanı olmak üzere birçok edebi eserde de geleneği, değişim karşısında Türk kalabilmeyi ve Müslümanca bir duruşu, öze bağlı kalmayı temsil eder. İşin asıl garibiyse Fatih, Doğu-Batı ilişkisinde sıklıkla karşılaştırılan ve Batı’ya yakın bulunan Beyoğlu’na göre coğrafi olarak daha batıda yer alır.
Mehmet Akif’i bir anlamda Fatih’in yoksul mahalleleri büyütecektir. Bir anlamda, Seyfi Baba5 örneğinde olduğu gibi şiirlerine de konu olacak yoksul evlerin şairidir Mehmet Akif. Böyleyken o, yoksul bir evde dünyaya gelmemiştir.
Sarı Nasuh Mahallesi, numara 12, Sarıgüzel… Mehmet Akif’in dünyaya gözlerini açtığı evin adresi budur. Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul’un6 tarifiyle; Fatih’teki Ali Emîrî Efendi Sokağı’ndan Kıztaşı’na doğru inilip Sarıgüzel’e doğru ilerleyen Sarı Nasuh Sokağı’na varıldığında bu ev karşımıza çıkar. Aslında burasını bir ev saymak güçtür. “Âkif’in doğduğu sırada bu ev yedi sekiz odalı, beş yüz arşın bahçeli bir konakçık” tır çünkü. Mehmet Akif’in babası Tahir Efendi’nin imamlıktan medrese müderrisliğine geçmiş orta dereceli bir memur olduğu bilindiğinde, bir ‘konakçık’a sahip olması şaşırtıcı gelebilir. Konak, Akif’in annesi Emine Hanım’ın ilk kocasından kalmadır. Tahir Efendi, Emine Hanım’la evlendikten sonra burada yaşamıştır.
AİLESİ
Mehmet Akif’in Fatih Camii7 şiirinde “Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;/Vücudu zinde, fakat saç, sakal ziyadece ak;/Mehib yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz” dizeleriyle tasvir ettiği babası Mehmet Tahir Efendi, 1826 yılında Arnavutluk’un İpek kasabasına bağlı Suşitsa köyünde doğmuştur. Babası Suşitsalı Nurettin Ağa’dır. Mehmet Tahir eğitim almak için İstanbul’a gider ve Yozgatlı bir hocadan ders alır. O dönem İstanbul’unda ilim merkezi Fatih’tir. Kuruluşu 15. yüzyıla dek uzanan ve Ayasofya’nın kuzeyinde yer alan Fatih Medresesi, cadde ve sokakların düzenlenmesi kapsamında 1869’da yıkılıncaya değin bünyesinde birçok ünlü ilim adamını barındırmış, birçok devlet adamı ve sanatçı burada eğitim görmüştür. Medrese yıllarında arkadaşları, aynı adı taşıyan diğer Tahir’lerden ayırmak için Mehmet Tahir’e Temiz Tahir adını takmışlardır. Kendisi temizliğe büyük dikkat eden birisidir. Ayrıca, Suşitsa köyünün bağlı olduğu İpek kasabasından dolayı İpek Tahir Efendi ya da İpekli Tahir Efendi adlarıyla da bilinir.8 Eğitimini tamamladıktan sonra imam olmuş, Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde bir müddet imamlık yapmıştır. Bir yandan da kendini geliştirmeyi sürdürmüş ve nihayet Fatih Medresesi’nde baş müderrisliğe kadar yükselmiştir.
Mehmet Akif, Hakkın Sesleri kitabında düştüğü dipnotta şunları söyler:
“Babam Fatih müderrislerinden İpekli Hoca Tahir Efendi merhumdur ki, benim hem babam, hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim. Şiirin daha iyi anlaşılmasına, merhumun da rahmetle anılmasına vesile olur, diye şu hâşiyeyi yazmaya mecbur oldum.”
Fatih Sultan Mehmet tarafından 1462-1469 yılları arasında yaptırılan Fatih Camii. Mimarı, Atik Sinan adıyla bilinen Sinaüddin Yusuf bin Abdullah’tır.
Tahir Efendi, baş müderrislik mertebesine tamamen kendi gayret ve azmiyle ulaşmıştır. Daha İpek’ten yola çıkarken ilimde en üst yerlere ulaşmanın hayalini kurmuş, medreseyi bitirip de icazetini aldığında memleketine geri dönmeyi düşünmemiş ve sadece imamlık göreviyle yetinmemiştir. Bu yönleriyle oğlunu da etkilemiştir. Zamanla “baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, dönmezliği, umutsuzluğa sürekli düşülmemeyi gerektirecektir.”9 Nitekim Mehmet Akif, Safahat külliyatının altıncı kitabı Asım’da, Arnavutluk’tan kopup gelen babasının azmine değinir:
Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden?
Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden?
İpek’in köylüsü, ümmî yarı vahşî bir adam…
......
Bir şey öğrenmedi elbette o ümmi babadan.
Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi.
Zat-ı devletleri, lakin azıcık çöplendi.
Sen dua et babadan topladığın mirasa,
Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa.
Tahir Efendi’nin ancak kırk yaşlarında evlenmesi, belki de ilim gayreti nedeniyle evlenmeye fırsat bulamamasındandır. Mücadeleli hayatının ardından Akif’in ilk hocası da olan babası Tahir Efendi, yakalandığı gırtlak vereminden kurtulamayarak 1888 yılında vefat etmiştir.
Mehmet Akif’in annesi Emine Şerife Hanım aslen Buharalıdır. Hekim Hacı Baba namında birisi Buhara’dan Anadolu’ya gelmiş, Boyabat’ta evlendikten sonra Tokat’a yerleşmiştir. Akif’in anneannesi Tokat’ta doğmuş ve yine Buhara’dan gelen tacir Mehmet Efendi’yle evlenmiştir. Emine Şerife Hanım 1836 yılında Tokat’ta doğar ve burada büyür. Evlilik çağına ulaştığında da Şirvanlı Derviş Efendi’yle evlenir. Bir müddet Amasya’da yaşarlar, ardından İstanbul’a gelip Sarıgüzel’deki eve yerleşmişlerdir.
Emine Şerif Hanım’ın bu ilk evliliğinden iki erkek, bir de kız evladı dünyaya gelir. Fakat erkek evlatları vefat eder, acılı anne, hemen peşinden kocası Derviş Efendi’yi kaybeder ve daha otuzlu yaşlarının başında dul kalır. Mehmet Tahir Efendi’nin kendisine talip olmasıyla da onunla evlenir.
Damadı Ömer Rıza Doğrul’un verdiği bilgilere göre Emine Şerife Hanım sağlam bünyeli bir kadındır. Peş peşe yaşadığı evlat acılarına rağmen yıkılmamış, ibadete sığınarak ayakta kalmıştır. O günün koşullarında deve sırtında yolculuk yaparak hacca gitmesi, üstelik bunu kadın başına yapması ondaki irade üstünlüğünü ve samimi inancı gösterir. İkinci evliliğinin ardından ilk evliliğinin yegâne yadigârı kızını da kaybetmesi ondaki samimi imanı sarsmamıştır. Haliyle Mehmet Akif’in doğumu, üç evladını kaybeden Emine Şerife Hanım’ın en büyük tesellisi olacaktır.
Emine Şerif Hanım’ın Tahir Efendi’yle evliliğinden, Mehmet Akif’ten sonra Nuriye adında bir de kızları olmuştur. Mehmet Akif, kendisinden iki yaş küçük olan kız kardeşiyle ilgili Fatih Camii şiirinde bir anılarını anlatır. Akif sekiz yaşındayken bir akşam babaları, “Çocuklar namazda şayet uslu durursanız siz de gelin.” diyerek Akif’i ve Nuriye’yi camiye götürür. Büyükler namaza başlayınca, babalarına söz vermelerine rağmen rahat durmazlar, caminin içinde koşturup durular. Tahir Efendi onlara yine de kızmaz ve dönüş yolunda Mehmet Akif önden fener tutar, birlikte eve gelirler.
Annesi gibi Nuriye Hanım da daha bebeklik yaşlarındaki evlatlarını kaybedecektir; evladını ve iki eşini kaybeden Emine Şerife Hanım, torunlarını kaybetmenin acısını da yaşar. Nuriye Hanım’ın kaybettiği evlatlarından birisi de dört yaşında ölen Selma’dır. Mehmet Akif, Safahat’ta yer alan ve “Hemşirezâdemdir./Dört yaşında öldü.” ithafıyla başlayan Selma şiirinde bu ölümü ve Emine Şerife Hanım’ın bu ölüm karşısında çaresizliğini anlatır:
Sarıldı boynuma annem girince; ben içeri.
Diyordu ağlayarak: – Görme, Akif’im, çocuğu!
Senin değil, yedi kat ellerin yanar ciğeri,
Ölüm döşekleri üstünde görse yavrucuğu.
Yeğeninin son nefesini verdiği sıra kardeşi Nuriye Hanım’dan kopan feryat Mehmet Akif’te bir acı hatıra olarak kalacaktır:
Ne oldu, hastaya bir şey mi oldu, anlamadım…
O beht içindeki kızdan kemâl-i şiddetle,
Şu sayha koptu ki hâlâ enini yâdımda:
“Ne taş yüreklisiniz… Âh gitti evladım!..”
Selma şiirinde Mehmet Akif, annesinin ağzından şu ifadeleri de kullanır:
Bu hem kaçıncı felaket? Beşinci! Ya Rabbi,
Tamam beşinci seferdir ki kız ölüm görecek!
Bu son ümidi de şâyed giderse dördü gibi,
Zavallı kendini vaktinden evvel öldürecek.
Nuriye Hanım’ın hukukçu Arif Hikmet Çobanoğlu’yla evliliğinden sadece Halide isimli kızı hayatta kalmayı başaracaktır. Halide de tanınmış piyano sanatçısı Feyzi Aslangil ile evlenmiştir.
MEHMET AKİF’İN DOĞUMU
Mehmet Akif, doğum günü tam olarak bilinmemekle birlikte 1873 yılının Kasım ya da Aralık ayında Sarıgüzel’deki evde doğmuştur. Fakat Tahir Efendi’nin o sıralar Bayramiç’te görev yapması nedeniyle burada nüfuza kaydettirilmiştir. Sicil-i Ahval Defterindeki kayıtta, “Mehmet Akif Efendi Fatih Dersiamlarından İpekli Tahir Efendi’nin Mahdumudur. 1290 sene-i hicriyesinde sene-i maliye 1289 Kal’a-i Sultaniye sancağına mülhak Bayramiç kasabasında muharrerdir” yazar. Buna göre, 1 Temmuz 1873 yılında Bayramiç’te doğmuş olması gerekir. Ancak Mehmet Akif, Fatih’teki evde doğduğunu ve çocukluğunun o evde geçtiğini hatıralarında açıklar. Bayramiç’teki evdeyse Tahir Efendi’nin görevli bulunduğu 1873-1877 yılları arasında bir müddet kalmıştır.
Eski dönemlerde aydın kişilerin, çocuklarına isim verirken ebced hesabından yararlandığı da olurdu. Arap harflerine rakamsal bir değer verme mantığı etrafında şekillenen ebced hesabına göre, harflerin rakamsal değeri toplandığında doğum yılının tarihine karşılık gelecek bir isim bulmaya çalışılırdı. Tahir Efendi de oğlunun doğumunun ardından bu geleneğe bağlı kalmış ve ona, Mehmet isminin yanında ünsüz harflerin rakamsal karşılığı toplamı 1290 olan Ragîf10 adını da vermiştir. Tahir Efendi’nin oğluna Ragîf adını verirken amacı 1290 tarihini onun ismine yazmaktır. Böylece herkes, belki evlenme umudunu bile yitirmiş Tahir Efendi’nin kırk beş yaşında evlenip baba olduğu o eşsiz tarihi, Mehmet Ragîf isminden hareketle bilecektir. Fakat Arapçada bir tür ekmek anlamına gelen ve Türk toplumunda kullanılmayan Ragîf ismi Mehmet Tahir dışında kimse tarafından kullanılmayacak; komşular, yakın çevre ve okuldaki diğer çocuklar Ragîf’i Akif’in yanlış telaffuzu sanarak Akif ismini tercih edeceklerdir. Tahir Efendiyse oğluna seslenirken ölümüne dek Ragîf ismini kullanmayı sürdürecektir. Bir anlamda baba, oğlunun doğduğu tarihi ismine yazmak istemiş, öte yandan o oğul Akif adını tarihe yazdırmıştır.
Mehmet Akif’in çocukluğunda bir müddet kaldığı Bayramiç’teki ev. 2001 yılında izin alınmadan yıkılan ev 2016’da restore edilmiştir.
Nüfusa Bayramiç’te kaydettirildiğine göre Akif, çok küçük yaşlarda bir müddet Bayramiç’te kalmış olsa da asıl çocukluğu Fatih’te geçmiştir. Küçük Akif hareketli bir çocuktur, tüm gün oradan oraya koşturup durur, eve geldiğinde de yerinde duramaz, bahçedeki ağaca tırmanır, tüm bunlara rağmen komşuları Baise Hanım ona masal anlatmadan uyumaz. Hatta kimi zaman masal anlatan Baise Hanım uyuyakalır da Akif yine uyuyamaz. Tahir Efendi otoriter bir babadır, üzerinde daha fazla ihtimam göstermesi gerektiğini düşündüğü oğlu da haşarıdır. Tabi otoritesini hiçbir zaman şiddete başvurarak göstermez; ya bakışlarıyla uyarır oğlunu ya da susarak. Bazen de oğlunu, dersine çalışmazsa evin kapısından giremeyeceği yollu yarı şaka yarı ciddi uyarır. Ama Mehmet Akif zaten derslerine iyi çalışan bir öğrencidir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.