Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Pinokyo», sayfa 2

Yazı tipi:

VI
Pinokyo ayakları maltızın üzerinde uyuyakalır. Ertesi sabah ayakları tümüyle yanmış olarak uyanır

Cehennem gibi berbat bir geceydi. Tüm şiddetiyle gök gürlüyor, gökyüzü alev alır gibi şimşek çakıyor, soğuk ve amansız bir rüzgâr öfkeyle ıslık çalarak kocaman bir toz bulutunu kaldırıyor ve kırlardaki tüm ağaçları çatırdatıp gıcırdatıyordu.

Pinokyo, gök gürültüsünden ve şimşekten müthiş korkardı. Ama açlığı, korkusunu bastırdığı için kapıdan çıkıp koşmaya başladı. Sıçrayarak yüz adımda, tıpkı bir av köpeği gibi dili dışarıda, soluk soluğa köye vardı.

Ama köy kapkaranlık ve ıpıssızdı. Dükkânlar kapanmıştı; evlerin kapıları, pencereleri kapalıydı ve sokaklarda tek bir köpek bile yoktu. Sanki ölüler diyarı gibiydi.

Pinokyo, aç ve umutsuz, bir evin kapısındaki çıngıraklı zile yapıştı ve uzun uzun çalmaya başladı. İçinden:

“Mutlaka biri açmalı.” diyordu.

Gerçekten de başında gece takkesiyle, bir küçük ihtiyar kapıyı açıp huysuz huysuz bağırdı:

“Gecenin bu saatinde ne istiyorsunuz?”

“Bana birazcık ekmek verme iyiliğinde bulunmanızı…”

“Bekle de birazdan döneyim.” diye yanıtladı, karşısında sükûnet içerisinde uyuyan iyi insanları rahatsız etmek için gece gece zilleri çalan o baş belası çocuklardan biri var zanneden küçük ihtiyar.

Yarım dakika sonra pencere açıldı ve küçük ihtiyarın sesi, Pinokyo’ya bağırdı:

“Başını eğ, şapkanı çıkar.”

Pinokyo hemen küçük başlığını çıkardı. Ama çıkarmasıyla koca bir leğen suyun, başından aşağı dökülüp onu sanki bir vazo dolusu solmuş sardunya çiçeğiymiş gibi sulaması bir oldu.

Bir civciv gibi ıslak, yorgunluktan ve açlıktan bitkin, eve döndü. Ayakta duracak hâli kalmadığı için, sırılsıklam, çamurlu ayaklarını kızgın kor dolu maltıza uzatarak çöktü, oturdu.

Oracıkta uyuyakaldı. Uyurken tahtadan ayakları alev aldı; usul usul önce kömür, sonra da kül oldular.

Pinokyo, ayakları sanki kendinin değil de bir başkasınınmış gibi horul horul uyumaya devam ediyordu. Nihayet, gün doğumuyla birlikte uyandı. Çünkü kapı çalınıyordu.

“Kim o?” diye sordu esneyerek ve gözlerini ovalayarak.

“Benim.” diye yanıtladı bir ses.

Bu, Geppetto’nun sesiydi.

VII
Geppetto, eve döner ve kendi kahvaltısını Pinokyo’ya verir

Zavallı Pinokyo’nun gözleri hâlâ uyku mahmuruydu ve tamamen yanmış olan ayaklarının farkına henüz varamamıştı. Bu yüzden, babasının sesini duyar duymaz hemen sandalyeden atlayıp kapının sürgüsünü açmak istedi ama iki üç kez sendeleyip, boylu boyunca yere serildi.

Yere çarparken çıkardığı gürültü, beşinci kattan aşağı düşen bir çuval kepçenin çıkaracağı gürültünün aynısıydı.

“Aç kapıyı!” diye bağırıyordu bu sırada Geppetto sokaktan.

“Babacığım, açamıyorum.” diye yanıtlıyordu kukla ağlayıp yerde debelenerek.

“Niçin açamıyorsun?”

“Çünkü ayaklarımı yemişler.”

“Kim yemiş ayaklarını?”

“Kedi.” dedi, yerde tahta kıymıklarını oynatarak eğlenen kediyi gören Pinokyo.

“Aç diyorum sana.” diye tekrarladı Geppetto. “Yoksa eve girince yediririm o kediyi sana!”

“Ayaklarımın üzerinde doğrulamıyorum. İnanın buna. Ah zavallı ben! Hayatı boyunca dizlerinin üzerinde yürümek zorunda kalacak olan zavallı ben!”

Geppetto, tüm bu sızlamaların başka bir haylazlık olduğunu zannetti ve buna bir son vermeyi aklına koydu. Duvara tırmanarak pencereden eve girdi.

İlkin, ağzını açıp gözünü yummak niyetindeydi. Ama sonra zavallı Pinokyo’sunu ayaksız kalmış, yerde uzanmış yatarken görünce yumuşayıverdi. Onu kucağına alıp öpmelere, okşamalara, tatlı sözlere boğmaya koyuldu ve yanaklarından parlak yaşlar süzülerek:

“Pinokyocuğum benim! Nasıl oldu da yandı ayakların?” dedi.

“Bilmiyorum, babacığım. Ama şuna inanın ki cehennem gibi bir geceydi ve ben yaşadığım sürece hatırlayacağım. Gök gürlüyordu, şimşek çakıyordu ve de ben çok acıkmıştım. Konuşan Cırcır Böceği bana dedi ki ‘İyi oldu, hak ettin sen bunu.’ Ben de ona ‘Bana bak, Cırcır Böceği!..’ dedim. O bana ‘Sen bir kuklasın, kafan tahtadan yapılma.’ dedi. Ben de ona bir çekiç fırlattım. O hemen oracıkta ölüverdi ama kendi hatasıydı. Çünkü ben onu öldürmek istememiştim. Nereden mi belli? Maltızın kızgın korlarına çömleği oturttum. Yumurtadan çıkan civciv ‘Görüşmek üzere… Evdekilere de çok selamlar.’ dedi. Açlığım giderek artıyordu. Gece, takkeli küçük ihtiyar pencereye çıkıp bana ‘Başını eğ, şapkanı çıkar.’ dedi. Sonra kafamdan aşağı bir leğen su boşalttı. Birazcık ekmek istemiştim, bunda utanılacak bir şey yoktur, öyle değil mi? Hemen eve döndüm. Çünkü hâlâ çok ama çok açtım. Kurulanayım diye ayaklarımı maltıza dayamıştım ki siz geri döndünüz. Ben de bir de baktım, yanmışım. Hâlâ da açım ama artık ayaklarım yok. Ühü! Ühü! Ühü! Ühü!”

Zavallı Pinokyo, avazı çıktığı kadar öyle bir ağlamaya başladı ki sesi, beş kilometre uzaktan bile duyuluyordu.

Geppetto, tüm bu karmakarışık sözlerden tek bir şey anlamıştı: Kukla açlıktan ölmek üzereydi. Üç tane armut çıkarıp verdi ona.

“Bu üç armut benim kahvaltılığım olacaktı. Memnuniyetle veriyorum sana onları. Hadi ye onları. Ağzına sağlık.”

“Onları yememi istiyorsanız lütfen kabuklarını soyun.”

“Kabuklarını mı soyayım?” diye şaşkınlıkla yanıtladı Geppetto. “Böylesi zor beğenir ve damak tadına düşkün olmana, çocuğum, asla inanmazdım. Hiç iyi değil! Bu dünyada çocukluğundan alışık olmalıdır insan, ne bulursa yemeye. Çünkü başına ne geleceği hiç belli olmaz. Dünyanın bin türlü hâli var!..”

“Hiç kuşkusuz doğrudur söyledikleriniz.” diye ekledi Pinokyo. “Ama ben kabukları soyulmuş olmadıkça hiçbir meyveyi yiyemem. Tahammül edemiyorum kabuklara.”

İyi yürekli adamdı Geppetto. Bir bıçak çıkarıp ya sabır çekerek, üç tane armudu soyup kabuklarını masanın bir köşesine bıraktı.

Pinokyo, ilk armudu iki lokmada bitirip koçanını atacaktı ki Geppetto kolundan tuttu.

“Atma onu. Bu dünyada her şeyin yaradığı bir iş vardır.”

“Ama koçanı gerçekten de yemem!” diye bağırdı Pinokyo yılan gibi kıvrılarak.

“Kim bilir? Dünyanın bin türlü hâli var!..” diye sakin sakin tekrarladı Geppetto .

Üç koçan, pencereden fırlatılıp atılmak yerine, masanın bir köşesine, kabukların yanına konuldular.

Armutlar bir çırpıda yenilip yutulunca Pinokyo upuzun bir esnedi ve sızlanarak:

“Hâlâ açım ben!” dedi.

“Ama çocuğum, benim sana verecek başka bir şeyim kalmadı.”

“Gerçekten mi? Hiç mi?”

“Bir tek bu kabuklar ve koçanlar var.”

“Ne yapalım!” dedi Pinokyo. “Başka bir şey yoksa ben de bir kabuk yerim.”

Başladı kabuğu çiğnemeye. Önce biraz ağzını buruşturdu ama daha sonra önce kabukları sonra da koçanları birbiri ardına silip süpürdü. Hepsini yiyip bitirdikten sonra da elleriyle göbeğine vurup zevkten dört köşe:

“İşte şimdi kendimi iyi hissediyorum!” dedi.

“Görüyor musun, bak!” dedi Geppetto. “Damak tadına fazla düşkün, fazla seçici olmaya alışmamak gerekir derken ne kadar haklıymışım. Bu dünyada insanın başına ne geleceği hiç belli olmaz. Dünyanın bin türlü hâli var!..”

VIII
Geppetto Pinokyo’ya yeni ayaklar yapar ve ona alfabe satın almak için ceketini satar

Kukla, açlığını giderir gidermez homurdanmaya ve ağlamaya başladı. Çünkü yeni bir çift ayak istiyordu.

Ama Geppetto; onu haylazlığından ötürü cezalandırmak için yarım günlüğüne, ağlasın, dövünsün diye bıraktı. Sonra da:

“Niçin sana yeni ayaklar yapayım? Sonra bir de bakarım, yine evden kaçmışsın.” dedi.

“Size söz veriyorum.” dedi kukla hıçkırarak. “Bugünden itibaren iyi çocuk olacağım.”

“Bütün çocuklar…” diye yanıt verdi Geppetto. “Ne zaman bir şeyler elde etmek isteseler böyle söylerler.”

“Size söz veriyorum, okula gideceğim, okuyup onurlandıracağım kendimi.”

“Bütün çocuklar, ne zaman bir şeyler elde etmek isteseler hep aynı öyküyü anlatırlar.”

“Ama ben diğer çocuklar gibi değilim. Hepsinden çok daha iyi bir çocuğum ve hep doğruyu söylerim. Size söz veriyorum, babacığım, bir sanat öğreneceğim ve ihtiyarlığınızda teselliniz ve can yoldaşınız olacağım.”

Her ne kadar Geppetto, despot tavrı takındıysa da gözleri yaşlarla doldu. Pinokyo’sunu o acınası hâlde görmek, kalbini acıtıyordu. Başka yanıt vermedi. Eline çalışma aletleriyle iki tahta parçası alıp büyük bir özveriyle çalışmaya baladı.

Bir saate kalmadan ayaklar hazırdı bile. Ancak yetenekli bir sanatçının elinden çıkabilecek iki zarif, ince, çevik küçük ayak…

Geppetto kuklaya:

“Kapa gözlerini ve uyu!” dedi.

Pinokyo gözlerini kapayıp uyuyormuş gibi yaptı. O uyuma taklidi yapadursun, Geppetto bir yumurta kabuğunun içinde biraz yapışkanı eritip iki ayağı yerlerine yapıştırdı. Öyle iyi yapıştırdı ki bağlantı yerinin izi bile görünmüyordu.

Kukla ayaklarının farkına varır varmaz yattığı masadan atlayıp, mutluluktan çıldırmış gibi havada bin kez hopladı, bin takla attı.

“Benim için yaptıklarınızın karşılığı olarak…” dedi Pinokyo babasına. “Hemen okula başlamak istiyorum.”

“Aferin oğlum!”

“Ama okula gitmek için bana biraz giysi gerekli.”

O zaman, cebinde tek kuruşu bile olmayan fakir Geppetto, çiçekli kâğıttan minik bir giysi, ağaç kabuğundan bir çift ayakkabı ve ekmek içinden küçük bir başlık yaptı.

Pinokyo, hemen içi su dolu bir kovanın üstüne eğilip kendine baktı ve hâlinden öyle memnun oldu ki şişinerek:

“Tam bir efendi oldum.” dedi.

“Gerçekten de…” diye yanıtladı Geppetto. “Aklından çıkarma ki insanı efendi yapan güzel giysi değil, temiz giysidir.”

“Bu arada…” diye ekledi kukla. “Okula gidebilmek için hâlâ bir şey eksik, hatta en önemli şey.”

“Yani?”

“Alfabem eksik.”

“Hakkın var. Peki alfabe nasıl alınır?”

“Bu çok kolay. Bir kitapçıya gidilir ve alınır.”

“Ya parası?”

“Bende para yok.”

“Bende de yok.” diye ekledi, iyi yürekli ihtiyar hüzünlenerek.

Her ne kadar Pinokyo, aslında çok neşeli bir çocuk olsa da o da hüzünlendi. Çünkü sefalet gerçeğin ta kendisiyse herkes hisseder onu, çocuklar bile.

“Ne yapalım!” diye bağırdı Geppetto, ansızın ayağa kalkarak. Her tarafı yamalı dikişli, eski kadifeden ceketini üstüne geçirip koşa koşa evden çıktı.

Kısa bir süre sonra geri döndü. Ve döndüğünde sevgili oğlu için aldığı alfabe vardı elinde ama ceketi artık yoktu. Zavallı adam, gömleğiyle kalmıştı ve dışarıda kar yağıyordu.

“Peki ya ceketiniz, baba?”

“Sattım onu.”

“Niçin sattınız?”

“Bana fazla sıcak geliyordu.”

Pinokyo bu cevabı hemen anladı, iyi yüreğinin coşkusuna engel olamayıp Geppetto’nun boynuna atladı ve onu öpücüklere boğdu.

IX
Pinokyo kukla tiyatrosu seyretmek için alfabesini satar

Kar yağışı diner dinmez Pinokyo, kolunun altında harika yeni alfabesiyle okulun yolunu tuttu. Yolda giderken ufacık kafasının içinde olur olmaz hayaller kuruyor, çeşit çeşit akıllar yürütüyordu. Şöyle diyordu kendi kendine:

“Bugün okulda hemen okumayı öğrenmek isterim. Yarınsa yazmayı öğrenirim. Ertesi gün, sayı saymayı. Sonra da edindiğim bilgilerle bir sürü para kazanırım. Kazandığım ilk paralarla hemen yeni bir kumaş ceket satın alırım babama. Kumaş mı dedim? Tamamıyla gümüş ve altından olsun. Adamcağız bunu gerçekten de hak ediyor. Ne de olsa bana kitap alıp okutmak için gömleğiyle kalakaldı… Hem de bu soğuklarda! Böylesi fedakârlıkları ancak babalar yapar!..”

Coşkuyla bunları söyleyerek yol alırken, uzaklardan bir davul zurna sesi duyar gibi oldu: Zır, zır, zır, zır, zır, zır; güm, güm, güm, güm!

Durup dinlemeye koyuldu. Bu sesler, deniz kıyısındaki kumsalda kurulmuş köye çıkan yan sokaklardan birinin en sonundan geliyordu.

“Bu müzik de nesi? Okula gitmek zorunda olmam ne yazık. Öyle olmasaydı…”

Ve de oracıkta durakaldı. Her hâlükârda bir karara varması gerekliydi. Ya okula gidecekti ya da zurnaları dinlemeye.

“Bugün zurna dinlemeye giderim, yarınsa okula. Nasıl olsa okula her zaman gidilir.” dedi sonunda omuzlarını silkerek o haylaz.

Der demez de yan sokağa sapıp koşmaya başladı. Koştukça davul zurna sesleri daha iyi duyuluyordu: Zır, zır, zır, zır, zır, zır… Güm, güm, güm, güm!

Kendini, binlerce renkli bir kumaşla kaplı, kocaman ahşap bir çadırın önünde buldu. Bu çadır, bir sürü insanın toplandığı bir meydanın tam orta yerindeydi.

“Bu kocaman çadır da ne?” diye sordu Pinokyo köydeki bir çocuğa dönerek.

“Tabelayı okursan anlarsın. Ne olduğu orada yazılı.”

“Memnuniyetle okurdum ama tam da bugün okumayı bilmiyorum.”

“Aferin sana öküz! O zaman ben okurum sana. Tabelada, ateş gibi kıpkırmızı renkteki harflerle BÜYÜK KUKLA TİYATROSU yazdığını öğren o zaman!”

“Oyun başlayalı çok oldu mu peki?”

“Şimdi başlayacak.”

“Kaç paraya giriliyor?”

“Dört paraya.”

Pinokyo, merakı başına vurunca, çekingenliğini üzerinden attı ve utanmadan sıkılmadan çocuğa:

“Bana yarına dek dört para verir misin?” diye sordu.

“Vermeyi çok isterdim.” diye yanıtladı diğeri alay ederek. “Ama tam da bugün hiç param yok.”

“Sana dört paraya ceketimi satarım.” dedi o zaman kukla.

“Çiçekli kâğıttan yapılmış ceketi ne yapayım ben? Bir yağmur yağsa insan sırtından çıkaramaz onu.”

“Ayakkabılarımı satın alır mısın?”

“Ateş yakmaya yararlar ancak.”

“Başlığıma ne verirsin?”

“Aman ne de güzel alışveriş! Ekmek içinden bir başlık! Sonra da fareler gelip onu başımda yiyiversinler!”

Pinokyo diken üstündeydi. Son teklifini yapmak üzereydi. Kararsızdı, tereddüt ediyor, içi yanıyordu. Sonunda:

“Bu yeni alfabe için dört para verir misin?”

“Ben de bir çocuğum ve çocuklardan hiçbir şey satın almam.” diye yanıtlı Pinokyo’dan çok daha aklı başında olan diğeri.

“Dört paraya, alfabeyi ben satın alırım.” diye bağırdı söze karışan bir eskici.

Kitap hemen oracıkta satıldı. Bir de düşünün ki zavallı Geppetto, tek gömleğiyle kalmıştı oğluna alfabe satın almak için!

X
Kuklalar, kardeşleri Pinokyo’yu tanır ve onun için büyük bir şenlik düzenlerler. Ama en güzel yerinde Kuklacı Ateşyiyen ortaya çıkar. Az kalsın Pinokyo’nun sonu kötü olacaktı

Pinokyo’nun kukla tiyatrosuna girişi yarı devrime bedel bir olay oldu.

Perde çekilmiş, oyun başlamıştı bile.

Sahnede Arlecchino ve Pulcinella her zamanki itiş kakışlarına devam eder, birbirlerine tekme tokatlarla, sopalarla tehditler savururken görünüyordu.

Seyirciler dikkat kesilmiş, bu iki kuklanın didişmelerini sanki aklı başında iki gerçek kişiymişler gibi ciddiye alıyor ve kahkahadan kırılıyorlardı.

Birdenbire Arlecchino rolünü oynamayı kesip seyircilere döndü, son sıralardaki birini işaret ederek duygu yüklü bir ses tonuyla, bağırmaya başladı:

“Gökteki periler aşkına! Rüya mı görüyorum yoksa gerçek mi bu? Pinokyo’dan başkası değil bu!”

“Pinokyo gerçekten de!” diye bağırdı Pulcinella da.

“Ta kendisi!” diye haykırdı sahneye çıkan Bayan Rosaura.

“Pinokyo bu! Pinokyo bu!” diye bağırdı tüm kuklalar, sahnenin arkasından hoplaya zıplaya çıkarak.

“Pinokyo bu! Kardeşimiz Pinokyo bu! Yaşasın Pinokyo!”

“Pinokyo, hadi yanıma gel.” diye bağırdı Arlecchino. “Gel de sarıl tahta kardeşlerine.”

Bu candan davet üzerine Pinokyo bir atlayışta arka sıralardan, en öndeki saygın seyircilerin oturduğu sıralara; sonra bir başka atlayışla oradan önce orkestra şefinin kafasına, sonra da sahneye çıktı.

Bu dram tiyatrosunun kadın erkek tüm oyuncularının nasıl da Pinokyo’ya sarıldıklarını, boynuna atladıklarını, arkadaşça yanağından makas alıp gerçek ve içten kardeşlikle kafalarını hafifçe tosladıklarını hayal etmek imkânsız.

Tüm bu sevgi gösterisi gerçekten de çok duyguluydu, diyecek yok. Ama seyirciler oyunun yarıda kesildiğini görünce sabırsızlanarak bağırmaya başladı:

“Oyunu isteriz! Oyunu isteriz!”

Boşuna nefes tüketiyorlardı. Çünkü kuklalar rollerini oynamaya devam etmek yerine, iki katı gümbürtü çıkararak Pinokyo’yu omuzlarının üzerinde sahne ışıklarının önüne getirdiler.

O zaman kuklacı çıktı ortaya. Bakması bile insanı ürkütecek kadar çirkin, dev gibi bir adamdı bu. Kocaman bir mürekkep lekesi gibi siyah ve çirkin sakalı çenesinden aşağı iniyordu. Yürüdüğü zaman sakalına bastığını söylemekle yetinelim. Ağzı fırın kadar geniş, gözleri iki cam lamba gibiydi. Yılan ve tilki kuyruklarının birbirine sarmalanmasından yapılmış kırbacını şaklatıp duruyordu.

Kuklacının böyle beklenmedik bir zamanda orta çıkmasıyla herkes sessizliğe büründü. Kimse nefes almıyor gibiydi. Öyle ki havada sinek uçsa sesi duyulurdu. Zavallı kuklalar, kadın erkek, hepsi de yaprak gibi titriyorlardı.

“Ne geldin tiyatromda kargaşa çıkarmaya?” diye sordu canavar sesiyle Pinokyo’ya.

“İnanın, saygıdeğer bayım, suç bende değildi!..”

“Bu kadarı yeter! Akşam olunca görürüz hesabımızı.”

Gerçekten de oyunun gösterimi bitince kuklacı, şişe geçirilen bir koyunun akşam yemeğine hazır olması için ateşte yavaş yavaş çevrildiği mutfağa gitti. Koyunu pişirip kızartmaya yetecek kadar odun olmadığı için de Arlecchino ve Pulcinella’yı çağırıp:

“Çiviye asılı bekleyen o kuklayı getirin bana. Bana iyice kuru bir tahtadan yapılmış gibi geldi. Eminim ki kızartmanın ateşini güzelce canlandırır.”

Arlecchino ve Pulcinella ilkin tereddüt ettiler. Ama patronları öyle kötü bir bakış fırlattı ki korkuyla emre itaat ettiler. Az sonra, sudan çıkmış yılan balığı gibi çırpınıp duran Pinokyo’yu kollarının üzerinde mutfağa taşırlarken o da bağırıp duruyordu:

“Babacığım, kurtarın beni! Ölmek istemiyorum! Ölmek istemiyorum!..”

XI
Ateşyiyen hapşırır ve Pinokyo’yu bağışlar. Pinokyo da arkadaşı Arlecchino’yu ölümden kurtarır

Kuklacı Ateşyiyen -buydu adı- özellikle de tıpkı bir önlük gibi göğsünü ve bacaklarını örten siyah, çirkin sakalıyla ürküntü veren bir görünüme sahipti, kabul etmeliyim bunu ama aslında hiç de kötü bir adam değildi. Bunun kanıtı da “Ölmek istemiyorum! Ölmek istemiyorum!” diye çırpınan Pinokyo’yu taşırlarken, hislenip acıması ve bayağı uzun bir direnişten sonra da dayanamayıp gürültüyle hapşırmasıydı.

Bu hapşırık üzerine, o ana kadar üzüntüden salkım söğüt gibi eğilmiş duran Arlecchino, birden neşeyle doldu ve Pinokyo’ya eğilerek fısıldadı:

“Haberler iyi, kardeşim. Kuklacı hapşırdı. Sana acıdığının işaretidir bu. Bundan böyle kurtulmuş say kendini.”

Çünkü bilmelisiniz ki tüm insanlar acıma hissettiklerinde, ya ağlarlar ya da en azından gözlerini kuruluyormuş gibi yaparlar. Ateşyiyen’in ise ne zaman kalbi yumuşasa hapşırma huyu vardı. Bu da kalbinin hissiyatını göstermenin bir yoluydu işte.

Kuklacı, hapşırdıktan sonra, kabadayı gibi davranmaya devam etti. Pinokyo’ya:

“Kes ağlamayı! Sızlanmaların yüzünden mideme ağrı girdi. Hapşu! Hapşu!” diyerek iki kez daha hapşırdı.

“Çok yaşayın!” dedi Pinokyo.

“Teşekkürler! Anan baban hâlâ sağ mı?” diye sordu Ateşyiyen.

“Babam hayatta. Annemi ise hiç tanımadım.”

“Seni şimdi kızgın kömürlere attırsam ihtiyar baban kim bilir ne kadar üzülür! Zavallı ihtiyar! Acırım ona! Hapşu! Hapşu! Hapşu!” diye üç kez daha hapşırdı.

“Çok yaşayın!” dedi Pinokyo.

“Teşekkürler! Aslında acınması gereken benim. Çünkü gördüğün gibi koyun çevirmesini pişirmek için hiç odunum kalmadı. Doğruyu söylemem gerekirse çok işime yarayacaktın! Ama ne yapalım ki insafa geldim. Senin yerine şişin altına kendi kumpanyamdan birkaç kukla koyacağım! Hop! Jandarmalar!”

Bu emir üzerine hemen uzun mu uzun, kuru mu kuru, feneri yanıp sönen şapkaları ve çekilmiş kılıçlarıyla iki tahta jandarma çıktı ortaya.

Kuklacı, hırlayan sesiyle jandarmalara:

“Arlecchino’yu bulun getirin bana. Sonra da iyice bağlayıp ateşe atın, yansın. Koyunumun bir güzel kızarmasını istiyorum!” dedi.

Düşünün bir, zavallı Arlecchino’nun hâlini! Öyle bir korktu ki bacakları o anda kıvrılıp yüzüstü yere düşüverdi.

Pinokyo, bu iç parçalayıcı sahneyi görünce kendini kuklacının ayaklarının dibine attı. Sular seller gibi ağlayarak ve o upuzun sakalın tellerini gözyaşlarıyla ıslatarak:

“Acıyın Bay Ateşyiyen!..” demeye başladı yalvaran sesiyle.

“Baylar yok burada!” diye sertçe yanıtladı kuklacı.

“Acıyın, Bay Şövalye!..”

“Şövalye yok burada!”

“Acıyın, Bay Kumandan!..”

“Kumandan yok burada!”

“Acıyın, Haşmetmeap!..”

Kendisine Haşmetmeap denildiğini duyunca kuklacı hemen sevindi ve bir çırpıda insancıllaştı, konuşulur hâle gelerek Pinokyo’ya:

“Tamam öyleyse, benden ne istiyorsun?” diye sordu.

“Zavallı Arlecchino için af istiyorum.”

“Af maf çıkmaz burada. Sana acıdıysam ateşin altına onun gitmesi gerekir. Çünkü koyunum iyice kızarsın istiyorum.”

“Şu hâlde…” diye gururla doğruldu ve atıldı, ekmek içinden küçük şapkasını atarak Pinokyo. “Şu hâlde, görevimi biliyorum. İleri, Bay Jandarmalar! Bağlayın ve atın beni alevlerin arasına. Arlecchino, benim için gerçek bir dosttur. Ben varken onun ölmesi doğru olmaz!..”

Kahramanca haykırılmış bu sözler, olanları izleyen tüm kuklaları ağlatmaya yetti. Her ne kadar tahtadan yapılmış olsalar da jandarmalar bile iki süt kuzusu gibi ağlıyordu.

Ateşyiyen ilkin buz gibi kaskatı, hareketsiz durdu. Ama sonunda o da usul usul hislenip hapşırmaya başladı. Dört beş kez hapşırdıktan sonra kollarını sevgiyle açıp Pinokyo’ya:

“Sen çok akıllı bir çocuksun! Gel de bana bir öpücük ver.” dedi.

Pinokyo hemen koştu, kuklacının sakalına sincap gibi tırmanıp burnunun ucuna güzelce bir öpücük kondurdu.

“Yani af çıktı mı?” diye sordu zavallı Arlecchino, zar zor duyulan incecik bir sesle.

“Af çıktı.” diye yanıt verdi Ateşyiyen. Sonra da başını bir o yana bir bu yana sallayıp iç çekerek ekledi:

“Ne yapalım! Bu akşam da koyunumu yarı çiğ yerim. Ama bir dahaki sefere karşıma çıkanın vay hâline!..”

Çıkan affın haberi gelince tüm kuklalar sahneye koştu. Oyunların ilk gecelerinde olduğu gibi tüm ışıklar, tüm lambalar yakılarak hoplayıp dans edilmeye başlandı. Şafak söktüğünde dans hâlâ devam ediyordu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺35,27