Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Danabaş Köyü», sayfa 2

Yazı tipi:

DANABAŞ KÖYÜNDE OLANLAR

Laklakçı Sadık, nakletti. Gazeteci Halil yazıya geçirdi.

“Kalbimden gelen ses, bana çok şeyler öğretir. Bu ses, saf ve temiz insafımın sesidir ki, hepsinde bu var. Herkes, can kulağıyla onun buyurduğunu dinleyip, emrine uysa, pek çok sırrı öğrenerek, pek çok şey bilecek.”

Sokrat

EĞLENDİRİCİ BİR ÖN SÖZ

Adım Halil, arkadaşımın adı da Sadık. İkimiz de Danabaş köyünde doğmuşuz. Bundan tam otuz yıl önce ben doğmuşum; yani otuz yaşındayım. Bence, arkadaşım Sadık da ancak ben yaştadır. Fakat, ben ondan biraz genç görünüyorum. Onun boyu uzun, benimki kısa; ama ben ondan şişmanım. O, çok esmer ve iri, bense beyaz tenli ve top sakallıyım. Bir farkımız da şu; ben, gözlerim iyi görmediğinden gözlük takıyorum, arkadaşımın gözleriyse sağlam. Bunun sebebi de, ben okur yazarım, yazıp çizmek gözlerime zarar verdi.

Kısacası, her ikimiz de Danabaş köyünün yerlisiyiz. Zanaatım bezirgânlık, koltuğuma dört beş top basma alıp, köyümüzü ya da başka köyleri dolaşırım, basma satıp, böylece geçinirim. Arkadaşımın zanaatı bakkallık; bir kulübeye, üç dört paket tuz, bir kutu kuru üzüm, dört beş paket mahorka1 tütünü koyup satar, o da böyle geçimini sağlar.

Her ikimiz de Allahutealanın fakir kullarındanız, vesselam. Hasılı, başınızı ağrıtacağım, ama yine de söylemeliyim; çünkü, bu olayları okuyan arkadaşlarımın “Nasıl yani Gazeteci Halil ve Geveze Sadık mı?” diye çok şaşıracaklarını biliyorum. Başınızı ağrıtsam da, arkadaşlarımı bekletmemek için yine birkaç söz söylemeliyim.

Bence, bütün Gafraziyye vilayetinde, bizim Danabaş köyü gibi eğlendirici bir köy yoktur. Kötü diyemem, Allah etmesin. Ben hiçbir zaman hak yemem. Köyümüze biraz kırgın olduğum doğru; ama bu, köyümüzün kötülüğünü göstermez ki! Benim gibi, iki yüz işe yaramaz adam bizim köyde yaşasa, o zaman bile bizim köye kötü demek haksızlıktır.

Yok, vallahi billahi, köyümüz güzel köydür. İnşallah, söylediklerime sonuna kadar sabredersen, bizim köyün kötü olmadığını sen de görürsün.

Hele kötülüğünü, iyiliğini bir yana bırak. Anlatmak istediğim bu değil, sözüm şu; bizim köyde ayaması olmayan bir kişi bile yoktur.

Bizler “ayama” deriz. Bilmem anladınız mı, hayır mı? Ayama, yani lakap.

Ben lakap sözünü açıklayacak kadar bilmezdim; çünkü o kadar bilgim yoktu. Came-i Abbas’tan başka kitap okumamıştım. İmama benzer biri, geçen yıl bizim köyde mersiye okuyordu. Ama, yazık ki adını unuttum. Bir gün, bu imamın yolu, bizim Sadık’ın dükkânına düştü. Anlaşılan, imam önceden Sadık’a, Laklakçı Sadık dediklerini biliyormuş. Dükkânda benden başka birkaç köylü de vardı. İmam, Sadık’tan iki paket mahorka tütünü alıp, paketin birini açtı, çubuğunu doldurup, ateş istedi. Sadık, bir kibrit tanesi yaktı. İmam, çubuğunu tutuşturup, Sadık’a döndü:

–Babana rahmet!

Sonra, çubuğundan birkaç nefes çekip, tekrar ona seslendi:

–Arkadaş, zâtınızın şerefli adına neden “Laklakçı2” lakabını taktılar?

Hocanın sözlerini sadece köylüler değil, ben de hiç anlamadım. Halbuki, ben bu oturanların yanında daha âlimdim. Ama, elbette hepimiz hocanın Sadık’a niye “Laklakçı Sadık” dediklerini, sorduğunu anladık. Sadık, biraz duralayıp, “Laklakçı”nın ayama olduğunu söyledi. Hoca, hayret ederek, tekrar sordu:

–Delikanlı, ayama nedir, ne garip, ne cahil adamlarsınız…

Sadık, sebebini sorunca, hoca bize “Laklakçı”nın Sadık’ın ayaması değil, lakabı olduğunu anlattı. Ayama, halkın kelimesi, lakap, Arapçadır. Hoca, sonunda ayama lafını dilimize almayalım, lakap diyelim, diye bizi iyice tembihledi.

Hepimiz kabul ettik, “tamam”dan başka bir şey söylemedik. Sonra, Sadık, yüzünü imama dönüp, sordu:

–Hoca, zatınız Arapça dersinde çok bilgili olmalısınız.

İmam cevap verdi:

–Oğlum, ne diyorsun? İmam olmak, mersiye söylemek öyle kolay iş mi? Arapça dersini bilmeyen adamı, minbere koyarlar mı?

Sadık, ansızın hocadan şunu sordu:

–Hoca, ekmeğe Arapça’da ne denir?

Hoca, çubuğundan bir nefes çekip, öksürdü. Biraz sonra dedi ki:

–Gardaşım Arabistan’da ekmek olmaz ki, ekmeğe bir ad koysunlar. Orada pirinçten başka bir şey yemezler.

Sadık, hocaya tekrar sordu:

–Peki, pirince Arapça’da ne denir?

Hoca, çubuğundan bir nefes çekip, öksürdü, biraz sonra cevap verdi:

–Arkadaş, sen sahiden laklakçıymışsın. Köylüler, sana yerinde laklakçı demişler.

Bu sözleri söyledikten sonra hoca, abasını düzelterek, dükkândan çıktı gitti. Hepimiz, o gün akşama kadar gülmekten kendimizi alamadık.

Meselâ benim adım Halil, benim adımı Gazeteci Halil koymuşlar. Vallahi, ben gazete nedir, bilmem. Gazeteciyse, aklı ve olgunluğuyla, güzel olaylar, güzel haberler toplayıp, o yana bu yana dağıtan kişidir. Fakat bilmem ki, nereden gazeteci oldum. İnşallah bana niçin “Gazeteci”, arkadaşım Sadık’a da “Lâklakçı”, yani çok konuşan dediklerini açıklarım.

Bize saygı göstermek için koymuşlar; ikimizin de lakabı çok komik değil. Danabaş köyünde öyle lakaplar var ki, söylesem gülmekten katılırsınız. Meselâ; Girdik Hasan, Deve Haydar, Yalancı Sebzali, Eşek Muhtar, Tavşan Kasım. Kısacası, böyle ayamalar, Danabaş köyünde sayısızdı. Eğer hepsini söylemeye kalksam, Rusya’nın kağıthanelerinde kağıt kalmaz.

Arkadaşım Sadık’ın adını, “Laklakçı” koymuşlar. Bizi yaratana yemin ederim ki, bu lakap ona hiç yakışmıyor. Sadık’ın çok konuştuğu doğru. Her tarafta öyle konuşarak oturur. Söyler, söyler, yorulmak nedir, bilmez. Ama, ne yapayım, öyle tatlı konuşan da bence yeryüzünde yoktur.

Üstelik, bizim Danabaş köyünde, her çok konuşana, laklakçı dendiğini herkes bilir. Sonuç olarak, her çok konuşan bir değil. Ben, sabahtan akşama kadar konuştukları hâlde, konuşmalarına hiç doymadığım öyle kişiler tanıyorum ki. Şayet, her konuşana laklakçı denseydi, vaizlerin hepsine laklakçı dememiz gerekirdi; çünkü onlar, minbere çıkınca, inmeyi bilmezler.

Hayır, her çok konuşana laklakçı denemez. Birisi, Allahuteala hakkında sohbet etmeye başlıyor, bir başkasıysa Kerbela’ya ve Mekke’ye gidişini anlatıyor, böyle kişilere laklakçı denir mi? Hayır, olmaz; böyle konuşmak, günahtır, haksızlıktır.

Bırak, herkes ne derse desin. Bırak Sadık’a da “Laklakçı.” desinler; ama o ölene kadar benim arkadaşım, dostum ve dert ortağımdı! Bazısı kızını kötüler, bazısı anasını. Belki de Sadık hakikaten laklakçıydı. Ama o konuşunca gerçekten, yanaklarından öpmek için kalkmalıyım.

Peki, bana niye “Gazeteci” diyorlar? Sebebini açıklayayım. Bana, Sadık’la arkadaşlık etmeye başlayınca “Gazeteci” dediler. Gerçekten de benim adımın Gazeteci konmasına sebep, arkadaşım Sadık’tı.

Burada konu biraz uzadı.

Biz tanışalı iki yıl oluyor. Tanışmamız şöyle oldu: Bir gün, koltuğuma birkaç top basma alıp, Sadık’ın dükkânına gittim. O zamana kadar aramızda böyle bir arkadaşlık yoktu. Biraz oturdum. Sadık, bir çubuk doldurup verdi, içmeye başladım. Dükkânda yalnızdık. Çubuk çekmekle meşguldüm. Tabii ki, Sadık konuşmaya başladı. Önce de arzettiğim gibi, onun sohbeti daima hoşuma giderdi. Ama bu kez büsbütün âşık oldum. Arkadaşım, bu defa öyle tatlı bir şey anlatıyordu ki, belki yirmi, otuz müşteri dükkâna girdi ve boş çıktı. Her gelene “Senin istediğin şey dükkânda yok.” diyorduk. Anlattı, anlattı, anlattı, nihayet bir yerde durdu. Sonra dikkatle yüzüme baktı, bir ah çekti ve dedi ki;

–Emmoğlu Halil, benim bir arzum var.

–Gardaşım arzun nedir?

–Emmoğlu, biz ölüp gideceğiz, lâkin bu güzel hikâyeler unutulacak diye çok esef ediyorum.

–Emmoğlu, hiç üzülme, bu olayları yazıya geçiririm ve kitap bastırıp adını “Danabaş…” koyarım. Biz ölüp gideriz, ben ölünce, beni ne Kerbela’ya götürsünler, ne de övsünler; çünkü ben Allahutealanın talihli kullarındansam, övgüsüz de ahirette yüzüm öyle ak olacak, günahkar bir kulsam, ne övgü yardım eder, ne de başka bir şey. Varımı yoğumu satıp paraya çevirmelerini, yazdığım hikâyeleri baskıya vermelerini, kitapları ona buna bedava dağıtmalarını vasiyet ederim.

Sözlerimi bitirdim, Sadık, hızla yerinden kalkıp, beni sımsıkı kucakladı, iki yanağımdan öptü ve ağlayarak dedi ki:

–Emmoğlu, benim tek arzum buydu. Onu da sen yerine getirdin. Allah, iki dünyada seni hasret içinde bırakmasın.

Evet, benim azizlerim, bizim arkadaş olmamız böyle oldu. Sonra, Sadık aklına bir şey gelince, güzel bir hikâye işittiğinde ya da başka bir konuyu hatırladığında hemen gelip beni bulurdu. Defteri çıkarır, kalemi alır, yazardım. Çünkü bu defter daima iç cebimde olurdu, zanaatım aynı zamanda köyleri dolaşmak olduğundan, boş vakitlerimde defteri çıkarıp okumaya başlardım. Bir müddet çok ilgi çekti. Yalnızca yeni bir hikâye okuyayım diye, beni nerede görseler, çağırıp konuk ediyorlardı. Adımı, önce masalcı koydular; sonra baktılar ki bu ad bana yakışmıyor. Sözün kısası, adım “Gazeteci” kaldı.

Hakikaten, adımın “Gazeteci” olmasına sebep olan arkadaşımdı, nasıl olduğunu siz de görüyorsunuz. Gerçekten, anamın babamın koydukları adımın yanına başka bir ad uydurmaları bana hoş gelmiyor; ama yine de üzülmüyorum.

Bırak, cahiller ne derse desin. Çoğu zaman, cahil iyiye kötü, kötüye de iyi der. Belki de halkın bize gülmesiyle biraz övünmeliyiz.

Dünyada pek çok insan, halktan şikâyetçidir. Biz de dağarcığımızı bu çuvalların dizisine çekiyoruz.

Erivan vilayetinde, Danabaş köyünde, 1894 yılında yazılmıştır.

Laklakçı Sadık ve Gazeteci Halil.

EŞEĞİN KAYBOLUŞU

Miladî takvimin, bin sekiz yüz doksan dördüncü yılında, Ağustos ayından önce, Danabaş köyünde garip bir olay meydana geldi. Olay şuydu; Muhammedhasan emminin eşeği çalınmıştı.

Şüphesiz, bu olaydan kesinlikle haberi yok. Sözlerime de inanmayacak; çünkü, gerçekten de eşeğin kayboluşu öyle şaşılacak bir şey değil ki, bundan da garip bir olay çıksın. Her köyde, her şehirde, bir eşeğin kaybolmadığı gün olmaz. Ama, hayır, Muhammedhasan emminin eşeğinin kayboluşunun başka eşeklerin kayboluşuyla bir kıl kadar bile benzerliği yok.

Vallahi, billahi, Muhammedhasan emminin eşeğinin kaybolması öyle garip bir olay ki, anlatayım, siz de dinleyip tadına varınız.

Önce bakalım, Muhammedhasan emmi kim?

Herkes Danabaş köyünü bilir, elbette Muhammedhasan emmiyi de bilir. Çünkü, Muhammedhasan emmi köyün sayılan şahıslarındandır. Muhammedhasan emmi, elli dört, elli beş yaşlarında, fazla değil. Sakalları ağarmışsa da, “Fakirlik beni sıkmasaydı, yaşımın kırktan fazla olduğunu kimse söylemezdi.” diye yemin eder. Muhammedhasan emmi, yalan da söylemiyor; çünkü bu yaşında bile adamın yanakları yine kıpkırmızıdır.

Muhammedhasan emminin başına çok şey gelmiş. Hepsini anlatmaya kalksak, çok uzun sürer. Muhammedhasan emminin başına neler gelmiş, ne işlere düçar olmuş!

Felek, bu adamın yüzüne gülmemiş, vesselam.

Muhammedhasan emmi on, on iki yaşlarındayken, babası Hacı Rıza vefat etmiş. İki yıl geçmeden anası ölmüş. Merhum babasından, iyi bir servet kalmış; tarlalar, at sürüleri, halılar, pek çok para. Ama çok yazık! Çünkü, Hacı Rıza ve karısı ölünce, Muhammedhasan emmi, başsız kalmış. Amcaları bir yıl içinde parmak hasabıyla serveti bölüştürmüşler. Öyle ki, Muhammedhasan emmi, kendini bilip, gözünü açtığında, büsbütün öksüz kaldığını görmüş. Sonra bir kız sevmiş, bu kızı almış. Belki para pul kazanıp, getirip sermaye yaparım diye, birkaç yıl Erivan taraflarına gidip, gurbetlik çekmiş. Neticede iş tutturamamış. Eli boş köye dönmüş, üç dört eşek alıp, yük taşımaya başlamış. Ancak gittikçe işi açılmış. En sonunda gelmiş, avlusunu ortadan bölmüş, sokak tarafına bir kapı açmış. Buraya birkaç torba un, dut kurusu, iğde getirip, ticarete başlamış, tâ ki bu yaşa gelmiş. Sıkıntısının da şüphesiz şimdi gittikçe arttığını görüyoruz.

Muhammedhasan emmi, şimdi tutumlu davranarak, zorlukla geçimini sağlıyor. Lakin, fakir olsa ne olur, Muhammedhasan emmi, çok iyi bir insandır. Gerçekten adam akıllıca davranmıyor; bu yoksul günlerinde bile hiçbir şeyi esirgemiyor. Birisi gidip “Muhammehhasan emmi, bana üç dört manat para lazım.” dese şayet kendinde varsa, hemen çıkarıp verecek, yoksa uğraşıp ne şekilde olursa olsun, başkasından bulacak, onun işini halledecek. Gerçekten, Muhammedhasan emmi, çok iyi bir adamdır.

Muhammedhasan emmi, dünya malına asla ve asla önem vermezdi. Lâkin tek arzusu vardı. Muhammedhasan emmi, üç yıldır, Kerbela ziyaretine niyetleniyordu. Çok dindar biriydi. Doğrusu geçimi yolunda gitseydi, Muhammet-hasan emmi şimdi kutsal yerlerin hepsini kesinlikle görmüş olurdu. Ama, ne yapalım, fakirlik, adamı mesuliyetli olduğumuz işlerden de alıkoyuyor. Sözün kısası, Muhammethasan emmi, çoktandır Kerbela’ya niyetleniyordu. Zavallı Muhammethasan emminin, bu güzel fikre kapılmadığı yıl olmazdı. Ziyarete gidenlerin anlattıklarını, her işittiğinde, Muhammethasan emminin gözlerinden yaş çeşme gibi akmaya başlardı.

Fakat, ne yapalım, fakirliğin evi yıkılsın. Şimdiye kadar zavallı adamın elini ayağını bağlamış, bırakmıyor ki, bir yana kıpırdasın.

Üç dört ay öncesinin bir hadisesiydi. Muhammethasan emmi, uyudu ve bir rüya gördü, uykudan kalkıp, karısını çağırdı, “Hanım, nasıl olursa olsun, bu yıl inşallah Kerbala’ya gitmeliyim.” diye haber verdi. Rüyasını bu güne kadar kimseye anlatmadı, fakat şunu söyledi: Rüya gördüm, nasıl olursa olsun, Kerbela’ya gidip, altı köşeli kabri3 ziyaret etmeliyim.”

Muhammethasan emmi, son üç dört aydır, gidiş hazırlığındaydı. Ziyaret şevki, Muhammethasan emmiyi dünya işlerinden büsbütün uzaklaştırmıştı. Bu fikre kapıldıktan sonra, dükkânı boşlayıp, biraz arpa ve darı unu tedarik ederek, evine koydu.Ev için, para gerektiren şeyleri hazırlamış, ziyaretçilerin yola çıkmasını bekliyordu.

Muhammethasan emmi, önce yayan gitmek istedi. Çünkü, bilindiği gibi yayan ziyarete gitmenin sevabı hayvanla gitmekten çoktu. Ama, sonra baktı ki, iki aylık yolu yayan gidip gelmek yaşına uygun değil. Peki ne yapmalı? Muhammethasan emmi, sonunda çaresiz kalıp, kendinden, başkalarından on, on beş manat buluşturup, bir eşek aldı. Elbette, eşek attan iyiydi. Evvelâ şunun için; eşek attan ucuzdu. Muhammethasan emmi, ata verecek otuz kırk manatı belki hiç bulamayacaktı. Üstelik, birisi eşekle ziyarete gitse, diğeri atla gitse, elbette eşekle gidenin ziyareti Allâhuteâlâ huzurunda daha çabuk mertebeye ulaşır.

Evet, Muhammethasan emmi bir eşek aldı, Lâkin bu eşek başı belâlı bir eşekti.

Günlerden bir gün, Muhammethasan emmi, sabah erkenden uykudan kalkıp, giyindi. Namazını kılıp, çıktı, avluyu dolaştı. Tavuklarını, civcivlerini çağırarak, biraz tane serpti. Tavlaya girip, eşeğin önüne birkaç avuç arpa döküp sokağa çıktı. Sokak kapısının ağzına çömeldi, çubuğunu ve kesesini çıkardı. Çubuğunu doldurup, çekmeğe başladı. Biraz sonra, birkaç köylü, selam verip sıra ile çömeldiler ve çubuklarını çıkarıp başladılar çekmeye. Bu köylülerin hepsi, Muhammethasan emminin komşusuydu.

Köylüler, biraz çubuk çekip, biraz öksürerek, sohbete başladılar. Sohbet, Kerbela’ya gidenlerin yola çıkmalarına gelmişti. Çünkü, oturanların hepsi Muhammethasan emminin ziyaret niyetinden haberdardılar. Elbette, bu sohbette Muhammethasan emminin de adı geçiyordu.

Sohbet çok uzadı. Evvelâ ziyarete gitmenin sevabından başladılar, sonra ziyarete gitmenin şartlarına geçtiler. Muhammethasan emininin sol tarafında oturan kişi ortaya bir mesele attı;

–Peki, bakalım, birisi ziyarete gidiyor, ziyaretini yapıyor, sonra dönüp memleketine geliyor. Biz toplanıp sırayla bu adamı görmeye gidiyoruz ve birlikte “Ziyaretin kabul olsun.” diyoruz. Acaba, bakalım bizim dileğimizle bu adamın ziyareti kabul olur mu, olmaz mı? Peki, bizim ona söylediğimiz söze bakalım, bu sözlerin bu şahsa faydası var mı, yok mu? Mesela, Muhammethasan emmi, şimdi senin ziyarete niyetin var. Allah selâmet versin, sağ selâmet gidip, evine dönesin. Şimdi, elbette Allah izin verirse, döndükten sonra hep birlikte seninle görüşeceğiz. “Ziyaretin kabul olsun” diyeceğiz. Bu sözlerin, bu görüşmenin sana hayrı var mı, yok mu? Bence yoktur. Çünkü, sen ziyaretini bundan bir ay, belki de bir buçuk ay önce yapmışsın. Senin ziyaretin eğer Allah huzurunda kabul olunduysa, artık sana dua etmemizin faydası ne? Şayet, kabul olunmadıysa, yine faydası yok. Bizim dilememizle kabul olmayacak ki!

Adam, sözünü bitirip Muhammethasan emmininin yüzüne dik dik baktı. Diğerleri de gözlerini yere indirip , düşünceye daldılar; çünkü, gerçekten bu mesele, derin bir meseleydi. Muhammethasan emmi, tekrar cebinden kesesini çıkarıp, çubuğunu doldurmakla uğraştı, sonra sol tarafında oturan komşusuna dönerek konuşmaya başladı:

–Güzel diyorsun Meşedi Oruç emmoğlu, lâkin senin dediğin gibi olmuş olsa, o vakit her şey doğru olmaz, aradan dostluk kalkar. Birisi ziyarete gitse, evine gelse, hiç kimse görüşmeye gitmese, artık bu müslümanlık olmaz ki! Şimdi, farz edelim, ben ziyaret edip, evime gelmişim, sen, benim görüşüme gelmem mi diyorsun?

Meşedi Oruç, hızla elini Muhammethasan emmiye doğru uzatıp, biraz doğrularak dedi ki:

–Yok, vallahi, Muhammethasan emmi, sen benim dediklerimi anlamadın. Senin söylediğin benim sorumun cevabı değil. Senin ziyaretine elbette geleceğim. Dediğim şu; bakalım, acaba benim bu gelişimin sana menfaati var mı, yok mu? Ben, bunu soruyorum.

Muhammethasan emmi, ikinci kez “Görüşmenin herhalde menfaati var; çünkü, görüşme olmasa aradan dostluk kalkar.” diye cevap verdi. Oturan köylülerin hepsi, bu konuda Muhammethasan emminin tarafındaydılar; Meşedi Oruç’un meselesiyse derin bir meseleydi, ama hepsine akıl almaz göründü. Birisi ziyaretten, gelecek onunla görüşmeyeceksin, nasıl olur ki?

Bu mevzu, en az bir saat sürdü. Çubuklar doluyor, boşalıyordu. Hepsinin önünde büyük bir kül yığını oluştu.

Sohbetin en tatlı zamanıydı, sol taraftan, köşeden bir adam çıktı, hızlı hızlı yürüyerek köylülerin yanına geldi, selâm verip yüzünü Muhammethasan emmiye çevirdi:

–Muhammethasan emmi, oğlanı acele gönder, tavladan eşeği çıkarsın, şehre kadar bineceğim, reis istiyor.

Köylüler, hemen ayağa kalkıp, selamı aldılar.

–Baş üstüne, baş üstüne, eşek sana kurban olsun. Şimdi gidip, kendim çıkarıp getireyim.

Muhammethasan emmi, böyle deyip, hemen avluya girdi.

Muhammethasan emmi, eşeği getire dursun, bakalım, bu adam kimdir, necidir?

Şunu anlamak kolaydı, bu adam, önemsiz biri değildi. Evvelâ şunun için; köylüler sohbetin en tatlı havasında, onu görünce ayağa kalktılar, belki de başlarını eğdiler. İkincisi de, Muhammethasan emminin gözünün ışığı, herhalde sadece biricik eşeğiydi; çünkü, bu eşeği, binip, Kerbela’ya gitmek için aldı. Onu yolda bırakmaması için, gece gündüz bu hayvana hizmet ediyordu. Sonra, Muhammethasan emminin, eşeği bir yana götürüp yorarlar diye, hiç kimseye vermeyeceğini herhalde tahmin etmek gerekirdi. Fakat, bu adam istediğinde Muhammethasan emmi, onu kendi eliyle çıkartıp getirdi.

Peki, bakalım, bu adam kimdir, necidir?

Evet, bu eşeği isteyen şahıs, önemsiz bir adam değildi. O, Danabaş köyünün muhtarı Hudayar Bey’di. Hudayar Bey’in geçmişinden söz etmek istemiyorum; çünkü kendisi de buna hiç razı olmaz. Herhalde dünyanın kanunu böyle, birisi yüksekten alçağa inse, zenginlikten fakirliğe düşse, sohbeti daima geçmiş günlerine götürecek: “Ah, benim babam şöyle, anam böyleydi; servetimiz şu kadardı; malımız böyleydi; itibarımız şu kadardı.” diyecekti. Ama, birisi alçaktan yükseğe çıksa, fakirlikten zenginliğe ulaşsa, itibarsızken, hürmetli olsa hiçbir zaman anasından babasından konuşmaktan hoşlanmaz. Meselâ; Muhammethasan emmi, yedi gün yedi gece babasının zenginliğinden, itibarından konuşmaya doymaz. Ama, Muhtar Hudayar, hiç kimseye babasının adını da söylemez. Her zaman böyle sohbet edilirken, Muhtar Hudayar’ın dediği şudur; “Gardaş, babayla anayla ne işin var? Onlar ölüp gitmişler, Allah onlara rahmet eylesin. Gel senden, benden konuşalım” der. Çünkü, Hudayar Bey, geçmişten konuşmayı sevmiyor, ben de onun kalbini kırmayı hiç istemiyorum. Onun geçmişiyle işim de yok.

Hudayar Bey, ancak otuz yedi, otuz sekiz yaşlarındaydı; fazla değil, belki noksan. Boyu uzun, çok uzundu. Uzunluğundan dolayı eskiden Hudayar Bey’e bir lakap takmışlardı. Ama, ben onun geçmişinden konuşmayacağıma söz verdim. Yalancı olmaktan korkarım. Evet, boyu uzundu, kaşları, sakalı kapkaraydı. Yüzü de esmer, çok esmerdi. Gözleri simsiyahtı, gözlerinde bir zerre kadar ak yoktu. Öyle ki, Hudayar Bey, bazı zamanlar, kalpağını gözlerinin önüne iter, kalpak kara, gözler kara, yüz kara olurdu. Kalpağın altından gözleri öyle ışıldar ki, insan dehşete kapılır. Sanki, hendekten kurbağa bakıyor gibi olur o zaman.

Bunların hepsini geç. Hudayar Bey’in büyük bir kusuru var. Burnu eğriydi; eğriydi ama fena eğriydi. Eğri var, eğri vardı. Ben, burunları eğri bir çok güzel gördüm, ama Hu-dayar Bey’in burnu fena eğriydi. Burnunun yukarısından bir kemik uzanmış. Kemik doğru, ama aşağısının eti horoz ibiği gibi, sol yana düşmüş. Anadan mı olmaydı, sonradan mı olmuş bilmem. Ama çok kötü bir burundu, vesselam. Hudayar Bey’e güzel bir adam denemez.

Hudayar Bey, iki yıldır, Danabaş’ta muhtarlık yapıyor. Onun muhtar olmasının da pek çok hikâyesi var. Hudayar Bey, diğer muhtarlar gibi muhtar olmamıştı. Sonra, âdet şöyleydi, muhtarı cemaat seçerdi. Ama Hudayar Bey’in muhtarlığı başka türlü ve çok kolay olmuştu.

Önce, yani bundan iki yıl önce, Hudayar Bey, başkanın yanında çavuştu. Olaylar öyle gelişti ki, başkan, Hudayar Bey’in anasını nikahladı. Başkanın, kendi yakınını koyup, başkasını muhtarlıkta bırakmayacağı belliydi. Bir hafta içinde muhtarı sıkıştırıp, görevden aldı. Bir süre, köy muhtarsız kaldı. Sözün kısası, halk bir zaman gözünü açıp baktı ki, Hu-dayar Bey, muhtar ki ne muhtar!.

Hudayar Bey, muhtar olunca çok değişti. Önce giysilerden başladı. Elbisesini yenileyip, eline bir kızılcık sopası alarak, adının Hudayar değil, Hudayar Bey, olduğunu bildirdi. Kimin cesareti varsa sorsun, beylik ona nereden gelmiş?! Fakat, halk beyliğin ona şuradan, yani başkanın anasını nikahlamasından geldiğini biliyordu. Muhtar Hudayar, yirmi otuz kişiyi, yanlışlıkla Hudayar Bey demeyip, Muhtar Huda-yar demeleri yüzünden hapsetti.

Muhammethasan emmi, “Çöçe, çöçe” diyerek, eşeği sokağa çıkardı. Eşek dışarı çıkınca, yedi sekiz yaşlarında, çıplak, başı açık, kel bir oğlan çocuğu, kendini sokağa attı; ağlayıp, bağırarak koşup, eşeğin kuyruğundan yapıştı. Bu oğlan Muhammethasan emminin küçük oğluydu:

–Eşeğimi götürme. Vallahi bırakmam! diye ağlamaya başladı.

Oğlan, böyle ağlayarak, sızlanarak eşeğin kuyruğundan sıkıca yapışmış bırakmıyordu ki, hayvan hareket etsin.

Muhammethasan emmi, gerçekten çok şefkatli bir babaydı, hiçbir zaman evladını üzmek istemezdi. Onun için, yanına gidip, yumuşaklıkla oğlunu sakinleştirmeye çalıştı.

–Sakin ol oğlum. Eşeğin akşam yine eve dönüp gelecek. Eşeğe ne olur? Eşeği satmıyorum ki! Hudayar Bey emmin şehre götürecek, orada ona çokça arpa verecek.

–Yok, vallahi, hiç bırakmam… Nereye bırakayım gitsin ha!.. Hiç bırakmam… Hiç, bir kere bile!

Oğlan, bu sözleri söyleyerek yine avluya sokmak için eşeğin başını çomakla çeviriyordu. Bu sırada Muhtar Huda-yar, oğlanın arkasından gidip, kürek kemiğine bir sopa…:

–Köpek oğlu köpek! Eşeği nereye götürüyorsun? Gözlerin kör mü, beni burda görmüyor musun? Vallahi, derini yüzerim!

Oğlan “Vay vay!” diyerek, kaçıp avluya girdi. Muhtar Hudayar, eşeğe binip, şehre doğru yöneldi. Köylüler de bir bir dağıldılar. Muhammethasan emmi, muhtarı yolcu edip, oğlunun ardından asabı bozulmuş bir halde evine gitti.

II

Hudayar Bey, öğlen vakti şehre vardı.

Hudayar Bey, Muhammethasan emmiden eşeği isterken, “Beni reis istemiş.” dedi. Fakat yalan söylüyordu, reis istememişti, başka bir niyeti vardı. Muhtar Hudayar, eğer reis için şehre gitseydi, biraz erken gitmesi gerekirdi. Kaza reisinin ancak öğlene kadar mahkemede olduğunu, öğlen olunca mahkemenin kapandığını kendisi de biliyordu. Hayır, Huda-yar Bey’in başka bir maksadı vardı.

Hudayar Bey, eşeği kervansaraya bırakıp, pazara yöneldi. Yedi girvenkelik4 şekerlerden bir kalıp alıp, yeleğin altına soktu. Pazardan çıkıp, Buzhane Mahallesine doğru yürümeye başladı. Biraz gidip, soldaki sokağa döndü. Bu sokağın başına kadar ilerleyip, yine sol tarafa döndü. Bir dar sokaktan gidip, arkı atladı. Alçak bir kapının yanında durup, şekeri yere bıraktı. Üstünün başının, tozunu toprağını temizlemeye başladı. Sol ayağını kaldırıp, sağ eliyle, sağ ayağını kaldırıp, sol eliyle şalvarının paçalarını sildi ve kalpağını çıkarıp sol eline geçirdi, sağ eliyle de o tarafını bu tarafını çırpıp, başına koydu. Şekeri koltuğunun altına alıp, bir kez öksürdü ve kapıyı çaldı. Avludan bir kadın sesi geldi.

–Kim o?

Hudayar Bey, bir daha kapıyı çaldı. Biraz sonra, dört beş yaşlarında bir kız çocuğu kapıyı açtı, Hudayar Bey’i görünce kapıyı örterek, avluya kaçtı. Avludan kızın sesi duyuldu.

–Ay ana, kapıda kocaman biri duruyor.

Hudayar Bey, kızın sözlerine biraz gülüp, seslendi:

–Kız, Kadı Ağa evde mi?

Kız, Hudayar Bey’den o kadar korktu ki, cevap vermeye cesaret edemedi. Bu sırada kapı açıldı, genç bir delikanlı kapıyı aralayarak, merakla gözlerini Hudayar Bey’in gözlerine dikti.

–Kadı Ağa evde mi?

–Evde, ne istiyorsun?

–Kadı Ağa’yı görmek istiyorum.

Delikanlı, bir şey söylemeden kapıyı örtüp, gitti ve sonra geldi, kapıyı açtı.

–Buyur, dedi.

Hudayar Bey, başını eğerek, kapıdan içeri girdi, avluya iki basamakla indi. Herhalde, Kadı’nın karısı avluda çamaşır yıkıyordu; çünkü delikanlı kapıyı açmadan haber verdi:

–Hanım, çekil, adam geliyor.

Avlunun bir tarafında çamaşır teknesi vardı, yanına çokça yıkanmış çamaşır yığılmıştı. Pis su, yani çamaşırın kirli suyu akmış, kapının yanında göl oluşturmuştu. Huda-yar Bey’in girdiği yer, avluya hiç benzemiyordu; çünkü, burada dört duvardan başka bir şey yoktu. Avlunun eni on adım, boyu on beş adım ancak gelirdi. Sol tarafa duvara doğru, pişmemiş kerpiçler yığılmıştı. Sözün kısası, burası belki Kadı’nın arka avlusudur; çünkü, bu şehirde bahçesi olmayan ev yoktu. Hasılı, Kadı’nın bağı bahçesi varsa bile Hudayar Bey, bu girdiği arka avludan başka bir şey görmedi.

Delikanlı, avlunun sağ tarafından dar bir yola girip, kayboldu. Biraz sonra, beli bükülmüş, ihtiyar bir adam, bu dar yoldan çıktı, sol eli cebinde, sağ eli gözlerinin üstünde biraz yaklaşıp, Hudayar Bey’e;

–Ne diyeceksin, dadaş?

–Emmi, Kadı Ağa’yı göreceğim, işim var.

–Nerelisin, azizim?

–Ben Danabaş muhtarı, Hudayar Bey’im, Kadı Ağa’yı görmek istiyorum.

–Yeleğinin altındaki nedir, gadasını aldığım?

–Şeker, Kadı Ağa’ya getirdim. Onunla hayırlı bir işimiz var, bu da ağız tadı.

İhtiyar adam, geldiği yolla dönüp gitti. Birkaç dakika sonra genç delikanlı, dar yoldan çıkıp, Hudayar’a eliyle gelmesini işaret etti. Hudayar Bey, delikanlının ardından dar bir yoldan ilerleyip, kahve odasına girdi. Ayakkabılarını çıkardı, oğlanın ardı sıra Kadı’nın odasına geçti.

Hudayar Bey, içeri girince öyle afalladı ki, selâm vermeyi de unuttu. Biraz evvel gördüğü ihtiyar adamın, döşeğin baş köşesinde oturmasına çok şaşırdı. Elbette, o yaşlı adamın, Kadı’nın ta kendisi olduğunu hemen anladı. Kadı, bu adamın hata yaptığını çoktan fark etmişti. Bu sebeple, Hu-dayar Bey’in selam vermeyişinden incinmedi, aksine belki de bu yüzden, üstelik ayağa kalkarak, selâm verdi, beye baş köşede yer gösterdi.

Hudayar Bey, tekrar selam verip, baş köşeye geçti, oturdu, şekeri yere bıraktı.

Kadı’nın odası büyük, yüksekçe, temiz bir odaydı. Bu odada otuz yedi terek ve göz vardı. Hiçbiri boş değildi. Gözlere pek çok kavanoz ve sayısız çini kap dizilmişti. Tereklere birkaç semaver, küçük sandık, nargile, dört beş kalıp Rus şekeri ve hırdavat şeylerden sıralanmıştı. Beş on sandık, bohça ve elbise ile, iki raf kitapla doluydu. Büyük ve küçük pek çok değerli halı, kilim serilmişti.

Odanın baş tarafına, üç büyük demir sandık konmuştu. Sandıkların üstüne adam boyunca halılar, kilim ve keçeler, palazlar yığılmıştı. Bir tarafa da çarşafa sarılmış dört beş kat yorgan, döşek sırayla dizilmişti.

Kadı, kadife minder üstüne oturmuş, çift yastığa dayanmıştı.

Hudayar Bey, şekeri çıkarıp öylece koydu. Kadı, gülerek Hudayar Bey’e bakıp, dedi ki:

–Bey, bu şeker ne, bu ne iş?

Hudayar Bey, gülerek cevap verdi;

–Kadı Ağa, hayırlı bir işimiz var. Bu şekeri ağız tatlılığı olsun, diye getirdim.

–Tatlı arzuna ulaşasın, gardaşım. Herhalde nikâh kıydıracaksın.

–Hayır, Kadı Ağa, nikâh değil, imam nikâhı.

–Ne zararı var, imam nikâhı daha iyi… Çok güzel, çok güzel. Allah mübarek etsin. İmam nikâhını sen kendine mi kıydıracaksın, başkası mı kıydıracak?

–Hayır, Kadı Ağa, kendime kıydıracağım, eğer iş yoluna girerse.

–Ne buyurdun, iş yoluna girerse mi?

–Evet, Kadı Ağa, işi bir şekilde yoluna koyarsanız, size duacı oluruz.

–Daha ne şekli var ki! İmam nikâhı, okurum biter, gider ya.

–Güzel buyuruyorsunuz, Kadı Ağa, ama hanım tarafından bir vekil olması lâzım.

–Elbette, vekil olmasın demiyorum ki, vekil de olmalı, şahit de olmalı. Vekilsiz, şahitsiz imam nikâhı kıyılmaz ki.

Hudayar, başını aşağı indirdi, biraz düşünüp cevap verdi.

–Evet, öyle.

Kadı, tekrar Hudayar Bey’e baktı:

–Peki, senin vekilin, şahitlerin hani?

–Şimdilik, ne vekil, ne şahit var. Bakalım, nasıl olacak?

Kadı, çok şaşırdı:

–Senin ne vekilin var, ne şahidin var ha! Ben nasıl nikâh kıyacağım?

–Evet, öyle Kadı Ağa, öyle.

–Vallahi, ben senin sözlerini anlamıyorum. Eğer, imam nikâhı kıydırmak istiyorsan, hanım tarafından bir vekil gelmeli ki, ben de imam nikâhını kıyayım. Vekiller ve şahitler burada değilse, sonraya kalsın. Onlar da gelsin, o zaman nikahını kıyayım. Hayır, burada başka bir engel varsa, artık orasını da sen bilirsin.

Hudayar Bey, Kadı’nın sözlerinden sonra biraz daha sustu, sonra doğrulup, kapıya doğru bakarak, alçak sesle dedi ki;

–İşin doğrusu, Kadı Ağa, benim bir isteğim var. Allah’tan gizli değil, sizden niye gizli olsun?!

–Söyle, söyle bakalım. Tabii, benden niye gizleyeceksin?

Kapı açıldı, genç delikanlı, tepsi içinde iki bardak çay getirip, birini Kadı’nın, birini de Hudayar Bey’in önüne koydu. Kadı, delikanlıya odada durmamasını işaret etti. Oğlan çıkıp gittikten sonra, Hudayar Bey, alçak sesle başladı:

–Kadı Ağa, işin aslı şu; bizim Danabaş köyünde dul bir kadın var. Çoktandır onu nikahlamak aklımdaydı, lâkin kadın gelmiyor. Bilmem ürkütüyorlar mı, nedir? “Gitmem de gitmem.” diyor. Şimdi böyle kaldım. Sizin huzurunuza gelmekteki amacım şuydu; bu arzumu size ulaştırayım, bakalım, siz ne buyurursunuz. Bu probleme belki bir çare bulursunuz.

Bu sırada, kız çocuğu başını kapıdan içeri uzattı ve dedi ki:

“Baba, anam burda mı?

Kadı, kıza bağırınca kız gitti. Sonra, genç delikanlı nargileyi getirip Kadı’nın önüne koydu. Oğlan, orada kalmak istedi. Kadı, gitmesini işaret etti. Kadı, nargileyi ağzına alıp, yüzünü misafire döndü;

1.Yaprağından ve yaprak saplarından tombeki hazırlanan bir tütün cinsi.
2.Şeyh Bahâ’nın din kitabıdır.
3.Dindar müslümanların ziyaret ettikleri yerler.
4.400 gr. ağırlığında tartı taşı.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺29,41

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
192 s. 4 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6853-37-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre