Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET», sayfa 2
Kahvemden kocaman bir yudum aldım. Bir iki kişi afişlere bakarak dolanmaya başlamıştı ortalıkta.
Süha Zengin’i izleyen sayfalardaki üst düzey yönetici fotoğraflarını hızlı hızlı geçtim. Kıdeme göre ayakta ya da oturan bir sürü kadın ve erkek, borsa durdukça biz buradayız ifadeli suratlarıyla etkilemeye çalışıyordu faaliyet raporunu okuyanları. Pek etkilenmedim.
Ara kademedekilerin fotoğraflarını da hızlı hızlı geçtim. Takım elbiseler Yeni Karamürsel düzeyine düştü.
Zeynep Kadı, bilgisayarlarının önünde birbirinin arkasına sıra sıra dizilmiş objektife bakan dealer’ların başında duruyordu. Saçları kumraldı. Gözlükleri öğretmen gözlüğüne benziyordu. Uzun bir etek ve bluz giymişti. Yüzünde neredeyse utangaç bir ifade vardı.
Sonlara doğru bol bol rakam ve tablo vardı sayfalarda. Faaliyet raporunu kapatıp yanımdaki boş koltuğa bıraktım. Adam gibi bitirdim kahvemle sigaramı.
Sonra kalkıp AFM sinemalarının en boş salonunda, film boyunca öpüşen iki üniversiteliyle birlikte seyrettim dünyanın en salak komedilerinden birini.
Sinemadan çıktığımda yağmur hızını artırmıştı. Mi-Ya Menkul Değerler’in faaliyet raporunu ceketimin altına, göbeğimle pantolon kemerimin arasına sıkıştırdım, hızlı hızlı İtfaiye’nin yanındaki otoparka yürüdüm. “Yarın da böyle yağarsa Zeynep Kadı adımını atmaz evden dışarı,” diye düşündüm. Ya da atardı, ne bileyim belki romantiklik damarı tutardı, belki kendine şemsiye almaya çıkardı.
Beşiktaş’a inip Ortaköy’e doğru sürdüm otomobilimi. Portakal Yokuşu’ndan yukarı çıktım. Sileceklerim haldır haldır çalışıyordu gitgide şiddetini artıran yağmura karşı. Radyoda Queen çalıyordu. Ön cam buğulanmasın diye sonuna kadar açtığım kaloriferin ısısı doğrusu biraz fazla geliyordu, ama yandan üstüme sıçrayabilecek suları düşünerek yan camı açmadım.
Ulus Parkı’nı geçince gördüğüm ilk taksi durağına yanaştım. Kuyumcular Sitesi’nin, Ulus’un köprüye giden çevre yolu tarafındaki vadinin aşağılarında bir yerde olduğunu öğrendim. Kapısında güvenlikçilerin gelip geçeni kontrol ettiği bir site olmasa diye düşündüm kendi kendime.
Öyle değildi.
Kuyumcular Sitesi, yokuştaki caddenin üzerine yan yana dikilmiş iki blok ile biraz gerilerdeki üçüncü bloktan oluşan bildiğimiz sekiz katlı apartmanlardı. Öndeki A ve B bloklarının arasındaki yaya yolu, yirmi metre kadar sonra C Blok’a ulaşıyordu. Ağır ağır önünden geçip caddeyi kesen ilk sokaktan girdim. Otomobilimi iki 4x4’ün arasına park ettim. Yağmura küfredip geri yürüdüm.
Yağmurda kimsenin bana dikkat edecek hali yoktu. Aradaki yaya yolundan C Blok’a yürüdüm. Önce kapının girişindeki zillerin üzerindeki isimlere baktım. 6 numaranın zilinde isim yazmıyordu zaten. Zillerin hemen yanına eğik olarak yapıştırılmış taksi durağı çıkartmasındaki telefon numarasını ezberledim.
Apartmanı çevrelediği anlaşılan dar beton yolda, sıkı sıkıya kapatılmış panjurların önünden ilerleyip arka tarafa geçtim. Burası beş metrelik bir bahçeden sonra insan boyundan yüksek duvarlarla çevrelenmişti. Duvarların ötesinde iki kocaman bilbordun arka yüzeyleri görülüyordu.
Hızlı hızlı öne doğru yürüdüm. Yaya yolundan ön tarafa çıktım. Apartmanların koruması kalkınca yağmur çok daha şiddetlendi. Bu kadarcık gezintide bile pardösümden içeri sızan nemi hissedebiliyordum. Neredeyse koşarak attım kendimi otomobilimden içeri.
Kaldırımlardaki yayaları ıslatmamak için olağanüstü bir gayretle önce Levent’e, bankaya gittim, Süha Zengin’in verdiği zarftaki gıcır gıcır paraları hesabıma boşalttım.
Sonra eve gidip dayanabildiğim kadar sıcak suyla, hiç yapmadığım kadar uzun bir duş yaptım. Açık televizyondaki küçük yeşil oklar yukarıyı göstermeye devam ediyordu. Battaniyenin altına girip yukarı kattaki lise öğrencisi oğlan okuldan gelip müzik setini açıncaya kadar uyudum. Gözlerimi açınca ne kadar aç olduğumu anlayıp sırf bu iş için bulduğum uzun sopayla tavana vurmadım. Onun yerine buzdolabındaki son hazır pizzayı ısıttım mikrodalgada. Sesini kıstığım televizyonun önünde, Mi-Ya Menkul Değerler’in faaliyet raporundaki insanların suratına baka baka son kırıntısına kadar bitirdim pizzamı.
Yalnız yaşayan bir adamın, dışarı çıkmamaya kararlı olduğu bir cuma akşamı nasıl geçerse, öyle bir cuma akşamı geçirdim sonra.
Yatılı okuduğum ortaokul günlerimden beri, sabahları saat kullanmadan istediğim saatte kalkarım. Yağmurun yağmaya devam ettiğini öfkeyle fark ettiğim bu cumartesi sabahı da fırın işçilerinin işbaşı yaptığı saatlerde uyandım. İlk kahvemi içtikten sonra salonda yarım saat kendi kendime aikido ısınma hareketleri yaptım. Soluğum hızlandı, alnım hafif hafif terlemeye başladı. Hocanın kolunun nasıl olduğunu sormayı bu kez unutmamaya karar verdim. Isınmam bitince duşa girdim.
Çıkınca bir kahve daha yaptım. Bacağımı kalorifere dayayarak dışarısını seyrede seyrede içtim. Ne servis bekleyen çocuklar ne gazetemle ekmeğimi getirecek olan bakkalın çırağı vardı ortalıkta.
Çıkmadan önce dün giydiğim pardösünün bu yağmura karşı yeterli olamayacağına karar verip kalın deri gocuğumu çıkardım dolapta durduğu köşeden. Kocaman cepleri, yelken gibi yakaları vardı, kalçalarımın alt tarafına kadar örterdi. Yağmur sınavını aşan botlarımı dün akşam kuruması için kaloriferin altına koymadığımı o sırada fark ettim. Aikido çalışmasına giderken gi’mi, havlu ve iç çamaşırımı koyduğum omuz çantasının içine de maçlarda falan sattıkları ince, neredeyse ayakkabıya kadar uzanan yarı şeffaf yağmurluğumu tıkıştırdım.
Giyindikten sonra portmantonun aynasında kendime baktım. Çok zaman önce uzun uçuşlara çıkmadan evlerde, otellerde kendime baktığım gibi.
Aynada gördüklerinden kimler hoşlanır?
Ama bu bendim işte. Remzi Ünal…
Remzi Ünal… Şu Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, sayenizde MS Flight Simulator’ün Cessna’sını bile adam gibi indirmekten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal…
İşe çıkıyordum.
3. BÖLÜM
Akmerkez’in karşısına tezgâh açmış, yağmurdan perişan simitçiden daha tazeliğini yitirmesine çok olan iki simit ile iki Karper peynir alıp yolcu koltuğundaki omuz çantamın yanına bıraktım. Yollar boştu bu saatte. Damlalar dün tepeme yağandan biraz daha şiddetliydi. Yerlerde daha derin su birikintileri vardı, ama ıslatmaktan çekineceğim insanlar yoktu caddenin kenarında henüz. Yine de ağır ağır gidiyordum.
Erkendi, biliyordum. Ama riske girmektense Kuyumcular Sitesi’nin karşısında bir yerde birkaç saat pineklemeye razıydım otomobilimin içinde. Birden Zeynep Kadı’nın hafta sonu sabahlarının ilk saatlerini joggingle değerlendirme alışkanlığı olabileceği geldi aklıma dehşetle. Bir borsacıdan beklenebilirdi bu. Anlamsız olmasına karşın, gaza biraz daha bastığımı fark ettim.
Ulus’un ortalarındaki ışıklardan sağa, aşağıya doğru döndüm. Kuyumcular Sitesi’ne yaklaştığımda caddenin iki tarafının park etmiş araçlarla dolu olduğunu gördüm. Tereddüt göstermeden ilerledim. Sitenin girişini geçtim. Elli metre kadar aşağıda, caddenin karşı tarafında, üzerinde Fulltime Catering yazan bir kamyonet ile spor bir Mercedes’in arasında tek araçlık boş bir yer gördüm. Biraz daha ilerledim. Caddenin ilk sokakla kesiştiği yerde hızlı bir manevrayla döndüm. Geri gelip boş yere yerleştim.
Motoru durdurdum. Kontak anahtarını açık konuma getirip emniyet kemerimi çözdüm. Silecekler çalışmayınca yağmur suları birleşip kalınlaşan dereler halinde inmeye başladı camlardan aşağı. Yine de Kuyumcular Sitesi’nin girişini görebiliyordum. Motorun sesi kesildiğinden, damlaların tavana tapır tapır vuruşlarını daha belirgin duyuyordum şimdi.
Araç telefonunun ahizesini kaldırıp Zeynep Kadı’nın ev telefonunu tuşladım. İki kere çaldıktan sonra, “Yine ne var?” diye azarladı beni o pırıl pırıl ses. Deneyimliyim ya, sesimi çıkarmadım.
“Şaka… Şaka…” bölümünde ikinci bir ses girdi araya.
“Efendim…”
Aynı pırıltıda olmasa da aynı sesti. Ben gıkımı çıkarmadım.
“Alooo…” dedi bu kez.
Yine sesimi çıkarmadım.
Hat kapandı.
Ahizeyi yerine koyup arkama yaslandım. Evdeydi Zeynep Kadı.
Rahatlamıştım.
İlk simitle insanın aç ve aceleci parmaklarının arasında kolayca açılmamakta direnen ilk karper peyniri bitirdiğimde yağmur biraz yavaşlamıştı. Caddede trafik yoktu. Birkaç kapıcı ya da bakkal çırağı, ellerinde naylon torbalarla acele acele apartmanlar arasında koşuşturmuş, yağmura ve zengin müşterilerine küfrettiklerini sandığım yüz ifadeleriyle kapılardan yüklü girmiş, eli boş çıkmışlardı. Bana doğru bakan olmamıştı aralarında, olsa bile bu yağmurda yukarıdan akan suların buzlucama benzettiği camlarımdan içeride, belli belirsiz bir silueti ya görürlerdi ya da onu bile fark edemezlerdi. Bunun gibi ne zaman biteceği belli olmayan kapı önü nöbetlerinde, Amerikan filmlerindeki meslektaşlarım gibi yanımda termosla kahve getirmemi engelleyen şey ne diye düşündüm.
Camı çok hafif aralayıp bir sigara yaktım hafifçe eğilerek. Otomobilin içinin ısısı hızla düşmeye başladığından, deri montumun içinde büzüldüm. Kendimi lisede tuvaletin arkasında gizli gizli sigara içiyor gibi hissediyordum. Müdür her an gözükebilirdi basketbol sahasının arkasından, tetikte olunmalıydı. Süha Zengin yalnızca bir hafta sonu sürecek bir izleme için gereğinden çok para vermişti, tetikte olunmalıydı. Tamam, parası çoktu, ama parası çok olanlar satın alacakları her şeyin fiyatını önceden üç aşağı beş yukarı bilirlerdi.
Zaten zevk almadan içtiğim sigaramı daha tam bitmeden fırlattım penceredeki küçük aralıktan dışarı. Elim ikinci karper peynire gitti, kendimi tuttum. Zeynep Kadı’nın sabah keyfi ne kadar sürecek bilemiyordum. İçimdeki ses burada akşama kadar beklemeyeceğimi söylüyordu, ama yine de belli olmazdı. Arada bir beni yanıltmaya eğilimli bir iç sesim vardı nasıl olsa.
Yağmur giderek daha da yavaşladı. Kuyumcular Sitesi’nin girişinden çıkan da giren de olmadı.
Koltuğumda tedirginlikle kıpırdamaya başladığımı fark ettiğimde kendimi sakinleştirmek için soluk alma egzersizleri yapmayı denedim. Nedense yeterince konsantre olamadım ama. Ağız boşluğumdan soluk boruma, oradan ciğerlerimi doldurup aşağılara, ta aşağılara, diyaframımı itecek kadar aşağılara inen havanın bütün damarlarıma yayıldığını, tüm vücudumu dinginlikle karışık bir enerjiyle doldurduğunu hissedemedim. Israrlı olsam becerebilirdim belki. Belki antrenmanlara uzun süre ara verince böyle oluyordu. Hocayı arayıp omzunu sormam gerektiğini yeniden hatırladım.
Yağmur tamamıyla dinince bir sigara daha yaktım.
İçimdeki kıpırtı hafiflememişti.
Elim radyoya gitti. Sonra vazgeçtim. Sigarayı bir an önce bitirmek için hızlı hızlı çektim içime. Bugün istediğim gibi zevk alamıyordum meretten. İş olsun diye, insanı azarlayan telesekreterin bağlı olduğu telefonu bir kez daha arayayım dedim kendi kendime, daha elim ahizeye gitmeden ondan da vazgeçtim.
Önce köpeği gördüm. Uzayıp kısalabilen tasma kordonun ucunda burnu yere yakın koşuşturan, neredeyse herhangi bir sokak kedisinden daha küçük olan teriye benim için herhangi bir Ulus köpeğiydi önce. Kordonu tutan elin sahibini tanıyana kadar. Kordonun ucu Zeynep Kadı’nın elindeydi.
Birdenbire tümüyle sakinleştiğimi hissettim.
Zeynep Kadı kaldırımda bir an durdu. Kırmızı bir yağmurluk vardı üstünde. Ama yağmurluğun kafalığını geçirmemişti kafasına, sarı saçlarıyla koyu ve güzel bir Galatasaray taraftarı gibi duruyordu. Gözlüklerini takmamıştı. Yağmurluk o kadar uzundu ki, altında yalnızca yine kırmızı balıkçı çizmelerini görebiliyordunuz. Boştaki elini yağmurluğun cebine sokmuştu.
Sonra yolunu bilir gibi küçücük adımlarıyla yukarıya doğru hareketlenen köpeğin ardından yürümeye başladı kaldırımda.
Önce yerimden kımıldamadım. Gözlerimle Zeynep Kadı’yı izlerken, bir elimle sigara içmek için açtığım camı kapadım, öteki elimle simit ile karperin yanında duran sigaramla çakmağımı toparladım. Köpeğin ilk çöp konteynerinin yanında eşelenmesini bekledikten sonra, yeni bir hızla yeniden yürümeye başladıklarında omuz çantamı alıp otomobilden indim. Kapıyı kilitledim.
İyi ki yağmur dinmişti.
Ben Zeynep Kadı’nın karşı kaldırımındaydım. Zeynep Kadı, elli metre kadar önümde, başı yere eğik, zikzaklar çizerek ilerleyen köpeğine bile bakmadan yürüyordu.
Şahane bir rapor başlangıcıydı. “Şahıs, cumartesi sabah 8.37’de köpeğini gezdirmek için evden çıktı…” Sonra…
Sonra… Yağmurun iyiden iyiye ıslattığı kaldırımda, köpeğinin ardından yere bakmayı sürdürerek ilerliyordu Zeynep Kadı. Olağan bir cumartesinin olağan bir sabahında, olağan bir köpek gezdirmesi. Nereye gideceklerini köpek de kadın da biliyor gibiydi. Bu geziyi her sabah erkenden, işe gitmeden önce yapıp yapmadıklarını, akşamları tekrarlayıp tekrarlamadıklarını merak ettim. Belki de evde bir yardımcısı vardı ve kadın hafta sonu izinliydi kendi çocuklarını gezdirmeye.
Aramızdaki elli metreyi koruyarak peşlerinden yukarı doğru yürüyordum karşı kaldırımda. Kendisini izlediğimi düşünmesinden korkmuyordum. Ben de bu cumartesi sabahı kendi ruhunu gezdirmeye çıkan birisiydim yalnızca, tesadüfen aynı yöne doğru gidiyordum. Önümüzde Ulus Mahallesi’ni boydan boya ikiye bölen Ahmet Adnan Saygun Caddesi’ne varana kadar epey yol vardı. Önden izlemeye geçmek için daha bekleyebilirdim. Aslında köpeğin ağaç diplerinde, çöp konteynerlerinin yanında eşelenmesi, isteyene peşinden gelen olup olmadığını denetlemesi için harika olanaklar sunuyordu, ama Zeynep Kadı bir kez bile arkasına dönüp bakmamıştı.
Caddeye yaklaştıkça tekyönlü yolda yukarıdan aşağıya doğru artık gelmeye başlayan otomobillerin sıçratabilecekleri sulara karşı tedbir olarak kaldırım tarafından yürümeye başladım. Herkes benim gibi düşünceli olmak zorunda değildi. Herkes benim gibi düşünceli değildi zaten.
Bu cumartesi sabahı, caddeye doğru yaklaştıkça ortalıkta çoğalan yayaların da hiçbiri Zeynep Kadı kadar düşünceli değildi. Bir kez bile kafasını kaldırıp çevresine bakmamıştı. Köpeğin mi onu, onun mu köpeği gezdirdiği sorusu, haklı bir soru olurdu. İçimdeki yanılmaya eğilimli ses, Zeynep Kadı’nın yukarı ya da aşağı doğru gösteren kırmızı yeşil oklardan başka şeyler düşündüğünü söyleyip duruyordu.
Zeynep Kadı, Türkiye’de satılmış bütün televizyon ve video markalarının alt alta sıralandığı ve en altta “Garantili Servis” yazan lacivert zeminli bir tabelanın yanındaki demir kapının önünde durdu. Tasmayı çekiştiren köpeğe aldırmadan kırmızı yağmurluğunun önünü açtı, elini daldırıp bir şey çıkardı. Kapının önünde eğildi. Kalktığında kapı açılmıştı. Geri dönüp kaldırımın gerisindeki küçük bahçedeki çalılıkların dibini araştıran köpeği belinden tutup kucakladı, içeri girdi.
Ben duraksamadan caddeyi geçip karşı kaldırıma yürüdüm. Girdiği apartmanın önünden geçerken hızla bir göz attım. Şahane önerilere sahip müteahhitlere epeydir direndiği anlaşılan bir yapıydı bu. Kapının üzerindeki cama boyayla yazılmış “Emek Apartmanı” yazısının karakterleri bile en azından 60’lı yılların son dönemini çağrıştırıyordu. Çevresindeki yüksek apartmanlara inat dört katlıydı. Sahibi apartmanının dış yüzeyini şöyle iyi bir boyatalım önerilerine de direniyordu anlaşılan. Kapının girişinde yalnızca dört tane zil butonu vardı.
Biraz ilerideki gazete bayiinin önünde, bu cumartesi sabahını hangi gazetelerin eşliğinde geçireceğine karar verememiş birisi gibi durdum. Benim gazete ile ekmeğin gelip gelmediğini merak ettim bu arada. Mutlaka gelmemişti. Gazetelerden sonra camekâna dizilmiş aylık dergilere geçtim. Hiçbirini satın almak gelmedi içimden. Biraz gerilere dizilmiş poşet içindeki porno dergilerin önünde bir sigara yaktım. Zeynep Kadı’nın Emek Apartmanı’ndaki ziyareti uzun sürerse ne halt edeceğimi düşünürken deyim yerindeyse hedefim apartmanın kapısından çıktı.
Daha doğrusu üçü birden çıktılar. Teriyeler ikileşmişti. Sanki genetik kopyalamayla çoğaltılmış gibi o kadar benziyorlardı ki birbirlerine, hangisinin ilk köpek olduğunu buradan çıkartabilmem olanaksızdı. Şimdi Zeynep Kadı’nın elindeki uzayıp kısalan tasmanın ucunda, nasılsa birbirleriyle dalaşmadan, bir oraya bir oraya koşturup çiçeklerin, çalıların, direklerin diplerini keşfediyorlardı.
Bu üçlü yürüyüş yüzünden, yağmurluğunun başlığını kafasına geçirmiş Zeynep Kadı’nın ilerleme hızı kesilmişti. Ahmet Adnan Saygun Caddesi’ne ulaşma hedeflerinin değişmediğini kestirince arkama bakmadan yürüdüm. Ben onlardan önce ulaştım caddeye. Trafik ışıklarına varmadan, Altınkek’in girişinin önündeki alçak duvara ayağımı dayayıp botumun bağlarını “ilikledim”. Zeynep Kadı yine başı yerde, köpeklerin arkasından geliyordu. Çekiştirmelerine uyup kaldırımdan ayrıldı, üç metrelik küçük bahçenin diğer tarafındaki dar yaya yolunda durdu. Bahçenin içini zenginleştirmekle meşgul olduklarını sandığım köpeklerini denetledi. Ben trafik ışığının altına ilerleyip yeşilin yanmasını beklemeye başladım.
Araçlar durunca karşıya geçtim. Geri döndüm. Aynı yerdeydiler. Arkamda üç tane banka şubesi vardı. Biri Süha Zengin’in paralarını Levent’teki hesabımda koruyan ve çoğaltan bankanın şubesiydi. Cebimdeki ATM kartını çıkarıp 24 saat para çekmenize izin veren makinenin durduğu camekânlı kulübeye girdim.
Kartımı makineye sokmadan tuşlara bastım. Arada kafamı çevirip kısa kısa bakıyordum. Kırmızılı kız ile köpekler yeniden hareketlenmişlerdi. Daracık yoldan yürüyüp Altınkek’e doğru yöneldiler. Zeynep Kadı, köpeklerin uzayıp kısalan tasmalarını, beton girişin ortasında yükselen aydınlatma direklerinin birine iyice doladı, işaretparmağını öğrencilerini azarlayan bir öğretmen gibi ikizlere doğru salladı, dönüp başı önde pastaneden içeri girdi.
Cumartesi sabahının bu saatlerinde nakit ihtiyacı olan başka birileri belirmediği için ATM camekânının içinde oyalanıyordum. Yerler işlem sonucunu veren küçük yazıcı çıktılarıyla doluydu. Sigaramı yere atıp, ayağımla ezdim.
Zeynep Kadı Altınkek’ten çıktı. Elinde küçük bir naylon torba vardı. Eğilip köpekleri direk çevresindeki esaretlerinden kurtardı, sonra onları yönlendirerek Ahmet Adnan Saygın Caddesi’nin bana göre karşı kaldırımında Akmerkez yönüne doğru ilerlemeye başladı.
ATM kulübesinden çıktım.
Trafik bir akşamüstüne kıyasla çok daha hafifti, ama yine de kırmızı ışık yandığında birikmeler başlamıştı yavaş yavaş. Gözlerim karşı kaldırımda, aynı yöne doğru yürümeye başladım. Zeynep Kadı biraz hızlanmaya niyetliydi. Şimdi köpekleri o sürüklüyordu peşinden. Altınkek’in torbasını bileğine takmış, elini yağmurluğunun cebine sokmuştu.
Benim tarafımdaki kaldırımda spor giyimli iki genç kız, ellerinde kitaplar hızlı hızlı yürüyorlardı önümde. Sağdan caddeye açılan kısa sokağın başında, yerden adam boyu yükselen, neredeyse bir tür heykel gibi tasarlanmış “Divan Coiffeur” tabelasının altında duran, abartıyla süslenmiş gelin arabasına bakıp kıkırdaştılar.
Zeynep Kadı kaldırımdan epey içeride konuşlanmış taksi durağını geçti, belediyenin her mevsim değiştirdiği kaldırım taşlarının üstüne hemcinslerinin daha önce bıraktıkları dışkıyla ilgilenen köpeklerini çekiştirdi. Köpekler direndiler. Zeynep Kadı kazandı.
Ben üniversite hazırlık kurslarına doğru yola çıkmış kızların arkasından yürüyordum. Gözüm Zeynep Kadı’da olduğu için, gelin arabası kılıklı gri Şahin’in harekete geçişini görmedim.
Önce sesleri duydum.
Aniden gaza basıp, debriyajı hızla bırakınca çıkan lastik cayırtısı daha kulaklarımızdan çıkıp gitmeden başladı tabancaların tarrakası. Birden çok silah… Ardı ardına… Bayramlarda çocukların patlattıkları maytaplardan daha tok… Filmlerde görmeye alıştıklarımızdan daha seri… Daha ilk patlamaları duyar duymaz içgüdüsel olarak yere çöktüm. Önümdeki kızlar çığlık çığlığa bağırmaya başladılar. Kafamı kaldırdığımda Zeynep Kadı’nın sanki korunabilecekmiş gibi otobüs durağının reklam panosunun ardına sığınmak istediğini gördüm. Çöktüğüm yerden olanları ağır çekimde seyreder gibiydim. Köpekler direndiler. Elindeki tasma kordonu gerildi. Yolun ortasına kadar gelmiş olan gelin arabası kılıklı gri Şahin’den birkaç el daha ateş edildi. Camları çiçeklerle, kurdelelerle, çelenklerle süslü aracın içi görünmüyordu. Zeynep Kadı vücuduna giren mermilerin şiddetinden kolları açık, durağın ortasına savruldu. Sonra yere düştü. Hareketsiz kaldı.
Önümdeki kızlar hâlâ bağırıyorlardı. Gelin arabası kılıklı otomobil, lastiklerinden yükselen yeni bir cayırtıyla hareketlendi. Plakasına baktım. “Mutluyuz” yazıyordu. Patinaj yaptığı için bir an için önce sağa sola savruldu, sonra yönünü doğrulttu, Akmerkez yönüne doğru şimşek gibi uzaklaştı boş yolda. Arkasında lastik ve barut kokuları bırakarak.
Kızlar sustu. Onlar susunca beton gibi bir sessizlik düştü Ahmet Adnan Saygun Caddesi’ne önce. Ağır ağır ayağa kalktım. Taksi durağından birkaç kişi çıkmış, çekinen adımlarla Zeynep Kadı’nın hareketsiz yattığı otobüs durağına doğru yürüyorlardı. Teriyeler gövdenin ayakucunda yerleri yalıyorlardı. Trafik ışıklarından kurtulan araçlar, gelip tam durağın hizasında birikmeye başladılar. Otoyolda trafik kazası seyrediyor gibi bakıyorlardı yerde yatan kırmızı yağmurluklu kıza. Derken arkalardan korna sesleri yükselmeye başladı.
Ne yapacağıma karar veremedim önce.
Bir sigara yaktım. Ellerim titriyordu.
Raporum gerçekten kısa olacaktı.
Zeynep Kadı’nın yaşıyor olması olasılığı neredeyse sıfırdı. Adamlar işlerini biliyorlardı. Çekip gitmişlerdi. Peşlerinden gitmeye çalışmanın anlamı yoktu. Akmerkez’e varmadan, açık otoparktan önceki sapaktan sağa aşağıya dönüp Arnavutköy’e inen yoldan tüydüklerine adım gibi emindim.
Belirli bir süre sonra burada olacak polisler, görgü tanığı bulmaya çalışacaklardı. Onlardan biri olmaya niyetim yoktu. Daha mesleğimi duyar duymaz yüzlerinde beliren ifadeyi görmek istemiyordum hiç. Zeynep Kadı’yı evinden çıktığından beri izlediğimi anlatmayı ise aklımdan bile geçirmiyordum. Birazdan kameralar gelecek, flaşlar patlayacaktı. Akşam haberlerinde kendimi seyretmek işime gelmezdi. Yarınki gazetelerde “Görgü Tanığı Özel Dedektif” başlığının yanında fotoğrafımı görmek olacak iş değildi. Eğer ağlaya ağlaya evlerine koşmazlarsa, üniversite kursuna gitmek için yola çıkmış kızlar ile taksi durağının şoförleri benim anlatabileceklerimden daha çok şey anlatırlardı nasıl olsa.
Otobüs durağının çevresi insan kaynıyordu şimdi. Kafaları yere eğikti. Taksi şoförlerine, nereden çıktıklarını kestiremediğim on beş yirmi kadar insan eklenmiş, ellerini kollarını oynatarak birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. Duraktan çıkan birinin elindeki gazeteyi görünce, o sıfır olan olasılığın kesinleştiğini anladım.
Kalabalığa son kez baktım. Zeynep Kadı’nın kırmızı yağmurluğu, insanların ayaklarının arasında gözükmüyordu. Sigaramı yere atıp Akmerkez’in tersi yöne doğru yürümeye başladım. Caddedeki trafik iyice sıkışmıştı. Öndekilerin neden durakladığını bilmeyen arkadaki sürücüler basıyorlardı kornalara. Hiçbir manası kalmayan trafik ışıklarında, yayalara yeşili beklemeden karşıya geçtim.
Aşağıya doğru, demin Zeynep Kadı’yı çifte teriyeleriyle, düşünceli düşünceli ama kalbi atıyor, ciğerleri nefes alıyor biçimde yere baka baka köpek gezdirirken izlediğim kaldırımda, bu kez önümde o olmadan, tek başıma yürüdüm. Bir sigara daha yaktım. Ellerimin titremesi hafiflemişti. Sadece hafiflemişti.
Emek Apartmanı’nın önüne kadar pek bir şey düşünemeden ilerledim. Yıkılıp yerine sekiz katlısının dikilmesine direnen yapının giriş kapısındaki zillerin önünde durdum.
Dört zil butonunun en altındakinde kocaman harflerle “TAMİRCİ” yazıyordu. Diğer üçünde yazılı olanlara bakılırsa en üstte Yıldız Turanlı, sonra sırasıyla Muzaffer Keskin ve adını yazmayan Kurtoğlu soyadlı birisi oturuyordu apartmanda. Yıldız Turanlı’nın adı bir kartvizitten kesilip yapıştırılmıştı. Altında “Klinik Psikolog” yazıyordu.
Sonra yürümeye devam ettim. Biraz hızlanmıştım. Kuyumcular Sitesi’nin önünden oyalanmadan geçtim. Otomobilime binip oturdum.
Hızla düşündüm. Yukarıya, 6 numaraya kısa süreli bir ziyaret yapabilirdim. Kapının Lizbon Hırsızlar Pazarı’ndan aldığım maymuncuğa direnebileceğini sanmıyordum.
Sonra vazgeçtim.
İki nedenle. Hayır, üç nedenle.
Anlaşmamı yerine getirmiştim. Raporum hazırdı. Kısaydı ama hazırdı. Zeynep Kadı bugün gitse gitse bir hastanenin morguna kadar gidebilirdi. Hangi hastanenin morguna gittiğinin Süha Zengin için bir önemi olmadığını kestirebiliyordum.
Sokak ortasında öldürülen bir borsacı, polisler için özel bir öneme sahip bir olay gibi gözükebilirdi. Buralarda oturuyordu, çevreden tanıyanlar, adresini bilenler olabilirdi. Elimde Zeynep Kadı’nın iç çamaşırlarıyla basılmak istemezdim evde.
Üçüncü neden daha güçlüydü.
Sokak ortasında öldürülen bir borsacı, büyük bir ihtimalle, onu sokak ortasında öldürenler için de özel bir öneme sahipti. Arnavutköy’e insinler inmesinler düğün arabası kılıklı gri Şahin’in içindekiler ya da başkaları, başladıkları işin bir iki ayrıntısını daha yerine getirmek için Kuyumcular Sitesi 6 numaraya şöyle bir uğramayı akıllarından geçirebilirlerdi. Üstelik bu olasılık ikinci olasılıktan daha güçlüydü ve sokak ortasında adam öldürmekten çekinmeyenlerin kapalı bir evde daha duyarlı olacaklarına ilişkin bir belirti yoktu ortalıkta.
Evet, çok düşünmedim. Otomobilimi çalıştırdım. Fulltime Catering minibüsü gittiği ve yerine de gelen olmadığı için rahatlıkla çıktım park ettiğim yerden. Kaloriferi sonuna kadar açtım. Bir yerlerim titriyordu hâlâ. Bütünüyle o dehşet yağmur sonrası serinliğiyle ilgili olup olmadığına karar veremedim doğrusu.
Sokağın ilerisinde mecburi istikamet levhası beni sağa doğru yönlendirdi. İleriden kocaman bir “U” çizip, Ahmet Adnan Saygun Caddesi’ne çıktım. Rahatça ilerlediğime bakılırsa trafikteki deminki tıkanıklık bir miktar açılmıştı. Nedenini ATM kulübesine girip Zeynep Kadı’nın Altınkek’ten çıkışını izlediğim noktaya gelince anladım. Bir polis, ağzındaki düdüğü alabildiğince öttürerek, suratında ciddi bir durum var ifadesi, yavaşlamaya niyetlenen otomobil sürücülerine bir an önce çekip gitmelerini işaret ediyordu durmadan hareket eden elleri kollarıyla.
Yine de otobüs durağının karşısından ağır ağır ilerliyordu trafik. İki ekip minibüsü, durağın önüne ve arkasına park etmişti. Durağın dibinde yatan Zeynep Kadı’nın üzerine bir battaniye örtülmüştü. Yelekli polisler, yeleksiz polisler vardı. Kameralar daha yoktu ortalıkta. Yeleksiz polislerden kimileri, manzarayı izlemek için yavaşlayan araç sürücülerini uzaklaştırma çabasına katkıda bulunuyorlardı.
Onları kızdırmadım. Olağan bir İstanbul sokak cinayeti beni zerrece ilgilendirmez hızıyla manzaranın yanından uzaklaştım. Çatal bıçak takımlarıyla ünlü mağazanın önüne geldiğimde, Levent tarafından gelen bir ambulans sireni duydum. Akmerkez’e gelmeden önceki trafik ışıklarından, aşağıya, sağa, Arnavutköy’e inen yola döndüm. Sanki düğün arabası kılıklı Şahin’i kenarda park edilmiş beni bekliyor gibi bulacakmışçasına ağır ağır indim. Yoktu tabii ortalıkta.
Arnavutköy’den sola döndüm. Akıntıburnu’nun ilerisinde romantik romantik denizi seyretmek isteyen sevgililer için ayrılmış girintilerden birine soktum otomobilimi. Denizi romantik romantik seyretmek isteyen sevgililer daha gelmemişti. Boştu park yeri. Yine de arkalarda bir yerde yaptıkları çaylara otopark parası da ekleyerek satan adamlardan biri geldi hemen. Büyük bir çay söyledim.
Şu meşhur kısa raporumu, elimde kalan son simit ve son karperi bitirdikten sonra vermeye kararlıydım.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.