Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET», sayfa 2

Yazı tipi:

3. BÖLÜM

Şimdiye kadar kulüp başkanlarını hep televizyonda gördüm. İlhan Karasu onlara benzemiyordu. İnce bir adamdı. Yelekli takım elbise de giymiyordu. Birazdan arkadaşlarıyla marinada teknesinin başında buluşup kaptana hafta sonu kaçamağıyla ilgili talimatlar verecekmiş gibi giyinmişti. Giysileri zarif ama pahalı olduğu belli giysilerdi. Mevsime uygun kalınlıkta petrol rengi bir süveter, aynı rengin daha koyusundan yumuşak kumaşlı bir pantolon ve süet ayakkabılar. Yüzü sahte olmayan bir gülümseyişle aydınlıktı. Pırıl pırıl tıraşlı suratının orta yerindeki küçük burun, dileklerini dile getirmeye alışmış ağzı ve çenesindeki Kirk Douglas çukuruyla etkileyici bir yüzü vardı.

“Özür dilerim, geciktim,” dedi ama hiçbirimiz inanmadık gerçekten özür dilediğine. Reklamcı arkadaşımdan başlayarak hızla ellerimizi sıktı. Bana geldiğinde duraladı, yüzüme baktı.

“Remzi Ünal,” dedi reklamcı arkadaşım. “Size bahsetmiştim.”

Elimi bırakmadan bir süre daha baktı yüzüme. Filmlerde gördüğü özel dedektiflerle karşılaştırıyordu beni anlaşılan zihninde. Neye karar verdiyse bana yansıtmadan Dilek Aytar’a döndü.

“Hazır mıyız akşama Dilek Hanım?” dedi patrondan çok arkadaş tonlamasıyla.

“Hazırız İlhan Bey,” dedi Dilek Aytar. Muhteşem bir ilanımız da var.”

“Bakalım,” dedi İlhan Karasu, masanın üstünde duran ilan taslağını önüne doğru çekerek. Gözlerini kısarak baktı. Taslağı ters çevirdi, kadının üstündeki giysileri taslağın kendisinden daha uzun bir süre inceledi. Gözlerinden fotoğraftaki mankene değil giysiye baktığını anlayabiliyordunuz. Kendisinden başka kimsenin göremeyeceği ayrıntıları teker teker gözden geçiriyor gibiydi.

“Siz ne diyorsunuz?” diye sordu Dilek Aytar’a tatmin olmuş bir sesle. Hâlâ ayaktaydı. O oturmadığı için biz de oturmamıştık.

“Bence tamam,” dedi Dilek Aytar.

“Bütçesi?”

“Daha önce onaylamıştık.”

“Sağ sayfa garantisi?”

“Çok uğraştık ama aldık,” dedi reklamcı kadın.

“Elinize sağlık,” dedi İlhan Karasu. “İyi iş çıkardınız.”

“Her zamanki gibi,” dedi Dilek Aytar.

Kapıda telaşlı bir genç kız belirdi. Kim var kim yok diye bakmadan Dilek Aytar’a doğru konuştu.

“Meteoroloji akşama yağmur veriyor Dilek Hanım,” dedi hızlı hızlı. Büyük patronun olduğunu sonra kavradı. Korunmak ister gibi kapının pervazının arkasına sakladı gövdesinin yarısını.

“Yağmur mu?”

“Yağmur!”

“Nasıl olur? Ben dün evden sorduğumda pırıl pırıl olacak demişlerdi,” dedi Dilek Aytar. “Üç kere sordum gün boyu.”

“Cuma akşam çıkmadan önce ben de sormuştum. Bu sabah değiştirdiler,” dedi kapıdaki kız.

“Nisan ayının son haftasında açık havada ekspozisyon yaparsanız olacağı budur!” diye patladı İlhan Karasu. Hızlı adımlarla pencerenin önündeki çıplak kadın mankenin önüne gidip bağırmaya başladı. “Elli kere uyardım sizi, dinlemediniz. Hadi dinlemediniz, bir bildiği vardır bu herifin deyip kapalı salon tedbiri de almadınız. Ne bok yiyeceğiz şimdi? Ne bok yiyeceksiniz şimdi Dilek Hanım? Kim gelir lan şakır şakır yağmur yağarken Karasu Tekstil’in sonbahar-kış koleksiyonunun ekspozisyonuna? Kim gelir?” Daha ağır konuşmamak için kendisini tutuyormuş gibi gitti, eliyle araladığı jaluzilerden dışarıya bakmaya başladı. Kötü haber getiren kız toz olmuştu kapının önünden.

Önce kimseden çıt çıkmadı. Sonra Dilek Aytar ağır adımlarla patronuna doğru ilerledi. Elini omzuna koydu adamın arkasından. Omzundaki eli algılaması için kısa bir süre izin verdi adama ustaca.

“İlhan Bey, bu akşam yağmur yağmayacak,” dedi sonra, o hışırtılı sesine hiç benzemeyen yumuşacık bir sesle. “Yağarsa kendimi vururum!”

Şahit olduğum çoğu krizlerde benim de payım olur. Söylediğim ya da söylemediğim, yaptığım ya da yapmadığım bir şeyle müdahil oluveririm olan bitene. Bu yüzden de nefret ederim kendimden, insanlar da. Bu kez kriz yönetimini bu işin profesyoneli olduğu anlaşılan Dilek Aytar’a bıraktım, çenemi tuttum.

Zaten bu kez kriz kısa sürdü.

“İnşallah,” dedi İlhan Karasu. Döndü ve demin o esip gürleyen kendisi değilmiş gibi kapıdan girdiği anda yüzündeki o mülayim ifadeyle bize doğru yürüdü.

“İlan güzel olmuş,” diye yineledi. “Elinize sağlık.”

“Sağ olun,” dedi reklamcı arkadaşım.

“İlan güzel olmuş,” diyerek hâlâ pencerenin önünden dışarı bakan Dilek Aytar’a döndü.

“Evet,” dedi Dilek Aytar. Gözleri yerde geri döndü. “Gidip çiçekçiyi arayayım Nazlı’nın odasından.” Aramızdan hızla yürüdü. Reklamcı arkadaşımın yanından geçerken, “Buradasınız değil mi?” diye sordu.

“Buradayız. Küçük bir şey daha var, dönünce konuşuruz.”

Kapıdan çıkıp kayboluverdi. Gerçekten çiçekçiyle konuşacaksa adam hayatının en zor telefon görüşmelerinden birini yapacaktı eminim.

İlhan Karasu bana döndü.

“Gelin Remzi Bey,” dedi. “Benim odama gidip konuşalım.”

İlhan Karasu’nun peşinden kapıya yöneldim. Adam hızlı adımlarla içinde bulunduğumuz odadan çıkıp tam karşıdaki kapıyı açtı, girdi içeri arkasına bakmadan.

Reklamcı arkadaşım beni durdurdu.

“Bizim işimiz birazdan bitecek,” dedi. “Seni burda satıp gitsek kızar mısın?”

“Keyfinize bakın,” dedim. “Görüşürüz.”

İlhan Karasu’nun odası da televizyonda gördüğüm kulüp başkanlarının odasına benzemiyordu. Dilek Aytar’ın odasının üç katı büyüklüğündeki odada en göze çarpan eşya, ortada hatırı sayılır bir yeri kaplayan kocaman İsfahan halısıydı. Düşünülebilecek en sade çizgilerle tasarlanmış bir toplantı masası, yerde duran televizyon ve video, köşeye atılmış antika bir içki dolabı ve yine jaluzili pencerelerin önünde karşılıklı duran iki küçük koltuk ve aralarındaki sehpadan başka eşya yoktu odada. Birtakım dosyalar, kâğıtlar, dergiler ve uzun kordonlu kırmızı bir telefon yerde duruyordu. Duvarda Abidin Dino’nun guvaş bir yelkenli çalışması vardı.

İlhan Karasu içki dolabının kapağının gizlediği küçük buzdolabının önünde çömelmişti.

“Bir şey içer misin sabah sabah?” dedi sırtı bana dönük.

“Hayır,” dedim.

Elinde light bir bira kutusuyla döndü. Açarken halının üstüne damlatmamak için kenardan yürüyüp pencerenin önündeki koltuklardan birine oturdu. Peşinden gittim. Kocaman bir yudum aldı.

“Derdimi biliyorsun değil mi?” diye sordu. Dilek Aytar’ı başkalarının önünde azarlamaktan bahsetmiyor diye düşündüm.

“Reklamcınız biraz bahsetti,” dedim.

“Futboldan anlar mısın?” dedi.

“Seyrederim,” dedim, oturdum karşısına.

“İnsandan anlar mısın peki?” dedi.

“Onları da seyrederim,” dedim.

“Güzel,” dedi, bir yudum daha aldı birasından.

“Bu futbol işine şan olsun diye girdim,” dedi. “Dilek Hanım sponsorluk, PR diyor buna. Ona kalsa bir voleybol ya da basket takımı almalıydım. Üstelik kadın takımı. Bize daha çok uyarmış. Dinlemedim. Onu hep dinlerim, bu kez dinlemedim. Hiç olmazsa seyrederim keyifle dedim kendi kendime. Seyir tamam, keyif yok ama.”

“Belli olmaz, belki düşmezsiniz,” dedim.

“Ben de öyle düşünüyordum ama Osmanlı’da oyun çok,” dedi. “Geçen hafta biri telefon etti, kafamı bulandırdı.”

İşi bilen bir özel dedektif tavırlarına girmenin sırası gelmişti. Oturduğum yerde öne doğru eğildim.

“Buraya mı, kulübe mi?” diye sordum.

“Eve,” dedi. “Geçen perşembe. Tam yatıyordum.”

“Evde telefonları siz mi açarsınız?”

“Kim olursa… Karım, ben, oğlum bizde kalıyorsa. Öyle, ‘Buyurun Karasuların evi,’ diyen bir kâhyamız yok.”

“Ne dedi peki arayan?”

“‘İlhan Bey’le mi görüşüyorum?’ dedi. ‘Evet,’ dedim. ‘Size kötü bir haberim var,’ dedi. ‘Hayrola?’ dedim. Fabrikada yangın falan çıktı diye korktum önce. ‘Maçı satıyorlar. Kaleciniz ile solbek önümüzdeki hafta maçı satıyor,’ dedi. O telaşla anlamadım ne dediğini. Aynı lafları tane tane tekrarladı. ‘Kaleciniz ile solbek önümüzdeki hafta maçı satıyor.’ ‘Sen kimsin?’ dedim. Bu kez güldü. ‘Bir Güneşspor taraftarı,’ dedi. Öyle kalakaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Benim sessizliğim uzayınca, ‘İnanmıyorsan işi bağlamak için buluşacakları yeri de söylerim size,’ dedi. ‘Söyle,’ dedim. ‘Daha belli değil. Belli olunca haber veririm,’ dedi kapadı telefonu.”

“Aradı mı bir daha?”

“Şimdiye kadar hayır.”

“Burayı arasa bağlarlar mı size?”

“Santraldeki kıza kendim söyledim. ‘Bir Güneşspor taraftarı’ diye bir herif ararsa atlatmasınlar diye. Ama aramadı kimse.”

Koltuğumda geriye yaslandım. Aklıma ilk geleni söyledim. İşi kaybetme pahasına da olsa.

“İlhan Bey,” dedim. “Ortalığı bulandırmak için biri palavra sıkmış olmasın size?”

“Bunu ben de düşündüm,” dedi. “Ama ya doğruysa?”

“Haftaya maç kiminle?”

“İşte bu yüzden, ya doğruysa diye düşünüyorum. Haftaya maçımız bu işleri başıma açan herifin takımıyla. Ya onlar düşecek ya biz.”

Sabah reklamcı arkadaşımın odasında okuduğum gazetede Karasu Güneşspor’un bir puan altındaki takımın adını hatırlamaya çalıştım, hatırlayamadım.

Odanın kapısı tıklatıldı. İş olsun diye tıklatılmıştı herhalde, çünkü takım elbiseli orta yaşlı bir adam, kimse ona gir falan demeden alışık adımlarla içeri girdi. Yüzüme bile bakmadı benim. Tek kelime etmeden elindeki çek koçanını aramızdaki sehpaya, İlhan Karasu’nun önüne koydu. İlhan Karasu tek kelime etmeden hızla imzaladı beş tane çeki. Öyle hızlı imzaladı ki, tersten rakamların sıfırlarının sayısını algılamaya fırsat bulamadım.

Adam aynı hızla çıkarken İlhan Karasu arkasından seslendi.

“Ankara’dan ödeme çıkmış mı?”

“Çıkmış ama bankanın sisteminde bir arıza var, hesaba geçemediler,” dedi adam arkasını dönüp.

“Kim başınıza bu işleri açan adam?” diye sordum.

İlhan Karasu light birasından bir yudum daha almak için kutuyu ağzına götürdü. Kalmadığını görünce yüzünü buruşturdu, kalktı içki dolabına doğru yürüdü. Yere eğilmiş buzdolabının içini kurcalarken bana seslendi.

“Bir şey içmeyeceğinden emin misin?”

“Bir kahve olsaydı…” dedim.

Keşke Tanrı’dan başka bir şey isteseydim. Kapı bu kez çalınmadan açıldı, saçları bir eşarpla toplanmış, önlüklü bir kadın elindeki tepsinin üzerindeki bir neskafe fincanıyla içeri girdi.

“Dilek Hanım yolladı misafirinize,” dedi patronuna bakıp. Sonra komik bir şey söylemiş gibi kıkırdadı.

Bana kadar gelmesini beklemeden kalkıp tepsiden kahvemi aldım. Doğruydu, sütsüz neskafe benimdi.

“Teşekkür ederim Nimet Hanım,” dedim kadına.

Nimet Hanım tepsiyi yere düşürdü. Tepsi tangırdadı. Yerime oturup kadının tepsiyi korkunç bir telaşla yerden alıp kaçar gibi çıkmasını izlerken bir yudum aldım kahveden. Tahmin ettiğim gibiydi, soğumaya başlamıştı.

İlhan Karasu elinde bira kutusu, karşımdaki yerine oturdu.

“Bizim piyasada rekabet önemlidir,” diye söze başladı. “Çok sayıdadır rekabet, bir sürü firma, bir sürü marka vardır. Birbirimizi kollarız hep. Fiyatta, modellerde, reklamda, promosyonda, indirimde, bayi ilişkilerinde… Birbirimizin gözüne bakarız.”

Birasından bir yurdum daha çekti.

“Ama bir tanesi, bir tanesi benim için diğerlerinden bütünüyle ayrılır. Herhangi bir konuda Barbie House’un arkasında kalmak asabımı bozar. Belki çok ticari bir yaklaşım değil ama gerçekte olması gerekenden daha önemli bir rakiptir benim için Barbie House.”

“Bunun bir nedeni olmalı,” dedim.

“Nedeni var, nedeni var. Sahibi eski ortağımdır ve ayrıldığımızdan beri birbirimize gülümser ve masanın altından tepişiriz. Çok düşledim deposuna girip kumaşlarını ellerimle makaslamayı…”

“Ama makaslamadınız,” dedim.

“Makaslamadım. Tepişiriz tepişmesine ama medenice. Piyasa kurallarıyla. Belden aşağı vurmadan.”

“Rakip forvete sakatlamak için girmeden,” dedim.

Yüzüme baktı.

“Evet,” dedi. “Bu futbol işini o icat etti önce. Gitti bir takım aldı kendine. Adını koyamadı tabii enayi.”

“Barbiespor!” diyerek güldüm.

“Ben de ona, ‘Barbiespor nasıl gidiyor?’ diye sorarım gördüğümde. Gıcık etmek için. Takımın göğsünde kocaman harflerle yazar Barbie diye.”

Gazetede Karasu Güneşspor’un bir puan altındaki takımın adını hatırladım birden.

“Merkez İdmanyurdu,” dedim. “Bu haftaki maçınız Merkez İdmanyurdu’yla mı?”

“Evet. Yenilen düşer.”

“Yenilen düşer,” dedim.

“Bu yüzden, ‘Ya doğruysa?’ diyordum,” dedi İlhan Karasu. “Bizim iki oğlanı satın aldılarsa Karasu Güneşspor düşer.”

“Medenice kapışırız demiştiniz?”

Birasından bir yudum daha aldı.

“Her şeyin bir ilki vardır,” dedi. “İşte ondan korkuyorum.”

Böyle bir durumda ne yapılır bilmiyordum. Bunu açıkça söylemeye karar verdim.

“Ya palavraysa aklımıza geldiği gibi? Sırf ortalığı bulandırmak, takımın gücünü düşürmek için üfürdülerse? Kendi elimizle kendimizi sakatlayalım diye?” dedi.

“Yapar mı bunu eski ortağınız?” dedim.

“Şike yapacak olan bunu da yapar,” dedi İlhan Karasu. “Oğlanları takımdan kesersek maç günü durduk yere, arkamızdan değil, yüzümüze güler.”

“Topçularla konuşun,” dedim.

“Düşündüm ama çıkar yol değil,” dedi. “Doğruysa adam gibi oynarlar bu maçta belki ama bir kere satılmış oyunculara nereye kadar güvenebilirsin? Yok doğru değilse durduk yerde morallerini bozmuş oluruz. Sırf namuslu olduğunu göstermek için oynamak, namuslu oynamaktan daha zordur. Olmadık yerde hata yaparlar heyecandan, yine yanarız.”

“Peki ben ne yapabilirim sizin için?” dedim. Yeniden profesyonelleşmenin zamanı gelmişti.

“Maç cumartesi günü saat üçte,” dedi İlhan Karasu. “O saate kadar işin doğrusunu bulmanı istiyorum. Aslı varsa takımdan keseceğiz, yoksa kimseye bir şey söylemeden çıkacağız maçımıza. Ondan sonra Allah ne gösterirse.”

“Üstelik bunu çaktırmadan yapmam gerekiyor,” dedim.

“Çaktırmadan,” dedi.

“Zor olacak,” dedim. “Uzaktan kumanda.”

“Uzaktan, yakından,” dedi İlhan Karasu. “Çaktırmadan. Yalnızca seninle ben bileceğiz ne yaptığını. İşin doğrusunu da ne kadar erken öğrenirsek o kadar iyi. Yapabilir misin?”

Bu bana, “Şu Cessna’yı Hezarfen Havaalanı’na indirebilir misin?” der gibi bir soruydu. Muhtemelen çakılırdım ama bunu söylemezdim yolcuma.

“Şu işi bağlama buluşmasının aslı çıkarsa kolay,” dedim. “Ben bazı meslektaşlarım gibi fotoğraf çekip ses kaydetmem. Vardığım sonuçlara inanacaksınız.”

“İnanırım,” dedi İlhan Karasu. “Reklamcıma inanırım çünkü.” Kalkıp yerde duran kırmızı telefona yürüdü. Makineyi eline alıp ahizeyi kulağı ile omzunun arasına sıkıştırdı. İki numara tuşladı. Sonra bana dönüp sordu.

“Ne miktar söyleyeyim?”

Amatör kümeden üçüncü lige yeni çıkmış bir takıma transfer olacak bir santrforun isteyeceğini tahmin ettiğim bir rakamı ikiye katlayarak söyledim.

4. BÖLÜM

Demin çekleri tek laf etmeden imzalatan takım elbiseli adam tekrar gelene kadar tek kelime etmedik. Müşterilerimin bir özel dedektifle çalışmaya başladıklarına gerçekten inandıkları an paranın el değiştirdiği bu andır. Psikiyatrlara ödenen paranın tedavinin bir parçası olduğuna inanıldığı gibi. Çoğu doktor gibi çıkarıp serbest meslek gelir makbuzu da düzenlemem. Doktorlardan makbuzu isteyen hastaların oranını bilemem ama benden kimse istemez. Benden yalnızca sonuç isterler. Sonuçları da bazen veririm, bazen veremem. Doktorlar gibi.

Takım elbiseli adam içeri girdiğinde, elindeki çeki İlhan Karasu’ya verdi. İlhan Karasu, çeki masanın üstüne koydu, adam dışarı çıkıncaya kadar bekledi. Sonra deminki beş çek kadar kolayca imzaladı, bana uzattı.

“Reklamcımın yayımladığı ilanların parasını hiçbir zaman peşin ödemem, haberin olsun,” dedi, kendini rahatlatmak istercesine. Müşterilerimin parayı verirken ya felsefe ya espri yapmalarına alışmıştım. Sokak kızlarına paralarını işlerini yapmadan önce vermeye benzer bir duygu olmalıydı.

Sonra ciddileşti İlhan Karasu.

“Bundan sonrası sana ait, kolay gelsin,” dedi. Rahatlamıştı.

Bu konudaki hassasiyetlerine ilişkin hiçbir yorum yapmamayı öğrenmiştim. Çeki, üzerinde yazanları incelemeden alıp cüzdanıma koydum. Nakit verenlerin parasını da saymazdım. Cüzdanı cebime koymadan üzerinde ev adresim ile telefon numaramın yazılı olduğu kartvizitlerimden bir tane çektim. Masaya gidip benim çeki imzaladığı kalemi kullanarak araç telefonumun numarasını yazdım kartın arkasına.

“Cep telefonum yok,” diye açıkladım.

“Benim de,” dedi. Toplantı masasının çekmecesinden kendi kartvizitini çıkardı. Tıpkı benim yaptığım gibi kartın arasına bir telefon numarası yazdı. Ev numarası olmalıydı. Uzattığı kartı alıp ceketimin cebine koydum.

“Beni her an arayabilirsin,” dedi. “Adını atlatılmayacakların listesine koymalarını söyleyeceğim santraldekilere.”

“Tamam,” dedim. “Şu buluşmayla ilgili telefon gelirse, beni bulamazsanız bile evdeki telesekretere mutlaka not bırakın.”

“Mutlaka bırakırım,” dedi. “Senin için başka ne yapabilirim?”

Takım dün maç yaptığına göre bugün izinli olmalıydı. İlhan Karasu’ya ne kalecinin ne solbekin ne teknik direktörün adını sorma gereğini duydum. Ne de takımın antrenman sahasının yerini. Akşama takımın tümüyle birden tanışma olanağım vardı nasıl olsa.

“Bu akşam için bir davetiye isterim,” dedim.

“Ne?” dedi. Neden söz ettiğimi çıkaramadı birden.

“Anladığıma göre bu akşamki ekspozisyona Karasu Güneşspor takım olarak katılacakmış. Ben de orada olursam çocukları toplu halde görürüm diye düşündüm.”

“O kolay,” dedi İlhan Karasu. “O kolay. Dilek Hanım’a söyleriz…” Birden akşama yağmur yağıp yağmayacağı meselesi aklına gelmiş gibi suratını buruşturdu. Ya da başka bir şeydi aklına gelen.

“Seni ne diye yutturacağız millete?” dedi.

“Soran olursa bir yalan bulurum,” dedim.

Odasına girdiğimizden beri ilk kez güldü İlhan Karasu. Gerçekten güldü. Ben de güldüm.

“Gel benimle,” dedi.

İlhan Karasu önde, ben arkada odasından çıktık. Koridoru geçip, karşıya, Dilek Aytar’ın odasına hiç tereddüt etmeden girdi. Ben de peşinden.

Dilek Aytar odasında yalnızdı. Telefonda konuşuyordu. Aniden çıkıp gelen patronuna hiç şaşırmadı. Eliyle bir saniye bekler misiniz işareti yaptı. İki kere hayır dedi telefona, iki kere de tamam ben hallederim. Masasının önünde konuşmadan ayakta bekliyorduk. Telefonu kapayınca yüzümüze baktı.

“Remzi Bey de akşam bizimle olacak ekspozisyonda,” dedi İlhan Karasu. “İlgilenir misin?”

“Remzi Bey kiminle ilgilenecek?” diye sordu Dilek Aytar. Beni ilk kez görmüş gibi ilgiyle bakıyordu yüzüme bu kez. Reklamcı arkadaşımın çenesini tutamadığını anladım. Ya da Dilek Aytar’ın doğru sorular sormasını bildiğini. İlhan Karasu da anladı deşifre olduğumu. “Hadi yap numaranı!” der gibi yüzüme baktı.

Karasu Tekstil’deki ittifaklarıma ilişkin bir karar aldım.

“Dilek Hanım’a doğruyu söylemeliyiz,” dedim. “Buna hem hakkı var hem de benim işim kolaylaşır.” Dilek Aytar’a döndüm.

“Takımla ilgili bir mesele için İlhan Bey’e çalışıyorum,” dedim. “Bu akşam çocuklarla şöyle uzaktan tanışırsam iyi olur diye düşündüm. Çok fazla reklam etmeden.”

“Ben de benim peşime özel dedektif taktınız diye korkmuştum,” diye espri yaptı Dilek Aytar. Sonra gözlerimin içine baktı. “Hiç özel dedektif tanımamıştım.”

“Remzi Bey’in görevini sizden başkası bilmese iyi olur diye düşünüyoruz,” dedi İlhan Karasu.

Dilek Aytar elini boynundaki kocaman metal yuvarlaklara götürerek düşündü.

“Soran olursa İstanbul’a ilk kez gelen Kayseri bayimiz diye tanıştırırım,” dedi sonra. “Aramıza yeni katılan bayilerle özel olarak ilgilenmek görevlerimin arasındadır,” diye açıkladı bana.

“Benim için uygun,” dedim. Benimle özel olarak ilgilenmesine itirazım yoktu şimdilik.

“Mesele yok,” dedi İlhan Karasu. Elini uzattı bana. “Akşama görüşürüz.” Sonra ekledi. “Yağmur yağmazsa tabii.”

“Akşama yağmur yağ-ma-ya-cak!” dedi Dilek Aytar, elimi sıktıktan sonra odadan çıkıp giden patronunun arkasından belirli bir kararlılıkla.

“Otursanıza,” diye toplantı masasını işaret etti sonra bana dönüp. “Size doğru dürüst bir kahve bile ikram edemedim.”

Nimet Hanım diyafondan biri sütlü iki kahve siparişi daha aldı. Hem bu sefer gecikmemeliydi kahveler, bak ona göre… Dilek Aytar elini diyafonun düğmesinden çektikten sonra masanın üstündeki kartvizitlikten bir kartvizit aldı. Oturduğu yerden kalkıp ağır ağır çıplak erkek manken ile çıplak kadın mankenin arasından bir tur attı elinde kartvizitiyle, sonra dönüp toplantı masasına yöneldi. Ben de çoktan kendi kartvizitimi çekmiş, oturmuştum. Sessizce bakıyordum yürüyüşüne. Çaprazımdaki sandalyeye de o oturdu. Masadan biraz geride bacak bacak üstüne attı. Dirseği masadaydı. Uzattığım kartviziti diğer eliyle alıp uzun uzun okudu. Masaya bıraktığı kartviziti alıp cebime koydum.

“Eskiden pilotmuşsunuz…” dedi.

“Evet,” dedim.

“Nereden çıktı bu özel dedektiflik?” dedi.

“Pazarın ihtiyacı vardı,” dedim. “Başkalarının ne yaptığını bilmek isteyenler de çok, ne yaptığının bilinmemesini isteyenler de.”

“Ben hangi taraftanım sizce?” dedi.

“Siz ne yaptığını… bilenlerdensiniz,” dedim.

Bir kez daha beni ilk kez görüyormuş gibi baktı yüzüme, önemli bir şey söyleyecekmiş gibi öne eğildi. Boynundaki madeni yuvarlaklar şıngırdadı. Elini bastırıp kolyesini ve bluzunun hareketlenip arzu edilenden fazlasını göstermeye eğilim taşıyan yakasını denetledi. Kapıdaki hareketi algıladı sonra. Doğruldu.

“Bak ona göre” etkili olmuştu anlaşılan, Nimet Hanım tepsisinde iki neskafe fincanıyla içeri girdi. Bu sefer servisi yapıp tepsiyi düşürmeden çıkmayı başardı. Konuyu değiştirme fırsatının üstüne atladım.

“Siz halkla ilişkiler ve reklam işini nasıl seçtiniz peki?” dedim.

“Benim nedenim açık,” dedi. “Eskiden müşteri temsilcisi olarak çalışırdım bir reklam ajansında. Müşterilerin bitip tükenmez kaprislerinden sıkılıp, biraz da ben kapris yapayım dedim. Masanın öbür tarafına geçtim.”

Kahvemden bir yudum aldım. Sıcaktı bu sefer. Karasu Tekstil’den içeri girdiğimden beri sigara içmediğimi hatırladım sonra. Nisanın son haftasında, akşama yağmur yağıp yağmayacağı tartışmalı bir gün için seçtiğim ceketimin cebinden bir Chesterfield Light çıkardım.

“İçebilir miyim?”

“Elbette,” dedi Dilek Aytar.

“Siz de içer misiniz?”

“Yalnızca özel anlarda,” dedi. Hâlâ elinde tuttuğu kartvizitimi bırakıp paketten bir sigara aldı.

Sigarasını yakmam için eğildiğinde metal yuvarlaklar yine şıngırdadı. Bu kez karşılıklı birer yudum aldık kahvelerimizden. Tuhaf tuhaf şeyler düşünüyormuş gibi birer de nefes aldık sigaralarımızdan.

“Ekspozisyon saat sekiz buçukta başlayacak akşam,” diye lafa girdi aniden. “Ortaköy’deki Esma Sultan Yalısı’nda. Bilir misiniz?”

“Evet,” dedim.

“Dokuzdan önce başlayamayız ama,” dedi. “Ekâbir bayiler ile salak karıları geç gelmeyi marifet sayarlar böyle gecelere. Ben son dakikalara kadar kapıda karşılayacağım davetlileri. Beni görürsünüz gelince.”

Birinin elinde bir karton kutu olan iki kız girdi içeri. Diğerinin elinde bir ucunda insanın gözünü dayayıp bakacağı bir mercek olan siyah bir küp vardı.

“Basına dağıtılacak dialar…” dedi kızlardan biri.

“Çoğaltılmadı mı bunlar hâlâ?” dedi Dilek Aytar.

“Siz önce görün diye bekledik,” dedi öteki kız. “Murat yetiştireceğine söz verdi.”

“İnşallah,” dedi Dilek Aytar. Sonra bana döndü.

“Kusura bakmayın, şu dialara bir göz atmalıyım.”

Hiç önemi yok jesti yaptım ellerimle. Sigarasını aramızdaki kül tablasına bastırıp, gidip masasına oturdu. Kızların her biri bir yanına geçti. Sağ yanındaki kızın kutudan çıkarıp verdiği çerçevelenmiş diayı o küpün diğer ucundaki girişe takıp mercekten baktı. Küpün içinde diaları görmeyi sağlayan bir ışık kaynağı vardı anladığıma göre. Diaları birbiri ardından ve hiç konuşmadan hızla incelemeye başladı. Beğenmediklerini sol tarafındaki kıza veriyordu.

Elimi masanın üstündeki broşürlere attım işleri bitene kadar göz gezdirmek için. Reklamcı arkadaşımdan telif ücreti almalıydım çünkü benden ilham almıştı sanki broşürün konusunu bulmak için. Benim yanımda yöremde hiç görülmeyen güzellikte üç kadın, hayali bir dedektiflik bürosunun içinde, her karede değişik giysilerle poz vermişlerdi. Bana hiç benzemeyen, ince, yakışıklı, genç bir adam, hayatımda hiç giymediğim ve hiç giymeyeceğim giysilerle kadınlara kötü kötü bakıyordu. İki elinde iki toplu tabanca, patlattığı muhtemelen kurusıkı kurşunların dumanını üflüyordu namludan başka bir karede.

Üçlü inceleme ben kahvemi, ikinci sigaramı ve salak broşürün sayfalarını bitirene kadar sürdü. Baktıkları diaların yarısı elenmişti bu sürenin sonunda. Kızlar malzemelerini alıp sessizce çıktılar odadan.

“Davetliler kimler?” dedim kaldığımız yeri hatırlayacağından emin olarak. Beni yanıltmadı.

“Ekspozisyon esas olarak bayilerimize,” dedi masasından bana bakarak. “Pazarlama Türkiye’sinin dört bir tarafından bayiler ve karıları.” Ellerini iki yana açarak ikinci sınıf bir sirk takdimcisini taklit etti. “Innnn nı nınnnn… Basın ve televizyon da gelecek… umarım yeterince. Rakip firmalardan da çağırdı, merakını yenemeyenler gelir. Aslında bu gösterinin herkesin bildiği asıl amacı bayilerin başını döndürüp ertesi günkü gala yemeğinde olabildiğince çok sipariş almak. Biraz da hava atmak sektöre.”

Sonra masadan kalktı, yeniden çıplak mankenlerin arasından dolaşıp bir tur attı.

“Futbol takımı ne yapacak?” diye sordum bana doğru yürüyüşünü seyrederken.

“Asıl olarak yalnızca boy gösterecekler. Televoleci televizyoncuların, paparazzilerin falan gelmesi için bir neden daha güya. Aslında İlhan Bey de biliyor ya, gelirlerse yalnızca uçuşan eteklerden görülen iç çamaşırları ve transparan giysileri çekmek için gelirler. Üçüncü ligden bir takımın oyuncularını çekip de ne yapsınlar?”

Biraz önce oturduğu sandalyeye geldi oturdu. Soğumuş kahvesine umutsuzca bir göz attı.

“Bayilere ilginç gelir belki,” dedim.

“O da doğru ya,” dedi.

“Siz tanıyor musunuz takımdakileri?” dedim. Bir yerden başlamam lazımdı.

“Doğru dürüst tanımam,” dedi Dilek Aytar. “Bir tek o kaleciyle merhabam var. O da birinci ligden transfer edildiğinde gazetecilerle imza törenini ben organize etmiştim, oradan.”

“Nasıl razı oldu Karasu Güneşspor’a gelmeye birinci ligden?”

“Çok anlamam bu işlerden ama galiba suyu ısınmıştı zaten birinci ligde,” dedi Dilek Aytar. “Bir iki yıl da burada takılayım diye düşünüyor olmalı. Hani son vurgun. Ama törende gazetecilere öyle bir birinci lige döneceğim, ama yeni takımımla beraber dedi ki, ölürsünüz. Benden daha iyi PR’cı.”

“Maçlara gidiyor musun?”

“İlhan Bey her seferinde çağırır. Bir iki kere gittim. Feci sıkıldım.”

“Bu hafta sonu gidin ama,” dedim. “Ölüm kalım maçı.”

“Şu ekspozisyonu sağ salim atlatıp bayileri de kalın siparişlerle evlerine yollayabilirsem gelirim,” dedi.

Ayağa kalktım.

“Teşekkür ederim,” dedim, elimi uzattım. “Zamanınızı çok aldım. Akşama görüşürüz.”

Dilek Aytar da ayağa kalktı. Elimi sabahki tanışmamızdakinden çok daha uzun sıktı. Kartvizitim bu kez diğer elindeydi.

“Görüşürüz,” dedi. “Kapıda olacağım.”

*

Koridordan aşağıya ağır ağır yürüdüm. Ben çıkarken Dilek Aytar’ın telefonu çalmaya başlamıştı. İlhan Karasu’nun kapısı kapalıydı. Diğer kapıların içinde kimi boş kimi dolu masalar gördüm. Karasu Tekstil kendi çapında önemli bir akşam için harıl harıl hazırlanıyordu.

Kahverengi-sarı renklere boyalı kayar kapıdan çıktıktan sonra ceketimden bu ziyarette elde ettiğim iki kartviziti çıkardım. Karasu Tekstil’in adresini, PBX telefon numarasını ve faksını ezberledim önce. Sonra arkadaki ev numarasını. Daha sonra Dilek Aytar’ınkine baktım. Numara ve faks aynıydı. Dahili numarası yoktu. İki yüz metre kadar uzakta gördüğüm taksi durağına doğru ilerlerken kartvizitleri küçük küçük parçalara ayırıp her adımda bir parçayı yere saçarak İstanbul’u biraz da ben kirlettim.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
27 mayıs 2024
ISBN:
9789752126398
Telif hakkı:
Автор

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu