Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET», sayfa 3

Yazı tipi:

Yüzüne yansıyan ışık değişti birden.

Mumlu bir kâğıdın ardından yüzünün yan tarafına yöneltilmiş düşük watt’lı bir video kamera aydınlatmasına benzeyen ışık kayboldu, birbiri ardından geçiveren gölgeler yansımaya başladı yüzünde. Hatları belirip kaybolmaya başladı bu yeni ışıkta. Bir heykel gibi kıpırtısız yüzü, her gölgenin geçişinde sanki yarım milim oynuyordu yerinden.

Elimi çektim masanın üstünden.

Yine parmaklarımın ucuna basarak masanın çevresini dolandım. Bilgisayarın ekranına baktım.

Büyüklü küçüklü onlarca dolar işareti geçiyordu bilgisayarın ekran koruyucu moduna geçmiş ekranından. Siyah dolarlar, beyaz dolarlar, kırmızı dolarlar, yeşil dolarlar. Üst üste dolarlar, yan yana dolarlar. Birbirini kovalayan dolarlar, yalnız gezen dolarlar.

Farkında olmadan tuttuğum soluğumu saldım.

Saatime baktım. Bir buçuk dakikam kalmıştı.

Geri döndüm. Masanın öteki yanına geçmek için hızlı adımlarla yürüdüm. Yanından geçerken kalemlikten parmak gibi kalın bir dolmakalemi de çekip aldım.

Evet, Muazzez Güler’in çantası yerindeydi.

Çantayla ilgilenmedim ama. Klavyenin üstüne eğildim, dolmakalemin ucuyla ara çubuğuna bastım.

Dolarlar çekip gitti. Odanın ışığı yeniden değişti. Değişimin Muazzez Güler’in yüzüne nasıl yansıdığına bakmadım.

Bir Excel dosyası vardı şimdi ekranda. Bir sürü isim, bir sürü rakam.

Bu bilgisayarın mouse’u klavyenin yanında duruyordu.

Saatime yeniden baktım.

Ekran koruyucu kötü haberdi.

Kaç dakikaya ayarlandığını bilmiyordum ama, dakikalarla sınırlı olduğu kesindi. Mobilyacının önünde oyalanmasam işin üstüne gelecektim. Sokakta bana doğru ilerleyenlerin yüzüne bakmama alışkanlığıma kızdım.

Ekran koruyucunun yeniden devreye girmesini bekleyemezdim ama.

Saatime bakmadım bu kez. Bir yerden çekip gitme zamanının geldiğini bilecek kadar sağduyum vardı.

Masanın başına geçtim. Bardağı sol elimde tuttuğum dolmakalemle sabitleyip sağ elimle peçeteyi dikkatlice çektim altından. Sonra bardağın içine sokup ıslattım yarısını. Yere damlatmamaya özen göstererek dolmakalemi iyice sıvazladım. Paltomun dış tarafındaki protokoler yüzünün tüylü kumaşında kuruladım, kalemliğe geri bıraktım. Sonra başka hiçbir şeye değmemeye özen göstererek üstünde adım yazılı zarfı aldım masadan. Paltomun iç tarafındaki ceplerden birine yerleştirdim. Çıkmadan önce bir kez daha baktım manzaraya. Kapıyı sanki Muazzez Güler’i rahatsız etmek istemiyormuşum gibi yavaşça çektim. Islak mendil ve palto numarasını kapının kolunda da tekrarladım.

Gitme zamanının geldiğine karar verince sanki telaşlanmıştım farkına varmadan. Hızlı adımlarla masaların arasından geçtim. Çift kanatlı kapıya eriştiğimde dönüp şöyle bir baktım arkama.

Telefon tam o sırada çaldı.

Ha siktir dedim yeniden.

Sanki Hi-Mem’in bütün odalarında birden çalıyordu telefon. Zilin berbat çığlığı hem Muazzez Güler’in odasından hem pencereye yakın masaların oralardan bir yerden geliyordu. Binanın sessizliğinde sanki daha güçlü bağırıyor gibi geldi bana. Durup karar vermeye çalıştım.

İkinci çalışta karar verdim.

Pencereye doğru ilerledim. Üstü diğerlerinden daha az karışık olan sağdaki masadaydı telefon. Pazariçi’ndeki her telefoncuda bulunan en ucuz telefonlardandı. Kalın bir yabancı kitabın üstünde duruyordu.

Elimdeki kâğıt mendilin kuru tarafıyla tutarak kaldırdım ahizeyi. Zilin sesi kesilince her şey normale döndü sanki.

Kulağıma götürüp hiç ses çıkarmadan dinledim.

Karşı tarafta her kim varsa o da ses çıkarmadı. Ama vardı biri, kesik kesik soluduğunu duyuyordum.

Karşılıklı bekledik.

Kimse “alo” falan demedi.

On beş saniye kadar karşılıklı bekledik.

Hattın kesildiğini duydum sonra. Ahizeyi yerine bıraktım.

Saatime baktım. Kendime tanıdığım süreyi bir buçuk dakika geçirmiştim. Kimsenin kimseye “alo” demediği bu telefon iletişimiyle geçen saniyeler işin boka sarmaması için hiç vakit harcamamam gerektiğini söyledi bana. Hızla hareket ettim. Salondan çıktım. Çift kanatlı kapıda değmiş olduğum yeri de temizledim hızla.

Dış kapıya yaklaştım, dışarıyı dinledim. Hiç ses yoktu. Emin olamadım, kulağımı dayayıp bir kez daha dinledim. Okeydi. Sessizce çıktım.

Kapıyı bulduğum gibi açık bıraktım. Geldiğimde bulduğumdan biraz daha açık.

Merdiven boşluğuna vuran yarım yamalak ışıktan yararlanarak merdivenlerden aşağıya yöneldim. Yolun ortasında iyice karanlık oldu merdivenler. Çakmağımı bir an için yakıp söndürdüm önümü görmek için. Elimin dış yüzeyini duvara sürterek, tökezlemeden indim aşağıya.

Binanın dışına çıkınca hiç duraklamadan Barbaros Bulvarı’nın tersi yöne doğru yürüdüm hızlı hızlı. Arkamdan kimse dur demedi. İlerledikçe yokuşa dönüşen sokağın elli metre içindeki evine bir an önce yetişmeye çalışan üç çocuk babası bir tüccar gibi yere bakarak yürüyordum.

Yanmayan başka bir sokak lambasının altında durup geriye baktım. Hiçbir şey değişmemişti. Tamam Remzi Ünal dedim kendi kendime. Koluna girmesini istemediğin hiç kimse girmeyecek koluna.

Bir sigara yaktım.

Paltomun yakasını kaldırdım iyice. Geri döndüm. Karşı kaldırımdan. Şimdi yemeğini yemiş, Taksim’de suareye yetişmeye kararlı bir müdür yardımcısı gibi yürüyordum. Başım dik, içim rahat. Yanından geçtiğim çöp tenekesine attım cebimde küçük bir top haline gelmiş ıslak kâğıt mendili.

Hi-Mem’in önünden geçerken başımı çevirip bakmadım bile binaya. Zaten her akşam geçiyordum buradan, bakacak ne vardı? Hep o bildik sokaktı işte, yarı karanlık. Şu belediye de ne bekliyordu bilmem lambaları tamir ettirmek için?

Barbaros Bulvarı’na eriştiğimde sigaram bitmişti. 150 kilo portakalın sergilendiği büfenin dibinde söndürdüm ayağımla. Aşağıya doğru yöneldim.

Bir daha arkama bakmadım hiç.

Baksam ne göreceğimi biliyordum çünkü. Tepesinde kırmızı mavi ışıkları yanıp sönen Renault marka polis otomobili, büfenin yanından kıvrılıp girmek üzereydi Hi-Mem’in sokağına. Sirenleri çalmıyordu ama.

Nereye gittiklerinden emin gibiydiler, hiç tereddüt etmeden girdiler tekyönlü sokağa.

4. BÖLÜM

Arkama bakmadan hızlı hızlı yürüdüm. Sanki birisi arkamdan ateş edecekmiş gibi boynumu kastığımı fark ettim sonra. Sırtımı dikleştirdim. Paltomun ancak otopark görevlilerinde saygı uyandırmaya yeten protokoler yüzünün yakasını iyice kaldırdım.

Soğuk yüzünden ellerim ceplerimde yürüyordum. Islık çalmak aklıma gelmedi.

Hi-Mem’e girmeden önce önünde oyalandığım cep telefoncusunun yanından hiç duraksamadan geçtim.

Trafik hâlâ ağır ilerliyordu.

Soluğum neden sonra düzene girdi. Kendi kendine, ben yardım etmeden.

Aşağıya doğru indikçe ortalık kalabalıklaştı. Kalabalığın arasında kendimi daha güvende hissetmeye başlamıştım sanki.

İyi sıyırttık dedim kendi kendime belki on kez. İyi sıyırttık.

Yürümeyi kesmedim ama.

Yeniden saatime bakmayı ancak çarşının girişinde akıl ettim. Köşedeki büfenin camekânında dönen şişe geçirilmiş kızarmış tavuklar kışkırttı beni. Çok fazla düşünmeden içeri girdim.

Sanki bir önemi varmış gibi dışarıyı gören masalardan birine oturdum. Bir sigara yaktım teneke kül tablasını görünce.

“Ne arıyordun lan orda?” dedi fosforlu yelek giymiş birisi kafamın içinde bir yerlerde.

“Bilgisayar alacaktım,” dedim.

“Bu para kimin zarfın içindeki?”

“Bilgisayar alacaktım dedim ya.”

“Yok yaa!” dedi kafamın içindeki.

“Gerçekten,” dedim.

“Tam da zamanını bulmuşsun bilgisayar almanın,” dedi fosforlu yelekli. “Senin evde ne yaptınız peki kadınla?”

“Konuştuk,” dedim.

“Konuşmuşlar,” dedi.

“Ona kahve yaptım,” dedim.

“Bak, kadına kahve yapmış,” dedi.

Sonra vereceğim cevapların hiçbirine inanmayacağını belli ettiği sorular sordu üst üste.

Sesimi çıkarmadım.

“Ne arıyordun lan orda?” dedi yeniden kafamın içinde ve ben verecek cevap bulmak için uğraşmaktan yoruldum.

“Avukatımı istiyorum!” diye cevap verdim sonunda.

“Çek abime bir avukat!” dedi bir başka fosforlu yelekli.

“Ne vereyim abi?” dedi lekeli önlüğüyle orta yaşlı bir garson.

“Yarım kızarmış tavuk istiyorum,” diye cevap verdim.

“Çek abime bir yarım!” diye bağırdı garson bir başka lekeli önlüklüye.

Yarım kızarmış tavuk, iyice ayıklanmış biçimde önüme gelince, kafamın içindeki fosforlu yelek giymiş adamlar gitti. Bir daha da gelmediler.

Sigaramı söndürdüm.

***

Sigaramı yaktım.

Büfenin önündeydim. Masadaki kürdanların biriyle dişlerimin arasındaki kızarmış tavuk parçalarını ayıklıyordum. Ne yapacağıma karar verememiştim. Eve gidip cinayetleri, trafik kazalarını, adliye koridorlarında birbirleriyle kavga eden aileleri en çok gösteren televizyon kanalında boynuna mouse kordonu dolanmak suretiyle öldürülen bilgisayar üreticisi işkadınının haberini bekleyebilirdim. Sokakta toplanan insanları görürdüm belki o zaman, Muazzez Güler’in bedenini koyu renkli uzun torbada taşıyan ambulans görevlilerini görürdüm. Kocasını görürdüm belki. Muhabirin ekip amiriyle arası iyiyse, temizlemeyi atladığım parmak izlerimin bile olabileceği atölyenin içinde dolaşırdım bacak hizasında telaşlı telaşlı gezen bir kameranın aracılığıyla.

Soruşturmanın sürdüğünü duyardım haberin sonunda.

Büfenin önündeki kaldırımdan indim. Çarşının içine doğru yürümeye başladım. Yine kaldırımlarla ilgili bir şeyler yapıyordu belediye, ortaklık karışmıştı. Çamurlaşmaya niyetli zeminin üstüne yığılmış kaldırım taşlarının arasından slalom yaparak ilerledim elinde torbalarla yürüyenlerin arasında. Balıkçıların ışıkları yanmıştı çoktan. Hiçbiri benimle göz göze gelmeye çalışmadı.

Meydanın ortasında kartal heykelinin önüne gelince durdum. Sanki hemen bulacakmışım gibi gözlerimi kaldırdım etraftaki binaların üst katlarına. Bulamadım.

Sigaramı kartal kaidesinin dibine, yere attım. Üstüne bastım etrafıma bakarak.

Tezgâhın başında aylardan mayısmış gibi geniş geniş oturan kestaneciye doğru yürüdüm. Üç günlük sakallarının arasından yüzü güldü adamın geldiğimi görünce. Muazzez Güler’in kocasının partisinin yerini bilip bilmediğini sordum.

Suratı asıldı kestane almayacağımı anlayınca. Eliyle Ihlamurdere Caddesi’nin ilerisini gösterdi isteksiz isteksiz.

“Teşekkür ederim,” dedim. Gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım.

Bir şeyler söyledi arkamdan ama duymadım. Siyasi bir değerlendirme yapmıştı belki.

Buradaki kaldırımlara dokunulmamıştı. Hızlı hızlı yürüyen insanların arasından ilerledim. Gözlerimle binaların üst katlarını tarıyordum. Önce bir kadına, sonra omzunda belki yirmi kadın çantası taşıyan bir adama çarptım. Kadından özür diledim. Çok etkili olmadı. Adam, “Oha!” diye bağırdı arkamdan. Cevap vermedim.

Muazzez Güler’in kocasının partisinin Beşiktaş ilçe örgütü yeni inşa edilmiş bir apartmanın iki katını birden işgal ediyordu. Binanın cephesini boydan boya kaplayan kocaman bir tabelası vardı. Binanın girişi mermerle kaplıydı. Sütuna benzer iki çıkıntının arasında koyu renkli camlar takılmış bir döner kapı vardı.

Adımlarımı yavaşlatarak binanın karşı kaldırımından yürüdüm. Her iki katta ışık vardı, ama aralıklı duran jaluzilerin arkasında herhangi bir hareket algılanmıyordu. Binanın tam önündeki kaldırımda iki otomobillik yer, polislerin çevirmelerde kullandığı kırmızı konilerle rezerve edilmişti.

Durdum.

İçeri girmenin anlamlı olup olmayacağını düşündüm bir an.

Sonra vazgeçtim.

Beşiktaş İlçe Başkanı Sayın Kadir Güler’e başsağlığına geldim demenin anlamı olmayacaktı.

Saatime baktım.

Biraz hesap yaptım.

Geri döndüm sonra.

Çarşının içinden yürüdüm. Kaldırım inşaatının içinden paçalarımı çamur etmeden geçmeyi başardım. Kızarmış tavuklara ikinci kez bakmadım. Barbaros Bulvarı’nın sol yakasından yukarı doğru çıkmaya başladım.

Soğuk iyice içime işlemeye başlamıştı. Isınmak için derin nefesler aldım. Ağır, ama tempolu yürüyordum.

Hi-Mem’in sokağına gelince sola baktım. Polis otomobillerinin ya da ambulansın ışıkları görülmüyordu ileriden. Buna şaşırdım. Sokaktan içeri girip bir göz atma duygumu frenledim. Boyum fazla uzun, paltom kolay hatırlanacak türdendi. Televizyon kameralarının oynak ışıklarından da görmedim hiç.

Aşağıya doğru ağır ağır inen trafiğin içinden kolayca karşıya geçtim sonra. Yine de bir iki küfür işittim sanıyorum. Arkama bakmadım. Yolun kenarında dikildiğimi gören bir taksi, aniden yavaşladı, iki şerit birden sağa kayıp az ilerimde durdu.

Bir alay korna sesinin eşliğinde attım kendimi taksiden içeriye.

“Patlamadınız ya lan eşşoğlu eşekler!” dedi taksi sürücüsü arkaya doğru, otomobilini kaldırırken.

Yorum yapmadım.

“Ne hıyarlar var yahu!” dedi ikinci vitese geçtiğinde. Şahin’in sürücü koltuğu benimkinden daha geniş omuzlarının altında küçücük kalmıştı. İki günlük sakalı vardı.

“Karşıya gitmem bak abi,” dedi üçüncü vitese taktığında. “Çekemem bu trafikte.”

Cevap vermedim.

“Keyfin yok galiba abi,” dedi sonra geriye dönüp. “Nereye gidiyoruz onu söyle bari.”

“Kusura bakma, cenazemiz vardı,” dedim. Bir an düşündüm. “Profilo’ya gidelim,” diye ekledim sonra.

İki günlük sakallı şoför, cenaze evinden çıktıktan sonra alışveriş merkezinde ne işim olduğuna şaştıysa da bir şey söylemedi. Bir daha ağzını açmadı zaten.

Boş zamanlarımda seyrettiğimden çok daha salak bir film seyrettim Profilo’da. Ama yine de kalabalıktı sinema. Koltuğumda kollarımı kavuşturarak oturduğumdan, içi dolu zarf battı durdu kalbimin üstüne doğru.

Zeytinoğlu Caddesi’nde gece yarısına kadar açık olan tekel bayiinin önünde indim Profilo’da bindiğim taksiden. Bir karton sigaranın parasını ödemek için, en ucuzundan şarap alan iki kızla bir oğlanın arkasında sıramı bekledim. Kızın yüzü tanıdık geldi, bizim sitedendi galiba. İçten içe sırıtarak başını indirdi göz göze gelince.

Sigara kartonunu paltomun iç tarafındaki kocaman ceplerden soldakine indirdim, dışarıya çıktım. Dükkânda biraz ısınmış gibiydim, ama yine de caddenin kenarından hızla yürüdüm. Ortalıkta kimseler yoktu. Havada yoğun bir yanmış kömür kokusu vardı. Bu işin sonu kar dedim kendi kendime. Daha hızlı yürümeye başladım. Ardımdan gelen iki otomobil buralarda rastlanmayan bir hızla geçti. Rüzgârları yüzümü üşüttü.

Sitenin önündeki otoparka inen yokuş yolda yavaşladım. Yerinde mi diye otomobilimi aradım. Yerindeydi. Üstünde bir karış tozla. Otopark tıklım tıkış doluydu.

Oturduğum apartmana giden otuz metrelik yaya yoluna bir otomobil park etmişti. Elimde torbalarla alışverişten gelen bir ev babası olsam küfrederdim. Bu yola park edilmemesi için defalarca apartman içi genelge yayımlayan emekli asker yöneticimiz görse daha ağır küfrederdi.

Ama küfretmedim. Adımlarımı ağırlaştırdım yalnızca.

Motoru çalışıyordu otomobilin. Egzozundan fışkıran buhardan anlamıştım bunu. İçindeki adam sigara içiyordu. Bu soğukta açık pencereden dışarı fırlamış deri ceketli dirsekten anlamıştım bunu.

İyice yavaşladım.

Bu otomobil beni bekliyordu. Markasından anlamıştım bunu. Başka, hor kullanılmış otomobillerin beklemesindense, bu otomobilin beklemesi daha iyiydi.

Ben olsam gelenleri görmek için tersyönde park ederdim diye düşündüm. Birden hızlandım. Opel Corsa’nın sağından ilerledim. Yolcu kapısının hizasına gelince birden açtım, hızla girip oturdum içeri.

“Beni mi bekliyordun?” dedim gözleri apartmanın kapısında sigara içen adama.

“Allah!” diye sıçradı deri ceketli şoför koltuğunda. Elini vitese attı ne işe yarayacaksa? Yüzünün bembeyaz olduğunu o karanlıkta görebiliyordum. Yüzüme baktı. Birden ağlamaya başladı ne gördüyse.

İki eli direksiyonun iki yanında, başını direksiyonun göbeğine yaslamış, hüngür hüngür ağlıyordu şimdi. Kendini tutmak istedikçe ağlaması şiddetleniyor, üst üste hıçkırıklarla sırtının titrediğini görüyordum. Sanki konuşmak istemiyor gibi çenesi kısılmıştı, dişlerinin arasından fırlıyordu hıçkırıklar.

Ne diyeceğimi bilemedim önce.

“Sakin ol,” dedim. “Korkuttum seni galiba? Yok bir şey. Sakin ol.”

Kendini toparlamaya çalışarak bana baktı. Eliyle akan burnunu sildi. Ehliyetini dün almaya hak kazanmış yaştaydı. Kısa kesilmiş saçlarını jöleyle dik dik geriye taramıştı. Kocaman bir burnu, basık bir çenesi vardı. Deri montunun fermuarını en yukarıya kadar çekmişti. Bacağında bir blucin vardı. Ayakkabılarını göremedim. Direksiyonu tutan elleri acayip titriyordu.

“Sakin ol oğlum,” dedim yeniden.

Torpido gözünün üstündeki araç mendili kutusundan birkaç parça mendil çektim uzattım.

“Sil gözlerini hadi,” dedim. “Sakin ol, bir şey yok.”

Mendilleri kullanarak burnunu sildi. Gözlerini de silmesi için iki üç mendil daha çekip uzattım kutudan. Kullandığı mendilleri avucunda biriktirmişti.

“Remzi abi… Remzi Ünal abi sen misin abi?” dedi bu kez gözlerini eliyle sildikten sonra. “Kusura bakma, sinirlerim bozuk. Birden korktum girince arabaya.”

“Benim,” dedim.

“Kadir abi yolladı beni,” dedi. “Seninle acilen görüşmesi gerekiyormuş. Bir saattir bekliyorum burada. Sinirlerim bozuldu vallaha düşüne düşüne.”

İnsanın cevabını bildiği soruları sorması kadar güzel bir şey yoktur. Tadını çıkaramayacağımı bile bile sordum.

“Kadir abi kim?” dedim.

“Kadir abi işte…” dedi ceketli oğlan. “Bugün buraya geldiğimiz Muazzez ablanın kocası.”

Sustum. Yeniden ağlama nöbeti gelecekmiş gibi duruyordu. Acıdım çocuğa, ama her ihtimale karşılık sormam gerekiyordu.

“Ne işi varmış Kadir abinin benimle?” dedim.

“Bilmiyor musun abi?” dedi gözlerimin içine bakarak. Kendi gözleri hâlâ yaş doluydu.

Dayan Remzi Ünal dedim kendi kendime.

“Neyi bilmiyor muyum?” diye sordum.

“Bugün çok boktan bir iş oldu bizim orada,” dedi. İçinden yükselen hıçkırıkları bastırmaya çalıştığını görüyordum konuşurken. “Muazzez abla… Bugün görüşmüştünüz.” Dudakları titredi. “Muazzez ablayı öldürdüler.”

Bu fazla geldi. Yeniden direksiyona kapanıp daha yüksek sesle hıçkırmaya başladı.

Belki yarın gazeteleri içim rahat okuyabilirim umuduyla birkaç yaprak mendil daha uzattım delikanlıya. Bir yandan da komşulardan hıçkırıkları duyan oldu mu diye düşünüyordum. Gece sessiz, otomobilin camı açıktı.

“Ne diyorsun sen yahu? Ne zaman?” dedim dizime vurarak. “Ne öldürmesi? Kim öldürmüş? Yakaladılar mı?”

“Kim bilir hangi orospu çocuğu kıydı abi?” dedi yeniden yükselen hıçkırıkların arasında. “Yer gök polis doluydu demin bizim orada. Kadir abi perişan. Aldılar götürdüler. Sorgu sual. Kim bilir hangi orospu çocuğu…”

Yediğim kızarmış tavuğu hatırladım.

“Seni de sorguladılar mı?” dedim.

“Düşmanı var mıydı falan diye sordular bir şeyler işte.”

“Buraya geldiğinizi söyledin mi?”

“Yok abi,” dedi. “Ne karıştıracağım? Şuraya gittik. Buraya gittik. Zaten aklım başımda değil.”

İçim rahatladı birden.

“Sonra?” dedim. “Kadir abin beni mi çağırdı?”

“Kadir abi giderken, geç vakit bırakırlar bunlar beni dedi. Muazzez ablayla bugün buraya geldiğimi biliyormuş. Bul şu adamı, getir bana dedi. Gerekirse sabaha kadar bekle dedi. Geldim bekledim burada abi.”

Burnunu çekti. Birazcık toparlanıyordu galiba.

“Niye telefon etmedi bana?” dedim bir başka umutla.

“Ne bileyim?” dedi. “Numaran Muazzez ablanın çantasındaydı herhalde. Çantayı mantayı cesedi aldıklarında götürdüler emniyete.”

Kendi kendine son darbeyi vurmuş oldu “ceset” sözcüğüyle. “Öögggh!” diye bir ses yükseldi gırtlağından. Otomobilin içine kusmamak için kapıyı açmaya çalıştı. Tam yetişemedi ama. Midesindekilerin birazını pantolonuna, birazını apartmanın yaya yoluna çıkardı. Yarı sindirilmiş midye tavayla karışık bira kokusu geldi burnuma o taraftan.

“Ha siktir!” dedim içimden. Apartmanın önünde kusmuk neyse de, Muazzez Güler numaramı cep telefonuna kaydetmemiştir umarım diye düşündüm. Eğer öyleyse bilgisayar falan alan müşterilerin arasında sıyırtma imkânım olurdu.

“Tamam, tamam,” dedim olabildiğince sakin bir sesle. Elimi attığım mendil kutusunda mendil, benim de çarem kalmamıştı. “Toparlan hadi. Yukarı çıkalım, elini yüzünü yıka bir. Şunu da halledelim.”

Elindeki kullanılmış mendillerle dudağının kenarındaki kusmukları silmeye çalıştı. Çok başarılı olamadı elbette. Kapısını dikkatle açtı, yerdeki marifetine basmamak için özenle uzattı bacağını. Ben de indim.

Opel Corsa’yı daha makul bir yere çekmesini söyleyip söylememeyi düşündüm bir an. Sonra vazgeçtim. Birinin arabasına geçirir, şenliği büyütür dedim içimden.

“Kilitle arabayı,” dedim sadece.

Çocuk yeniden otomobilin içine uzanıp kontak anahtarını alırken, ben de apartmanların pencerelerini gözden geçirdim. Beline kadar sarkıp bizi seyreden kimse yoktu.

“Çabuk,” dedim kapıları kilitlediğini görünce. Kolundan tuttum. Neredeyse sürükleyerek yukarı çıktık. Midye tava ile biranın kokusu bizimle birlikte geliyordu. Allah’tan merdivenlerden inen çıkan birisiyle karşılaşmadık.

Eve girince önce telesekreterin ışığına baktım. Kimse not bırakmamıştı. Delikanlıya banyoyu gösterdim.

“İyice yıka yüzünü gözünü,” dedim. “Ben sana bir şey getiririm giyecek. Sonra konuşuruz.”

Paltomu ve ayakkabılarımı çıkardım yalnız kalınca. Paltonun cebindeki sigara kartonunu çıkardım, telefonun yanına bıraktım. Zarfı sonraya bıraktım. Yatak odasına gidip çoktandır giymediğim bir pantolon arandım gardıropta. Elimde pantolon, buzdolabına gidip kocaman bir bardak su içtim. İyi geldi. Bir bardak daha içtim. Bardağı tekrar doldurup banyonun önünde bekledim.

Suyun şapırtısı kesildi banyoda. Bir havlumu kaybettim dedim kendi kendime kapıyı aralayıp pantolonu içeri uzatırken.

“Küvetin içine bırak pantolonunu,” dedim aralıktan.

Cevap vermedi.

Sonra çıktı banyodan. Pantolonum biraz büyük gelmişti. Biraz toparlanmışa benziyordu. Ama gözlerinde hâlâ aşağıdaki hıçkırıkların izleri vardı.

Bardağı uzattım. Hafif yan dönerek hızla içti.

“Teşekkür ederim abi,” dedi eliyle ağzını sildikten sonra. “İyiyim ben. Gidelim mi?”

“Dur bakalım,” dedim kontrolü kaybetmemek için kararlı bir sesle. Bardağı elinden aldım. Koluna hafifçe dokunarak salona sürükledim.

“Toparlanınca konuşalım biraz,” dedim.

“Toparlandım abi, iyiyim,” dedi ürkek ürkek bakan oğlan. “Kusura bakma, hiç olmazdı ya, oldu işte.”

“Önemli değil,” dedim. “Olur böyle şeyler. Otur biraz.”

Gündüz Muazzez Güler’in oturduğu koltuğu gösterdim. İtiraz etmeden oturdu. Ben de bana kalan yere geçtim. Televizyon kapalıyken konuşmak tuhafıma gitti ama, bıraktım öyle kalsın.

“Siz buradan ayrıldıktan sonra doğrudan işyerine mi gittiniz?” dedim bardağı masanın üstüne koyduktan sonra.

“Yok,” dedi deri montlu oğlan. Yere bakarak konuşuyordu. “Önce çarşının içinde bıraktım onu. Park edecek yer yoktu. Bana sen eve git artık, ben yürüyerek dönerim dedi. Ben cepten bir iki arkadaşı aradım. Önce biraz bilardo oynadık. Biracıdayken telefonla çağırdı Kadir abi.”

Kadının çek yazmasına itiraz edişime bir kere daha sevindim. Öteki soruya geçtim sonra.

“İşyerinde mi saldırmışlar?” dedim. “Kimse görmemiş mi?”

“Kimse görmemiş abi,” dedi. Belli ki konuyu daha önce rahatça kimseyle konuşamamışlardı. Ağlama krizi muhtemelen konuşup boşalamadığı içindi. Kalçasını geriye çekip doğruldu koltuğunda. Beni hemen götürmesi gerektiğini unutmuş gibi başladı konuşmaya. “Teknisyen çocuklar, çıkmışlar mesai bitiminde. Koray Bey dışarıdaydı zaten tahsilat için…”

Aramızdaki sehpada duran paketi elime aldım. İki tane vardı içinde. Birini misafirime tuttum. Ötekini kendim aldım.

“Koray Bey kim?” dedim sigarasını yakarken.

“Bizim muhasebeci,” dedi ilk nefesini saldıktan sonra. “Muazzez abla çoğu zaman akşamları öyle yalnız çalışırdı. Gündüz gelen giden çok oluyor. Hesap kitap işlerini salim kafayla yapayım diye.”

Kendi sigaramı da yaktım.

“Kimse görmemiş yani?” dedim.

“Görmemiş abi,” dedi bir nefes daha çektikten sonra. “Bir müşteri gelmiş, durumu görmüş, polise haber vermiş telefonla. Doluşmuşlar. Ondan sonra Kabir abiyi falan aramışlar.”

Yanında kızı vardı mutlaka adamın dedim içimden.

“Allah Allah?” dedim devam etsin diye. Sigaramdan derin bir nefes de ben aldım.

“Yandığım şu abi,” dedi sesinde yeni bir heyecanla. “Arabaya yer bulmuş olsak ben de giderdim yanında. Bir şey olmazdı o zaman. Korurdum. Bir şey yapamazlardı…”

“Kader…” dedim.

“Muazzez abla odasındaymış bulduklarında duyduğum,” dedi oğlan. “İtiş kakış filan olmamış diyorlar. Hani kapıya falan geldiler desem hırsızlık için, en azından bağırırdı Muazzez abla.”

“Allah Allah?” dedim yeniden.

“Öyle kuru gürültüye pabuç bırakan biri değildi Muazzez abla. Bir seferinde çantasını almaya çalıştılardı sokakta, bir bağırmış, dünya yıkılıyormuş. Kadir abi, ‘Hükümet gibi kadınsın,’ dediydi.”

Birden hatırladı görevini. Aceleyle ayağa kalktı.

“Abi gidelim,” dedi. “Perişan zaten Kadir abi. Bir de biz üzmeyelim.”

Bir an düşündüm. Karar vermeye çalışıyordum. Polisin çalışma hızına güvenmeye karar verdim. Önce telesekreterinde mesaj olmadığına sevindiğim telefonuma yönelir gibi yaptım, sonra vazgeçtim.

“Dur bir dakika,” dedim. “Cep telefonun yanında mı?”

“Yanımda abi.”

“Ara bakalım bir, bırakmışlar mı Kadir abini anlayalım.”

Elini montunun içcebine attı. Cep telefonunu çıkardı. Gözlerine iyice yaklaşarak birtakım tuşlara bastı. Sonra kulağına yaklaştırdı cihazı. Dinledi.

“Cebi kapalı,” dedi.

“Evini dene,” dedim.

Yorulmuş gibi oturdu koltuğa yeniden. Bir kere daha uğraştı tuşlarla. Bir kere daha dinledi.

“Alo,” dedi bir süre sonra. “Kadir abi geldi mi Hatice abla? Ben Cenk.”

Hatice ablanın söylediklerini gözleri bana takılı dinledi. Kaşları çatıldı duydukları yüzünden.

“Yapma yahu!” dedi sonra. “Kalabalık mı orası?”

Biraz daha dinledi.

“Tamam Hatice abla,” dedi. “Geliyorum ben de.” Telefonunda bir tuşa bastı. Avucunda sıkıca tutuyordu telefonu. Kısa bir ıslık çaldı kafasını sallayıp.

“Ne zaman bırakacakları belli olmaz,” dedim, ayaktaydım, ona tepeden bakıyordum. “Dinle şimdi. Benim bu gece bir işim var. Numarasını söyle Kadir abinin, sabah erkenden ararım. Bir de evini tarif et bana.”

İkna olacak gibiydi. Son şansını denedi.

“Gidip evde beklesek?”

“Sen git bekle,” dedim pencereye doğru yürüyerek. Aşağıda durum sakindi. “Köşeye çekip durumu anlat geldiğinde. Sabah hâlâ benimle konuşmak istiyorsa, ilk iş ona geleceğim.”

“Peki abi,” dedi.

Yine yere bakarak Muazzez ve Kadir Güler’in evlerini tarif etti. Maçka Teknik’in biraz altındaydı ev. Ardından ülkenin iki numaralı GSM şebekesine ait bir cep telefonu numarası verdi önce, sonra yedi haneli başka bir numara. Söylediği hiçbir şeyi bir yere yazmadığımı fark etmedi.

“Tamam Cenk,” dedim. “Soyadın ne senin?”

“Bozer,” dedi artık iyice yorgun bir sesle. Ayağa kalktı.

Arkasından kapıyı kapar kapamaz paltomun içcebindeki zarfı çıkardım. Masanın üstüne koydum. Önüne arkasına baktım. Sonra dikkatlice açtım. Zaten yapıştırılmamıştı. Tam konuştuğumuz miktar zarfın içinde. Paraların üstünde bir döviz bürosunun makbuzu duruyordu. Döviz bozduranın ismi yazılmamıştı. Miktar, tarih, saat vardı çok gerekliymiş gibi.

Zarfı olduğu gibi yatak odasına götürdüm. Çekmeceden temiz bir don çektim, zarfı sarıp yatağımın ayakucunun altına bıraktım. Vicdanımı yokladım doğrulduğumda. İyi ki o telefonu etmişim dedim kendi kendime. Malum, iki dakikada bir resim yaptığınızda, iki dakika artı şu kadar yıllık ömür boyu çalışmış sayılırdınız.

Kendime bir kahve yapmak için mutfağa doğru yürürken, açık kalan banyo kapısından gelen kekremsi kokuyu duyunca küfrettim. Kıyakçılığın sonu ayakçılıktır Remzi Ünal dedim kendi kendime. İçeriye girdim. Kusmuklu pantolon uzanmış yatıyordu küvetin içinde. Kendi midemden gelen öğürtüleri bastırmaya çalışarak elime aldım. Sonra tekrar yerine bıraktım. Çamaşır makinesine gidip içindekileri boşalttım banyonun ortasına. Kusmuk kokusuna beklemiş ıslak çamaşır kokusu da karıştı. Sonra yeniden elime aldım pantolonu, makineye zarar verecek bir şeyler var mı diye ceplerini karıştırdım.

Cenk Bozer’in tek kötü alışkanlığı sigara değildi anlaşılan.

Mereti nerede görsem tanırım. Cebinden çıkardığım küçük şeffaf poşetle birlikte yarısı tırtıklanmış ufak bir parça esrar düşmüştü elime. Sarıldığı kâğıt parçasından düşmüştü. Kâğıt, katlandıktan sonra açılmasın diye çevresine sarılan plastik kaplı yassı tel parçasının arasından sıyrılmıştı çünkü. İyi sıkıştıramamıştı çift kâğıtlıyı sardıktan sonra anlaşılan.

İyi ki babası değilim dedim kendi kendime.

Ganimeti götürüp çöp tenekesine attım poşetiyle birlikte. Sonra banyoya döndüm. Pantolonu çamaşır makinesine attım. Makineyi en sıcak suda, en çok deterjanla, en çok kere yıkayan programa getirdim. Düğmesine bastım.

Kusmuk kokusunun daha hızlı çıkması için uzandım, banyonun köşesindeki küçük havalandırma deliğinin kapağını açtım.

Parayı don kasasına sakladıktan yarım saat sonra, üst üste iki kahve içmiş, televizyondaki bütün haber kanallarını dolaşmış, mutfaktaki rezaleti asgari düzeye indirmiş, Flight Simulator’de gönlü olmayan, her an çalabilir gibi duran telefona bakmaktan sıkılmış biri olarak yeniden apartmanımın kapısından çıkıyordum. Belki biraz düşünmeye ihtiyacım vardı. Kusmuk kalıntılarının yanından geçerken durdum. Hızla bir karar verdim ve bahçeden birkaç avuç toprak alıp, Cenk Bozer’in marifetinin üstünü kamufle ettim. Ne de olsa ben de burada oturuyordum.

O soğukta yürüyerek kendimi Akmerkez’in bir sokak altında yeni açılmış bir bara attım. Biraz düşünmeye gayret ettim kahvemi içerken. Pek işe yaramadı. Eve döndüğümde telesekreterde not olmadığını sevinerek gördüm. Biraz kitap okudum. Malta Şahini’ni bir kere daha seyrettim. Brigid O’Saughnessy’nin gözlerindeki huzursuzluk, boynuna mouse kordonu, dolanmış Muazzez Güler’in görüntüsünü sildi attı kafamdan. Gece Sam Spade rüyama girdi. Öldürülen ortağının adını bürolarının kapısındaki camdan sildiriyordu. Daha çok kitap okumalıyım dedim kendi kendime uykumun arasında.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺39,60

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
27 mayıs 2024
ISBN:
9789752126404
Telif hakkı:
Автор
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 1, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre